Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Umberto Eco: “Ölüm geldiğinde, artık endişe edecek bir ben olmayacak”

İtalyan yazar, bilim adamı, eleştirmen ve düşünür Umberto Eco, 20 Şubat’ta hayatını kaybetti. Dünyanın en önemli isimlerinden biri olarak görülen Eco ile Fransa’da yapılan üç ayrı söyleşiden bazı bölümleri Haldun Bayrı derleyip çevirdi. Eco ile 2007 ve 2009 yıllarında Fransa’da yapılan dört ayrı söyleşiden bölümleri de bu linkten okuyabilirsiniz.

Umberto Eco dendiği zaman, öncelikle kimden söz ediliyor? Bir yazardan mı, bir koleksiyoncudan mı, bir göstergebilimciden mi?

Eco: Felsefe öğrenimi gördüm. Dolayısıyla kendimi filozof telakkî ediyorum; çünkü bugün göstergebilimini tek mümkün felsefe biçimi telakkî ediyorum — gerisi edebiyattır. Pazartesiden cumaya felsefe yapan ve haftasonu romanlar yazan bir filozofum… 48 yaşından beri.

Genç bir romancısınız…

Eco: Harvard Üniversitesi Yayınları, yazma tarzım üzerine Atlanta’da verdiğim konferansları yayımlayacak. Başlığı: Genç Bir Yazarın İtirafları. Evet, kendimi otuzunda genç bir yazar gibi görüyorum.

Bir söyleşinizde, “İnternet, yanlışla doğrunun ayırt edilmediği, süzgeçsiz bir hafıza rezaletidir” diye beyan ettiniz. Ne demek bu?

Eco: Gelecekte eğitimin hedefi, süzme sanatını öğretmek olacak. Artık Katmandu’nun nerede olduğunu, ya da Charlemagne’dan sonra ilk Fransız kralının kim olduğunu öğretmenin lüzumu yok; çünkü her yerde bulunuyor. Buna karşılık, öğrencilerden on beş internet sitesini incelemeleri ve onlara göre hangisinin en güveniliri olduğunu belirlemeleri istenmeli. Karşılaştırma tekniği öğretilmeli.

2009’da, Jean-Claude Carrière ile birlikte, Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın’ı yayımladınız. Sizi iyi okuduysam, tekerlek gibi, kaşık veya çekiç gibi kusursuz bir nesne olarak görüyorsunuz kitabı; bildiğimiz haliyle kâğıttan kitabı. Niçin?

Eco: Şimdiye kadar bilgiyi koruyup aktarmanın en emin yolu olmuş. Üç nedenden ötürü. Önce, okuması en kolay olanı; her ne kadar şimdi bazı gençler “Hayır, ben iPad’de daha kolay okuyorum” deseler de.

Sonra, nesnesine duyulan sevgi var. Bodrumuma inip, 8 yaşımda okuduğum ve üzerine notlar aldığım Pinokyo’yu bulduğumda, Pinokyo metninin kayıtlı olduğu bir diskette bulamadığım duyguları tekrar yaşarım.

Hâsılı, yaşım göz önüne alındığında, o devirde disketler olsaydı bile, bugüne kadar manyetik duyarlılığını yitireceği için Pinokyo disketimi bulamazdım. Ve bu bir sorundur: Bilgisayarlar o kadar çok değişiyor ki, bir disketin ne kadar ömrü olacağını bilemiyoruz…

Malumat ve bilginin hep ısrarla yazılı olarak mı yayılacağını düşünüyorsunuz? Yoksa aksine, hız kültürü, internet kültürü, ayırt etme kapasitemizi etkileyecek mi sonunda?

Eco: Manastır kültürünü tekrar yerleştirmek gerektiğine inanıyorum; er veya geç bir gün, hâlâ okumayı sürdüren insanların büyük komünlere, belki Pensilvanya’daki Amish’ler gibi kırsala çekilmesi gerekeceğine inanıyorum. Orada, kültür korunur; artakalan da dalgalanmaya bırakılır. Yeryüzünün 6 milyar sâkininin hepsinin entelektüeller olduğu iddia edilemez. Bu bakımdan biraz aristokratça davranmak gerek.

Bir söyleşide, Chesterton’ın şu sözünü zikrettiniz: “İnsanlar artık Tanrı’ya inanmadıklarında, hiçbir şeye inanmamalarından değildir bu; her şeye inanmalarındandır.” Bugün siz neye inanıyorsunuz?

Eco: Her şeye değil.

Kaynak: Eric Fottorino, Le Monde, 11 Ekim 2010

Eco
Orta Çağ estetiği ve göstergebilim dalının ustalarından biri olan Umberto Eco, Kasım 2005 ve Haziran 2008 tarihlerinde ABD’den Foreign Policy ve İngiltere’den Prospect dergilerinin internet üzerinden okuyucu anketleri ile oluşturduğu “Dünyanın ilk 100 Entelektüeli” listelerinde, 2005 yılında 2., 2008 yılında 14. sırada yer aldı.

Gülün Adı’nın başarısı sizi hâlâ şaşırtıyor mu?

Eco: Bu konuda hep bir kızgınlık hissediyorum, çünkü herkes bu kitaptan bahsediyor, diğer kitaplarımın adı asla anılmıyor. Garcia Marquez Yüz Yıllık Yalnızlık’tan sonra Phaidra’yı ya da İlahi Komedya’yı yazsaydı, onu romanıyla tâciz etmeye devam ederlerdi. Her yeni kitap çıkardığımda Gülün Adı’nın satışlarının fırladığını bile fark ettim. 

Bugün olsa, onu yine aynı şekilde yazar mıydınız? Dünya evrim geçirdi, sizin şeylere bakışınız da belki artık aynı değil…

Eco: Dünyanın evrim geçirdiği doğru değil. Gazetelerin başlıkları aynı. Teknoloji evrim geçirdi kuşkusuz. Ama özünde hiçbir şey değişmedi. Birkaç ay sonra Fransa’da yapılacak seçimleri alın mesela. Gerekçelerin, manevraların, polemiklerin bir önceki seçimlerle aynı olduğunu göreceksiniz. Skandallar da az çok aynı. 

Bir devamını yazmayı düşünür müsünüz?

Eco: Hayır, çok bayağıca olurdu bu. O sırada İngiliz yayıncım bana bir tür “Yirmi Yıl Sonra Gülün Adı” yazmamı teklif etmişti. Dumas gibi. Yalnız, Dumas, satır başına para alıyordu. Yok, bu yapılmamalı. Sahte bir adla istediğiniz bütün devamları yazabilirim. Ama kendi adımla değil!

Mali kriz hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu bir değerler krizi mi, temel bir kriz mi, yoksa geçici bir karışıklık mı?

Eco: Beni de herkes gibi, bankada tasarrufları olan biri gibi etkiliyor. Ama mali krizimi de ölümüm kadar takıyorum kafama. Epikuros’a göre, ölüm burada olmadıkça, yaşama önem vermeliyizdir; ölüm geldiğinde de, artık endişe edecek bir ben olmayacaktır. Aslında küreselleşmenin kapitalist modelinin krizini yaşıyoruz. Sözde Avrupa krizine gelince, bunun anlamı yok; özellikle de ABD, dünyanın birinci ülkesi olup olmadığını sorgularken. Bu notlama hikâyesi gerçeküstücü. Bir ülkenin hayatı ile mematı üzerinde bir reyting ajansının hak sahibi olması normal değil. Televizyon reytingi gibi. Bu testlere, bu notlara inanmıyorum. Bir programın kaderinin bu şekilde belirlenmesi de bana aptalca görünüyor; bir tür özel şirketin bir ülkenin yazgısı üzerine karar alabilmesi normal değil. 

Neredeyse Orwell bu…

Eco: Evet. Sanayi ile finans arasındaki fark meselesi bu. Sanayide ne ürettiğinizi bilirsiniz. Finansta ise, bir kâğıt üzerindeki işaretlerdir. Dünyadaki bütün büyük ekonomik hareketlerin gepegerçek nesnelere değil de kurgulara dayanması bir sorun haline geldi. Bir filozof soyut şeylerden söz etmeye alışıktır; ama bugün, ekonomistler, daha da büyük bir soyutlama içindeler! Koca Ford, ya da koca Agnelli, arabalara binmişlerdi. Bir motor nedir biliyorlardı. Onu işlerken görmüşlerdi. Oysa bugün bilgisayar üreten bir şirkete sahip olan bir sanayici veya bir finansçı, bu makinelerle neler yapabileceğini bile bilmez. Onun ürettiğinin sunduğu olanaklar hakkında bir hacker çok daha fazla bilgi sahibidir.

Karamsar mısınız?

Eco: Kaygılıyım. Seksenini geçmiş biri olarak kendim için değil, çocuklarım için. Şu son zamanlarda gazetelerin bize ne kadar korkunç bir geleceği haber verdiklerini fark ediyorsunuzdur. Ama bu felaketimsi gelecek haberleri yeni bir şey değil; bütün çağlarda var. 12. ya da 13. yüzyılda dünyanın sonunun tsunamilerle ve bizim bugün yaşadığımız türde iklimsel felaketlerle geleceğini anlatan bir metin buldum. 1836’da Balzac, sanayi uygarlığının sanat eserini yok ettiğini söylüyordu. “Artık sanat yeteneğimizi yitirdik, ortaya sadece ürünler çıkarıyoruz” diyordu. Birkaç sene sonra, Stendhal Parma Manastırı’nı ve Kırmızı ve Siyah’ı yazıyordu; Chopin si bemol minör sonatını besteliyordu; Leopardi Ginestra’yı yazıyordu; kırk sene sonra da Dostoyevski Karamazov Kardeşler’i yazıyordu. Zamanın sonunun geldiğini ilan etmek, entelektüellere biraz para kazanma olanağı sağlayan bir spordur. 

Büyük bir uzmanı olduğunuz Ortaçağ, bankacılık sistemini icat etti. Daha o zamandan bütün arzular paraya mı yönelikti?

Eco: “Auri sacra fames”, “altına duyulan lanetli açlık” deyişi Latince kökenlidir. Din sık sıkıya paraya bağlıydı. İktidar mücadelesi bütün uygarlıkları katetmiştir. Vaktiyle, iktidar belki orduya daha çok bağlı olmuştur; ki günümüzde pek böyle değil. Napoléon, topçu yüzbaşı olmazdı bugün. Teksas’ta petrol kuyuları işletirdi. 

Sizce üniversitelerdeki ve okullardaki bilgi kaçınılmaz bir gerileme içinde mi?

Eco: Hakiki bir sorun bu, çünkü benim okuduğum üniversite ile günümüz üniversitesi arasında muazzam bir fark var. Hatta yirmi yıl, on yıl önceki öğrencilerle bugünküler arasında. Bugün bir öğrenciye Moro’nun (Kızıl Tugaylar’ın 1978’de öldürdüğü bir hukukçu ve siyasetçi) ya da Gasperi’nin (Avrupa’nın kurucu babalarından kabul edilen İtalyan siyasetçisi) kim olduğunu sorsanız, adlarını bile duymamış oluyorlar. Oysa ben on yaşındayken, doğumumdan önce varolmuş bütün bakanların adlarını biliyordum. Şimdiyse De Gaulle’ün kim olduğunu soranlar bile var… Benim öğrenciliğimde dünyada iki milyar insan olduğu da doğru tabii. Felsefe sınıfında, yirmi öğrenci kadardık. Bugün yedi milyar nüfus var ve aynı üniversitede muhtemelen iki bin kişi var. Üniversitede beraber okuduğumuz yirmi kişinin neredeyse tamamı profesör veya entelektüel oldular. Bugün ise fakültedeki 2000 öğrencinin arasından yirmi kadarı profesör veya entelektüel olacak. Kültürün zâhirî ıssızlığı içinde, her şey o kadar da acıklı değil demek ki. Bir orantı meselesi bu. Artık hiç kimsenin okumadığı söyleniyor, ama Fnac mağazasına gittiğinizde, 400 gencin okumakta olduğunu görüyorsunuz. Benim gençliğimde 4 kişi olurdu. 

Ama düzey düşüyor mu?

Eco: Neredeyse on yıldır okulun ilk yılındaki öğrencilerle temasım olmuyor. Ama bu öğrenimi veren meslektaşlarım, durumun dehşete düşürücü bir özetini aktarıyorlar bana. Öğrencilerin sınavlardaki tutumu da çok değişti. İtalyan üniversitelerinde en yüksek not 30’dur, en düşük not ise 18’dir. Benim devrimde biri 24 aldığında yüzü solar, bağırır, ağlardı. Bugün 18 aldıklarında, “Tamamdır, memnunum” diyorlar; umurlarında değil. Feci bir şey bu. Aynı şekilde feci olan bir şey de, eskiden politikacılar nüfusun en kültürlü yüzde 10’undan gelirken, bugün, yüzde 90’lık cahiller arasından gelmeleri. Bush’u alın mesela. Bir gün, Meksika ile Kanada arasındaki sınırdan bahsetti! Bu gerilemeyi şu son yirmi yılda İtalya’da da gördük elbette. Napoléon bir entelektüeldi; o günün bir topçu yüzbaşısı bugünün bir mühendisi gibidir. Teknik üniversite mezunu biri gibi. Oysa Nixon’ın yardımcısı “potato” yazmayı bilmiyordu. Bir okula gitmişti ve patates yazarken yanlış yapmıştı. 

Dijital sizi korkutuyor mu?

Eco: Hayır. Uçağın icadı treni ortadan kaldırmadı. Hatta bugün yüksek hızlı lüks trenler ve yolculara eski zamanlardaki köleler gibi muamele edilen ucuz/lowcost uçaklar bile var. Fotoğraf da resmi yok etmemiştir. Başta ansiklopediler ve ders kitapları olmak üzere çok sayıda taşıması ağır kitabın yerini iPad alabilecektir. Dedemin portresini muhafaza etmek istediğimde artık elbette Rafaello’ya değil fotoğrafçıya gidiyorum. Ama hoş bir ortamda yaşamak için tablolar satın alan kimseler hâlâ  var. Savaş ve Barış’ı bir ekrandan okumamın imkânsız olduğunu söylemiş olsam bile, yeni döndüğüm bir aylık ABD ziyaretimde, on beş kadar kitap yerine yanımda birkaç yüz gramlık iPad’imin olmasından çok memnundum. 

Bir kitapsever misiniz?

Eco: Elli bin kitabım var. Bin kadar da nadir eser. Her birini ne şekilde edindiğimi hatırlarım. Bazı eserlerden iki adet vardır; nesneye dokunmak istediğimde nadir basımını alırım; sadece bir alıntı yapmak için aradığımda ise ucuz baskısını karıştırırım. Bu eski kitaplarda en çok sevdiğim şey, anlatacak hikâyeleri olması; çok sayıda okumanın hikâyeleridir bunlar. Bir seride münferit bir cilt olduğu için maddi değeri az bir Paracelsus’um var. Fakat satır altları çizilmiş ve üç farklı renkte bir yazıyla kaplı olmayan tek bir alanı yok. Bu artık bir kitap değildir, nakıştır. 

Bir kitabın yazarından daha zeki olduğunu yazdınız. Mesela Gülün Adı’nın Umberto Eco’dan daha zeki olduğunu mu düşünüyorsunuz?

Eco:  Evet, kesinlikle. Kitapta benim tahayyül bile etmediğim türde kısa-devreler var.

Ulysses Joyce’tan daha mı zeki? Dünya da Tanrı’dan daha mı zeki? Kutsala korkunç bir hakaret bu!

Eco: Mümkündür. İşte kanıtı: Yaratıcı tek bir Yaratılış tahayyül edebilmiştir; tek bir Yaratılış ise çok sayıda tanrı tahayyül edebilmiştir (gülüşmeler).

Çalışma odanızı tasvir edebilir misiniz bana?

Eco: Yöntemim yok. Romanlar için hakiki yazım çalışmasının kırsalda gerçekleştiği ortaya çıktı. Şehirde ya da yolculukta olduğum vakit, araştırmalarımı yürütüyorum ve notlar alıyorum. Kentsel yaşamda ekim, tarlaların ortasında yazım. Kırdaki evimde on bin kitap var. Pencerelerimden göz alabildiğine tepelerin uzandığı bir manzarayı görüyorum.

Yazmak için bir manastır sessizliğine mi ihtiyacınız var?

Eco: Sessizliğe evet; gece hariç, kırda köpekler havlıyor. Ama çok müzik de dinliyorum. Klasikleri ve “golden oldies” denenleri. Benim zevkim 60’lı yıllarda, Beatles’ta duruyor. Devamı çocuklarım için.

Kaynak: Didier Jacob, Le Nouvel Observateur, 1 Mart 2012

 

Romanınız Sıfır Sayı 1992’de geçiyor; İtalya’da “Temiz Eller” (Mani pulite) operasyonunun başladığı sene bu…

Eco: Bir yandan, İtalya’nın 1945’ten sonraki geçmişi üzerine konuşmak zorunda olduğumdan, fazla uzun bir zaman alanını kaplamamak için durmam gerekiyordu. Diğer yandan da 1992, İtalyan toplumu için dönüm noktası bir yıl oldu. Yolsuzluğa karşı büyük davalar açıldığı için her şeyin değişeceği düşünülüyordu. İki yıl sonra, iktidarı Berlusconi aldı. Dolayısıyla hiçbir şey değişmedi, hatta daha beter hale geldi. Bu yıl ilginçtir. Hem 1992’de durmuş olmam, daha sonra olup bitenler hakkında okurlara kendi yorumlarını getirme imkânı da bırakıyor. 

Neden daha geniş kitlenin anlayabileceği bir roman yazdınız?

Eco: İnsan yaşlandıkça bilgeleşiyor. Her şeyi bildiğini gösterme ihtiyacı kalmıyor. En az âlimâne romanım bu. Bundan önceki romanlarım Mahler senfonileriydi. Bu daha ziyade jazz. Charlie Parker ya da Benny Goodman tarzında. Romanlarımda üslûp hep konuyu izler. Gülün Adı’nın üslûbu, bir Ortaçağ vakanüvisinin üslûbuydu. Önceki Günün Adası’ndaki üslûp baroktu. Sıfır Sayı çok kuru bir gazetecilik üslûbunu izliyor. Çağdaşlıktan bahsettiğim için, tarihî belgelerin aşırı yükü de yok; burada sadece Mussolini’yle bağlantılı hikâyeler, çağdaşlığın neredeyse parçası. 

Mussolini’nin “hayalet”i romanınızın her yerinde geziniyor. Bugünün İtalya’sında neyi temsil ediyor?

Eco: Mussolini sürekli olarak zikredilir, zira faşizmi unutmamak gerekmektedir. Böylece, her akşam, RAI tarih kanalı tarihî belgeseller yayınlar. Mussolini’nin hayaleti hâlâ mevcuttur. Ama faşist gruplar haricindeki kamuoyunda o kadar mevcut değildir. 1992’de faşistler henüz marjinallerdi. Sonra, Berlusconi onları hükûmete soktu. Biraz yumuşadılar, o sırada da daha sağlarında günümüzdeki Casa-Pound (Neo-faşist esinli bu küçük parti, kültürel ve toplumsal düzlemde çok etkindir. Mesken krizine dayanarak insanî bir maskeye bürünmüştür) gibi, kimi yönlerden Nazi olan daha radikal gruplar ortaya çıkıyordu. Dolayısıyla Mussolini’nin romanımda olması, ortalama İtalyan vatandaşının bir saplantısını temsil etmesinden değil. Kahramanlarımdan biri olan Braggadocio’nun yaptığı gibi, Mussolini’nin öldürülmediğini ileri süren hiç kimse çıkmamıştı. Farklı şeyleri bağlantıya sokarak bir komplonun hep kurulabildiğini göstermek hoşuma gidiyordu. Üstelik, yaşamöykümdeki tuhaf bir dönem yüzünden Mussolini’nin ölümüyle iki sebepten bağlantım oldu. Savaştan sonra, onu yakalamış olan partizan Pedro’yla dost olmuştum. Mussolini’yi öldürmüş olan “Albay Valerio”nun Walter Audisio’nun savaş ismi olduğu açıklandığında ise babam onun benim şehrimde (Piemonte’deki Alessandria) olduğunu ve evimin iki-üç blok ötesinde oturduğunu keşfetmişti. Mussolini’yi yakalamış ve öldürmüş olan insanlar arasında, bu iki dönemle hafızamda bağ kurulmuştu. Fakat öyle gayri muhtemel bir komplo kurmak istiyordum ki, okurların en aptalı bile buna inanamasın — her ne kadar komplolara inanacak derecede salak birini bulmak daima mümkün olsa bile.

Sıfır Sayı romanındaki gazetenin adı niçin Domani (Yarın)?

Eco: Yayıncı Angelo Rizzoli’nin Oggi (Bugün) adlı bir haftalık dergisi vardı. Adaş bir günlük gazete yapmak istedi. Dört-beş yıl boyunca bunun sıfır numarasını (gazetenin çıkarılmasından önce gerçek koşullarda yaratılan maket) hazırladı. Kocaman bir gökdelenin üzerinde “Oggi yarının gazetesi” yazıyordu. Bu gazete hiç çıkmadı. Romandaki müdür Simei, gazetesinin bir gün önce olup bitenden bahsetmemesi gerektiğini söylediğinden, bu gazeteyi Domani diye adlandırmayı alaylı buluyordum.

İtalyan basınına nasıl bakıyorsunuz?

Eco: 1960 yıllarından beri, basının, özellikle de İtalyan basınının kötü alışkanlıkları üzerine bir sürü deneme ve makale yazdım. Ama New York Times bile sokaktaki insanın herhangi bir beyanını tırnak içine alıyor ve “olay” ile yorumu birbirinden ayırma bahanesiyle o insanın sözünü “olay”a dönüştürüyor. Bütün gazeteler yapıyor bunu. Bu konuda çok yazı yazdım ve polemiğe girdim. Yalnız, bir deneme yazdığım vakit insanların umurunda olmaz. Bir romanla ise herkes sorunlara dikkat eder. Gazetecilerin vasatlığını kabaca gülünç bir biçimde temsil ettim, ama bu kötü alışkanlıkların çoğu nitelikli basında da mevcut. İtalya’daki büyük günlük gazetelerin müdürleri tartıştılar bu konuyu. İçlerinden biri, neyin yapılmaması gerektiğini açıklamak için kitabımın gazetecilik okullarında ders kitabı olarak okutulmasını teklif etti. Gazetecilik neden bu ağlara git gide daha fazla düşüyor? İçinden geçtiği kriz sebebiyle, ki bunun başlangıcı televizyonun çıkışına kadar uzanır. Gazetenin ertesi sabah diyeceğini akşam söylüyor televizyon. “Haftalık”laşmadığı takdirde gazetenin ortadan kalkması gerekirdi. Televizyon çıktığı vakit, gazeteler 8 ila 12 sayfaydılar. Şimdi 60 sayfalar. Artık söyleyecek hiçbir şey kalmadığı anda, yorumlarla, tahlillerle ya da birbirlerine karşı çirkefleşerek sayfa sayısını artırdılar. Gazeteciliğin krizi dünya çapında. Yedi gün önceden hazırlanabilen, derinlemesine yazıların ve araştırmaların bulunduğu eklerin ortaya çıkışı bundandır. O ölümcül çemberden kurtulmak için günlük gazetelerin gösterdikleri çabalardır bunlar. 

İnternet bu hâdiseyi hızlandırmadı mı?

Eco: Genç kuşak artık gazete okumuyor. Haberleri internetten arıyorlar. Ama internette süzgeç garantisi yok. L’Humanité’yi okuduğum zaman, gazetenin eğilimini bilirim. Figaro’nun eğiliminden biraz farklı olduğunu bilirim… İnternette, kimin konuştuğunu bilmem. Tahayyül edilebilir tüm sahtekârlıkların ve dalaverelerin potansiyel kurbanıyımdır. Bir genç, Yahudi düşmanı bir siteyi normal demokratik bir siteden ayırt edemiyor.

Şu farkla ki, gençler internetle aynı zamanda doğdular. Konuşanın kim olduğunu anlamıyorlar mı sonunda?

Eco: Bunu hepsinin becerebildiğini zannetmiyorum. Sadece siteleri ayırt edebilenler, eleştirel bir yaklaşım gösterebilenler yapabiliyor bunu. En iyi okullarda bulunmuş olanlar bunlar. Aristokrasi hep aynı. 

Gazetenin yazı kurulundaki tek kadın olan Maia Fresia, meslektaşlarının maço tepkilerine maruz kalıyor. Bu şahsiyet, İtalyan toplumunda kadınların yeri hakkında neyi açığa vuruyor?

Eco: Benim romanlarımda, bir kadın çoğu zaman akılcılığı iletme aracıdır. Foucault’nun Sarkacı’nda bütün dalavereleri anlayan, Casaubon’un karısıdır. Bu kitapta da aynı şey var. Sağduyunun ve mizahın yükünü Maia taşıyor. Benim feminist olma tarzım bu. Gerçek bir durumu yansıtıyor mu? Sanmıyorum. Kitapta tek bir kadın var, oysa yazı kurullarında kadınlar daha kalabalık. Daima maçoluğun olduğu muhakkak, ama benim gazetecilerim tutunamayan tipler biraz da.

1992 yılını nasıl yaşadınız?

Eco: Tahrik olmuştum, her şeyi televizyondan izledim. Dönemin güçlülerinin titredikleri görülüyordu. Çok ilginç olan büyük bir gösteriydi bu. Bettino Craxi’nin İtalyan Sosyalist Partisi’nin (PSI) iktidar heveslerinde abarttığı anlaşılmaya başlanıyordu. Az çok memnunduk. Yolsuzluğun, bütün bunların bitirileceği zannediliyordu. Ama daha beter oldu. O yıllarda, parayı partiye vermek için çalınıyordu; bugün ise parayı kendine saklamak için çalınıyor. Zygmunt Bauman’ın “akışkan toplum” hakkındaki tahliline tekabül eder bu. Kolektif biçimde kurulmuş ortak örgütlenme yapıları ve ideoloji yoktur artık. Artık özdeşleşilmez. Herkes her şeyden önce kendini göstermek ister. 

1992 ile bugün arasında, İtalyan siyaset yaşamına Berlusconi damgasını vurdu. Ne değişti?

Eco: Berlusconi’nin henüz nihaî olmayan gerilemesi sebebiyle bir şeyler değişti. Partisi paramparça oldu. Ama kedi gibi dokuz canlı. Her ne kadar yaşı sebebiyle vadesinin sonuna geldiğine inansam da, belini doğrultmanın bir yolunu hâlâ bulabilir. Renzi’nin gelişi bir şeyleri değiştirdi. Onunla mutabık olursunuz veya olmazsınız, ama İtalyan siyasal yaşamına farklı bir ritim getirdi. Hız getirdi. İtalyan siyaseti durgun bir bataklıktı.

Her şey ağır ağır gidiyordu. Renzi ile birlikte, ritim neredeyse kaçıklaştı. Bu hızla, her tür hatalar yapılır. Ama bir şeyleri değiştirdi. Yönetici sınıfın bir bölümünü değiştirdi. Hükûmete otuz yaşındaki tecrübesiz kimseleri sokması kınanıyor. Ama yaşlı tiplerin yaptığı salaklıkları görünce…

Gelecek kuşakların belleklerinde sizden neyin kalması hoşunuza giderdi?

Eco: Muhtemelen bir romancı gibi algılanacağım. Ama şu sıra, 1939’da ABD’de yaratılmış 1000 başlıklı bir kitap koleksiyonu olan “The Library of Living Philosophers” (Yaşayan Filozoflar Kütüphanesi), kitaplarından birini bana tahsis etme kararı aldı. Başkalarıyla birlikte, Bertrand Russell, Einstein, Gadamer ya da Ricœur bu koleksiyonda yer aldılar. Başka kimse kalmamış. Dolayısıyla bana bir kitap tahsis etme kararı almışlar. Yıllar süren bir şey bu; çünkü 50 sayfalık bir felsefî otobiyografi yazmak zorundasınız. Sonra, bir dizi tanınmış entelektüel sizin üzerinize eleştirel denemeler yazıyorlar; sizin de her birine cevap vermeniz gerekiyor. Belki bundan önce ölürüm. Bunun bir sorun çıkarma riski var, zira “library of living philosophers” bu, “dead philosophers” değil! Bunu bir takdis etme süreci gibi görüyorum. Filozoflar için bir Nobel ödülünden iyi, zira bu dizide unutulmuş hiçbir yazar yok.

Kaynak: Michaël Mélinard L’Humanité Dimanche, 22 Mayıs 2015

Umberto Eco’nun Türkçe’ye çevrilen eserleri şöyle:

Alımlama Göstergebilimi (Notes sur la sémiotique de la reception), çev: Sema Rifat, Düzlem Yayınları, 1991.

Günlük Yaşamdan Sanata, çev: Kemal Atakay, Adam Yayıncılık, 1993.

Önceki Günün Adası (L’Isola del Giorno Prima), çev: Kemal Atakay, Can Yayınları, 1996.

Açık Yapıt (Opera Aperta), çev: Nilüfer Uğur Dalay, Can Yayınları, 2000.

Zamanların Sonu Üzerine Söyleşiler (Entretiens sur la fin des temps), Jean-Claude Carrière, Stephen Jay Gould, Jean Delumeau ile birlikte, çev: Necmettin Kamil Sevil, Yapı Kredi Yayınları, 2. baskı 2001.

Kraliçe Loana’nın Gizemli Alevi (La Misteriosa Fiamma della Regina Loana), çev: Şemsa Gezgin, Doğan Kitap, 2005.

Güzelliğin Tarihi (Storia della bellezza), çev: Ali Cevat Akkoyunlu, Doğan Kitap, 2. baskı 2006.

Avrupa Kültüründe Kusursuz Dil Arayışı (La ricerca della lingua perfetta nella cultura europea), çev: Kemal Atakay, Literatür Yayınları, 2. baskı 2009.

Yengeç Adımlarıyla. Sıcak Savaşlar ve Medyatik Popülizm (A passo di gambero. Guerre calde e populismo mediatico), çev: Şemsa Gezgin, Doğan Kitap, 2012.

Çirkinliğin Tarihi (Storia della bruttezza) çevirenler: Elif Nihan Akbaş, Özgü Çelik, Arıcan Uysal, Berna Yılmazcan, Duygu Arslan, Anaca Uysal Ergün, Melike Barsbey, Kültigin Kaan Akbulut, Doğan Kitap, 2. baskı 2012.

Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın (N’espérez pas vous débarrasser des livres), Jean-Claude Carrière ile birlikte, çev: Sosi Dolanoğlu, Can Yayınları, 4. baskı 2013.

Baudolino, çev: Şemsa Gezgin, Doğan Kitap, 18. baskı 2014.

Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti (Sei passeggiate nei boschi marrativi), çev: Kemal Atakay, Can Yayınları, 7. baskı 2014.

Yorum ve Aşırı Yorum (Interpretation and overinterpretation), çev: Kemal Atakay, Can Yayınları, 7. baskı 2014.

Genç Bir Romancının İtirafları (Confessions of a Young Novelist), çev: İlknur Özdemir, Kırmızı Kedi Yayınları, 2. baskı 2014.

Düşman Yaratmak (Costruire il nemico e altri scritti occasionali), çev: Leyla Tonguç Basmacı, Doğan Kitap, 2014.

Beş Ahlak Yazısı (Cinque scritti morali), çev: Kemal Atakay, Can Yayınları, 2014.

Prag Mezarlığı (Il cimitero de Praga), çev: Eren Cendey, Doğan Kitap, 16. baskı 2014.

Ortaçağ Estetiğinde Sanat ve Güzellik (Arte e bellezza nell’estetica medievale), çev: Kemal Atakay, Can Yayınları, 5. baskı 2015.

Sıfır Sayı (Numero zero), çev: Eren Cendey, Doğan Kitap, 2015.

Efsanevi Yerlerin Tarihi (Storia delle terre e dei luoghi leggendari), çev: Kemal Atakay, Doğan Kitap, 2015.

Ortaçağ/Şatolar – Tüccarlar – Şairler, çev: Leyla Tonguç Basmacı, Alfa Yayınları, 2015.

Ortaçağ/Keşifler – Ticaret – Ütopyalar, çev: Leyla Tonguç Basmacı, Alfa Yayınları, 2015.

Somon Balığıyla Yolculuk (How to Travel with a Salmon), çev: İlknur Özdemir, Can Yayınları, 5. baskı 2015.

Cecü’nün Yer Cüceleri (Gli gnomi di Gnu), çev: Eren Cendey, Yapı Kredi Yayınları, 5. baskı 2014.

Ortaçağı Düşlemek (derl. Sette Anni di Desidero, Sugli Specchi, Travels in Hyperreality), çev: Şadan Karadeniz, Can Yayınları, 4. baskı 2015.

Yanlış Okumalar (Diario Minimo), çev: Mehmet H. Doğan, Can Yayınları 5. baskı 2015.

Günlük Yaşamdan Sanata (derleme), çev: Kemal Atakay, Can Yayınları, 2. baskı 2015.

Foucault Sarkacı (Il pendolo di Foucault), Can Yayınları, çev: Şadan Karadeniz, 20. baskı 2016.

Gülün Adı (Il nome della rosa), çev: Şadan Karadeniz, 32. baskı 2016.

 

 

 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.