Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Dr. Gürkan Ergin ile Büyük Konstantin ve Yeni Roma

[soundcloud url=”https://api.soundcloud.com/tracks/289697556″ params=”color=ff5500&auto_play=false&hide_related=false&show_comments=true&show_user=true&show_reposts=false” width=”100%” height=”166″ iframe=”true” /]

 

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu

 

Merhaba. 15 gün aradan sonra bugün yine yayında beraberiz. Bugün, ikinci kez konuk ettiğimiz Gürkan Ergin, hatta ilk konuğumuz değil mi, bu stüdyolarda çağırdığımız ilk konuğumuz. Bugün tekrar konuk ediyoruz kendisini. Gürkan Ergin’in bu Aralık’ta çıkardığı, aslında çevirisini yaptığı, “Büyük Konstantin” isimli, hacimli, bir biyografi çalışması. Paul Stephenson yazmış. İş Bankası Yayınları’ndan çıkmış olan bir kitap bu. Benim bildiğim kadarıyla, Türkçede şu anda en kapsamlı biyografi çalışması.

 

Evet , benim bildiğim kadarıyla da, direkt Constantinus’u anlatan başka bir kitap yok.

 

Bu kitap, biyografi serisinden çıkmış bir çalışma. Gürkan Ergin zaten Roma tarihi çalışıyor. Uzmanlık alanı o. İstanbul Üniversitesi’nde öğretim üyesi. Dolayısıyla bu kitabın hakkını verebilecek en iyi tercihi yapmış İş Bankası Yayınları.

Büyük Konstantin deyince, bu coğrafyanın kaderinde Fatih Sultan Mehmet kadar, Justinianos kadar, Kanuni Sultan Süleyman kadar önemli bir karakter. Ama bizde bu insanın hayatı hakkında yayın yapılmaması ayrıca bir eksiklik. Her alanda olduğu gibi, bu alanda da büyük bir eksiklik var. Umarım ilk olur ve bundan sonraki çalışmalara da bir ışık olur. Bu kitabın macerası nedir, isterseniz oradan bir giriş yapalım.

 

İş Bankası’nın biyografi serisinde bana Paul Stephenson’un kitabıyla ilgili olarak böyle bir teklifle geldiler. Ben de aynen sizin düşündüğünüz gibi düşündüm. Yani Constantinus’la ilgili elimizde Türkçeye çevrilmiş herhangi bir kaynak yok. Çok yanlış da tanınıyor. Dışarıda da biraz böyle. Amerika’da mesela sıradan bir vatandaşa sorsanız ‘Constantinus ne yaptı’ diye, “Hıristiyanlığı getirdi, İlk Hıristiyan imparator” diyeceklerdir. Aslında ilk Hıristiyan imparator ama sonunda oluyor, ölümünün sonunda ancak vaftiz ediliyor, ölüm döşeğinde yapılıyor bu iş. Ondan önce asla ve asla, açık bir şekilde Hıristiyanlığın savunuculuğunu yapmıyor. Daha geniş, Paganları da içine alan bir üslupla yönetiyor ülkeyi. Bunlar çok bilinmiyor.

Bahsedeceğiz herhalde, Nikaia Konsili’nde Constantinus’un İncil’deki kitapları birleştirdiği, gereksiz olanların atıldığı, bir kısmının da bugünkü okuduğumuz İncil’e dahil edildiği zannediliyor. Bu da yanlış. Bu tip yanlış bilinen şeyler var Constantinus’la ilgili. Umarım bu kitap o yanlış bilinenleri düzeltir. Constantinus’un hayatını bize anlatan kaynakların önemli bir kısmı Kilise Babaları ya da önemli Hıristiyan yazarlar, Eusebius gibi tarihçiler. Dolayısıyla, onun tarafını tutan, taraflı, hatta bazen dalkavukluğa varacak şekilde ifadeler var kaynaklarda. Biraz da bu şeylerden soymak, bu katmanları bertaraf ederek daha gerçekçi bir portresini sunmak adına, kitap bu misyonunu yerine getirecektir. Takdiri okuyuculara bırakmak lazım tabii.

 

Bu Hıristiyanlık meselesinde böyle bir şeyin olmasının da bir zemini var. Ben Vatikan’da, sadece Büyük Konstanin’e ayrılmış devasa bir oda ve onun bütün hayatının merhalelerini anlatan kocaman tavan resimleri, duvar resimleri, heykellerini vs. gördüğüm zaman, aslında Hıristiyan medeniyeti açısından ne kadar önemli biri olduğu … Mesela, yan tarafta Raffaello odası var. Raffaello’nun yaptığı Atina Okulu freski. Aynı büyüklükte Büyük Konstanin odası. Milvius savaşını vs. yapmışlar. Annesinin orijinal lahitini gördüm.

 

Aslında kendisi için yapılmış da, sonradan Helena’ya…

 

Öyle mi?

 

Evet. Oradaki sahneler, dikkat ederseniz savaş sahneleri var. O da bir imparatoriçe için çok uygun sahneler değil. Ama sonradan annesine bırakılmış. O kullanmış. Aslında Constantinus’un kendisi için yapılmış bir lahit.

 

Bak onu bilmiyordum, güzel bir anekdot oldu. Ben kitabı okurken, bilmiyorum sen ne diyeceksin, Konstanin’in ne zaman Hıristiyan olduğuna dair kitapta çok sarih bir bilgi yok. Hatta sanki o Milvius savaşından önce intisap etmiş gibi bir şey var. Bir belirsizlik var bu konuyla ilgili.

 

O belirsizlik kaynaklardan geliyor, biraz önce bahsettiğim gibi. Belirsizliğin sebebi de şu: En son, ölümüne yakın zamanda vaftiz ediliyor ve ancak ondan sonra Hıristiyan olabiliyor. Çünkü, önceden bir vaftiz gerekiyor, günah çıkarma vs. Constantinus bunların hiçbirini yapmıyor. Bunu en sonunda, hayatı sona ererken yapıyor. Ama, şunu yapıyor:

Tabii ki Milano fermanında da görüyoruz ya da aldığı diğer kararlarda. Başlangıçtan itibaren yaptığı şeyleri sadece Hıristiyan toplumları için değil –tabii ki Hıristiyanlara burada asıl amaç o–, ama aldığı kararlara baktığınız zaman, imparatorluktaki Hıristiyanlar dışında yaşayan bütün Paganlara da genel bir hoşgörüyle davranılması söz konusu. Yani, Hıristiyanlara tabii ki bazı ayrıcalıklar tanınıyor, ama Paganların yaşamlarını tamamen kısıtlama pahasına ya da onları bir şekilde izole etme pahasına olan şeyler değil. Zaten Constantinus da hükümdarlığının başından beri, kendisini Hıristiyan Tanrı’sı diye değil ama, “Summus Deus” denilen, kitapta da öyle yazıyor zaten, tek ve yüce bir Tanrı. Bu Tanrı, öncesinden beri, Constantinus’dan öncesine giden bir inanış var, 3.yy imparatorlarında gördüğümüz. Diğer tanrıların üstünde yer alan, ikincil derecede tanrılar varken onların üstünde olan bir Tanrı var. Bu bazen Helios (Sol), güneşle özdeşleştiriliyor. Elegabalus, Afrika imparatoru, bu kültü Roma’ya getiriyor. Ve bundan sonra diğer 3.yy imparatorları bunları benimsiyor, kendi ikonografilerini de bunun üzerinden şekillendiriyorlar.

 

Bir ara geçiş formu gibi sanki. Paganlıktan Hıristiyanlığa geçiş.

 

Evet. O yüzden Constantinus’u çok rahatsız eden bir şey değil. Zaten bazı öncelleri var. Bu tip imparatorların, kendilerini tek ve yüce bir Tanrı dediğimiz türden tanrılarla özdeşleştirdiği, onları belli bir yere koyduğu, iktidarlarını bu tanrılarla bağlantılandırdığını görüyoruz.

Dolayısıyla, o süreçte, yazarın diliyle söylersek, Constantinus bu şeyi, yani Hıristiyanların ve Tanrı’nın bu gücünü kullanıyor. Ama samimi olarak da tek Tanrı’ya inanmış birisi, onu da anlıyoruz. Ama dediğim gibi, ancak ölümüne yakın bir zamanda tam anlamıyla bir Hıristiyan oluyor. Yani, Hıristiyan imparatoru dediğimiz zaman, başından beri Hıristiyan olarak kabul etmememiz gerekiyor.

 

Daha öncesini konuşmuştuk, sen şunu söylemiştin: Klasik çağın dört büyüğü var; İskender, Pompeius, Konstantin ve Teodosius. Peki Konstantin’i büyük yapan nedir? İskender’i biliyoruz zaten.

 

Konstantin’i büyük yapan şu: Hıristiyanlığı devlet dini haline getirdi de deniyor. Bir de öyle bir bakış açısı var. Bu tam olarak doğru değil. Tabii ki bazı promosyonlar ya da devlet katında Hıristiyan olmanın avantajları var. Herkes de isteyerek Hıristiyan olmuyor. Bazıları, kariyerlerinde yükselmeyi amaçladıkları için Hıristiyan oluyorlar ya da öyle gözüküyorlar. Dolayısıyla, bunu resmî olarak yapan kişi Constantinus değil. Daha sonra, Theodosius bunu çok daha şey bir şekilde yapıyor. Pagan tapınaklarının kapatılması var. Constantinus hiçbir Pagan tapınağını kapatmıyor. İstanbul’u –Constantinopolis’i– kaynaklar Hıristiyan şehri olarak söylüyor, her yerde Hıristiyan anıtları var deniyor. Hayır. Yunan ve Roma dünyasından birçok pagan heykelini, kült heykelini, tanrı heykelini İstanbul’a getiriyor.

 

Hatta kendi heykelini de.

 

Evet, kendi heykeli de. İskender ve Helios ikonografisinden alınan özellikleri var o heykellerin. Daha sonra, en azından Hıristiyanlara o yolu açıyor. Devlete girme yolunu, devletle Hıristiyanların barış içinde yaşaması. Daha sonra, Constantinus’un verdiği ayrıcalıklarla kilisenin tam anlamıyla kurumsallaşma yaşadığı dönemler bunlar. O yüzden, büyüklüğü buradan geliyor. Tabii ki, idari olarak da ayrıca onu alabiliriz. Çünkü, imparatorluğu uzun süre yönetmesi, büyük bir krizden sonra, Diokletianus’tan sonra, onun reformlarını devam ettirmesi imparatorluğun daha uzun süre yaşamasına sebep oluyor. Becerikli de bir idareci. Orduyla da arası iyi. İmparatorluğun bir yüzyıl daha yaşamasına bu şekilde katkı sağlamış oluyor. İki anlamda da büyük yani.

 

Şimdi ben kitabı okurken…; Konstantin’in hırslarından biraz bahsetmek lazım. Mesela, İngiltere’de, kendi askerleri tarafından York şehrinde imparator ilan edilen bir adam. Fransa ve İspanya havzasının tetrark, yani bir dörtlü yönetim var. Dört imparatorun arasında paylaşılmış bir Roma dünyası var. Kendi hegemonyasını kurduğu İngiltere’den kalkıyor, diğer tetrark rakipleriyle savaşa savaşa bu tetrark yönetimini sona erdiriyor. Bunu politik manevralar ve dini de arkasına alarak, orada Milvius Savaşı çok kritik bir anlamda. Ama karısına ve çocuğuna acımayacak kadar da, onları idam ettirecek kadar.. böyle, kişiliğine dair ne söyleyebilirsiniz?

 

Bunların hepsi antik kaynaklarda olduğu için, bir kere çabuk parladığını, çok kızdığını, öfkelendiğini biliyoruz. Bu hem karısını öldürmesinde –gerçi orada bir zina durumu var anladığımız kadarıyla, o yüzden öldürüyor– bunu doğrudan kaynaklar söylemiyor, daha geç kaynaklardan bunları anlayabiliyoruz. Çağdaş kaynaklar geçiştiriyor. Hatta Crispus’un ölümü, ya da ne olduğu ile ilgili hiçbir şey yazmayanlar da var.

Konsillerde de böyle olduğunu biliyoruz. Çok çabuk öfkelenip, anlaşmazlıkları sabırsızca bitirelim dediğini biliyoruz. Ama, biyografik olarak çok öyle şeyi yok. Mitolojinin, efsanenin çok altında kalmış kişiliği. Ama doğum itibariyle, aslında çok basit. Bir tavernacı kadınla, bir subay olan Constantius Chlorus’un oğlu. Bunu sonraki kaynaklar çok kapatmaya çalışıyorlar. Constantius bir propaganda aracı olarak, başka bir soy ağacı uyduruyor kendine. 3.yy. imparatoru Claudius Gothicus var, 2.Claudius. Hatta bugün, Gülhane’de, çay bahçesinin orada, Got sütunu vardır, onun tarafından dikilmiştir.

 

Öyle mi? Gotlar Sütunu mu? Bunu bilmiyordum.

 

Evet Gotlar Sütunu Claudius Gothicus tarafından dikilmiştir. Ondan kendine yeni bir soyağacı çıkartıyor. Bu sadece Constantinus’un durumu değil, o dönemde, 3 yy. imparatorluğunda krizin olduğu bir dönem var. Severus Alexander’ın öldürüldüğü 235’ten, Diocletianus’un tahta geçtiği 285’e kadar, 50 senelik bir kriz dönemi var. O kriz döneminde, neredeyse her sene bir imparator değişiyor, hatta bazen iki imparator. Bütün bu imparatorlar asker kökenli, senatodan çıkmıyorlar. Kaynakların belirttiğine gör, hepsi ya çiftçioğlu, ya haydut. Bu tip insanlar.

 

Soylu değiller yani.

 

Evet. Marjinal topraklarından, özellikle Balkan tarafından gelenler. Constantinus da böyle biri. Babası da. Diğer imparatorlar gibi o da kendine yeni bir soy ağacı yapmaya çalışıyor.

 

Meşruiyet sağlıyor.

 

Evet, meşruiyet sağlamak için. Başka imparatorlara, zamanında daha başarılı olmuş imparatorlara bir öykünme var. Bunu Constantinus takında da görebilirsiniz. Çoğu devşirmedir o takın. İyi imparatorlar dediğimiz Marcus, Hadrianus’a ait paneller oraya getirilmiştir ama, bunun sebebi Constantinus’un yağmacı olması değil. Kendisini o imparatorlarla özdeşleştirmesinden dolayıdır. O iyi imparatorlarla kendisini bir şekilde özdeşleştirmesi ile ilgilidir. Bu şekilde, kendisine ait muğlak soyunu, kökenini bir şekilde kapatmaya çalışan bir imparator; ama bu sadece ona özgü değil. Bu bütün imparatorların 3 yy.’dan beri yaptığı bir şey.

 

Kitapta şunu diyor: “Geçmişten zevk alan ve en fazla onu taklit eden birisidir. Yenilikçi değildir” diye bir değerlendirme yapmış. Biraz pragmatist bir tarafı var herhalde.

 

Pragmatist tabii. Hıristiyanlığı bu şekilde kullandığını söylemek zorundayız. O dönemde, Hıristiyanlığın neredeyse aritmetik bir katsayıyla arttığını biliyoruz. 3. yy.’a gelindiği zaman ve 4. yy.’da, toplumun çok daha geniş bir kesimini kapsıyor. Siz Hıristiyanlara hitap ettiğiniz zaman, zaten bir kemikleşmiş tabana hitap etmiş oluyorsunuz her yerde. Constantinus’un Hıristiyanlığı bu şekilde kullanmasının bir avantajı var.

Yazılanlara bakıldığı zaman da, gerçekten inanmış. Gerçekten bir görüm, o hayali Milvius köprüsünde hayali gördüğüne inanmış. Ve kendisini bu zafere taşıyan bir tanrının varlığına, doğrudan, Hıristiyan Tanrısı olduğunu birebir söylemese de, bir Tanrının varlığına inanmış. Ve bunları Hıristiyanların Tanrısı olarak sonunda kabul ediyor. Bu diğer imparatorlar için başka tanrılar oluyor. Zeus olabilir, Apollon vs. Constantinus için de bu: Hıristiyan Tanrısı. Roma’da bu tür inanışlar çok aykırı değil. Farklı dinlere hoşgörü var.

Tarihi boyunca Romalılar 2 dine mesafeli davranmıştır ya da sert önlemler almıştır. Bir tanesi Druid’lere, insan kurban ettikleri için, imparatorluğun ilk yüzyılında. Diğeri de İsis kültüne. İsis kültünü Tiberius yasaklamasına rağmen, daha sonra Caligula bu törenleri tekrar başlatmış ve devam ettirmiştir. Dolayısıyla belli bir entegrasyon şeyi var.

Romalıların tek sorunu şu: Hıristiyanlar, Yahudiler ya da diğer kültler gibi değil; hiçbir şey yapmak istemiyorlar. Yani devlet kültü ile ya da imparatorluk kültü ile ilgili herhangi bir törene katılmak istemiyorlar. Böyle sorunlar vardı. Bu da Hıristiyanların nüfusunun bu kadar artması ile beraber; artık göz ardı edilemeyecek bir nüfus artışı var.

 

Bir de şu var. Kitapta okurken ve daha öncesinde bildiklerimizden, Hıristiyanların İncil’de var olan bilindik o âyetle, “Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya verin” âyetinde geçen.. Burada da , Roma baştan aşağı dindar. Kültlerle, devlet dini..

 

Seküler diyemeyiz o anlamda.

 

Seküler değil, tam tersi Hıristiyanlık bunu sağlıyor. Din ve devlet işlerini Hıristiyanlık sayesinde ayırmış oluyorlar. Devlet memurları, askerler dinin temsilcisi. Pontifex. Değil mi?

 

Evet, zaten onu söyleyecektim, lafı ağzımdan aldın. Bir Roma imparatoru, aynı zamanda Roma rahipler okulunun başı: Pontifex Maximus. Hangi laiklikten söz edeceğiz “modern anlamda” diye bakmak lazım. Ama imparatorluk olduğu zaman çok farklı kültürlerle, ister istemez “seküler” olmak zorundasınız. Başka türlü bu işi yürütemezsiniz. Ya da yürütseniz bile çok zor olur.

Sonunda da zaten böyle oluyor. Hıristiyanlığı bu şekilde, yani imparatorluğun diğer kültleri gibi bir kült olarak kabul ediyorlar. Ama tek sorun, onların bu imparator kültüne ya da askerler mesela, orduda belli bir takvimleri var bunların. Belli günlerde belli şeylere, dini törenleri var. Ordunun sancağına, ordunun ruhuna-genius’una , ya da imparatorun genius’una, sağlığına, imparatorun kendisine, sancaklara. Çok soyut kavramlara, aynı zamanda da somut tanrılara ait festivaller var. Bunlara katılmak istemiyorlar, bunları yapmak istemiyorlar. Romalılar da bu açıdan bir paranoya yaşıyorlar.

Ama şöyle bir şey var, bu her zaman böyle değildi. İlk dönemlere baktığımız zaman, Roma’daki büyük yangını, Neron, Hıristiyanlara atfediyor. Suetonius da, kendisi biyografi yazarı, Chrestos diye birinin takipçileri diyor. Tabii Hıristiyanlığın daha tam ne olduğu belli değil. Tabii Neron yakmadı. Neron o sırada Antium’daydı. Yangından sonra yeni kanunlar çıkardı, evsiz kalanlar için kamu binalarını açtı. Ondan sonra, Neron Hıristiyan yazınlarında çok kötüleniyor. Escatologia’da, Yahudilerin kehanet kitaplarında deccal olarak geçtiğini görürsünüz.

Sonra, 2.yy.’a geldiğimiz zaman, çok güzel kaynaklar var elimizde. Genç Plinius, imparator Traianus tarafından, BithyniaPontus Eyaleti‘ne “müfettiş” atanıyor. Eyaletin gelir-giderlerinde sorunlar olduğu anlaşılıyor. Orada rapor yazıyor Traianus’a. Bu mektuplaşmaları Çiğdem Düşkün hocamız çevirdi. Anadolu’nun o dönemdeki durumunu anlatması açısından önemli. Diyor ki: “Burada Hıristiyanlar olduğunu iddia edenler var, bize sürekli ihbar geliyor, ne yapayım” diye imparatora soruyor Plinius. İmparator da, “imzasız olanları ciddiye almayın, böyle gelen ihbarlara bir değerlendirme yapmayacaksınız, bu kişilere işkence vs. yapmayın. Ama diğerlerini sorgulayın. Devlet Tanrılarına sunu yapmalarına zorlayın” diye cevap veriyor. Ama yine de, Hıristiyan olduğunu itiraf ediyor ve bundan geri dönmüyorsa, bir işkence durumu var belli ki. Ama belli bir kanun var ve belli bir prosedür izleniyor ve çok daha yumuşak.

Tabii 3.yy.’da tetrarşinin diğer imparatorları, mesela Galerius, bu “büyük zulüm” denilen, Hıristiyanların kovalanması, kitapların yakılması vs. O dönemde tam bir militarist şeyden bahsediyoruz. Senato’nun etkisi de yok bu konularda. Tamamen tek kişi yönetimi. Ama o, iyi imparatorlar dediğimiz, “Marcus Aurelius, Traianus, Antoninus Pius” döneminde bu işler çok daha kanuna, yasaya uygun, en azından soruyor Plinius, ne yapalım diye. Ama tam bu “büyük zulüm” dediğimiz dönem de, Constantinus’un ve tetrarşinin olduğu döneme denk geliyor.

 

Bu dinî gelenekten biraz gidelim. Kişiliğinden bahsetmiştiniz. Mesela, odaya kapatıyor ve “karar almadan buradan çıkamazsınız, bu problemler burada çözülecek” diyor. Kendisinin henüz Hıristiyan kimliğini tam olarak benimsemeden Hıristiyanlığı bir forma sokma gayreti var. Kitaptan okuduğum kadarıyla da, bunu 1.Piskopos gibi bir unvanla yapıyor. Bu süreci biraz konuşmak lazım. Mesela 1. Konsil’in, Roma’nın Hıristiyanlaşmasındaki ve Konstantin’in hayatındaki yeri ve önemi üzerine bir şeyler konuşmak lazım.

 

Evet. Konstantin’e başvuruyorlar zaten.

 

Onlar başvuruyorlar yani.

 

Tabii. Yani şöyle bir durum var. Constantinus bu piskoposları vs. bu kadar himaye ettiği için, iş imparatorun önüne geliyor sonuçta. İmparator da tam bir Hıristiyan değil ama yanında İspanya’da bulunan Ossius denilen bir piskopos var, imparatorun yanında Hıristiyan eğitmen olarak bulunuyor, konuyla da ilgili. Bilmiyor da değil. Biraz acemi diyelim, hevesli amatör tarzında.

 

Hevesli amatör ama 1.Piskopos. Siyasetin gücü.

 

Evet, iktidar onda sonuçta. Bu toplantıyı yapıyor, ama toplantı çok spesifik konularla ilgili. Constantinus’un bile tam olarak şey yapamadığı..

 

Ben bile okuduğum zaman anlamıyorum. Arius’un tezleri üzerine.

 

Çok basit. Kuzey Afrika’da gelişen Ariusçuluk denilen bir tez var. Çok özet geçeyim olayı. Teslis inancı var (Tanrı’nın, Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’tan oluşan üçlü doğası). Ortodoks görüş şu: Oğul, Tanrı’nın tözünden ve aynı maddeden yaratılmıştır. Arius diyor ki: “Olamaz, Tanrı tektir ve ebedidir, İsa onun oğluysa bile, maddedir, tıpkı bizim olduğumuz gibi. Aynı tözü paylaşamaz, çünkü tek ebedi olan, Tanrı olmalıdır”.

Bazı başka mezhepler, “Heretikler” gibi sapkın görülen mezhepler var. Onlar da, İsa’nın, Tanrı’nın Oğlu olduğunu, aynı tözden geldiğini, Tanrı olduğunu kabul ederler.

 

Bizatihi kendisidir diyen var.

 

Evet. Böyle bir tartışma var. Ve Arius’a da çok destek var. Sonuçta, İskenderiye Piskoposu ile anlaşmazlık oluşuyor. Ve konu Konsil’e taşınıyor. Nikaia Konsili’nin yaptığı tek iş bu. Sırf bunun üzerine tartışmalar geçiyor Konsil’de.

 

Çünkü Arius çok güçlü.

 

Evet, güçlü. Ve zaten sonra da devam ediyor bu tartışma, tamamen temizleyemiyorlar bu işi. Konu bu. Ama bir sonuca varamıyorlar. Hemen hemen çıkan bütün sapkın mezheplerde vardır, ‘’İsa’nın Tanrı’yla olan ilişkisi ne? Ne diyeceğiz biz buna?’’

 

İsa’nın sıfatı ne?

 

Evet, bunun gibi, bize belki çok önemsiz gibi gelecek konular üzerinde kan gövdeyi götürüyor. Ama genel olarak bir yanlış anlama var. Bilmiyorum, Türkiye’de ne kadar yaygın bir inanış, ama Türkiye dışında, Konsil’in, İncil’in kitaplarını derlediğini, gereksiz olanları attığını ve Kanonu (dörtlü yönetim) Constantinus’un yarattığına dair yanlış bir kanı var. Böyle bir şey yok. Bunu başta belirteyim.

Konsil’e katılmış olan, orada bulunan çeşitli piskoposların eserleri elimizde. Athanasius, Gelasius, Teoderetus gibi. Bunların hiç birinde bu geçmiyor. Konu tamamen Ariusçuluk’la ilgili. Yani “İsa’nın Tanrı’yla olan ilişkisine, tözüne ne diyeceğiz” konusu. Daha sonra, 11-12 maddelik, alınan kararlar yayınlanıyor. Ve bu kararların içinde, Ariusçuluğun dışında, günlük şeylere dair kararlar. Mesela bir piskopos evlenmemelidir ama kız kardeşi, annesi ya da bir kadının yanında yaşayabilir, gibi. Ya da bir piskopos kendi cemaatinin dışındaki sınırlara çıkmamalıdır gibi günlük konulardan bahsediyorlar. Fakat sonra, elimizde tek bir kaynak var, Aziz Hieronymus’un çevirdiği İncil’in Latince çevirisi var. Vulgata. Orada, her bölümün başında bir açıklama var. Özet geçiyor. Orada, Judith’in Kitabı’ndan bahsediyor. “Konsil’de bu kitabın alınmamasına karar verildi ama ben buraya ekliyorum bunu, ama Konsil’de bu, kutsal kitaplar arasında geçiyor” diyor. Secret scripture dediğimiz el yazmaları. Yani İncil’in içinde değil ama kutsal addedilen. Oradan çıkan bir yanlış inanış var. Daha sonra bunu, tamamen yaygınlaştırmadan, Dan Brown, Da Vinci’nin Şifresi kitabının bir cümlesinde yazar, Constantinus’un kitapları toplatıp tek bir İncil haline getirdiğini, gereksiz ve uygun görmediklerini de attığına dair bir cümlesi var. O cümleden sonra, okuyan herkes onun öyle olduğuna inanıyor. Öyle bir şey yok.

Ama çok daha acaip şeyler de var. Voltaire şunu anlatıyor mesela. Bir vaftiz şeyinin üzerine kitapları atıyorlar.

 

Kararlar.. 4 tanesi kalıyor. O hikâyeyi biliyorum.

Sonra da yakıyorlar.

 

Aynen. Öyle bir şey anlatıyor Voltaire. Bunun da kaynağı şuna

dayanıyor. 9. yy’da bir Bizans derlemesi var: Synodicon Vetus. Orada, yine aynı şekilde kitapları toplayıp, üst üste yığıp, Tanrı’ya, “Sen büyüksün, kararı sen ver” diye dua ediyorlar. Dökülenleri atıyorlar, üstte kalanları İncil’e dâhil ediyorlar güya. Ama bu kaynak da çok güvenilir bir kaynak değil. O muhtemelen bir söylenti. Çünkü bu Synodicon Vetus’ta başka hatalar da var. Bunlar, gerçekliği çok tartışmalı, güvenilmez kaynaklar olarak kabul ediliyor. Belki tartışılmış olabilir İncil’de bu tip şeyler, ama kararnamelere girecek kadar bir tartışma yaşanmamıştır. Bu bir dedikodu da olabilir.

 

İlahiyat tartışmalarından biraz daha şehre gelirsek; Konstantin ve Neo Roma.

Neden taşıdı başkenti hocam?

 

Aslında taşımadı. Böyle genel bir kanı var. Roma, önemini zaten büyük ölçüde yitirmişti. Gene imparatorluğun başkenti. Ama 3.yy.’daki bu kriz, imparatorlara sürekli Kuzey’den gelen barbar kavimlerin baskısı, Doğu’dan gelen bir Pers, Sasani baskısı var. İmparatorlar zaten Roma’da durmuyorlar. Saltanatları boyunca bir ya da iki kez geliyorlar. Ondan sonra sürekli seferdeler. Artık başkent, imparatorun bulunduğu yer oluyor. Öncesinden itibaren çeşitli başkentler var. Tetrarşi sisteminde çeşitli Augustus ve Ceasar’lara ayrılmış başkentler var. Selanik, Trier, Nikomedia. Zaten Roma geri plana itilmiş durumda. İmparatorlar oraya gidemiyor. İhtiyaçları da yok. Roma Senatosu’ndan onay almak bile artık gereksiz. Zaten senato eskisi gibi de değil. 2.yy.’daki ağırlığı yok. En basitinden, Senato odaklı komplo yok neredeyse. Eskiden, 1.yy. ve 2.yy da Senato odaklı komplo vardı.

 

Asker odaklı komplolar başlamış değil mi?

 

Asker odaklı komplo var, en basit.

 

Lafınızı böldüm, okurken şu çok ilginç geldi. Tahta çıkarken “Cülus bahşişi” orada da varmış. Bahşişi beğenmezlerse indirme geleneği Roma’da da varmış.

Ben de not aldım bunu, Yeniçerilere verilen bahşiş gibi.

 

Bu tabii çok eskiye dayanıyor.

 

Evet, aynı Yeniçeriler gibi.

 

Ordunun bu kadar söz sahibi olmasının sebebi çok daha şey. Hatırlarsanız, Claudius, perdenin arkasına saklanırken, imparatorluk muhafızları tutup Caligula’dan sonra imparator yapıyorlar. Senatoyu dinleyen yok. Senato mecbur kalıyor bunu yapmaya. Bunu çok daha geriye götürebiliriz. Profesyonel ordu çıktıktan sonra, Marius’un reformlarından sonra, Cumhuriyet’in son dönemlerinde, generallerle ordu arasında birebir kişisel bağlantı var artık. Eskisi gibi değil. Vatandaş- asker ilişkisinden bir çıkış var. Caesar, Sulla gibi generallerin orduyu kendisine bağlamak için yaptıkları cülus, bahşişler, toprak vs. bunların hepsi, generallerle ordu arasında bir yakınlaşma sağlıyor. Artık Senato’nun yerine, imparator kendisini askerlerine ispatlamak zorunda. Senato’nun bu anlamdaki onay mercii vasfı çok zayıf kalmış durumda, yani, “artık mektupla da onaylarsınız beni” şekline gelmiş durumda. Yoksa Roma’ya gelip de resmî olarak beni onaylayın gibi durum yok. Bu tip şeyler çıkıyor. 3.yy.’da vergi alınmaya başlıyor. Normalde, İtalya vatandaşları vergiden muaf. Bunlar gücünü iyice azaltıyor.

Constantinus’un Byzantium’u, İstanbul’u seçmesinin nedeni biraz da şu: Muhtemelen, Licinius, –savaşıyorlar civarda çünkü– Licinius burada Constantinus’tan önce çeşitli yapılar vs. yapmış. Çünkü 196’da, Septimius Severus-Pescennius Niger iç savaşı sırasında, Niger’i desteklediği için İstanbul dümdüz ediliyor. 3 sene bir kuşatma var, sonra dümdüz ediliyor. Ondan sonra surlar inşa edilmeye, yapılar tekrar ayağa kaldırılmaya başlıyor.

Licinius, ilk savaştan sonra Anadolu’ya çekildikten sonra, burada inşaat faaliyetlerine başlıyor. Constantinus da, biraz da aslında Licinius’un buradaki anısını, zaten anısını lanetleme durumu var, buradaki anısını tamamen yok etmeye çalışıyor. Birçok bina yaptırmaya başlıyor. Asıl II. Roma diyeceğimiz şey, belki Senato kurması. Bunu daha belirgin kıldıracak şeylerden bir tanesi, ikinci bir Senato kurması. Ama öyle bir durumda bile, çağrı yapılmasına rağmen, Roma Senatosu’ndan gelen olmuyor.

Sonuçta, Senato’ya girenler, soylu ailelerden ziyade, zengin toprak sahipleri, ya da Roma’dakilerden daha aşağı düzeyde atlı sınıfındakiler vs. Senato orada 300 kişi. 2 katı kadar Roma’da durum. Bir de Roma’daki Senato stratejik açıdan da çok sorunlu bir yerde. Çünkü çok uzakta kalıyor. Oradan sefere çıkmak çok zor. Kuzey’deki ve Doğu’daki sorunlarla uğraşmak için daha merkezî bir yer gerekiyor. Zaten, Doğu seferine giden askeri birlikler de, Via Egnetia’dan, –sonuçta İstanbul’da Edirne’de bitiyor– oradan devam ediyorlar. Orası tam bir ikmal merkezi olarak önemli. Dolayısıyla, İstanbul’un seçilmesi bu açıdan anlamlı.

Ama, Constantinus’un derdi, burayı Roma İmparatorluğu’nun bir başkenti yapmak değil. Zaten ilk yaptığı işlerden belli. Tamamen bir törensel merkez olarak düşünülmüş. Çünkü yaptığı yapılara bakarsak, daha çok törensel, kamu binaları var. Ama mesela, şehrin su ihtiyacı, savunma surları vs. bunlara çok önem vermemiş. Bunlar, çok sonra oluyor. Valens’in 378 yılındaki savaşı. Çünkü o dönemde, henüz Tuna boyları kaybedilmemiş durumda. Su ihtiyacı rahat. Çok sonra sarnıçlar yapılmaya başlamış. Constantinus bunu öngöremiyor. Onun için o muhtemelen, diğer şehirler gibi, adeta bir “zafer şehri” gibi düşünmüş .

 

Nikopolis gibi.

 

Aynen öyle. Zaten öyle şeyler de var.

 

Zaten surlardan çok belli.

 

Bunlar sonradan oluyor. Constantinus’un zamanında bu kadar ağırlığı yok. Ama başlatan o tabii.

 

Surlardan belli. Konstantin’in ilk yaptırdığı surlar, bugün yok. Yaklaşık olarak, bugünkü Unkapanı üzerinden, Yenikapı’ya kadar olan hat. Bizim Atatürk caddesi dediğimiz bölgede olduğu düşünülüyor. Aslında çok küçük bir yer. Üzerinden daha 100 yıl geçmeden Theodosius, şehri neredeyse üçe katlayarak genişletiyor. Dediğiniz gibi, belki Konstantin burayı bir başkent olarak düşünmemiş olabilir, sadece bir tören merkezi ya da doğudaki gücünü..

 

Evet, daha rahat müdahale edebileceği bir yer olarak düşünmüş olabilir.

 

Mesela, Theodosius, 5 yy. başında surların inşasına başlıyor. Bin yıl boyunca o surları aşmak mümkün olmuyor ve devasa büyüklükte bir şey yapıyor. Şehri de olağanüstü büyütüyor. Şimdi düşünürsen, Aksaray nerede, Topkapı nerede? Şimdi bu bize çok yakın gibi gelebilir ama o dönemin dünyası için bu çok büyük bir alan. Hatta belki de şaşırmışlardır, niye bir anda şehri bu kadar büyütüyor diye. Oradaki, vizyon değişikliği ile alakalı bir şey.

 

Başkentten ziyade, kendine ait bir anı, zaferini simgeleyen bir şehir olarak anlamı var onun için. Daha ziyade buna yönelik. Öyle ki, biraz da aceleyle yapılıyor bu işler. Şehir açılacak, Çemberlitaş’a sütun bulamıyorlar. Oradan profiller bulup bir şeyler yapıyorlar. Biraz da hızlı yapılıyor, o heykeller çabuk getiriliyor.

 

Heykelin yüzünü değiştiriyor mesela.

 

Geri dönüşümcü bir imparator kendisi.

 

Ama heykel gerçekten olağanüstü. Geçen gün onu paylaştım, Özgürlük heykeli ile aynı, “Sol invictus”. Kafada 7 tane ışın var filan. Orada ilginç olan şey şu: Konstantin ölüyor, neredeyse 1100 yılına kadar orada kalıyor. Kimse de, bunun ne işi var diye sormuyor.

 

Evet, hiç kimse, bu Pagan şeyidir ne işi var burada diye sormuyor.

 

Bizans’ın en koyu Ortaçağ Hıristiyanlığını yaşadığı bir dönem. Orada bir Apollon aslında o bir anlamda.

 

Başka şeyler de var. Senato binasına Athena ve Zeus heykelleri götürüyor. Pagan dünyasının bir numaralı şeyleri orada. At meydanındaki Yılanlı Sütun. M.Ö.479’da Atinalıların, Perslere karşı kazandığı Platea Zaferi’nin anısına Delfi’ye dikilmiş bir anıt o. Onu getirtiyor buraya. Perslerin ganimetlerinden eritilip yapılmış. Böyle bir sürü Pagan şeyi var.

 

Ama bir yandan da, Havariyyun Kilisesini yaptırtıyor.

Fatih Camii’nin olduğu yer değil mi?

Evet.

 

Aslında çok da kilise yapmıyor. Kaynaklara baktığınız zaman, mesela Piskopos Eusebius, “Burası Hıristiyanlığın başkenti, her yer kiliselerle dolu” diyor. Aslında az kilise var. 4 kilise var, yani bir elin parmaklarını geçmez. O kadar. Daha sonra bu iş tam bir Hıristiyan şehrine dönüyor. Ama o dönemde, Pagan tapınakları duruyor. Hiçbir tapınağı kapatmıyor zaten. Theodosius’un yaptığı gibi bir şey yok. Kapananlar var, 1-2 tane. Onlar da Constantinus’la doğrudan ilgili değil. Bir tanesi Aphrodite Tapınağı. Fahişelik yapıldığı için kapatıyor. Bir tanesi Doğu’da, Kudüs’teydi sanırım. Bir tanesini de Hıristiyanlar yakıp tahrip ediyorlar. Yani böyle şeyler var. Ama doğrudan, hiçbir kararname ile bunları yapmış değil. O Pagan kültürünü koruyor. Onunla bir sorunu yok açıkçası. O anlamda bir Hıristiyan şehri diyemeyiz zaten bunlara. Hıristiyan şehri demek biraz fazla abartmak olur.

 

Biraz Hıristiyanlık üzerinden gideceğim. Antik dönemde farklı bir algı var. Semitik dinlerin gelişiyle Antik dönem nasıl dönüştü? Bugüne etkileri var mı?

 

Burada kitapta bahsedilmeyen, Stephenson’un bahsetmediği bir şeyden bahsetmek istiyorum. Hıristiyanlık ne yaptı? Michel Foucault, Berkeley’de çalışırken, bazı önemli genç Hıristiyan çalışan ya da antik tarihçilerle çok içli dışlı oluyor. Paul Wayne ve Peter Brown gibi. Ve ilgisini buna çeviriyor. Çok daha genel baktığı zaman, onun tespit ettiği şöyle bir durum var. Hıristiyanlığın getirdiği bir şey var ki bunun bütün Doğu kültürlerinde Asurlularda, Mısırlılarda olduğunu söylüyor: Pastoral iktidar. Yani, bir çoban ve onun sürüsü. Mısır’da da görürsünüz. Mısır’ın hâkimiyet şeyi nedir? Eline bir çoban asası verirler. Hepsinde var.

Foucault’nun dediği şu: Yunan’da böyle bir anlayış yok. Musa, bu pastoral iktidarın en iyi göstergesidir. Sürüsü tehlike altındayken, bir koyunu kaybolduğunda, o koyunu getirmek için sürüsünü bırakır. Bir çoban, tek tek sürüsüyle ilgilenmelidir. Ya da, piskoposlar için uyarlarsak bunu, cemaatteki herkesle tek tek ilgilenmelidir. Yani, bireysel yönetim, günlük hayatta bireylere müdahale, Yunan ya da Klasik düşünceye aykırı bir şeydir. Oradaki metafor, bir gemi metaforudur. Kişi, yönetici, bir geminin kaptanıdır. O gemi zaten vardır. İçinde olanlar başka bir şeydir. Gemiyi yönetmek, yani siteyi, şehri yönetmekle sorumludur. Tek tek insanların şeyleriyle uğraşmaz. Bir dokumacıdır.

Hazır gelen, bu tür metaforları görürsünüz, çeşitli şeyleri uzlaştırma, politikacının yaptığı budur. Bir dokuma tezgâhında farklı türleri, farklı renkleri bir araya getirme. Farklı uçtan gelen kişileri bir araya getirme. Ama Hıristiyanlığın yaptığı çok daha farklı bir şey. Yunan ya da Klasik kültüre çok yabancı bir şey. Bir pastör ya da piskopos, sürüsündeki koyunları tek tek yönetmek zorundadır. Bunu yaparken de, kendisini feda etmelidir.

Foucault’nun dediği şu ki; bu “pastoral iktidar” ilk defa kişilerin ruhlarına işleyen bir iktidardır. Çünkü şeytan her yerde, şeytandan korunmanız lazım ve sizin korunmanız için de sürekli…

 

Teyakkuz mu?

 

Tefekkür halinde olmanız, sürekli düşünmeniz lazım. Buradaki şey saf itaattir. Yunan düşüncesinde saf itaat diye bir şey yoktur. Saf itaatle geldiğiniz şey, Hıristiyanlıkta, gene itaattir. Yani, piskoposa itaat ederseniz, sonuçta olacağınız şey Tanrı’ya itaat olacaktır. Saf itaat. Ama Yunan’da bu itaat, ya sadece yasalara olur. Ya da, söz söyleyen, retorikle uğraşanlara. Yani, bir ikna ve düşünce vardır. Yasaları da insan yapar sonuçta, Yunan düşüncesinde. Hıristiyanlığın getirdiği bu. Artık hakikat insanların içinde ve bu insanları bir vicdan muhasebesine zorlayan bir piskopos ya da bir din büyüğü var. O hakikati çekip çıkartması lazım ki, artık kişileri tek tek kontrol edebilelim, edilebilsin. Doğrudan onların hayatlarına müdahale edilebilsin. Bu itiraf mekanizması, günah çıkartma mekanizması da, Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde değil, çok sonrasında olmuştur. Foucault’nun söylediği, bu sayede, modern dünyada da biz artık psikiyatristlere bir şeyler itiraf etmek zorundayız. O psikiyatristler de devletten bağımsız bir şekilde çalışmıyorlar. Bu modern insanın şeyinin ortaya çıkışını, Foucault, Hıristiyanlığın bu şekilde itiraf mekanizmasıyla kişiyi şey yapması. Bir başka kitabında, burada basılmadı o kitap, başka bir şeyden bahsediyor. Septimius Severius’un sarayının tavanında, yıldız haritası var. Orada, Severius’un bütün hayatı var. Foucault diyor ki, bu haritada kendisinin ölümüyle ilgili olan yeri oraya koymamış. Yok. Bir yerde saklı. Ve, evrenin logosuyla kendi logosu aynı. Herhangi bir şey onu şey yapamaz. Çünkü o hakikat içeride değil dışarıda. Onun dışında bir hakikat var. Foucault’nun demek istediği de şu: Hıristiyanlık, bu hakikati artık kişilerin içinde buluyor. Severius insanları yönetirken, bu dışarıdaki hakikatle yönetiyor. Bunu, o kendinin dışında bulduğu, kendi üstündeki hakikatle yapıyor.

Ama Hıristiyanlık bu hakikati bireylerin kendi içinde buldurtuyor. Dolayısıyla, o hakikati buldurtması için de, itiraf mekanizması lazım. O Hıristiyan iktidarın ruhlarının içinden geçmesi lazım. Bunu yaptığı için, değişimi, yani o iktidar anlayışının bir kırılma anı olarak Hıristiyanlığın ortaya çıkışını öne sürüyor. Ve ona göre de, modern toplum çok şeytani bir şey yapıyor. Bu “pastoral iktidar”la Yunanlıların Site devletinin, devlet ve vatandaş ilişkisini birleştiriyor ve o şekilde bir yönetimsellik tarzı ortaya çıkartıyor.

Foucault bundan pek memnun değil tabii ki, çünkü şeytani bir şey olduğunu söylüyor. Ama mesele şu ki, Hıristiyanlık tamamen itaate yönelik başka bir iktidar biçimini dayatmış oldu bize. Henüz bundan kurtulmuş değiliz. Yunanlılar için çok daha farklı bir iktidar anlayışı ve hakikat söz konusu. Kendi hakikatinizi kendi içinizde bulmanız için, birisinden yardım alabilirsiniz. Parasını verip sofistlerden eğitim alırısınız, ya da filozoflarla iletişime geçersiniz. Ama sonuçta, yapacağınız şey, o iktidardan kurtuluyorsunuz. Çünkü kendinize hâkim oluyorsunuz. Bırakıyorsunuz başkasının sizin üzerinde kurduğu o hâkimiyeti. Kendinize hâkim oluyorsunuz. Böyle bir iktidar söz konusu. Tamamen itaat etmek için itaatten bağımsız bir iktidar söz konusu.

Foucault’nun dediği de, Hıristiyanlığın kabulüyle ve yayılmasıyla, bu şeyin tamamen değişmiş olduğu. Öyle bir şey var. Kitapta gözükmeyen çok geniş bir perspektiften baktık.

 

Böylece teolojiye de girmiş olduk. Senin söylemek istediğin bir şey var mı?

Bugün, şehrin kuruluşunda Konstantin’in etkisinden biraz daha devam etmemiz gerekiyor. Mesela, bu Havariyyun Kilisesi hikâyesi bence çok kritik. Onu mesela, ideolojik olarak bütün havarilerin heykellerini, kalıntılarını İstanbul’da toplayıp, kendisine de tam 12 havarinin ortasına bir mezar yaptırıp, kendisini de oraya gömdürmesi. Sonrasında Fatih Sultan Mehmet aynı şeyi yapıyor, onun mezarı ile neredeyse aynı şeye kendi türbesini ve camisini yaptırtıyor. Onun altında da bir Pagan tapınağı olduğu da söyleniyor.

Tarihte hiçbir şeyi bir bıçak gibi kesemeyiz. Sonuçta tanrılaştırılıyor. Tanrılaştırıldığı zaman da, Herodianus’un, Constantinus için değil ama başka imparatorlar için anlattığı ayrıntılı bir tören var. Dört katlı bir odun şeyi yapılıyor, tütsüler vs. En tepede de kafesin içerisinde bir kartal var.

İmparatorun bedeni yakılıyor. Yakılırken de kafesi açıyorlar, kartal uçuyor. İmparatorun Apotheosis’ini yani, Tanrı’lar arasına karıştığını temsil eden törenler yapılıyor.

 

Uçmaya gidiyor yani Türkçesi.

 

Öyle bir şey var. Gömülmesi de böyle. Hıristiyan geleneğinde var ölen kişiye makyaj yapılması vs. Aynı şey, Roma İmparatorları için de geçerli. Balmumundan heykelini yapıyorlar, beden bir süre katafalkta tutuluyor, başında askerler duruyor. Biliyoruz, çünkü anlatıyorlar. Sinekler üşüşüyor, yelpazeyle sürekli o sinekleri defediyorlar vs. Bu Pagan mirası hiçbir şekilde inkâr edilebilecek bir şey değil. Pagan derken, klasik kültür demeyi tercih ederim. Bu kökler çok derin. Hıristiyanlığın erken dönemlerindeki bu babalar da bu eğitimi almış ve kendi teorilerini, kuramlarını, bu insanlara karşı çıkarak ya da aynı fikirde olarak, bunların üzerinden yeni kuramlar üreterek yapmış insanlar. O yüzden, çıkış dediğimiz bir boşluk ya da bir kesinti yok. Bir şeyin başka bir şeyin üzerine eklemlenmesi var. Bu açıdan, Hıristiyanlığın tamamen bağımsız olduğunu söylememiz imkânsızdır.

 

Yavaş yavaş bitirelim. Bugün, enteresan bir şey oldu. Büyük Konstantin’den girdik, Foucault’dan çıktık. Teoloji de işin içine girdi ve çok faydalı, güzel bir program oldu.

Biz tekrar kitabı hatırlatalım. Büyük Konstantin, İş Bankası Yayınları’ndan çıktı, Gürkan Ergin çevirisiyle. Şehrin kurucusu ve isim babası diyebiliriz, bir anlamda Büyük Konstantin’in hayatı. Maalesef, ülkemizde, her alanda olduğu gibi, Roma tarihi de bu alanda göz ardı edilmiş.

 

Buradan militan tarihçilik yapıyorum.

 

Keşke, İstanbul’un büyük caddelerinden birisine ismi verilebilse. Çok büyük bir hayal kuruyorum ama..

Evet. Bugünkü yayınımızı bitiriyoruz. Bir sonraki yayınımızda tekrar görüşmek üzere, hepinize iyi günler diliyoruz. Hoşçakalın.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.