Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Scott Atran: “IŞİD bir devrimdir”

IŞİD bir devrimdir
Scott Atran

Le Nouvel Observateur  –    2 Şubat 2016

Çeviri: Haldun Bayrı

Bu uzun metinde, terörizm uzmanı antropolog Scott Atran, IŞİD’in çekim yeteneğine gözünü kapatan Batı’nın neden büyük bir stratejik hata işlediğini açıklıyor.

İlk olarak internetteki Amerikan dergisi Aeon tarafından yayınlanan bu makaleyi Le Nouvel Observateur’deki çevirisinden aktarıyoruz. Scott Atran terörizm uzmanı bir Fransız-Amerikalı antropolog. Bilimsel Araştırmalar Ulusal Merkezi CNRS’te araştırma yöneticiliği ve Oxford Üniversitesi ile Michigan Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapıyor.

İSİD2
Suriye’nin kuzeybatısında bulunan İdlip’de gösteri yapan İslamci savaşçılar (Mart 2015 / Sami Ali / AFP)

———————————————————————————————————–

“Erdemsiz terör uğursuzdur; terörsüz erdem güçsüzdür. Acil, katı, bükülmez adaletten başka bir şey değildir terör; dolayısıyla erdemden sâdır olur.”

Maximilien Robespierre, Sur les principes de la moralité politique (“Siyasî Ahlâkın İlkeleri Üzerine”) (1794)

Mermilerin, bombaların ve patlamaların ortasında, merkezî bir olguyu unutmak kolay: Radikal İslamcılığı durdurmayı beceremediğimiz gibi, görüldüğü kadarıyla, alt etme çabalarımız onu daha da harlandırıyor.

“Terörizme karşı savaş”taki başarısızlığımız, kargaşayı daha da artıran öfke ve intikam tepkilerimizde başlıyor ve Sünni Arap dünyasında ilerleme kateden radikal hareketin ayırt edici özelliği olan devrimci dinamizmi kırmayı hiç beceremiyor.

Kılıçların gölgesindeki cennet

Tarihî boyuttaki bu küresel hareketin taşıyıcılığını bugün IŞİD (İslam Devleti) yapıyor. İki yıldan az bir zamanda milyonlarca kişinin yaşadığı yüz binlerce kilometrekarelik bir toprak parçasını işgal etti. İkinci Dünya Savaşı’ndan beri gönüllülerden oluşan en büyük ve en çeşitli askerî gücü bulunduruyor elinde.

Uluslararası camianın anlamdan yoksun hunharlıklar diye telakki ettiği şey, IŞİD militanlarının kafasında, feda edilen kurbanlar ve intihar eylemleri üzerinden coşkun bir arınma seferi: “Cennet kılıçların gölgesindedir” der bir hadis, Kur’an’dan sonra en güvenilir hadis kitabı telakki edilen Sahih El Buhari’de. IŞİD savaşçılarının en sevdikleri slogan haline gelen bu hadis, kendini İslam Devleti’nin halifesi ilan eden Ebubekir El Bağdadi’nin “cihad volkanları”na yaptığı çağrıda çizdiği kastî şiddet planını özetliyor: Halihazırdaki dünyayı yıkıp yerine Peygamber’in sancağı altında yeni/eski bir adalet ve barış dünyası inşa etmek için, sonunda birleşecek olan küresel cihadcı takımadalar kurulması söz konusu.

Buna varmak için, tüm dünyadan sempatizanları şiddete doğru çekmekten ibaret bir taktik anahtarı var: Elinizden geleni yapın; neyle istiyorsanız onunla yapın; neredeyseniz orada, mümkün olur olmaz yapın…

Bu devrimi anlamak için, araştırma ekibim, Paris, Londra ve Barcelona’dan gençlerle, aynı zamanda da Irak’ta yakalanmış IŞİD savaşçıları ve El Nusra Cephesi (El Kaide’nin Suriye kolu) üyeleriyle bir düzineye yakın derinlemesine görüşme ve davranış incelemesi gerçekleştirdi. Aynı zamanda, cihadcıların eleman tedarik ettikleri kaynaklar olarak değerlendirilen, Paris banliyösünde Clichy-sous-Bois ya da Épinay-sur-Seine, ya da Fas’taki Sidi Moumen (Kazablanka) ya da Jamaa Mezuak (Tetuan) gibi yoksul mahallelere de ilgimizi yoğunlaştırdık.

Çok sayıda yorumcunun radikal İslam’ı basit bir “nihilizm”e indirgemelerine karşın, çalışmalarımız çok daha tehditkâr bir hâdiseyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor: Dünyayı değiştirmeyi ve kurtarmayı hedefleyen derinlemesine çekici bir tasarı.

Batı inkâra kaptırmış kendini: Böyle bir tasarının varlığı ciddiye alınmıyor. Parlak ve incelik sahibi bir düşünür diye bildiğimiz Olivier Roy’ya göre (Türkçe çevirisi için tıklayın) Paris saldırılarının failleri, tıpkı IŞİD’e katılmaya giden gençler gibi, dinî ya da jeopolitik sorunlardan habersiz, gerçek tarihî hınçlardan yoksun olan marjinallermiş. Sözümona nihilizmlerini dışavurmak için radikal İslam dalgasına atlıyorlarmış; zira önlerindeki en büyük ve en korkunç karşı-kültür hareketi buymuş. Aralık ayı başında Kaliforniya San Bernardino’daki gibi bir annenin bebeğini terk edip kendisine hiçbir şey yapmamış olan masumları katletmeye gitmesi başka türlü nasıl açıklanırmış? Oysa söz konusu olan IŞİD devrimini sabıkalı marjinallerin basit bir sığınağı gibi görmek yanılgı olur.

Her taraftan, iç ve dış düşmanların saldırısına uğramasına rağmen İslam Devleti hakiki anlamda zayıflamış değil: Denetlediği topraklarda daha derinlemesine kök saldı ve nüfuz alanını Avrasya veya Afrika’daki başka bölgelere doğru genişletti.

Beyaz Saray’dan yapılan açıklamalara rağmen, Amerikan istihbaratı IŞİD’in gerilemediğini bildiriyor bize. Sahadaki herkes de bunu teyit ediyor. Sadece Kürt savaşçıları ve İranlıların yönetimi altındaki bazı güçler kimi yerlerde IŞİD’in yayılmasını durdurmayı başardılar; ama bu sırada Fransız ya da Amerikan hava kuvvetlerinden önemli bir yardım almışlardı.

IŞİD’e karşı, haklı olarak, onu sapık, yağmacı ve zalim olarak sunan propaganda kampanyamız, bu örgütün aynı zamanda gerçek bir çekim yeteneği olduğunu, hatta kendisine katılanlara sevinç bile sunduğunu söylemeyi unutuyor.

Özellikle ölümüne savaşmaya hazır genç kimseler olan bu katılımcılar, muzaffer bir dava için yoldaşlarıyla kaynaşınca sevinç hissederler; öfkeleri yatışınca ve intikama susamışlıklarını giderince artan bir sevinçtir bu (bilimin bize öğrettiğine göre beyne ve bedene diğer mutluluk biçimlerindekine benzer bir rahatlama sağlayabilmektedir).

Bölgede de, IŞİD’in ölümcül şiddetini elbette kabul etmeyen, fakat İslam hilafetinin tekrar doğuşuna ve eski büyük güçlerin ulus-devletler ilkesi üzerinden dayattıkları düzenin çöküşüne tanık oldukları için sevinen bazı bölge sâkinlerinde de bir tür sevinç tespit ediliyor. Onların gözünde ABD, Rusya ve müttefikleri, bütün mutsuzluklarının kökeni gibi telakki ettikleri o yıkılmış düzeni tekrar diriltmeyi deniyorlar.

Bununla birlikte IŞİD’in yürüttüğü devrimi sadece Ortaçağ geçmişine basit bir geri dönüş gibi görmek yanılgı olur. ABD’deki Tea Party’nin (Çay Partisi) 1776’ya dönmek istediğini ileri sürmek kadar anlamsız bir fikirdir bu…

“İnsanları güvercinlerle haber uçurulan zamanlara döndürmüyoruz” diye yorumladı IŞİD’in Rakka’daki basın müşaviri Ebu Musa. “Aksine, yeni gelişmelerden yararlanacağız. Fakat dine aykırı olmayan bir yönde.”

Halifelik, bugünün kültürünü zemin alan yeni bir düzen arayışında.

Gözlerimizi açıp bu gerçekliği ve bu özlemleri görmezsek, bunlara askerî güçten başka bir yolla yanaşmayı da reddedersek, muhtemelen bu tutkuları harlandıracağız ve yeni bir kuşak daha, savaşı, hatta daha da beterini yaşayacak.

“Saçmalığın ayrıcalığı”

IŞİD’i terörizmin ya da aşırılıkçı şiddetin basit bir sapmasına indirgemek, onun temsil ettiği asıl tehdidi maskelemektir. Bütün yeni gelişmeler kendilerinden öncekiler nazarında “aşırılıkçı”dırlar. Tarih nazarında önemli olan, bu hareketlerin rekabete direnerek ayakta kalıp kalamayacaklarıdır.

Hemcinsini avlayan türümüz için başarının yolu çoğu zaman kan dökmekten geçmiştir; kendi insanlarının kanı da dahildir buna; sadece bir aile ya da bir kabile, para ya da makam adına dökülmez bu kan; bizi aşan bir dava için dökülür bazen.

İki bin yıldan fazla bir zaman önceki eksenler döneminden itibaren özellikle doğru olmuştur bu. O dönemde, güçlü tanrıların himayesi altında büyük ölçekli uygarlıklar ortaya çıkmış ve ahlâkı ihlâl edenleri acımadan cezalandırmıştır – böylelikle çokkavimli imparatorluklardaki herkesin, yabancıların bile itaatini temin etmiş ve onları yekvücut haline getirerek çalıştırmış ve dövüştürmüştür.

Bunu “Tanrı” ya da başka şey diye adlandırabilirsiniz – laik bir ideolojide “izm”li kelimeler tercih edilecektir: koloniyalizm, sosyalizm, komünizm, faşizm, anarşizm, liberalizm gibi.

Thomas Hobbes Leviathan’da (1651), aşkın/transandan bir ülkü adına kurbanın feda edilişini zikrederken, “insandan başka hiçbir mahlûkun tâbi olmadığı bir saçmalığın ayrıcalığı”ndan söz eder. İnsan, yaşamına anlam veriyor görünen fikirleri eyleme koymak söz konusu olduğunda, –iyi anlamda ve kötü anlamda– en büyük enerjiyi sarfetmektedir.

Özünde kaotik olan bu dünyada, ölümün kaçınılmaz olduğunu sadece insanlar bilir: Dolayısıyla onları bu bilgiye bağlı “bilişsel trajedi”yi aşmaya iten bastırılmaz bir psikolojik atılım vardır. “Neden varım?” “Biz neredeyiz?” gibi sorulara cevap vermek için uğraşırlar.

İnsanın Türeyişi’nde (1871), Charles Darwin, bir “ahlâklılık… vatanseverlik ruhu, sadakat, itaat, cesaret ve merhamet”i işleyen grupların hayatta kalmak ve hükmetmek için daha iyi donanmış olduklarını gösterir. Maddî mübadeleye girmeyen kutsal değerlerdir bunlar; insanları da daha sıkı bağlar birbirlerine. Her kültürde, bir akrabaya ya da aynı dinî veya siyasî topluluğun bir üyesine ihanet etmek, genellikle asla aşmadığımız çizgidir. Bu değerlere bağlılık ise tasavvur edilebileceğinden çok daha göz alıcı başarılara götürebilir.

İnançlara bağlı bu değerler (“Allah büyüktür, cisimsizdir, ama güçlüdür” ya da “serbest piyasa daima haklıdır”… gibi) Tanrı’nın inayetine ya da tabiata atfedilir. Yerindelikleri hiçbir zaman empirik/görgül yöntemlerle doğrulanamaz; dolayısıyla anlamlarını tam olarak kavramak imkânsızdır. “Kutsal değerler” terimi “kutsal” topraktan söz edildiğindeki gibi bir dinî iman fikrini verir, ama “laik kutsal değerler” de vardır: Gettysburg[1] kutsal savaş meydanına yapılan ziyaretleri düşünün, ya da New York’ta 11 Eylül 2001 saldırılarının “ground zero”[2] sit alanına yapılan ziyaretleri… “İzm”li büyük ideolojileri kuran inançlar, neredeyse dinî olan ulus fikri gibi, marşlarla, şarkılarla, törenlerle ve kendini feda etme fikri içinde ritüelleştirilmişlerdir.

Terörün oksijeni

“İnsanî olan hiçbir şey bana yabancı değildir” demişti Romalı köle iken oyun yazarı olan Terentius; antropolojik çalışmalarıma sağlam bir ilke sağlayan bir cümle bu. Bizimkinden çok uzak bir kültürden gelenlerle empati içinde olmak söz konusudur – ki sempati içinde olmak anlamına gelmez bu. Anlamak görevimizdir. Normal görünen insan varlıklarının hiç kimseye kötülük yapmamış bir yığın başka insanı öldürerek adına ölmeye hazır oldukları nedenleri kavramayı becerirsek, başka ölümlerden kaçınma imkânımız olabilir. Bizim liberal demokrasilerimizde, kitle katliamları bugün mutlak kötülüğü, yoldan sapmış bir insan tabiatının dışavurumunu temsil etmektedir. Oysa, halkların ve kültürlerin çoğunun tarihinde, başka gruplara karşı yürütülen şiddetin erdemli eylemler safına yerleştirildiği olmuştur.

Terörün hedefi düşmanların ve kararsızların yüreklerine korku salmaktır.

Kürt liderlerin araştırma ekibime anlattıklarına göre, IŞİD’in 350 ila 400 savaşçısı, 80 araçlık bir konvoyla Sünni mahpusları kurtarmak (ve bu arada 600 Şii mahpusu katletmek) için Musul’daki Baduşpur Cezaevi’ne doğru yola koyulduğunda, Amerikalılar tarafından yetiştirilmiş subayların (başkomutanları da dahil olmak üzere) komutası altındaki 18 bin kişilik nispeten iyi donanımlı Irak ordusu bir anda ortadan kayboluvermiştir. Musul-Erbil cephesindeki Peşmerge güçlerinin yanında silah altına alınmış bir Sünni Arap askerine, o askerlerin neden kaçtıklarını sorduğumda, “Kellelerini kurtarma derdindeydiler” diye cevaplamıştı sadece.

Paris saldırılarının, ya da 2013’te Boston’daki maraton koşucularının geçişi sırasındaki saldırının peşinden, Brüksel’in ablukaya alınması, aynı korkuya cevap veriyordu ve kendi toplumlarımıza ve değerlerimize inançsızlığımızın kanıtlanmasına katkıda bulundu. Terörist saldırıların hedeflerinden biri tam da bunu kanıtlamaktı. İkinci Dünya Savaşı sırasında, en güçlü olduğu dönemdeki Alman Hava Kuvvetleri bile Britanya hükûmetinin ve Londra halkının gözünü korkutmayı başaramıyordu… Bugün ise IŞİD’in bir video kaydında New York’a bir saldırının sözü geçse, yetkililer halkı sükûnete çağırmak için koşuşturuyorlar.

Medyada sergilenenler dönemimizde terörün oksijenidir; sadece tehlikenin algılanışını büyütmez; kolektif bir isteriye yol açarak toplumun istikrarsızlaştırılması tehdidini gerçek kılar. Medya organlarının haber vermekten ziyade kamuoyunda heyecan yaratma sanatında uzmanlaştığı bugünlerde bu daha da doğru. IŞİD’in bizim –dünyadaki en güçlü– propaganda mekanizmamızı kendi avantajına döndürmesi çocuk oyuncağı haline gelmiştir. Böyle bir ju-jitsu hamlesi, yeni ve güçlü bir asimetrik savaş biçimini temsil etmektedir. Sade, sorumlu ve olgusal bir haberciliği gözeterek rahatlıkla önünü alabiliriz bunun; ama böyle yapmıyoruz.

Mesaj savaştır

Durum hem tehlikeli hem de matrak. ABD Adalet Bakanlığı, Kongre’nin ve medyanın desteğiyle, bir teröristin elindeki basit bir düdüklü tencereyi bile artık bir “kitle imha silahı” telakki ediyor.

Otomatı olan bir pişiriciyle onun milyarlarca katı büyüklükte imha gücü olan termonükleer bir bombayı aynı düzeye koymak düpedüz gülünç. Hakiki kitle imha silahlarını sıradanlaştırmanın ve kullanılmalarını daha tasarlanabilir kılmanın bir şekli bu.

Günümüz dünyasında, bir mesajı ulaştırmak savaşı başka yollarla yapmanın bir şekli. IŞİD tarafından medyamızın manipüle edilmesi kamuoyunun gerçekte mümkün olmayan kitle imhalarından çekinmesine yol açarken, aynı zamanda gerçek tehdit algısını karartıyor.

Toplumsal düzenin istikrarını bozmak için gösteri amaçlı cinayetleri kapsayan asimetrik operasyonlar, dünya kadar eski bir taktiktir. Şiddet yanlısı siyasî ya da dinî gruplar, aşırı tepki vermeleri, tercihen de hunharlıklara kalkışmaları için düşmanlarını düzenli olarak kışkırtmışlardır.

Romalılar Hz. İsa’nın ölümünden sonra Yahudiye’yi işgal ettiklerinde, ilk isyanlara taş atan genç Yahudiler karışmıştı. Zelotlar, bilhassa da onların en şiddetli türleri olan Sicarii (“hançer taşıyanlar”), resmî törenler sırasında Romalı askerlere ve onların Yunanlı astlarına saldırdıkları intihar eylemlerine girişmek suretiyle gerginliği azdırmış, böylelikle de misilleme ve intikam döngüsünü başlatmışlardı. Vaktiyle kıyı bölgelerini işgal etmiş olan Filistîlerin anısıyla tanınan ve ismi Syria Palaestina diye değiştirilen Yahudiye’deki Yahudilerin Roma tarafından kovulmasıyla isyanlar durmuştu. Ama Yahudi diasporası tektanrıcı imanını dünyanın en ücra köşelerine yaymış ve hem Hıristiyanlığın hem İslam’ın misyonerlerine zemin hazırlamıştı.

Yücelik arayışı

IŞİD’in şiddeti, aynen öncesindeki başkalarının devrimci şiddeti gibi, Edmund Burke’ün yüce diye adlandırdığıyla belirginleştirilebilir: Tutkulu bir “enfes terör”, iktidar duygusu, alınyazısı peşinde; mutlağın ve ifade edilemeyenin arayışı.

“Hiçbir tutku, zihnin tüm eyleme geçme ve uslamlama yetilerini korku kadar etkisiz hale getirmez” diye yazar Burke, Yüce ve Güzel Kavramlarımızın Kaynağı Hakkında Felsefi Bir Soruşturma’da (1756) (Türkçe çev.: M.Barış Gümüşbaş, Bilgesu Yayıncılık, 2008, s. 61). Zira “korku acı veya ölüm endişesi olduğu için, gerçek acıya benzer bir biçimde etki yapar. Bu nedenle, görüntü olarak korkunç olan her şey, boyutları bakımından azametli olsun ya da olmasın, yücedir…”

Ama terörün kutsal ile yücenin hizmetinde başarıyla taçlanması için, “belirsizlik genellikle gerekli gibi görünmektedir” diye sürdürüyor Burke. “İnsanların tutkuları, esas olarak da korku tutkusu üzerine inşa edilmiş olan zorba yönetimler, yöneticilerini mümkün olduğunca kamunun gözünden uzak tutarlar.”

“Müminlerin Emiri” Bağdadî, bu tanımı karşılamaktadır. Daha genel olarak, Charles de Gaulle’ün de 1932’de kaydettiği gibi, “saygınlık gizemsiz olmaz, zira fazlasıyla bildiğimize az saygı gösteririz”; dolayısıyla da “Hakiki şefler müdahalelerini özenle idare ederler”; tüm çabalarını da insanlar kendi kendilerini aşsın ve muzaffer bir dava uğruna harekete geçsinler diye ruhlarını çekmeye yoğunlaştırırlar.

“Yüce” aynı zamanda yoğun biçimde fizikî ve içseldir, her birimizin duygulanımında ve özdeşliğinde kök salmıştır. Ona bağlı her akıl yürütme, tutkularının efendisi değil kölesidir. Beyin yıkama diye bir şey yoktur: Kore Savaşı sırasında anlatılan ve müttefik askerlerinin Çinli büyücülar tarafından psikolojik manipülasyona maruz bırakılarak Pavlov’un köpekleri gibi döküldüklerinin söylendiği bir uydurma haberdir.

Kavgam’da (Mein Kampf, 1925), Adolf Hitler şöyle ilan ediyordu: “Bütün büyük hareketler halk hareketleridir; ya sefalet denen o zalim tanrıça tarafından, ya da kitlelerin bağrına atılan bir sözün meşalesiyle ayaklandırılan insanî tutkuların ve haletiruhiyelerin volkanik patlamalarıdır.”

Ama söz, yücenin gösteri sahnesinde oynanmalıdır. Charlie Chaplin ile René Clair New York Museum of Modern Art’taki bir film gösteriminde Leni Riefenstahl’ın bir nasyonal-sosyalizm methiyesi olan “İradenin Zaferi”ni (Triumph des Willens, 1935) seyrettiklerinde, Chaplin gülmüştü, Clair ise dehşete kapılmıştı; film daha geniş ölçekte dağıtılırsa Batı’nın dengesini yitirip çökmesinden korkuyordu.

“Ey İslam Devleti askerleri, ordu toplamaya devam edin” diye haykırıyordu Bağdadî 2014’te, “cihad volkanları her tarafta infilâk etsin” ve “Yahudiler ile Haçlıların” tasmasıyla bağlı “tefecilik üzerine kurulu küresel sistem”den insanlığı kurtarmak amacıyla “grup da olsa birey de olsa düşmanları paramparça etsin” – diğerleriyle birlikte yankılanan ve hayli korkunçlukları akla getiren bir çağrı.

Devrimin yakıtı kutsal değerler

Ağustos 2014 tarihli bir ICM yoklaması Fransa’da, 18-24 yaş arasında her inanıştan gençlerin dörtte birinin IŞİD hakkında olumlu kanaat bildirdiği izlenimi uyandırmıştı. Böyle bir sonuca ulaşan başka hiçbir yoklama yapılmadı, ama 2015’in Ocak ayındaki Charlie Hebdo saldırılarından sonra, araştırma ekibimiz Fransa ile İspanya’da IŞİD’in ifade ettiği değerlere ve bunların tam aksi değerlere desteği yoklamayı denemişti. Mesela, bir tarafta katı şeriat uygulaması, diğer tarafta ise demokrasilerdeki dinler arası eşitlik ve farklı fikirlere hoşgörü vardı.

Mahrumiyet bölgelerinde ya da Paris banliyölerindeki sitelerde yaşayan gençler arasında, IŞİD’in değerlerinin, onun adına yürütülen şiddet eylemleri de dahil olmak üzere, epey geniş bir destek gördüğüne tanık olduk. İspanya’da, geniş bir nüfus örnekleminde, saldırılara karşı demokratik değerleri savunmak için dövüşme iradesinin çok zayıf olduğunu saptadık.

Etkin azınlıklar ve kutsal değerler

J.M. Berger’nin Kasım ayında The Atlantic’te “IŞİD’in ideolojik sempatizanlarının dünya nüfusunun yüzde 1’inden az olduğunu [ve] hilafet tasarısının faal militanlarının da kesinlikle binde birden azı temsil ettiğini” yazması önemli değil. Dünya nüfusunun önemli bir bölümünü, hatta kendi köklerinin bulunduğu bölgedeki halkların desteğini çekerek işe başlayıp başarılar kazanmış devrimci öncüler, olmuşsa bile çok seyrek görülmüştür.

Irak’a Amerikan birliklerinin yerleştiği sırada, El Kaide’nin –IŞİD’e dönüşecek olan– yerel kolunun saflarındaki savaşçıların dörtte üçü etkisiz hale getirilmiş ve 15 ay boyunca her ay ortalama bir düzine “yüksek değerli hedef” (hareketin lideri Ebu Musab El Zerkavi de dahil) yok edilmişti. Bununla birlikte örgüt ayakta kaldı… Suriye’deki iç savaşın kargaşasında ve Irak’taki çeşitli hizipleşmelerin ortasında, tüm beklentilere karşın büyümeye devam etti.

İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra, devrimci hareketler bir ateş gücüyle karşılarındaki devlet güçlerinin elindekinin onda biri mevcutla zaferler kazanmışlardı.

Çatışma bölgelerinde yapılan davranış incelemeleri, –ulusal kurtuluş gibi, Tanrı gibi, Halifelik gibi– kutsal değerlere başvurulmasının, peşinen gücü önemsenmez olan grupları ölçüsüz oranda galeyana getirme olanağı sağladığını göstermektedir. Malzeme ve mevcut bakımından çok daha iyi donatılmış olan ve teşvik maksadıyla para, terfi ve cezalandırma tehditlerine başvuran ordulara direnebilmekte, hatta onları yenebilmektedirler.

Tarihin ve empirik/görgül araştırmaların gösterdiğine göre, devrimci başarılarda önemli olan, davaya bağlılık ve yoldaşlık mefhumudur. Başlangıçlardaki başarısızlıklardan ve bazen felaketi andıran bozgunlardan sonra bile, bağlılık ve yoldaşlık mefhumları, bâriz dezavantajların altından kalkma ve üstünlüğü ele geçirme olanağı verebilmektedir.

Dün ve bugün liberal değerler

1776’da Amerikalı kolonları hüsrana uğratan ekonomi değildi, ilkin Thomas Jefferson’ın kullandığı kelimeleri tekrarlarsak bağımsızlık bildirgesinin yazılışı sırasında “kutsal ve inkâr edilemez hakikatler”in horgörüldüğü algısıydı. Dünyanın en güçlü imparatorluğuna karşı “canlarını, servetlerini ve kutsal onurlarını” feda etmeye hazırdılar. Büyük Britanya 20 bin nüfuslu bir şehir olan New York’ta doğmakta olan devrime karşı 30 bin askerlik bir deniz gücü gönderdi. George Washington’ın ordusu neredeyse ezilmişti. Sömürge ordusunun son askerleri afallamış bir halde yuvalarına dönüyorlardı ki, Washington kendi ordusuna esin dolu bir çağrıda bulundu: “Özgürlük davasına bu hizmeti yapmalısınız… muhtemelen bunu başka hiçbir koşulda yapamazsınız”.

Bunun üzerine ordu, Valley Forge’un sert kışında her türlü husumete kafa tutmaya hazır bir biçimde kaynaştı.

Fakat Amerikan devriminin başlattığı liberal demokrasi biçimi, dinî ya da kavmî/etnik parçalanma karşısında hiçbir zaman kendini kabul ettiremedi; özellikle de bu parçalanmanın bir kabile geçmişiyle kök salmış olduğu Ortadoğu ve Orta Asya’da. Demokrasinin kökleri, dünyadaki en yüksek yaşam düzeyine sahip olan ve Yerliler’le Afrikalı köleler haricindeki halkların potansiyel olarak sınırsız servet yapma gibi bir tarihî fırsatı ellerinde buldukları, nispeten de düşlerini gerçekleştirmede özgür oldukları Amerika’daki Britanya kolonilerinde atıldı.

Batı Avrupa’da demokrasi tüm 19. yüzyıl boyunca otoriter rejimlerin vesayeti altında tedrici olarak gelişti. III. Napolyon’un Fransası, Napolyon Bonapart tarafından başlatılmış laiklik teşvikini ve dinî çoğulculuğa hoşgörüyü sürdürmekle yetinmedi, aynı zamanda siyasî bir muhalefetin varlığına izin verdi ve grev hakkını yasallaştırdı.

Avrupa’da, “çitle çevirme” hareketi (hiçbir şey bölünmez değildir) insanları atadan kalma ortak mülkiyetten ve komünal kimlikten kopardı ve onları sanayi devriminin kent merkezlerinde çalışmaya sevk etti; bu çalışma üzerinden ve savaş üzerinden kurulan bağlar yeni bir ulusal kimlik biçimine yol açtı.

Bu manzarada, liberal kurumlar gelişmeye başladı; böylelikle de birbirini tanımayan ve ismi bilinmeyen kimselere, birlikte çalışma, gerekirse de birlikte dövüşme olanağı sağladı. Bu kurumlar herkese ücretsiz eğitimi, çok sayıda habere ve fikre açık bir basını, yurttaşların yasa önünde eşitliklerini (en azından ilkesel olarak), ötekilere, bilhassa da azınlıklara hoşgörü kültürünü içerir.

Bu ulusal kimlik, bu liberal değerler ve onları destekleyen kurumlar olmadığında, halkın tercihi ve seçimler bir çoğunluk zorbalığına yöneltir; hem kadim Atina’da hem de Saddam Hüseyin-sonrası Irak’ta gördüğümüz gibi.

Arap-Müslüman dünyası, Hıristiyan Batı: İki farklı tarih

Ayrı yönlerde ilerleyen tarihî güzergâhlar bu değerler arasındaki uçurumu büyütür. Batı ile Arap ve Müslüman dünyası uzun süre boyunca zamanlarının çoğunu birbirinden ayrı ve birbirine paralel tarihler yaşayarak geçirmişlerdir. Batı’da insanlar genel olarak tarihin Hz. İsa’dan önce 26. yüzyılda Sümer uygarlığıyla başladığına inanırlar. Modern Irak’ın güney bölümünde yer alan Sümer, yazılı yasanın ve edebiyatın, Hz. İbrahim’in ve onun tektanrıcı dininin beşiğidir. Uygarlık daha sonra batıya doğru Yunanistan’a ve Roma’ya kaymıştır. Sonra da sırasıyla Roma’nın düşüşü, Ortaçağ, Rönesans, Aydınlanma, ilk siyasî devrimler, sanayi devrimi, dünya savaşları ve soğuk savaş gelmiştir. İnsan hakları ile demokrasi kazanmış ve göründüğü kadarıyla kaçınılmazlaşmışlardır.

Arap-Müslüman dünya da Sümer’le başlar, fakat dünya savaşlarına kadar başka bir güzergâh izlemiştir: Roma, Yunanistan ve tüm diğerleri çevresel dönemlerdir.

Hıristiyan Avrupa o sırada karanlık kıtaydı; Müslüman kahramanları, mitosları, efsaneleri ve göndermeleri bizimkiler nazarında temelden farklıydı. Elbette orada da karşımıza Hz. Musa, İskender ve Hz. İsa çıkar; fakat onların İslam’daki şahsiyetleri farklıdır: Hz. Musa’nın yaşamı Hz. Muhammed’inkiyle paraleldir ve peygamberin gelişini haber vermektedir; İskender, namıdiğer Zülkarneyn, Allah’ın büyük bir gücü ve kaos ile kötülükten uzak tutmak için bir uygarlık duvarı inşa etme yeteneğini bağışladığı dinî bir çehredir.

Nihayet Hz. İsa da Allah’ın en iyi elçisidir, ama oğlu değildir ve çarmıhta ölmemiştir, Hz. Muhammed gibi miraca davet edilmiştir.

Milliyetçilik de dahil olmak üzere Avrupa’dan siyaset alanında ithal edilenlerin bütünü Ortadoğu’da acıklı bir başarısızlığa uğramıştır (ulusal kimlikten ziyade kavmiyet/etnisite ve inanç üzerine inşa edilmiş oldukları için Türkiye, Mısır ve İran dışında belki).

İnsanlar kendilerine tarihlerinin, geleneklerinin, kahramanlarının ve örflerinin hatırlatılmasını istemektedir; bizim gözümüzde, ama Arap-Müslümanların da çoğunun gözünde gaddar ve tiksinç de olsa, IŞİD’in cephesel bir biçimde yaptığı budur.

Oysa ABD ve diğer Batılı güçler bunu kabul etmiyor gibidir.

Dolayısıyla IŞİD’le mücadele etmek için, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupalı galipler (Büyük Britanya ile Fransa) tarafından dayatılmış ulus-devletler sisteminin onarılmasına yönelik yorgun çağrıdan; serüvene, zafere, ideallere ve önemli olmaya susamış gençlerin gözünde sonsuza uzanan bir AVM’ler dizisi kadar çekici olabilecek bir “ılımlı İslam”ın teşvikine varıncaya kadar; cılkı çıkmış çözümler ileri sürmektedir.

İslam ile Batı arasındaki popüler “uygarlıklar çatışması” mefhumu korkunç aldatıcıdır. Aşırılıkçı şiddet geleneksel kültürlerin hortladıklarının değil, bilâkis çöktüklerinin belirtisidir; binyıllık geleneklerin prangasından kurtulan genç kimseler, sabırsızlık içinde, yaşamlarına anlam ve şanlı bir yazgı sağlayacak bir toplumsal kimliği aramaktadır.

Küreselleşmenin kara yüzüdür bu. Bireyler düzleşen bir dünyada sağlam bir kimlik bulmak maksadıyla radikalleşmektedir. Bu yeni gerçeklikte, kuşaklar arasındaki dikey iletişim kanallarının yerini, denkler arası bağlar, tüm yeryüzünü kateden bağlar almıştır.

Şan almaya ve denkler arasında kabul edilmeye susamışlık

Geçen ilkbahar BM Güvenlik Konseyi’nde dediğim gibi, günümüz dünyasında, en çok ölüm saçan savaşçının ilham kaynağı, Kur’an ya da dinî imandan ziyade, şan alma ve denkleri tarafından kabul edilme beklentisidir.

IŞİD’in saflarına katılan yabancı gönüllüler çoğu zaman bir geçiş dönemi yaşamakta olan genç kimselerdir — göçmen işçiler, öğrenciler, iki iş arasında kalmış çalışanlar, henüz ruh eşini bulamamış bekârlar. Ebeveynlerinin evinden ayrılmışlardır, arkadaşları ve yola beraber koyuldukları kimseler sayesinde yaşamlarına bir anlam bulacakları yeni bir aile aramaktadırlar.

Fransa’da, İslam’a Bağlı Sekter Sapmaları Önleme Merkezi (le Centre de Prévention contre les dérives sectaires liées à l’islam) bunların yüzde 80’inin dindar olmayan ailelerden geldiğini tahmin etmektedir; West Point’s Center for Combating Terrorism’e göre, yaş ortalamaları 25’tir. Çoğu geleneksel bir dinî eğitim almamıştır ve dini ileri yaşlarda, “born again”ler gibi cihad aracılığıyla keşfetmiştir.

Yaklaşık dörtte biri, çoğu zaman en acımasızları, din değiştirmiş olanlardır. Kendini arayan bu genç kimseler yollarını cihadla bulmuşlardır ve özel toplantılarda ya da internet üzerinden görüşmektedirler.

Bunların bazıları alkollü kutlamalar ya da cinsel maceralarla arası iyi olmayan, veya ebeveynlerinin işverenleri ya da yetkililer tarafından aşağılandığını, ya da başı örtülü olduğu için kızkardeşlerinin hakarete uğradığını görmüş kimselerdir. Çoğu işi cihada katılmaya vardırmaz, ama bazıları vardırır. IŞİD’e katılımların yüzde 80’inden fazlası ikili ilişkiler üzerinden gelişir, burada aracı esasen arkadaş, bazen de aile üyeleridir. Çok azı camiler ya da yakın çevreden olmayan kimseler aracılığıyla yaşanır.

Bilindiği kadarıyla, Paris teröristleri bu profile uymaktadır. 2004’te Madrid ya da 2005’te Londra metrosu saldırılarının düzenleyicileri de. Ocak ve Kasım aylarındaki Paris saldırılarının düzenleyicilerinin çoğu bir süre aynı mahallede yaşamıştır; bazıları arkadaş ya da akrabadır, diğerleri de suç şebekesine dışarıdan ya da hapishanede tanıştıktan sonra katılmıştır.

Kendi ülkelerinde marjinaller, ama hepsi değil

Fransa’da ve Avrupa’nın başka yerlerindeki bu gençlerin çoğu, hem yaşadıkları ülke hem de kökenlerinin geldiği ülke tarafından dışlanmış hissetmektedir kendilerini. Avrupa, ABD’den farklı olarak, göçmenleri ağırlamak için tasarlanmamıştır.

ABD’de, Müslüman göçmenler ilk kuşaktan itibaren ortalama Amerikalı’nın yaşam ya da eğitim düzeyine ulaşırlar (hatta bunu aşarlar).

Avrupa’da, ortalamadan daha yoksul kalmaları ihtimali, ikinci kuşaktan sonra bile, hayli yüksektir: Sömürgelerin bağımsızlıklarına ulaşmaları sırasında ele alınıp ilgilenilmediği için zehirleyici hale gelmiş bir mirastır bu.

Fransa’da, nüfusun yüzde 7 ila 8’i Müslüman’dır, Avrupa Birliği’ndeki en yüksek orandır; ama hapishane nüfusunun neredeyse yüzde 70’i Müslüman kültürdendir (https://blogs.mediapart.fr/lucas­martin/blog/190215/jack­lang­23­des­prisonniers­sont­ musulmans), radikalleşmeye âmâde bir alt-sınıfın beslenmesine katkıda bulunmaktadır bu.

Suriye’deki El Nusra Cephesi’ne katılmış olan 24 yaşındaki bir genç, Almanya’daki tecrübesini şöyle anlatıyor:

“Güzel arabalar ve güzel giysiler satın almak için sıkı çalışmayı öğretiyorlar bize; ama mutluluk bu değil. Üçüncü sınıf bir insandım çünkü çürümüş sistemle bütünleşmemiştim. Ama bir sabıkalı haline gelmek istemiyordum. Bu yüzden, arkadaşlarımla birlikte, insanları somut olarak İslam’a davet etmek için etrafımızda girişimlerde bulunma kararı aldık. Şehirdeki diğer Müslüman gruplar konuşmakla yetiniyorlar, hakikaten Müslüman olan bir devletin dövüşmeden gökten ineceğini zannediyor onlar.”

Avrupalılar’ın çoğunun El Nusra’dan ziyade IŞİD’e katılması, “Halifeliğin bugün artık varolduğuna ve onu görmek için yarını beklemek gerekmediğine inanmaları”ndandır. Üstelik, çok sayıda IŞİD gönüllüsü kendi ülkelerinde marjinal değildir. Bir aile hekiminin bana 2015’te şu yazdığı gibi:

“Birkaç aydır, Tıp Fakültesi’nden (Sudan’daki Hartum Tıp ve Teknoloji Bilimleri) iki öğrenci grubu IŞİD’e katılmaya gitti. Bu öğrencilerin aileleri bu kaybı kabullenmekte güçlük çekiyor. Onlar için bir matem gibiydi bu. Üniversiteden ayrılan öğrenciler mali olarak ailelerinden destek alıyorlardı. Bu zeki ve iyi düzeydeki öğrencileri IŞİD’e yönlendiren etkenleri teşhis etmekte zorlanıyorum. Acaba bir kimlik arayışından gelebilir mi bu? Acaba üniversitenin mi kusuru var? Acaba ailelerinin etki noksanlığına mı bağlı?”

Musullu bir bankacı anlatıyor bize:

“IŞİD savaşçıları bankaya girdiklerinde personelimiz dehşete kapılmıştı. Bize yardımcı olabileceklerini söylediler. 25 yaş civarında kibar bir Cezayirli, bilgisayarlarımızı görmek istedi sadece. Çok çabuk bir biçimde, bankanın bütün işlemleri üzerine bilgileri indirdi. Bilgisayar öğrenimi sırasında edindiği bilgileri doğru kullanmak için IŞİD’e gelmiş olduğunu anlattı bize.”

Seferber eden efsane: Halifelik

Halifelik bu genç kimseleri mıknatıs gibi çekiyor, onlara anlam ve özgürlük sağlıyor, içinde sadece kötülük ve yapmacıklık gördükleri maddiyat dünyasının hükmünden kurtarıyor onları. IŞİD’in Peygamber’e ilk bağlananların (selef = “atalar”) saf yaklaşımına tekabül ettiği varsayılıyor. Saldırgan bir cihad gerektiren bir girişim, hatta Dar-ül İslam’dan olan herkesin küffara karşı yürütmesi gereken bir kutsal savaş bu. Saf Halifeliğin yandaşları, içsel bir manevi savaş anlamına gelen “büyük cihad” fikrine şiddetle karşı çıkıyorlar.

Abbasi Halifeliği’nin sonunda gelişen, taşıyıcılığını Sûfî dalâletinin yaptığı, Arap halifeliğinin saflığını bozan ve onu gerileyerek yıkılmaya iten yanlış bir cihad anlayışının söz konusu olduğunu düşünüyorlar.

Nisan 2015’te Singapur’daki Güneydoğu Asya Zirvesi sırasında, Batılı hükûmetlerin temsilcileri Halifeliğin klasik siyasî iktidar ilişkilerini maskeleyen bir efsaneden başka bir şey olmadığını vurgulamışlardı. Halbuki Avrupa ve Kuzey Afrika’daki araştırmamız, tehlikeli bir yanlış anlamanın söz konusu olduğunu gösteriyor. Halifelik çok sayıda Müslüman’ın zihninde harekete geçirici bir sebep olarak tekrar belirmiş, hatta dünya çapında bir işbirliğinden yana Müslümanları bile cezbetmiştir. “El Kaide’nin ve IŞİD’in şiddetine karşıyım” diye beyan ediyor, Barcelona’da Hıristiyanlar ve Yahudilerle diyalog üzerine çalışmış olan bir imam, “ama zor durumumuza ışık tuttular. Önceden, biz yokmuşuz gibi yapılıyordu sadece. Halifeliğe gelince… Yahudiler’in uzun süre boyunca Sion’u düşlemeleri gibi biz de bunu düşlüyoruz. Belki bir Müslüman halklar federasyonu haline gelebilir, Avrupa Birliği modelindeki gibi. Halifelik burada, gönüllerimizde, sonunda hangi biçimi alacağını bilmesek bile.”

Bürüneceği biçim ne olursa olsun, Batılı ülkelerde değil ama, Arap halklarının tarihi ve kültüründe kök salacağından emin olunabilir.

Bu tarih, Avrupa’daki sanayi devrimine kadar Avrasya üzerindeki Müslüman hâkimiyetini ve 20. yüzyıl başında Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra dayatılan Batılı dünya düzeninin, hem liberal demokrasinin hem sosyalizmin reddedilmesini kapsar.

Belki de IŞİD’in en öncelikli hedefi, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı İmparatorluğu’nun Arap vilayetlerine Britanyalılarla Fransızların dayattıkları yeni-sömürgeci düzen olan Sykes-Picot’ya son noktayı koymaktır. 2014 İlkbaharı sırasında, IŞİD buldozerlerle Irak-Suriye sınırındaki karakolları yıktığı zaman, bölgede ve ötesinde bir kurtuluş ve sevinç ürpertisine yol açmıştı.

ABD’den ve Rusya ya da Çin de dahil olmak üzere diğer büyük güçlerden farklı olarak, halihazırdaki kaosu, her ne pahasına olsun yaşatmak ve güçlendirmek gereken çöküş halindeki devletlerin sonucu gibi görmeyenler çok bölgede; onlara göre, bu devletlerin teşekkülüne yön veren kurgulardır kaosun sebebi.

Devrimler ve ahlâk

Geçmiş ve halihazırdaki devrimler ahlâk zeminine yerleşirler. Ekonomik ve toplumsal koşulların bozulması ya da hızlı dönüşümü, bir siyasî bunalıma götüren zincirleme olayların kökenini oluşturabilir. Ama bu olaylar, eylemleri ancak yeni bir ahlâk düzeni motive ediyorsa ve devlet iktidarının alınması bu düzeni tanımlayan “kutsal değerler”in hayata geçirilmesine olanak tanıyorsa eski düzenin devrimci bir sorgulanmasıyla sonuçlanır.

Mısır’da, partiye dönüşen İslamî hareket Müslüman Kardeşler’in etkisi Arap Baharı’ndan hayli önce ilerleme katetmiştir. Her ne kadar Müslüman Kardeşler iktidarda yer almayı ilk başta reddetmiş olsalar da, laik partiler arasındaki bölünmeler sayesinde kendilerini kabul ettirme ve bu devrimi izleyen “ahlâkî boşluğu” doldurma imkânı bulmuşlardır.

Ama iktidara gelir gelmez orduda tasfiyelere giderken çarşının (kentteki tüccar sınıfının) denetimini ele alan, bir yandan da kırsal ve dindar nüfusun içinde kök salan İran İslam Cumhuriyeti’nin kurucularından farklı olan Mısırlı liderler, Müslüman Kardeşler kamusal yayın organlarının ve enformasyon bakanlığının denetimini ele geçirir geçirmez ordunun, iş dünyasının ve kamuoyunun kendiliğinden teslim olacaklarını zannediyorlardı.

Bunun tersine IŞİD, Ortadoğu savaşının kasıp kavurduğu bu topraklarda Sünni Araplara yeni/eski etiğini dayatmak için çabuk ve acımasızca hareket etmiştir. İranlıların, Şiilerin ve onları destekleyen herkesin (ABD, müttefikleri ve Rusya dahil) “şeytanî” ahlâkına karşı bütünsel bir savaş vaat ettiler; İslam’a ve ahir dünyaya kavuşmak için, insanlığı kurtarmak için ölümüne bir savaş vaat ettiler.

Bir devrimi başarılı kılan şey

Tarihî benzetmelerin daima sınırlı bir yararı vardır, ama yeni olanın bilincine varmamızın, veya en azından gerçek yeniliklerin nerede başladığını ayırt etmenin de tek yoludur bu benzetmeler.

Maximilien Robespierre tarafından yönetilen Jakobenler’in “terör” politikasını getirmeleri ve giyotinle kafa kesmelerinden beri modern devrimlerin tarihinde çarpıcı paralellikler vardır. Demokrasinin savunulması adına bu ölçüsüz önlem, şiddetin tanrısal bir biçimi gibi telakki edilmiştir. 18. yüzyıl sonunda, on yıl boyunca Fransız Devrimi, bir yandan kendisini devirmeye uğraşan büyük güçlerin hırçın koalisyonuna karşı dövüşürken, bir havuzda birbirini parçalayan yaralı köpekbalıkları gibi birbirini yemekle de geçmiştir.

Bununla birlikte ayakta kalmıştır. İnsanlığı kurtarmak için –izleyen tüm devrimlerin de beyan ettiği niyettir bu– eşsiz bir misyon içinde birleşip dönüşüme uğramış olan devrimci güçler, İmparatorluğun sonunda çökmesinden önce neredeyse tüm Avrupa’yı fethetmişlerdir. Bunun peşinden, neredeyse bütün devrimlerin ilham kaynağı, ahlâkî, manevi ve boyun eğdirilemez bir gücün hizmetinde “bütünsel bir savaş”a girişmek olmuştur.

1848’de bir toplumsal eşitlik ve evrensel kardeşlik anlayışından esinlenen bir dizi devrim Avrupa’yı önüne katıp sürüklemiştir. Bunların başarısızlığı ile Batılı yorumcuların kötü adlandırmasıyla “Arap Baharı” arasında çok sayıda paralellik bulunabilir.

Hareket Ocak 1848’de Sicilya’da başlamış ve zincirleme bir biçimde Avrupa boyunca ilerleyerek Mart ve Nisan aylarında Danimarka’dan Rusya sınırlarına varmıştır. Devrim insan ağları üzerinden ve geniş ölçüde kulaktan kulağa hızlı bir biçimde yayılmıştır; tıpkı Arap Baharı’nın sosyal ağlar ve ticarî medya aracılığıyla yayılması gibi.

Tıpkı Arap Baharı’nı yönlendiren laik güçler gibi, 1848 Devrimi’ndeki güçler de, her devrimin başarısının dayandığı siyasî birliği ve yeni bir ahlâk düzeni yaratma becerisini gösterememişlerdir.

Kilise’yle ağız birliği eden gerici elitler bu çatlağa yüklenmiş, yeni bir milliyetçi ahlâk yaratmış; bayraklardan, seremonilerden, marşlardan, geçit törenlerinden oluşan neredeyse dinî bir yığın sergilemişlerdir; kan, toprak ve kavim gibi ortak köklerden, insanlar arasında hayalî bir akrabalıktan ise daha söz etmedik.

Bu yeni siyasî ahlâk, köylüleri ve çalışanları, evrensel kardeşlik adına toplumsal hiyerarşileri ve siyasî sınırları dağıtma eğiliminden uzaklaştırmayı hedefliyordu. Geleneksel elitlere bağlılıklarını temin etmeyi hedefliyordu.

Anarşistler ve Bolşevikler

  1. yüzyılda faşizmle komünizmi karşı karşıya getiren devâsâ kavga bu mirasın parçası. Arap Baharı’nın başarısızlığından sonunda nasıl bir miras kalacağını söylemek için hayli erken.

Halihazırda El Kaide ile IŞİD arasındaki rekabet, anarşistlerle bolşevikleri karşı karşıya getirmiş olan rekabetin yansıması gibi. Rusya’da 1870 yıllarında Devlet’e ve sermayeye karşı çıkarak büyük bir gelişme göstermiş olan anarşist hareket, Avrupa’da ve hatta ABD’de yayılmıştı. 1881 ile 1900 arasında, anarşist hareketle yakın bağları olan câniler Rusya Çarı’nı, Fransa Cumhurbaşkanı’nı [Sadi Carnot, Fr.Y.N.], İtalya Kralı’nı ve Avusturya İmparatoriçesi’ni öldürdüler; Eylül 1901’de ise anarşist Leon Czolgosz Amerikan Başkanı William McKinley’yi katletti.

Büyük güçler o sırada anarşizmi, siyasî ve ekonomik düzen ile iç istikrar üzerinde en çok ağırlığı hissedilen baş tehdit telakki etmekteydiler. Paris’te burjuva kafelerine ya da tiyatrolara yapılan anarşist saldırıların tekrarı karşısında, Fransız yetkililer ve halk basını, bizzat uygarlığı tehdit eden bir âfetle baş etmek için “teyakkuzda ve birlik içinde kalma”ya çağırıyordu Fransızları. Modern terörün bu ilk dalgasının siyasî (büyük ölçüde toplumsal ve ekonomik de) sonuçları, 11 Eylül saldırılarının sonuçlarıyla kolaylıkla karşılaştırılabilir. Teddy Roosevelt anarşizmin yenilgiye uğratılmasını hükûmetinin bir numaralı görevi haline getirmişti: “Anarşinin kökünün kazınmasıyla karşılaştırıldığında, bütün diğer sorunlar önemsizdir. Anarşist, insanlığın düşmanıdır, insan türünün düşmanıdır; bütün diğerlerinden yüksek bir suçluluk derecesine varmıştır.”

Ama Roosevelt terörizme karşı savaşı sadece anarşistlere karşı savaşla sınırlı tutmadı. Kötücül bir yabancı güce karşı savunmak ya da kaostan korumak maksadıyla tüm dünyada herhangi bir ülkeye müdahale etme gibi bir imparatorluk misyonunu üstlendi.

“Müzmin adaletsizlik ya da uygar bir toplumun kurallarında umumî bir gevşemenin sonucunda oluşan güçsüzlük, eninde sonunda, Amerika’da ya da başka yerde, uygar bir ulusun müdahalesini gerektirebilir […] istemese de ABD’yi, bâriz adaletsizlik ve güçsüzlük vakalarında, bir uluslararası polis gücünü kullanmaya itebilir”.

Anarşiye karşı savaş ve terör böylelikle Filipinler’de ABD’nin hâkimiyetine karşı bir Müslüman kavminin ayaklanmasının haşince bastırılmasına bahane teşkil etmiştir (Moro ayaklanması)…

Siyasetteki ve halk arasındaki inanışın aksine, hiçbir “anarşist merkez komitesi” gerçekte varolmamıştır. El Kaide gibi, anarşist hareket de geniş ölçüde adem-i merkeziyyetçiydi, iyi eğitimli ve sağlığı yerinde kimselerin yönlendirdiği militanlardan oluşuyordu (fiilî olarak, anarşist hareketten beri, devrimleri başlatanlar tıp öğrencileri, hekimler, mühendisler olmuştur; şimdi bunlara, somut olarak tasarıları hayatı geçirme ve karşılığını zaman içinde alacakları eylemlere girişme sanatında uzmanlaşmış bilgisayar mühendisleri de katılmıştır).

Anarşist hareketi sonunda jeopolitik hareket olarak öldüren şey, Bolşevikler’in ortaya çıkışı olmuştur; çünkü onlar siyasî bir hırsı operasyonel ve askerî bakımdan ve ülke düzeyinde idare etmeyi daha iyi bilmekteydiler. Bütünde de daha haşin olmuşlardır.

Kısa süre önce Suriye’de Halep ve Dera bölgelerinde üslenen savaşçılarla yapılan bir dizi görüşme, aynı Bolşevikler’in anarşistleri kendi içinde eritip pratik olarak yok etmesi gibi IŞİD’in de El Kaide’yi yemekte olduğunu açıkça göstermektedir. Nusra savaşçıları bile bu duyguyu paylaşmakta ve IŞİD’in yönetiminin ve ikmalinin daha iyi olduğunu, bir araziye kök saldığını ve şiddet eylemine geçmek söz konusu olduğunda daha az tereddüt gösterdiğini teslim etmektedirler. Bir El Nusra savaşçısının buruk tespiti: “IŞİD iktidarımızı ve mali kaynaklarımızı elimizden aldı, onların medyaları daha güçlü… Sudan çıkmış balık gibi kaldık”.

Nazizm ve İslam Devleti

Alman İşçileri Nasyonal-Sosyalist Partisi’nin (ya da NSDAP’nin) muhalifleri, Naziler’in “ne bir işçi partisi, ne de bir sosyalist parti” olduğunu ileri sürüyorlardı. Bugün ise İslam Devleti’nin “ne bir devlet, ne de İslam” olduğu ve “İslam Devleti” dediğimiz anda onun değirmenine su taşıdığımız bıkmadan usanmadan tekrarlanılıyor. Aslında bunun tam tersi: Ona “İslam Devleti” demeyerek gayrimeşrulaştırabileceğimizi zannetmemiz anlamsız. Ona verilen isim ne olursa olsun, gül ne ise odur, aynı bir nasyonal-sosyalist gibi.

Nazi hareketiyle İslam Devleti arasında, daha önce kaydetmiş olduğum gibi derin bir bağlantı var. George Orwell, daha önce alıntılanan Kavgam eleştirisinde, meselenin özünü şöyle tasvir etmişti : “Hitler insanların sadece konforu, güvenliği, daha az çalışma saatini ve daha iyi bir sağlığı… ve genel olarak aklıselimi arzulamadıklarını biliyor; arada bir kavga ve fedakârlık da istediklerini…”

“Sosyalizm ve hatta –daha istemeye istemeye de olsa– kapitalizm insanlara şunu dedi: ‘Gününüzü gün edeceksiniz,’ Hitler ise şöyle dedi : ‘Size mücadele, tehlike ve ölüm sunuyorum’; bunun sonucunda bütün bir ulus ayaklarına kapandı.”

Alman ordusu eşit mevcutla bütün müttefik ordularından güçlüydü. Klasik askerî doktrinde, bir muharip biriminde yaklaşık yüzde 30’luk bir zayiat genel olarak bütün düzeninin dağılmasına yol açar. Bu zayiat derecesi teyit olduğunda, hedef değiştirmek kazanan ordunun çıkarınadır (İsrail ordusu 1967’deki Altı Gün Savaşı’nı esas olarak bu şekilde yürütmüştür). Fakat Alman birlikleri, yüzde 50’den fazla zayiat verip savaşçılarının gözükara biçimde, çoğu zaman öleceklerini bilerek, tutkuyla inandıkları bir davayı savunmak için çarpışmayı sürdürdüklerini görebiliyorlardı; bu dava ne kadar tiksinç olursa olsun.

Savaştan sonra yapılan sosyo-psikolojik incelemeler, Alman askerinin yaptığına inandığını ve hem bir dava için hem yoldaşları için dövüştüğünü göstermektedir; buna karşılık, Hollywood ve Sovyet yapımı propagandaya rağmen müttefik askerlerinin saflarındaki askerlerin demokrasiyi ya da komünizmi savunmak için dövüştüklerini kanıtlayan hiçbir şey yoktur. Alman ordusunun hakkından gelinmesini sağlayan şey, yoğun Amerikan ateş gücü ile yoğun Sovyet mevcutlarıdır (ölüme gönderilen 20 milyondan fazla insan). Belki IŞİD’in hakkından böyle gelinecektir. Bu arada, bu devrimci dinamizmi kırmak için başvurulan yöntemler zayıf görünmektedir; ABD’nin böbürlenerek tumturaklı biçimde “IŞİD-karşıtı koalisyon” diye adlandırdığı ise, birbirini sırtından hançerlemeye hazır üyelerden oluşmuş, ufacık ve kırılgan bir şey gibi görünmektedir.

Kendini bir davaya adamak, bir grubun bağrında kaynaşmak

Tabii ki “savaşlar maddî dünyada kazanılır” diye tespit ediyor Berger, The Atlantic’te; fakat diğer tüm durumlar sabitken, davanın ve yoldaşların manen benimsenmesi büyük bir avantaj sağlar. 14. yüzyılda yaşamış tarihçi İbn-i Haldun’un Kuzey Afrika’daki Müslüman hanedanlıkları aynı büyüklükteki başka askerî güçlerle karşılaştırırken daha önce kaydetmiş olduğu gibi, iki tarafta da başarının anahtarı, “dine” ve “grubun birbirine tutkunluğuna (asabiye’ye) bağlıdır; bu tutkunlukta bireysel arzular birleşerek öyle bir uyum içine girerler ki, işbirliği ve karşılıklı destek serpilir.”

2014’te yaptığı bir konuşmada, Amerikan Başkanı Barack Obama, “Vietkong’u küçümsedik… IŞİD’i küçümsedik ve Irak ordusunun kapasitesini gözümüzde büyüttük… Aslında her şey dövüşme iradesine bağlıdır, ki onu da öngörmek imkânsızdır” diyen İstihbarat Servisi Başkanı’nın verdiği hükmü bu sözlerle desteklemiştir.

Bizim araştırmalarımız tersini telkin etmektedir: Dövüşme iradesinin birinde bulunup diğerinde niçin bulunmadığını bilimsel olarak öngörmek tamamen mümkündür. Nitekim, kısa süre önce Kürt Peşmergeler ve PKK savaşçıları, esir alınmış IŞİD savaşçıları ve ayrıca Suriye’deki El Nusra savaşçılarının cephelerinde yaptığımız görüşmeler ve psikolojik deneylerden yola çıkarak, dövüşme iradesinin ilk belirtilerini iyice saptadık. Bedeli ağır olan fedakârlıklarda (hapishane, ölüm, ailelerin çektikleri…) bulunma eğilimini öngörmek için birlikte hareket halindeki başlıca iki etkene dikkat göstermek gerekmektedir.

Birinci etken bir grubun düşmanı nazarında kendini kutsal bir davaya adamasıdır. Davranışsal deneyler aracılığıyla ölçülebilir ve nöronal görüntülemeyle izlenebilir bu; böylelikle ortaya dört unsur çıkar:

İster havuç olsun (davaya ihanet karşılığı para teklifi) ister sopa olsun (davayı savunmak için cezalar), maddî tekliflerin ve teşviklerin horgörülmesi. Bu yöntemler işe yaramaz ve hatta bazen tam tersi sonuçlara yol açar.

Durumlarından çıkabilmek için stratejiler (ne şekilde akla yakın olabilecekleri önemsiz) tahayyül edememe: Bu kişiler kutsal değerlerinden vazgeçme imkânını tasarlayamazlar ya da davaya bağlılıkları hususunda daha çok esneklik gösteremezler.

Toplumsal baskıya duyarsızlık (kutsal değerler basit kaideler değildir): Bu kişiler kutsal değerlerine kaç kişinin karşı çıktığını umursamazlar; ya da başka konularda sizin onlara yakın olup olmadığınızı.

“Güncelleştirme/Fiilîleştirme”ye duyarsızlık (uzaklık/yakınlık): Gündelik yaşantıdaki işlerin çoğunda, bir sorun ya da bir nesne ne kadar yakınsa (zamanda veya mekânda) o kadar önem kazanır. Fakat kutsal değerlere bağlı konularda bu yasa uygulanmaz: Zamanda ve mekândaki uzaklıkları ne olursa olsun çok önemlidirler.

Dövüşme iradesini önceden belirlemek için ikinci etken, arkadaşlarıyla ortakyaşarlık derecesidir.

İki çember düşünün: Biri “ben”i, daha geniş diğeri ise “grup”u temsil etsin. Bir deneyde, katılımcıların beş mümkün yatkınlık biçimi arasından birini tercih etmelerini istedik:

İlkinde “ben” ile “grup” birbirine dokunmaz; ikincide, dokunurlar; üçüncüde biraz birbirlerinin üzerine çıkarlar; dördüncüde yarı yarıya üst üstedirler; beşinci çemberde ise “ben” çemberi “grup” çemberinin içinde yer alır.

Beşinci yatkınlık biçimini seçen kimseler diğer herhangi bir seçeneği işaretleyenlerden kökten farklı bir düşünme tarzı ve davranışlar sergilemektedir. Kendi kimlikleri (“benim ne olduğum”) ile kolektif bir kimliği (“bizim ne olduğumuz”) birbirine karıştırarak, sosyal psikologların “kimlik kaynaşması” diye adlandırdığı şeyi yaşamaktadırlar. Böyle bütünsel bir kaynaşma kolektif yenilmezlik ihsasına ve gruptaki bireylerin her birini grubun diğer üyeleri için kendini feda etme iradesine yöneltir.

Bir kutsal davanın hizmetine buna benzer bir bağlanmayı –bu durumda söz konusu olan “Kürtlük” idi (onların kulladığı terimdir bu) – ve diğer savaşçılarla böyle bir kaynaşmayı sadece Kürtler’de bulduk.

Yerel savaşçılar ve yabancı savaşçılar

Dövüşme ve kendini feda etme iradesi ile savaş alanında kendini fiziksel olarak üstün güçte hissetmek, daha önemlisi de manevi kuvvet duygusuna sahip olmak arasında da bir bağ var.

Araştırma grubum El Nusra savaşçılarının İran’ı (bu ismi vermekle aslında Hizbullah’ı kastetmektedirler) hem fiziksel hem manevi kuvvet anlamında Suriye’deki en amansız düşmanları gibi gördüklerini keşfetmişlerdir; fakat IŞİD’in onları iki tabelada da yakaladığını düşünmektedirler. Bu El Kaide savaşçıları Amerikalılar’ın fazla etkileyici olmadıklarını ve Suriye ve Irak ordularının fiziksel olarak nispeten zayıf, manevi bakımdan ise hiçbir kuvvete sahip olmadıkları, dolayısıyla da düşmanlarının uzun vadede büyük önem arz etmediği hükmüne varmışlardır.

Açıkçası, IŞİD saflarında savaşanların hepsi sofu değildir. Irak’ta mahpus olan IŞİD savaşçılarına, “İslam nedir?” diye sorduğumuzda, “Hayatım” diye cevaplıyorlardı. Fakat Kur’an ya da hadisler üzerine çok az bilgileri vardı; İslam tarihini ise hiç bilmiyorlardı. Dini, her kâfiri öldüren ya da ona boyun eğdiren Halifelik anlayışlarıyla bütünleştirmişlerdi; ama bütünsel bir benimseme yoktu. Kürtler tarafından idam edilmekten kurtulmak için çoğu geri adım atmaya hazırdı.

Bir Kürt telsizi tarafından yakalanan bir konuşmada, yerel şiveyle konuşan bir savaşçı yardım istiyordu: “Kardeşimi öldürdüler, etrafım sarıldı. Yardım edin de naaşını götürelim!” Cevap: “Mükemmel, yakında cennete gideceksin.” Savaşçı: “Gelip beni alın. Cennet falan istemiyorum.” IŞİD gerileyenleri ve topraklarından kaçmayı deneyenleri infaz eder.

Yerel olarak, IŞİD tarafından önerilen destek şartlara bağlanabilir, ama onun isteklerine şart koşulamaz. IŞİD’in savaşçıları yerel bir şeyhe, “Bize yirmi genç ver, yoksa köyünü yağmalarız” diyebilirler. Üç oğlu olan bir babaya, “Birini bize ver, yoksa kızını alıp adamlarımıza nişanlarız.” Geçen Mart ayında 15 yaşında bir kızın, IŞİD’in bir savaşçı birliğiyle geçirdiği tek bir gecede on beş kere “evlendirildiği” ve “boşandırıldığı”nı öğrendik (Şeriat’ın bazı yorumlarına göre, boşanmak için üç kere “Boş ol” demek yeterlidir; bu da bir tecavüzü bir “evlilik” gibi göstermeyi kolaylaştırmaktadır).

Böyle bir haşinlik karşısında, IŞİD’in mütereddit taraftarları Kürtlerle müttefik olan bir Sünni Arap gücüne katılmaya yönelebilmektedir; fakat yabancı savaşçılar ne olursa olsun yerlerinden kıpırdamamaktadır. Kerkük polis şefi şöyle diyor: “Yabancı savaşçılar daha tehlikeliler ve daha az korkuyorlar. Kazanmak için ve ölmek için savaşıyorlar. Yaptıklarına inanıyorlar ve teslim olmuyorlar.”

Önce IŞİD’e katılan, ama “masum sivilleri patlatmak”tan bezmiş olan 25 yaşında bir El Nusra savaşçısı, Kürt polis şefinin her şeyden çok dövüşü ve kendini feda etmeyi arzulayan yabancı gönüllüler hakkında dediklerini doğruluyor: “Ergenlikte, sadece futbol ve video oyunları oynamak istiyordum. Romanlar okuyordum. Şimdi tekrar düşündüğümde, okumak, iyi bir meslek sahibi olmak, arkadaşlar edinmek, eğlenmek, bir aile kurmak gibi itibarî konularla fazla meşgul olmuşum ve dalgınlaşmışım gibi geliyor. Cihad kavramı o dönemde ürkütücü bir şeydi; fedakârlığı, imtihanları, geri dönüşsüz yolu çağrıştıran bir şeydi. Sonra şehadet mefhumu üzerine bilgi sahibi oldum… Düz ve açık bir arazide savaşan iki ordu görüntüsü derhal zihnimden silindi. Kılıçlarını çekip harikulade atlara binen savaşçılarla, Allah için ve şehadet için dövüşlerle doldu zihnim. İnternetteki cihadcı propagandaya pek bakmamıştım ve İngiltere’den gelen iki kardeşle birlikte Suriye’ye gidip toplumu çok sayıda kötülükten kurtarmak ve yeryüzüne tekrar her şeyi aşan Tanrı’nın yasasının hükmedeceği bir saflık getirmek için öyle sabırsızdım ki, Allah’ın yolunu açma mücadelesinde öldürülmüş olan kardeşlerimi kıskanıyordum.”

IŞİD’in el kitabı

Her ne kadar siyasî sorumlular ya da danışmanları bununla pek ilgilenir görünmese de, IŞİD’in taraftarlarını çekmek ve hasımlarını istikrarsızlaştırmak için kullandığı temel strateji pek esrarengiz değil. İslam Devleti’nin emirlerine (dinî, siyasî ya da askerî sorumlularına) dağıtılan bir cep kılavuzu, bir eylem manifestosu, vahşetin ve kaosun idaresini tasvir ediyor (bkz.: Medyascope.tv)

On yıldan fazla bir zaman önce Ebubekir Naci takmaadını kullanan biri tarafından El Kaide’nin daha sonra IŞİD’e dönüşecek olan Mezopotamya kolu için yazılmış. Kısa süre önceki Paris, Ankara, Beyrut ya da Bamako katliamları bu kitaptaki önermelerin bazılarına tamamen denk düşüyor.

Kolay hedefleri vurmak: “Müslüman dünyanın her yerinde, hatta mümkünse dışında da, düşman ittifakının çabalarını dağıtmak ve onu azami tüketmek maksadıyla Haçlı-Siyonist düşmana karşı bozucu darbeleri çeşitlendirmek ve yaymak”.

Halk toplulukları içindeki korkuyu azamiye çıkarmak ve ekonomilerini zayıflatmak maksadıyla potansiyel kurbanları teyakkuzu azalttıkları zaman vurmak: “Haçlıların gittikleri bir turistik merkez vurulursa…, dünyanın tüm turistik merkezleri normal zamandakinin iki misli silahlı takviye güçlerle korunmak zorunda kalacaktır ve harcamalar muazzam artacaktır.”

Gerizekâlılar tarafından ılımlı olup riskten yüz çevirmeye teşvik edilen gençlikteki başkaldırı eğilimini, enerjileri, idealizmi ve kendini feda etme heveslerini yönlendirmek: “Kitlelerin içinden çıkan grupları, özellikle de gençleri denetimimiz altındaki bölgelere gitmeye teşvik etmek… [zira] bir ulusun gençleri, cansız Müslüman gruplarının [bastırmaktan başka şey düşünmedikleri] içlerindeki isyan yüzünden [insanın] doğuştaki tabiatına daha yakındır.”

Batı’yı mümkün olduğunca derinlemesine ve etkin bir biçimde savaş batağına sürüklemek: “Amerika’nın merkezî iktidarının zayıflığını ortaya çıkarın; bu ülkeyi medyatik psikolojik savaştan ve araya başkasını sokarak savaşmaktan vazgeçerek doğrudan dövüşmeye zorlayın. Amerika’nın müttefiklerine de aynen yapın.”

“Gri bölgenin yok olması”

“Gri bölgenin yok olması”, IŞİD’in internetteki dergisi “Dabık”ın (Dabiq[3]) 2015 yılı başında yayınladığı 12 sayfalık bir makaledir. Müslümanlar’ın çoğunun iştigal ettikleri bölgeyi, aydınlık ile karanlık, hayır ile şer arasında, başka deyişle hilafet ile küffar âlemi arasında tasvir eder; “11 Eylül’deki mukaddes harekâtlar”ın görünürleştirdiği bir bölgedir bu.

Makalede IŞİD’in hakiki mirasçısı olduğu Usame Bin Ladin’den alıntı yapılır: “Dünya bugün ikiye bölünmüştür. ‘Ya bizimle berabersiniz, ya da teröristlerle’ derken Bush haklıydı; ama gerçek teröristler Batılı Haçlılar’dır. Dünyayı bölüp gri bölgeyi yok edebilecek yeni bir olay yaratmanın zamanı gelmiştir şimdi.”

Bu olay Avrupa’da, kaos yaratmayı hedefleyen Paris’teki 13 Kasım saldırıları biçimini almıştır; Türkiye ve Lübnan’daki saldırılar ise Ortadoğu’ya daha fazla vahşet ve kaos götürmeyi hedeflemekteydi.

Suriyeli mültecilerin cömertçe ağırlanması bu stratejiye etkili bir cevap oluşturabilirdi; aksine mültecilerin genel olarak reddi ise bir kaybeden cevabıdır. “Gri bölge”deki çeşitliliği ve hoşgörüyü yüceltmek çıkarımıza olurdu; ama Avrupa’da hem siyasî elitteki hem halk arasındaki genel eğilim, bu “gri bölge”nin yok edilmesi için anlaşmaktır.

Avrupa’da, radikal İslam’ın yükselişi yabancı düşmanı ve milliyetçi hareketlerin bir atılımıyla çakışmıştır. Bu iki hâdise kısmen Avrupa’daki düşük doğum oranından (çift başına 1,6 çocuk) pay alır; her liberal demokrasinin temel direği olan orta sınıfa iyi bir yaşam düzeyi sağlanması ve bir işgücünün ayakta tutulması maksadıyla göçmen işçi ihtiyacı yaratır. Yabancı işçi göçüne hiç görülmemiş düzeyde hoşgörüsüz bakılan bir dönemde, hiçbir zaman olmadığı kadar göçmen işçi ihtiyacı vardır.

IŞİD’in denetimi altındaki bölgelerde, ya da komşu bölgelerde, halk toplulukları IŞİD’i de Batı’yı da (şimdi Rusya’yı da) desteklememektedir. Fanatik ya da savaşçı değillerdir; şehit olma meraklısı da değillerdir. IŞİD bunu bilir ve düşmanlarını denetimi altındaki kent merkezlerindeki halka saldırtmaya uğraşır. Her halükârda hedef alınabilecek çok az altyapı vardır: Rejim yarı-göçebedir, sabit sınırı yoktur; IŞİD ise çok seyyar olan askerî malzemelerine ve birliklerine durmadan yer değiştirtmektedir.

Dolayısıyla ceremeyi bilhassa yerel halk toplulukları çekmektedir. Çok sayıda insan, ellerine fırsat geçse, hem IŞİD’den hem de düşman bombalarından kaçarlardı; fakat sıkışıp kalmışlardır ve korunmaları için kara sancağa bağımlıdırlar. “Gri bölge”de olabileceklerini gösteren en ufak belirtide ölümle cezalandırılmaktadırlar. Ama tarih, hava bombardımanlarının, içinde yaşanan genel rejim ne olursa olsun ülkedeki kamuoyunu bombardımanı yapan ülkelere karşı sertleştirdiğini göstermektedir.

Suriye’de ve Irak’ın büyük bir bölümünde, artık “gri bölge” neredeyse kalmamıştır; özellikle de zorla şu veya bu savaşçı grubu tarafından devşirilerek yuvalarından koparılan, ya da mültecilere dönüşüp belirsizliğe doğru sürgüne giden bir gençlik için…

IŞİD’in yakında öleceği üzerine yanılsamalar

Batı’da IŞİD’in ölümünün elikulağındalığı beklentisine fazla bel bağlandı. IŞİD’in, kısmen “üç cephede dövüşmekle uğraşan ve umutsuzluk derecesinde yoksul olan bir ulus”a hükmettiği için, kısmen de Politico dergisinde yayınlanan bir makaleyi yazan iki akademisyenin sözcüklerini kullanırsak, “zararlı bir ideolojik yönetişim yaklaşımı” olduğu için, kendiliğinden yıkılacağı açıklandı bize.

Bu makalenin yazarları, Kaliforniya Üniversitesi’nden (San Diego) ekonomist Eli Berman ile Princeton Üniversitesi’nden siyasetbilimci Jacob Shapiro, Zimbabwe devletinin lanetli yazgısından ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünden dem vuruyorlar.

Ama tarihteki öncüller ve bugün sahada görebildiklerimiz onların tahlillerinin lehine değil. Yoksulluk, birçok cephede savaş, aşırı ve dogmatik ideolojiler, bir devrimin zaferine de yol açabilirler; ya da en azından, Fransız Devrimi veya İran İslam Cumhuriyeti örneklerinin sergiledikleri gibi, büyük direnişe yol açabilirler. İki yazar, SSCB komünizm için ne anlama gelmişse IŞİD’in de cihadcılık için o anlama geldiğini söylemekte belki haksız değiller, ama IŞİD’in iç çelişkileri onu “tarihin çöplüğü’ne göndermeden önce, köprülerin altından ıstırap selleri akabilir… Devrimci coşku sönene kadar ise, geçtiği yerlerde hayli zayiata yol açabilir ve sadece bölgeyi değil, dünyanın epey bir bölümünü allak bullak edebilir.

11 Eylül saldırılarının gerçekleştirilmesinin maliyeti 400 ila 500 bin dolardır; oysa sadece ABD’nin düzenlediği güvenlikçi ve askerî karşılık, bu tutarın 10 milyon katıdır. Sırf maliyet/kâr hesabına göre, bu saldırılar Bin Ladin’in umabileceği her şeyin ötesinde başarıyla taçlanmıştır. Ju-jitsu tipinde asimetrik savaşın kazanabildiği önem üzerine bir fikir var burada. 11 Eylül öncesinden daha iyi bir durumda olduğumuzu, ya da dünya çapında tehlikenin azaldığını kim iddia edebilir? Sadece bu örnek bile, IŞİD saldırılarına verdiğimiz karşılıkta köklü bir yaklaşım değişikliğine gitmeye itmeli bizi. Gerçekte, aynen “delilik, aynı hataları tekrarlarken farklı sonuçlar ummaktır” diyen atasözünün tanımındaki gibi, bizim tarafımız neredeyse sadece güvenlik ve askerî karşılıklar üzerine yoğunlaşmayı sürdürüyor. Irak ve Afgan ordularına ya da Özgür Suriye Ordusu’na dayanan cevaplar gibi; bu cevapların da bazılarının bütünüyle etkisiz oldukları derhal ortaya çıktı.

Fakat aksine, psikolojik ve toplumsal sorunlara çok az dikkat gösteriyoruz.

70 bin Twitter ve Facebook hesabı

Sorunları potansiyel cihadcılara daha iyi işler sunarak çözebileceğimizi telkin etmiyorum. Müşterisi olan hükûmetlerin hoşnutsuzluğa kapılmalarına yol açma korkusuyla Dünya Bankası’nın yayımlamadığı bir rapor, istihdamdaki arz ile şiddetin azalması arasında hiçbir anlamlı bağıntı olmadığını gösteriyor. Şayet insanlar hayatlarını feda etmeye hazır iseler, maddî avantajlar teklif ederek onları durdurma şansı az.

Buna karşılık, psikolojik ihtiyaçlarına ve özlemlerine cevap vermeliyiz.

Nasıl başarısızlığa uğradığımızı gösteren bir örnek: Amerikan Dışişleri Bakanlığı, doğrudan IŞİD’i hedeflemeden, etkisiz bir “Think Again, Turn Away” (“Tekrar düşün, o yoldan dön”) kampanyası çerçevesinde IŞİD-karşıtı twitter mesajları göndermeyi sürdürüyor. Bu yöntemler, tek bir bireyi devşirmek için yüzlerce saat ayırabilen militanları olan IŞİD’in yöntemleriyle karşılaştırılsın. IŞİD, sosyal ağları üzerinden, kişisel hüsranların ve hınçların nasıl Müslümanlara yapılan zulümler diye evrensel bir başlık altına yerleştirilebildiğini, sonra da bu öfkenin ve tatminsizliklerin nasıl ahlâkî rezalete çevrilebildiğini öğreniyor. Bazı değerlendirmelere göre IŞİD 70 bin twitter ve Facebook hesabı açmıştır, yüz binlerce takipçisi vardır ve her gün 90 bin mesaj yollamaktadır. IŞİD ayrıca gençler arasında en revaçta olan şarkıları, video-klipleri, hareketli filmleri ve televizyon programlarını da yakından takip edip bunları kendi mesajlarının ince işçiliğinde kullanmaktadır.

Amerikan yönetiminin ise, sorun haline gelmelerinden önce gençlerle tartışmakla görevli çok az elemanı vardır. FBI, önleyici tedbirler denen pis işten kurtulma telaşındadır ve cinayet soruşturmalarıyla yetinmeyi tercih etmektedir. “Bütün bunlarla uğraşma işini hiç kimse üstüne almak istemiyor” demişti bize, US National Counterterrorism Center’daki (ABD Kontr-Terörizm Ulusal Merkezi) bir grup ajan.

“Kamu diplomasisi” ile uğraşanlar ise, klasik “itidal” çağrılarının ne denli güme gittiğini anlamıyorlar; zira hitap ettikleri gençler ateşli ve idealist; maceraya, zafere ve anlama susamış. Ürdün’de IŞİD’le eski yol arkadaşı olan bir imam şöyle diyordu bize: “Bize gelen gençlere sanki beyinsizlermiş gibi söylevler çekmemek lâzımdı. Genellikle düşünme ve merhamet etme kapasitesi olan gençler bunlar; fakat kötü rehberlik ediliyor kendilerine. Onlara daha iyi bir mesaj vermeliyiz; ama rekabete dayanabilecek olumlu bir mesaj olmalı bu. Aksi takdirde bu gençleri kaybedeceğiz ve IŞİD’in eline düşecekler.”

Sahadaki insanların girişimiyle başlatılan yerel yaklaşımların bu gençleri IŞİD’e götüren yoldan uzaklaştırma şansları daha fazla. Mesela United Network of Young Peacebuilders (http://unoy.org/) , Pakistan’daki genç talibanları, düşmanlarıyla da dost olabileceklerine ikna etme ve ikna olmuş olanları diğerlerini iknaya teşvik etme konusunda dikkat çekici sonuçlara ulaşmıştır.

Entelektüellerin sessizliği

Bu girişimler, IŞİD’in 80 ulusun gençlerine yönelik olarak başlattığı ve yaşamlarının neredeyse tüm alanlarını hedefleyen iddialı eylemleriyle rekabet edebilmekten uzaktır. Bu STK’ların başarıları, kaynaşmalarını kolaylaştırması gereken hükûmetle paylaşılmalıdır. İçinde bulunduğumuz safhada, bu tipte hiçbir girişim başlatılmamıştır ve iyi fikirleri olan gençlerin elinde bu fikirleri geliştirecek çok az mecra vardır.

Gençlikten iyi fikirler su yüzüne çıkabilse ve hayata geçirilmeleri için kurumsal bir destek bulabilse bile, bu yetmemektedir: Kamuoyuna kendilerini kabul ettirebilmeleri için entelektüel bir aracılığa ihtiyaçları var. Bu rolü oynamaya hazır entelektüeller nerede öyleyse? Dünyanın her tarafında sorular sorduğum Müslüman sorumlular, “ideolojinin, hınçların ve grup dinamizminin önemi”ni şişirerek PowerPoint sunumları yapıyorlar; bütün bu mefhumlar, “terörizm uzmanları”nın ve Batılı think-tank’lerin muhayyilesinden çıkma. “Sizin kendi halkınızdan gelen fikir nedir?” diye sorduğum zaman, temizyüreklilikle dolu cevaplar almaktayım. Geçenlerde Singapur’da şu söylenen gibi: “Yeni fikrimiz çok yok ve kafamızdaki fikirlerde de anlaşamıyoruz.”

Günümüz kuşağında ya da gelecek kuşakta, ahlâkî ilkelerimiz, motivasyonlarımız ve bataktan çıkmaya olanak tanıyacak toplum eylemleri üzerinde etkisi olabilecek entelektüellerimiz nerede? Üniversite ve araştırma dünyasında bu işe girişmeye hazır olan bazıları vardır elbette, ama iktidar alanını bütünüyle eleştirdiklerine bırakarak meşruluklarını sorumsuzca mahvetmektedirler. Bunun sonucu olarak da, politikacılar onlara çok az dikkat göstermekte, kamuoyu ise onlardan yüz çevirmektedir.

Mesela, 11 Eylül saldırılarından hemen sonra, benim alanım olan antropolojideki çok sayıda araştırmacı, tüm zamanlarını imparatorluk eleştirisiyle geçirdiler: “Acaba ABD klasik bir imparatorluk mudur, yoksa ‘light’ bir imparatorluk mudur?” diye. Bunu ilginç bir akademik alıştırma, belki de uzun vadede yararlı bir düşünce gibi telakki edebiliriz; fakat beraberinde gelen tüm bunaltı ve ıstıraplarla sınırsız bir savaşa doğru cebren ilerleyen bir ülkenin bağlamında çok az yararlıydı.

Siyasî alanda sorumlu entelektüellerin müdahalesi vaktiyle kamusal yaşamımızın heyecan verici bir parçasıydı. Hitler’i destekleyen Martin Heidegger’in yazdığı gibi, “berrak ve güçlü” bir eylemi teşvik etmek için değil; incelenmeye lâyık mâkul yollar ve senaryolar tahayyül etmek için. Bugün, bu alan ak-karacı vaizlere ve blog yazarlarına, radyo programcılarına ve televizyon havarilerine terk edilmiştir. Bu kişiler işlerini nadiren entelektüellerden beklenebilecek derinlikte yapmaktadır.

“Entelektüel” diye yazıyordu 60 yıl önce Raymond Aron, “muhalifinin gerekçelerini de, gelecek belirsizliğini de, dostlarının kabahatlerini de, çarpışanların gizli kardeşliğini de hiçbir zaman unutmama çabası gösterir.”

Uygarlıklar, sadece maddî varlıklarının ağırlığı uyarınca değil, kültürel ideallerinin diriliği uyarınca yükselir ve çökerler.

Tarih bize toplumların çoğunun, adına halklarının tutkuyla dövüşmeye, ciddi kayıpları ve hatta taviz vermek yerine ölümü göze almaya hazır oldukları kutsal değerler işlediklerini öğretir.

Araştırmamız, IŞİD’e katılanlar ve cephe hattında onlara karşı duran çok sayıda Kürt için de bunun geçerli olduğunu telkin etmektedir. Ama şimdiye kadar, Batı demokrasilerindeki gençlerin çoğunluğunda bununla karşılaştırılabilir hiçbir irade bulmuyoruz. Faşizmin ve komünizmin yenilgisinden sonra, konfor ve güvenlik arayışı yaşamlarını doldurmaya yetmez gibidir. Bu arayış, kazanılmış olduğunu düşündüğümüz ve dünyanın üzerlerine kurulduğu kanaatinde olduğumuz değerlerin –zaferini olmasa da– ayakta kalmasını temin etmeye yeter mi? Cihadcıların hissettirdiği tehditten de fazla, açık toplumlarımızdaki asıl varoluşsal meseleyi bu sorular temsil ediyor.

Fransızca’ya çeviren Pascal Riché

FransizKultur

 

[1] Gettysburg Muharebesi, Amerikan İç Savaşı sırasında 1 Temmuz – 3 Temmuz 1863 tarihleri arası arası, Gettysburg, Pensilvanya yakınlarında gerçekleşen savaştır. Genelde Amerikan İç Savaşı‘nın dönüm noktası olarak adlandırılır. Birlik Kuvvetleri’nin zaferiyle sonuçlanmıştır (ç.n.).

[2] Sıfır noktası (ç.n.)

[3] Dabık (Arapça: دابق ), Suriye’nin kuzeybatısında Halep iline bağlı Azez ilçesinde bir kasaba. Diğer adı Mercidabık’tır. Amik Ovası ile beraber, gerçekleşeceğine inanılan III. Dünya Savaşı/Melhame-I Kübra (Armageddon) savaşının hadislerde geçen muhtemel yerlerinden biridir (ç.n.).

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.