Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Atilla Yeşilada ile referanduma giderken Türkiye ekonomisi

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu

Merhaba hoşgeldiniz. Bugünkü yayında konuğumuz Atilla Yeşilada. Kendisiyle, Anayasa değişikliği referandumuna giderken Türkiye ekonomisinin durumunu ve bundan sonrasını konuşacağız. Hoşgeldiniz Atilla Bey.
Merhabalar Semih. Çok teşekkür ederim beni yayına aldığınız için.

Biz teşekkür ederiz katıldığınız için. Atilla Bey, önce mevcut durumdan biraz bahsedelim izleyicilerimiz için. Türkiye’nin son dönemde özellikle 15 Temmuz ikinci çeyreğinden, ekonomik takvime göre ikinci çeyrekten sonra, Türkiye ekonomisindeki veriler kötüleşmeye başladı. İşsizlik, büyüme, üretim endeksleri, tüketici güven endeksi gibi birçoğunda negatif bir ivme var. Mevcut durumu nasıl özetlersiniz? Türkiye ekonomisi, en son gelen datalar ışığında şu anda nasıl bir durumda?
Keyifsiz. Hasta ilaçla ayakta duruyor. Dediğin gibi, üçüncü çeyrekte büyüme yapmadık, daraldık. Dördüncü çeyrekte hafif bir toparlanma öngörüyorum. Yılın ilk çeyreğinde de, hükümetin verdiği ilaçla, yani artık böyle büyükanne maaşına kadar yayılan teşviklerle biraz gideriz. Referandumdan sonra bu teşvikler devam ederse, ekonomi yine bu zayıf seyrinde devam eder. Ama çok açık konuşalım, TÜİK’in yeni revizyonlarıyla, Türkiye’nin %5-6 büyüdüğü yıllar çok geride kaldı. %2,5-3 büyümeye talim edeceğiz. Bu benim şahsî görüşüm de değil. IMF’den Avrupa Birliği Komisyonu’na kadar herkes böyle tahmin yapıyor. Enflasyon cephesine geçtiğimizde; enflasyon çok ciddi bir tehlike. Bir dizi sebebi var. Detaylara girmemi istersen onlara da girerim. Ben manzarayı özetleyeyim. Enflasyonda, TÜFE’de bahar aylarında %11’i görürüz. Yıl sonunda %9’la kapatırız. Türkiye’de bu “yüksek faiz, yüksek enflasyona neden oluyor” kafası devam ettikçe biz enflasyonla başa çıkamayız. Türkiye açısından en kritik sorun cari açık. Çünkü istikrarsızlığa ve devalüasyona sebebiyet veriyor. Cari açık rakamı da geldi. Geçtiğimiz seneyi milli gelirin %4’ü civarında bir cari açıkla kapattık. Bu sene de çok fazla değişeceğini zannetmiyoruz. Enerji faturası biraz kabarık. Buna karşılık bizim gelirlerimiz biraz artar. Dış ticarette fazla bir değişiklik olmaz, yine %4,5 kadar cari açık veririz. Bununla bağlantılı olarak çok büyük bir dış finansman sorunumuz var. Senede 170 milyar dış borcu çevireceğiz.
Bunun üzerine 35 milyar dolar kadar da cari açık finansmanımız gerekiyor. Bu çok sıkıntılı, çünkü bunu güvenilir olmayan kaynaklardan temin ediyoruz. Net hata noksan, yani kaynağı bilinmeyen kalemler üçte birini finanse etmiş. Geri kalanı da sıcak para ile borçlanma. Bulmakta zorluk çeker miyiz? Çekmeyiz. Ama Fed faiz artıracak. Avrupa Merkez Bankası, belki gelecek sene tahvil alımı yapacak. Bütün bunlar küresel faizlerin yükselmesi demek. Doların da yılın ilerleyen dönemlerinde prim yapacağını düşünüyorum. Dolayısıyla dış borçlanmanın maliyeti gittikçe artacak. Bu, içerideki kredilere yansıyacak. Kimsenin yatırım ya da istihdam yapacak iştahı olmayacak bence.

Çok güzel özetlediniz. Başlıkların hepsi uzun uzun konuşulması gereken başlıklar. Çok az detaya girersek: Türkiye bugün bu duruma niye geldi? Dış konjonktürün değişim etkisi mi? Yoksa içerideki hem ekonomik hem siyasi gelişmeler, atılan atılmayan adımlar mı? “Türkiye’de %5-6 büyüme mümkün değil, en iyi ihtimalle %2,5-3 civarında” dediniz. Bu, ekonomik modeldeki bir sıkıntı mı? Türkiye ekonomisinin bu duruma düşmesinin sebebi neydi?
Hem modelde sıkıntı var, hem de –itiraf etmek lazım– çok talihsiz bir dönemi geride bıraktık ve bu hâlâ sürüyor. FETÖ darbesi Türkiye’nin belini büktü ve etkileri devam ediyor. Arkasından referanduma gidiyoruz — ki sonuçları hiç belli değil. Tabii ki haklı olarak insanlar uzun vadeli planlarını erteliyorlar. Birinci neden, konjonktürel bir sıkıntı var ekonomide — siyasetten kaynaklanan. İkincisi, bütün dünyada bu ucuz krediye dayalı büyüme modeli vardı. Herkes harıl harıl kredi alıyordu. O bitiyor. Bizde kurumsal borçlar milli giderin %70’ine dayandı. Borçlanmak istemiyor şirketler. Borçlansalar da ödeyemiyorlar zaten. Bu, ikinci nedeni. Üçüncü ve bence en önemli nedeni: Türkiye’nin milli gelir düzeyi yeni TÜİK rakamlarına göre 10 bin – 10 bin beş yüz dolar. Bu düzeyde bir ekonomi için artık demokrasinin yüceltilmesi, kurumların güçlendirilmesi, hukuka saygı, regülasyonların öngörülebilir olması gibi bir dizi görünmeyen reformlar yapılması lazım. Bunlar Türkiye’nin gündeminde yok. Biz aksine, tam tersini yapıyoruz. Varlık Fonu gibi ne olduğu belli olmayan garip projelerle uğraşıyoruz. Bütün yetkiler, kurumlardan ve kabineden alınıp Cumhurbaşkanı’na devrediliyor. Ben bunu bir siyasî polemik konusu olarak söylemiyorum. Daron Acemoğlu ve kurumsal ekonomi çalışan diğer bütün ekonomistler söylemiş. Bizim ekonomiye yaklaşımımızda, kalkınma felsefemizde çok temel bir yanlış var. Ekonominin nasıl büyüyeceği konusunu tam ters düşünüyoruz. Yetkileri tek bir adamda toplamakla daha hızlı kalkınma yapacağımızı düşünüyoruz. Hâlbuki tam tersi. Bunu aşmadan; hukukun, kurumların ve bireylerin önünü açmadan Türkiye yeniden eski günlerine dönemez.

Bu konuya gelmişken; başkanlık, hukuk, demokrasi konuşurken ters örnekler veriliyor. Bunların olmadığı, ama çok da hızlı büyüyen, gelir düzeyi yüksek olan ülkeler sıralanıyor. Türkiye’nin böyle bir başarı ihtimali var mı? O mevcut ülkelerin, yani büyümesi yüksek ama demokrasi ve hukuku zayıf olan ülkelerin Türkiye’den farkı nedir? Kısaca anlatır mısınız?
Bir ekonominin tarım toplumundan sanayiye geçerken nasıl yönetildiği pek de önemli değil. Hatta diktatörlükle yönetilmesi daha iyi bile olur. Bunu kalpsiz bir ekonomist olarak söylüyorum. Sonuçta, insanları bir fabrikaya kapatıp kırbaçlayacaksınız, don üretecekler ya da demir-çelik üretecekler, bunları öğretebilirsiniz. Ama Türkiye gibi teknolojide çağ atlamak isteyen, ihracatta belli bir kademede tükenen, ileri teknoloji getirmek isteyen ülkelerde, bu demin bahsettiğim görünmeyenler şart. Onlar olmadan yapamazsınız. Bakın, Türkiye’ye yabancı sermaye gelmiyor. Övünüyoruz 9 milyar yabancı sermaye gelmiş. E nasıl gelmiş? beIN Medya Digiturk’ü satın almış. Bu yabancı sermaye değil ki, Türkiye’ye bir katkısı yok. Türkiye gibi bir ülkenin gelir düzeyinde, kurumların içi boşaltılarak, OHAL’le hukuk düzeni ortadan kaldırılarak kalkınma sağlandığı görülmemiş. Hatta bu konuda elimizde kesin sayılacak rakamlar var. Bir ülkenin, kişi başına geliri 7000-7500 doları geçtikten sonra, bu demin bahsettiğim “görünmeyen şeyler”, kurumlar, hukuk, regülasyonlar çok önemli oluyor. Bunları iyileştirmezseniz, orta gelir tuzağını atlatamıyorsunuz. Dolayısıyla öteki ülkelerin örnekleri bize uygulanamaz.

Referanduma giderken Türkiye ekonomisi dedik; hükümet referandumdan önce ekonominin çarklarının dönmesini istiyor. Özellikle işsizlik ve büyüme için teşvik edici hamleler yaptı. Öncelikle, hükümetin bu hamlelerdeki adımlarını değerlendirelim. ÖTV indirimi, KDV indirimi, işsizlik kampanyası ya da işsizliğin azaltılması için istihdam teşviklerini nasıl görüyorsunuz? Bunlar kısa sürede piyasada bir canlanma, hareketlenme, işsizliği azaltmayı sağlar mı? Mümkün mü böyle bir şey? Çünkü çok da zaman kalmadı. İki ay…
ÖTV, KDV indirimi bir miktar canlanma sağlamış. Ancak, bu kalemlerin toplam harcamalardaki payı büyük değil. Kaç yüz bin aileye hitap edersiniz ki? İkincisi, bütün bunlar ileriki talepten çalınıyor. Türkiye’de belirli bir yenilenme ve yeni evliliklerden doğan talepler var. Fiyatları düşürseniz de bunu fazla artıramazsınız. Ben evime yeni televizyon almam; bedava da verseniz. Dolayısıyla etkisi kısa süreli olur.

Peki İşsizlik?
İşsizlik çok daha önemli. Anladığım kadarıyla, Sayın Cumhurbaşkanımız bütün işadamlarından işçi alımları taahhüdünü istedi ve bunu yerine getirmeyeni ifşa edecek. Bu çok korkutucu bir şey. Yani zorla, şirket, ihtiyacı olmasa da işçi alacak. Tamam, bu, işsizliğe çözüm. İş verimliliğini azaltır. O kişiler evine gelir götürür, biraz daha harcama yapar ama Türkiye’nin hiçbir sorununu çözemezsiniz. Şirket kâr edemediği için yatırım yapmaz. Yarın, öbür gün de şirketini kapatıp gider. Bakın, istihdamda temel mesele, işgücünün eğitimsiz olması. Türkiye’nin ortalama eğitim düzeyi 9.sınıf. Biz OECD’nin düzenlediği ve 75 ülkede yapılan PISA sınavlarında 64. oluyoruz. Bizim işgücümüz, Türkiye’nin arzuladığı o yüksek teknolojiye geçişi yapmaya müsait değil. Bunların üzerine çalışılması lazım. Biz serbest piyasa kurallarını tamamen yıkarak zorla işçi aldırıyoruz. Yani sonuç elde edersin. Bugün Yeni Şafak’ta okuyorum, kamu kurumlarına da 500 bin işçi alınacakmış. Tamam, işsizliği düşürdünüz. Kamu kaynaklarını bir şekilde istihdama transfer ettiniz. Bunlar popülist uygulamalardır, insanları memnun eder. Belki halkoylamasını kazanırsınız, ama Türkiye’nin temel gerçeklerini değiştirmez. O insanlar asgari ücretle çalışmaya mahkûm edilir. Bizim büyümemiz de asla yükselmez. Çünkü o insanlar iş yapmıyorlar, bir şey üretemiyorlar.

Peki, dediğimiz gibi, referandum öncesi hükümetin hassas noktalarından biri işsizlik. Diğeri de enflasyon. Biliyorsunuz, TÜİK enflasyon sepetinde revizyona gitti. Büyüme rakamı gibi orada da revizyona gitti. Ocak 2017’de revizyonlu enflasyon rakamı %9,22. Çok kısa bahsetmiştiniz, enflasyon çift haneli rakamları görecek diye. Sizce düşmesi mümkün mü? Mümkünse nasıl düşecek?
Bu kafayla düşmez. Enflasyonun en temel nedeni –kurdan enflasyona sıçrayan farkı, gıdayı vs. bir kenara bırakalım–; bir kere enflasyon beklentisine, yani insanların kafasında “Ben zam yaparım” anlayışına tekmeyi atmak lazım. Onun için de sıkı para politikası, sıkı bütçe politikası izleyeceksiniz. Bu, dünyanın her yerinde böyle. Bizde böyle bir şey yok. Enflasyon %9,5 civarında. Sene sonu enflasyonu %9 civarında. Merkez Bankası’nın kullandığı faiz %10,5. Bu faizle enflasyon beklentilerini düşüremezsiniz. Sayın Cumhurbaşkanımız da açıkça söylüyor. “Yüksek faiz, yüksek enflasyona sebebiyet veriyor” diyor. Bu teoriye dünyada ondan başka inanan yok. Dolayısıyla, Türkiye’de enflasyon ebediyen yüksek kalmaya mahkûmdur. Ha, petrol fiyatları düşer, o sene hasat yüksek olur, 1-2 puan düşer enflasyon. Ama trendi %8’dir. Dünyada enflasyon yükselirse %10’lara çıkar. Ve Türkiye’de enflasyonla asla baş edemezsiniz. Çünkü maliyet ödemeye hazır değilsiniz.
Dövizden de bahsedelim; dövizdeki yükselişle Türk insanı dövize çok bakıyor. Dövizin aşırı yükselmesi psikolojik olarak da etkiliyor. Merkez Bankası da, hem dövizdeki hareketliliği azaltmak, hem de piyasayı dengelemek için bazı adımlar attı. Örtülü faiz artırımına gitti. En son reeskont kredilerinin ödemesini TL’ye çevirdi. Bu adımları nasıl buluyorsunuz? Merkez Bankası’nın sıkılaştırma politikası –belli bir ölçüde kendi sıkılaştırma politikasını yaptığını da söylüyor– sonuç veriyor mu sizce? Çünkü 3,90’lardan, 3,60’lara gelen bir Dolar-TL kuru var.
Tabii bir ölçüde sonuç veriyor. Sonuçta enflasyonla mücadele konusunda yeterli olanı yapmıyorlar. Ama nereden baksanız, Türkiye’de çok faiz türü var, ben izleyicilerimizi ekonomik terimlere boğmak istemiyorum. Bankaların ve halkın baktığı faiz, “efektif fonlama faizi”, %8-8,20’lerden, %10,30’lara geldi. Nereden baksanız 200 baz puan. %2,5 arttı faiz. Bu ne anlama geliyor? Yabancı yatırımcı açısından bizim faizler cazip hale geldi. Bugün gelişmekte olan ülkelerde ortalama tahvil faizi %8,5’miş, ben de okudum, öğrendim. Bizim iki yıllık tahvillerde %11,5. E, adam gelir tabii Türkiye’de para kazanmaya. Diğer tedbirler de popülisttir. Mesela reeskont kredileri Mayıs’a kadar TL ile ödenecek. Üstelik öyle bir kurdan ödenecek ki siz adamlara TL ile öde deyince sübvansiyon yapıyorsunuz. Bizim hesabımıza göre 5,5 milyar dolar kredi var bu şekilde ödenecek. İhracatçı, TL ile ödeyeceği için, elinde döviz fazlası var bunu piyasaya satacak. Dolayısıyla döviz talebi azalacak. Güzel, tamam.
Ama Merkez Bankası’nın bilançosu bozulacak. Merkez Bankası’nın zaten bir atımlık barutu var. Net rezervdir. Yani, bankaların ona emanet etmediği para, 30-35 milyar civarında. Bu şimdi daha da azalacak. Yarın öbür gün –bunun olacağını biliyoruz– Fed faiz artırdığında para yeniden ülkeden çıkmaya başlayacak. Merkez Bankası’nın olası şoklara karşı TL’yi savunacak bir atımlık barutu kalacak. Dolayısıyla bunlar palyatif çözümler. Ben hükümeti anlıyorum. Seçimlerde ve aşkta her şey makbuldür, mübahtır. Ne yapılması gerekiyorsa yapılacaktır. Ama orta vadede de bedeli vardır, bu da bir gerçek. Hükümet çok açıkça, doğru veya yanlış, halk oylamasına kadar TL’nin, yeniden Aralık ayında ya da Ocak ortasına kadar olduğu gibi değer kaybetmesine izin vermeyecek. Bunun için şansın da yaver gitmesi lazım. Şu anda, gelişmekte olan piyasanın varlıklarına ciddi bir talep var. İnsanlar Trump’ın ajandasının iyimser tarafına odaklanıyor. Kötümser tarafı, yani ticaret savaşı gibi olayları göz ardı ediyor. Amerikan faizleri de enflasyonla karşılaştırıldığında düşük, Avrupa Birliği Merkez Bankası zaten negatif faizde. Yani para bize akıyor. Bu süreç devam ettiği sürece TL’ye bir şey olmaz. Ama yılın ikinci yarısında, bu koşulların tamamen değişeceğine dair iddiaya giriyorum. O zaman, Merkez Bankası’nın faizi de yetersiz kalacak. Alınan önlemlerin de pek fazla bir işe yaramadığını göreceğiz. Dolayısıyla, referandumdan sonra TL’nin yeniden değer kaybetmesi yüksek olasılık.
Peki, bu süreçte, 15 Temmuz’dan hemen sonra çıkartılan, sonra da KHK ile içine birçok şirket konulan Varlık Fonu’ndan bahsedelim. Bunun yapılış zamanlaması bazı spekülasyonlara neden oldu. Dolar/TL’deki değer kaybına karşı da çalışacak dendi. Yanlış hatırlamıyorsam, Cumhurbaşkanı Erdoğan da, dolardaki en son düşüşün sebeplerinden birisinin de, Varlık Fonu’nun kurulması olduğundan bahsetti bir yerde. Bizim Varlık Fonu’muz dünyadaki diğer örneklerinden farklı mı?
Şimdi beni devamlı Erdoğan’a cevap vermekle zorlayarak hapse mi attıracaksın? Bu teypleri siz Savcı’ya gönderiyor musunuz, ben mi sunayım?

Yok yok.
Şaka tabii. Cevap vermek zorunda değilsiniz. Varlık Fonu, devekuşu gibi. Ne deve ne kuş. Bana sorarsanız, zararsız bir hobi Sayın Erdoğan açısından. Bu bahsedilenlerin hiçbirisini gerçekleştiremez. Fazla bir yararı olmaz. Ne yapar? O bütün topladığı varlıkları bir sepete koyar. Bunları teminat göstererek dışarıdan borç alır. Biraz da diğer fonlardan tırtıklar. Biriktirdiği nakitle, Türkiye’nin o prestijli yüksek teknolojik projelerine kaynak sağlar. Bunu başka yollardan da yapabilirdiniz. Çok fazla bir şey değişmiyor. 1) “Varlıklarımız gasp edilmiyor, çarçur edilmiyor”. Bunlar yalan. Negatif bir tarafı da yok. 2) Pozitif bir tarafı da yok. Türkiye’nin büyümesini canlandırmaz. 3) Varlık Fonu olması için varlığınızın olması lazım. Ya bir yeraltı kaynağınız olur, ya cari fazlanız olur. Ya mucizevi bir şekilde bütçeniz devamlı fazla veriyordur onu aktaracak bir yer arıyorsunuzdur. Bunların hiçbiri yok bizde. Biz tasarruf fakiri bir ülkeyiz. Sayın Cumhurbaşkanı’nın danışmanlarından biri “Ya böyle bir şey yapalım” demiş. O da “Yapalım, harika olur” demiş. Yapmışlar. Çok abartılıyor. Hiçbir etkisi olmaz. Türkiye’nin borçlanması için başka bir araçtır. İstiyorsa Hazine’ye de borçlanabilirdi, bilançosu müsait. Varlık Fonu ile yapmayı tercih etmişler, hayırlı olsun diyorum.

Peki, genel tabloya baktığımızda; Türkiye’nin toplam borç yükü mü Türkiye’nin sırtındaki yük? Yoksa ekonominin yavaşlamasının veya durmasının altındaki en büyük sebep, paranın bol olduğu zamanda, yatırıma yönelik değil de tüketime yönelik yapıldığı için ve şu anda kısıldığı için de paranın azalması mı? Çünkü kamu borcunun özellikle OECD ülkeleriyle kıyasladığımızda çok düşük olduğu ve bunun bir avantaj olduğu söyleniyor. Özel sektörün borcunun çok yüksek olduğu biliniyor. Yani buradaki temel kambur, Türkiye’nin sırtındaki özel ve kamunun toplam borç yükü mü?
Türkiye’nin son revizyonlarını ciddiye alıyoruz. Çünkü doğru olmadığına dair az kanıtımız var. Birtakım kanıtlar var ama detayına girmeyeceğim. Manzarayı şöyle özetliyoruz: Özel sektörden başlarsak; Türkiye, akıl almaz –rakamlara boğmamak için söylüyorum– 100 milyar doları bulan rakamlar borçlanmış ve 2012-2015 arasında 200 milyar TL kadar konuta gömmüş. Konut, bireyler için servettir, tamam, ama ekonomi için değildir. Konuttan elde ettiğiniz gelirle borcunuzu ödeyemezsiniz. Çünkü o borçlar Dolar-Euro cinsinden. En büyük sorun bu. Eğer borcu alıp, ihracata, beşeri sermayeye, teknolojiye yatırsaydı o borç beni korkutmazdı. Ama borcu toprağa gömdük, oradan da gökdelenler yeşerdi. Şimdi o borcu nasıl ödeyeceğiz? Türkiye’de verimlilik artmadı, ihracat artmadı. Bu çok ciddi bir sorun. Dolayısıyla, artık özel sektör de borçlanamaz hale geldi. Kamu borcuna gelince; görünürde kamu borcu düşük. Ama bir de, Hazine’nin bu mega-projelere verdiği taahhütler var. IMF’nin 4. madde raporunu okuyun. Ben tam hatırlamıyorum detayını. Benim hesabıma göre, milli gelirin %10’u veya bir miktar daha fazlası kadar da taahhütler verilmiş. Bunlar da aslında kamunun borcu sayılabilir. Üçüncüsü, Sosyal Güvenlik sistemi batık. İleride öyle bir yük çıkacak ki karşımıza, Türkiye bunun altından kalkamayacak. Çünkü emekli olan sayısı, yani nüfus ihtiyarladıkça emekli olan sayısı, çalışan sayısından daha hızlı artıyor. Bu emekli maaşlarını nasıl ödeyeceğiz? Şu anda bile bütçenin %5’i, Sosyal Güvenlik kurumlarının sübvansiyonuna gidiyor. Dolayısıyla, Türkiye’nin kamu borcunun düşük olduğu da palavradır. Ama şu açıdan bakabiliriz. Kimse bu rakamları tetkik etmiyor, umurlarında değil. IMF de öyle diyor: “Türkiye’nin Maliye politikasında manevra alanı var” diyor. Varlık Fonu kurmak yerine, Hazine senede 6,5 milyar dolar borçlanıyor, 16,5 milyar dolar borçlanırdı, 10 milyar dolarıyla da uçak mı yapacağız, füze mi üreteceğiz, onlara ayırırdı. Bütün bu alengirli, çetrefilli yapılara gerek kalmazdı. Başına da yine Mehmet Bostan’ı getirirdik. O da çok güvendiğim, takdir ettiğim bir arkadaş, aynı işi görürdü. Niye bu yollara saptık anlamış değilim.
Siz biraz önce bahsettiniz. “Özellikle yılın ikinci yarısından itibaren Fed ’in faiz artırma ihtimali yüksek. Parayı bulmak daha da zorlaşacak. Bulsak da, maliyeti artacak” dediniz. Böyle bir ortamda, Türkiye artık 2012-2015 arasındaki fırsatı kaçırdı mı? Dünya genelinde, kısa vadede, bir daha böyle bol ve ucuz paranın olduğu bir dönem olmayacak mı? Gelişmekte olan ülkeler açısından söylüyorum tabii ki.
Bana sorarsanız, Trump dünyanın başına gelmiş en büyük felaket. Ne yapacağı hiç belli değil. Dolayısıyla, bütün kehanetlerimizde, Trump büyük bir sis perdesi gibi önümüzü örtüyor. Bu adam savaş da çıkartabilir, üç ay sonra gidebilir de. Ama görebildiğimiz kadarıyla, enflasyon ve büyüme geri dönüyor. Dünyada düşük faiz dönemi bitti. Reflasyon dediğimiz, büyümeyle enflasyonun atbaşı genleştiği bir dönem başlıyor. Bu dönem Türkiye için bir felaket.
Çünkü biz ihracatla büyüyen bir ülke değiliz. Biz, dış finansmanla büyüyen bir ülkeyiz. Dış finansman artık bol olmayacak. Fed yalnız faizi artırmakla kalmayacak, bilançosundaki bono tahvilleri de satarak parayı azaltacak. Avrupa Merkez Bankası, 2018 yılında artık daha fazla para basmaz. Bizi de ilgilendiren bunlar. Kısa vadeli düşünmeyelim. Çünkü Türkiye’nin borcu kısa vadeli değil. Borcumuzun, kutsal borcu noktalamanın vadesi beş yıl filan. Emin değilim, yanlış da söylüyor olabilirim ama üç yıldan az değil. Dolayısıyla, eğer Kamu özel sektöre yardımcı olacak ve (…) kalkınma modeline geçiyorsak, önümüzdeki yılları da düşünmek lazım. Önümüzdeki gelecek bizim açımızdan hiç de parlak değil. Biz, siyasî olarak, mantalite olarak, bireyler olarak, dünyanın bu “ucuz kredi-düşük faiz” ortamından, paranın darlaştığı ve maliyetinin yükseldiği ortama geçiş için hiçbir hazırlık yapmıyoruz. Ve bu para bolluğu devam edecek, dünya bize sonuna kadar kredi açacakmış gibi bir anlayış içerisinde davranışlarımızı şekillendiriyoruz. Umarım yanılıyorum, umarım bir şekilde dünya yeniden bozulur, yeniden deflasyon başlar, biz bu çarkı uzun süre devam ettiririz. Yahut da Fed bize akıllanacak bir süre tanır. Ama eğer olmayacaksa, ben Mayıs’ta Fed’in faiz artırımını bekliyorum, sonra da 2’şer, 3’er aylık sürelerle 2020 yılına kadar devam edecek. Eğer bu kehanetim haklı çıkarsa, Türkiye’de kriz filan olmaz, yanlış da anlamayın. Yokuş yukarı yürüyen, benim gibi şişman bir adamı düşünün. Başlangıçlar kolaydır, yokuşta yürüdükçe nefesiniz daralır, nabzınız yükselir, teriniz artmaya başlar. Türkiye, yıllar ilerledikçe kendini bu durumda görecek.
Son olarak, siz kriz olmaz dediniz. Birçok insan –insanlar her şeyi geçmişle kıyasladığı için– 1994 ve 2001 krizlerinden bahsediyor. Bazı isimler de, sizin söylediğiniz gibi, öyle bir krizin Türkiye’nin yakın geleceğinde görülmeyeceğini söylüyor. Buradaki temel sebep nedir? Orada ne vardı da burada yok? Ya da burada ne var da orada yoktu? Yani, herkes diyor ki: “Öyle bir kriz olmayacak, ama uzun vadeli, uzun dönemli bir sıkıntı süreci, düşük büyüme, yüksek işsizlik, enflasyon” vs. Siz saydınız zaten. Türkiye ekonomisi ve siyaseti açısından, bu iki dönem arasındaki temel fark nedir?
2001’de bankalar tamamen batmıştı. Banka sisteminin içi tamamen boşaltılmıştı. Bu kez öyle değil. Bankaların kredi kalitesi konusunda da bazı sıkıntıları var, ama bankaların 2001 düzeyine erişmesi –Allah göstermesin, inşallah öyle bir şey olmaz!– 5-6 yıl sürer. İkincisi, 2001’de Hazine’nin borç yükü, milli gelirin %80’i gibiydi. Şimdi %30’lara düştü. Üçüncüsü, tabii ki AKP’yi eleştiririm eleştirmem, ama dört partili hükümet yerine tek partili hükümetin olması, gerekirse tedbir alınabileceğini gösterir. En önemlisi, ben Türkiye’yi geleceğe hazırlamak için bazı kehanetlerde bulunuyorum, ama bunlar 1 günde gerçekleşmeyecek. Finansal koşulların 2001 dönemine dönmesi 2-3 yılı alır. Dolayısıyla şartlar hiç aynı değil. Kimse bir krizden korkmasın. Dediğim gibi, burada sorunumuz kalp krizi değil, nefes darlığı olacak. 1 gecede gitmeyiz, bizi yatakta bulmazlar. Ama merdiven çıkamayan, koşamayan ve günlük hayatında zorluk çeken bir birey haline geleceğiz. Böyle yaşamak istiyor muyuz? Bizim vermemiz gereken karar bu.

Çok teşekkür ederiz. Çok güzel bir benzetmeyle bitirdiniz, öyle kalsın. Atilla Bey, çok teşekkürler katıldığınız için yayınımıza.
Çok büyük başarılar diliyorum. Böyle bağımsız ve kaliteli yayınlara ihtiyacımız var. Umarım hep bizimle kalırsınız, hep seyrederiz.

İnşallah, inşallah. Hep birlikte. Tekrar görüşmek üzere.
Çok sağolun.

Bugünkü yayınımızda Atilla Yeşilada ile referanduma giderken Türkiye ekonomisini konuştuk. Ekonominin son durumunu ve bundan sonra neler olabileceğini konuştuk. Teşekkür ederiz.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.