Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Simone Veil, yıkılmayan bir kadın

30 Haziran’da 90 yaşında hayatını kaybeden Fransız hukukuçu, siyasetçi ve kadın hakları savunucusu Simone Veil üzerine Eric Favereau’nun aynı gün Libération’da çıkan yazısını Haldun Bayrı çevirdi.

Simone Veil’den bir görüntü, ya da daha ziyade görüntüler. Göz kamaştırıcı gökmavisi gözleri. Kendisinden beklenmeyecek ölçüde sert öfke patlamaları. 1974’te İstenmeyen Gebeliğin Sonlandırılması (Fransızca kısaltması: IVG) üzerine yasa tartışmalarında Meclis’te milletvekillerinin ona küfrettiği esnadaki duyguları. Ya da bakışını yiyip bitiren hastalığı; kocası tarafından elinden tutup götürülen, hareketsiz ve ona pek az benzeyen o kırılgan siluet. Kamuoyu önüne son çıkışlarından birinde, Herkes İçin Evlilik’e karşı yürüyen göstericileri selamlamak için oradaydı. Simone Veil, aynı zamanda, yirmi yıldan fazla bir süre önce, 1995’te Balladur Hükümeti’nin Sosyal İşler Bakanı olarak Beyrut’ta resmî ziyaretteyken bize söyledikleriydi de: “Biliyor musunuz? Zor bir alınyazısına rağmen, hâlâ iyimserim, iyimserliğimi koruyorum. Hayat, zamanla daima ilerlemenin galip geldiğini öğretti bana. Zaman alır, ağırdır, ama nihai olarak, güveniyorum.” Görünürde sıradan laflar, başka birinin ağzından çıksa naif gelebilecek laflar. Simone Veil böyledir. Takvimin tuhaf bir tesadüfüyle, birkaç gün önce Simone Veil, kamptakilerin kurtarılmasını anma törenlerinde Auchwitz’teki Fransız heyetinin başındaki yerini almıştı. Bizzat tehcir edilmiş olduğu bir kamp. “Bugün duygulanmıyorum” diyordu. “Artık çamur yok, soğuk yok. Özellikle de o koku yok artık. Kamp, hiç gitmeyen bir kokuydu.”

Simone Veil Auschwitz Toplama Kampı'nda
Simone Veil Auschwitz Toplama Kampı’nda

26 Ocak 1995 günü hava soğuktu, buz gibi bir rüzgâr vardı. Birkenau Kampı’nın yukarısına çok insan gelmişti. Kırk kadar yabancı heyet. Simone Veil törenlerde kendisine refakat eden oğlunun koluna girmişti. Ve birlikte, koyu gri renkli barakalara doğru yönelmişlerdi. Orada birkaç dakika kaldı. “Benim kaldığım baraka o” diyecekti bize daha sonra. “Eminim bundan; kızkardeşim ve annemleydim, insanları yaktıkları fırının hemen aşağısındaydı. İçerisi değişmemiş; kapo’nun (Nazi toplama kamplarında tutuklu arkadaşlarını yönetmekle görevli ve genellikle adi bir suçtan hüküm giymiş tutuklu, Ç.N.) ve kapo muavininin yerleri. Bir soba. Sonra da odanın dibinde, üst üste yığılı uyuduğumuz tahta döşekler. Bunları ona göstermek istiyordum.” Ve eklemişti: “Bütün anma töreni sırasında kafamı meşgul eden bir şey vardı. Benim de herkes gibi bütün sabah ayaklarım üşümüştü; oysa hava o kadar da soğuk değildi. Ve onca soğuğa nasıl dayanabilmiş olduğumuzu soruyordum kendime. -30°ye kadar. Nasıl yaptığımızı hatırlayamıyorum. Hiçbir şeyimiz yoktu. Acaba vücudumuza kâğıt mı koyuyorduk? Ya da eski alçı torbalarını mı? Bütün tören boyunca bunu hatırlamaya çabalıyor ve başaramıyordum.”
Simone Veil daima şimdiki zamandadır. Fransızların taptığı, onca saf görünümlü bu müstesna kadın. Muhacir Simone Veil, İstenmeyen Gebelikleri Sonlandırma savaşçısı Simone Veil, Avrupalı Simone Veil. Hep aynı: Bir kaya. Şunu da söylüyordu: “Dövüşmenin daima bir şeye yaradığına inanıyorum. Ve ne denirse densin, insanlık bugün dünden daha tahammül edilebilir.” Ve ekliyordu: “Otoriter olmakla kınıyorlar beni. Ama benim pişmanlıklarım, şu veya bu konuda yeterince dövüşmemiş olmamdır.”

900406-close-up-simone-veil

Çocukluk ve tehcir

Hayatı mı? Geçen yüzyıldaki bir ailenin hayatıdır. Bir aile; zira annesi, mutlu çocukluğu, o güçlü ve güzel yaşamı bir kenara bırakılırsa, bu sıradışı kadının heyecan verici güzergâhı anlaşılamaz. Greta Garbo’ya benzeyen annesi Yvonne: “Müstesna bir kadın”. Babası André Jacob: Roma Ödülü’nü kazanmış parlak bir mimar. Hali vakti yerinde bir burjuva ailesidir. Hepsi Nice’te yaşar. 1924’te babası, gayrimenkul piyasasında daha çok fırsat bulunduğuna inandığı Akdeniz kıyısına yerleşmeye karar vermiştir. Karısı, her ne kadar Paris’e bayılsa da, onu izlemiştir. Simone Veil çocukluğundan “enfes” hatıraları olduğunu söyler. “Annemden çok daha az yumuşak, çok daha az uzlaşmacı, çok daha az geçimliyim” diye belirtiyordu. “Annem, babamın baskısı yüzünden ve tutkuyla sevdiği kimya öğrenimine rağmen çalışmadı. Kendini hiç düşünmezdi, her şeyini çocuklarına ve kocasına vermek için kişisel bir yaşam fikrini bırakmıştı.” Beş yıllık bir zaman diliminde dört çocuk. Sonuncu Simone, en küçük, en itaatsizdir. Dört yaş büyük olan Madeleine ise daima, annesi olmadığı zaman onun yerini doldurma görevini yüklenmiştir. Simone isyankâr, sevecen, mutlu mu mutlu bir çocuktur. “Bir gün babama, Yahudi olmayan biriyle evlenmemin canını sıkıp sıkmayacağını sordum; kimle istersem onunla evleneceğimi söylemişti bana.” Aynı zamanda otoriter de olan bu babayı seviyordu. “Anneme kendi zevklerini dayatmasından hoşlanmıyordum, bu bağımlılık duygusu çileden çıkarıyordu beni!”
Evlerinde tam anlamıyla din yoktu; kuşaklar önce Fransa’ya yerleşmiş eski bir Yahudi ailesiydi. Yaşamın sınırında her şeyin allak bullak olduğu bir aileydi de bu. Ablası Denise direnişçi olarak Ravensbruck’a gönderildiği için annesi ve Milou ile tutuklandığı vakit 16 yaşındaydı.
Mart 2010’da Simone Veil’in Fransız Akademisi’ne alınma konuşmasını yaptığı sırada Jean d’Ormesson anlatır bu sahneyi. “29 Mart 1944’te, Fransa’nın güneyine bir müttefik çıkarması korkusuyla Nice’te üç ay öne alınan lise bitirme sınavlarına giriyorsunuz. Ertesi gün, 30 Mart, korkunç bir tesadüf sonucu iki ayrı yerde, anneniz, ablanız Milou, ağabeyiniz Jean ve bizzat siz Almanlar tarafından tutuklanıyorsunuz.” Sekiz gün durmadan yol aldıktan sonra, 15 Nisan 1944’te, Simone Veil, ablası ve annesi Auchwitz-Birkenau Kampı’nın girişindeki rampaya varırlar. 16 yaşındadır, uzun siyah saçlarıyla müthiş güzeldir. “Kader yoldaşlarından biri hemen 18 yaşında olduğunu söylemesini salık verir ona. Daha geldiği gece, kamp kuralı uyarınca, artık adı Sarah olacaktır ve koluna 78561 numarası dövmeyle kazılır” diye anlatan Jean d’Ormesson devam ediyor: “Ocak 1945’te, Sovyet birliklerinin ilerleyişi sonucunda onun grubu korkunç bir yolculukla Dora’ya gönderilir; aynı grup daha sonra Bergen-Belsen’e gider. Tükenmiş olan annesi 13 Mart’ta tifüsten ölür; bir ay sonra ise, yani günü gününe bir yıl sonra, İngiliz birlikleri Bergen-Belsen’e girer.” Güzelliğinin onu koruduğunu söyleyecektir Simone Veil. “Bir kapo kadın korudu beni; o kadın bana: ‘Burada ölmek için fazla güzelsin’ dedi; annem ve ablamla beni, daha az sert bir idaresi olan komşu kampa yolladı.” Annesi, daima annesi destek olmuştu ona. “Karda, harap bir halde, tifüs hastalığıyla 70 km yürüyecek takati nasıl bulduğunu bilmiyorum… Manevi güç, annemle babam için en çok bunun önemli olduğuna inanıyorum.”

Antoine ile karşılaşma

Döner dönmez, önüne geçilmez bir akarsu gibi tekrar başlar hayat. Her ne olursa olsun Simone Veil yıkılmamıştır. Annesiyle babası ölmüştür, ağabeyi de. Siyasal Bilimler’e başlar. Antoine Veil mi? “Biraz birbirimizden kopya çekerek” okudukları Siyasal Bilimler’in bulunduğu Saint-Guillaume Sokağı’nın gölgesinde mühürlenmiş bir tanışmadır. Âşıktırlar, çok âşıktırlar. Ve izdivaçları bir nebze burjuva koşullarda başlar. 19 ve 20 yaşında evlilik, ertesi yıl bir çocuk. İkisi arasındaki görev bölüşümü ise klasiktir; eşi meslekî sorumluluklara, o ise ocak başına. Halbuki Simone çalışmak istemektedir; “annemin bana bıraktığı en önemli miras” diye ekler. Antoine reddeder. Libération’a yazdığı bir portre yazısında anlatır bunu: “Burjuva hanımlarının yakışık aldığı gibi evlerinde oturdukları maço bir nesildenim ben”. Simone avukat olmak ister. “Söz konusu bile olamaz” der Antoine ona. Didişmeler ve münakaşalar sonrasında yargıç olma iznini koparır. “Antoine’ın dünya görüşüne daha yakındı bu” diye yorumlayacaktır bunu. O dönemden bahsedildiğinde, Simone Veil gökyüzüne bakar ve şefkatle: “Dövüşmem gerekti” der. Antoine Veil ise, iyi prens rolünde, ekleyecektir: “Kendini tedavi eden bir maçoyum, iyileşmiş bir maçoyum ben; tamamen değiştim.”
Ona üç oğul verdikten sonra, Simone en sonunda yargıç olma iznini koparır yani. Adli davalarla ilgilendiği, Adalet Bakanlığı’ndaki cezaevleri idaresinde yüksek memurluk makamında bulunur. 1964’te bu görevi bırakır ve özel davalara bakar. 1970’te Yüksek Yargıçlar Konseyi’nin (CSM) genel sekreteri olur. Ama en göz önündeki kamusal şahsiyet Antoine’dır. O militanlık yapmaktadır, Simone ise hayır. Ve şayet bu çiftten biri siyasî bir kariyer yapacaksa, Antoine olmalıdır bu, Simone değil. FAkat birtakım koşullar silsilesiyle her şey değişecektir. Simone Veil önce Valéry Giscard d’Estaing tarafından fark edilir, sonra Jacques Chirac’ın tavsiyesi üzerine sağlık bakanlığına terfi ettirilir. O sırada Paris Belediyesi’nde danışman olan Antoine kabullenir bunu. Ve iş dünyasına çekilir. “Onun Formula 1’de yarışacağını görünce, sınıfın arkasındaki sırama çekildim. Ezeli ikinci rolü oynamak istemiyordum” diye kabullenir mizahla. “Bir düşünce kulübü olan Vauban Kulübü üzerinden, politikayla uğraştım yine de.”

İstenmeyen gebelikleri sonlandırma hakkı için kavgası

1974’te artık hükümete girmiştir. Giscard cumhurbaşkanıdır, fakat Simone ona oy vermemiştir. Ya Chirac? Onu insan olarak takdir eder, fakat siyasetçi olarak değil; bununla birlikte onun Sağlık Bakanı olur. İsyankâr Simone bu beklenmedik naniğe bayılmıştır, fakat “Bunun ancak, muazzam bir pot kırana kadar birkaç hafta süreceğini” düşünmektedir. Pot kırma bahsinde, kendini kanıtlaması uzun zaman almaz; hem de yaşamına damgasını vuran bir konuda olur bu. Aslında Giscard’ın bir seçim vaadidir: Kürtajın cezalandırılmasını kaldırmak. Bu proje öncelikle Adalet Bakanı tarafından savunulmalıdır. Fakat o sıradaki bakan Jean Lecanuet buna karşıdır. Ve kürsüye çıkan, Sağlık Bakanı olur. Yahudi aleyhtarı sağın en beter küfürlerine maruz kalacağı zahmetli bir kavgadır bu; fakat zihinlere damgasını vuracak harikulade bir kavgadır da. “Bundan gurur duyuyor muyum? Hayır, ama büyük bir tatmin duygusu hissediyorum, çünkü kadınlar için önemliydi bu; üstelik bu mesele uzun zamandır gönlümde yatıyordu” diyecektir daha sonra. Hâlâ bugün bile, sürpriz yaşadığını itiraf eder: “Bu yasa yüzünden bana gösterilen minnetin hiç azalmaması hep şaşırttı beni; oysa ben doğum kontrol hapı kullanımına izin veren Neuwirth Yasası’nın çok daha önemli olduğunu düşünmeye devam ediyorum.”
Tabii ki Meclis seçimleri kampanyası sırasında yüzünü elleriyle gizlediği o sahne binlerce kez gösterilip yorumlandı; herkes onun ağladığını düşünüyordu: “Hayır efendim,” diyecekti bize, “ağladığımı hatırlamıyorum, gecenin üçü olmalıydı, o hareketim yorgun olduğumu gösteriyor, fakat ağlamıyordum.” Sonra: “Tartışmaların son gecesinde, Jacques Chirac Meclis’e gelip bana destek vermeyi önerdi. Gerek olmadığını söyledim ona. Saat 3:30’da tasarı 189’a karşı 284 oyla kabul edilmişti. Elleri tespihlilerin küfretmek için beni bekledikleri Bourbon Sarayı’nın meydanından geçerek eve döndüm ve koskocaman bir çiçek demetiyle karşılaştım.” Simone Veil kazanmıştı. Gazeteci Annick Cojean bu kavgayı izah için “Feminist misiniz?” diye soracaktır ona: “Militan ruhlu biri değilim, ama kendimi feminist hissediyorum, kim olursa olsun kadınlarla dayanışma içindeyim… Kendimi kadınlarla daha emniyette hissediyorum, belki de tehcirden kalma bu. Kampta, karşılıksız ve cömertçe yardım ediyorlardı; erkekler ise öyle değildi. Ve zayıf olduğu söylenen cinsin direnci daha büyüktü orada.”

Avrupa

70’li ve 80’li yıllarda ise ikinci meydan okuması uç verir: Biçimlenmeye başlayan Avrupa ülküsünün parçası olmak. “20. yüzyıl boyunca, Avrupa iki defa dünyayı savaşa sürükledi. Artık, barışı cisimleştirmeli,” diyecektir sık sık. Her tarafını saran bir kavgadır bu: Avrupa. O sırada cumhurbaşkanı olan Valéry Giscard d’Estaing’in isteği üzerine 1979’daki Avrupa seçimlerinde Fransız Demokrasisi İçin Birlik (UDF) listesinin liderliğini yapar. Temmuz 1979’da Avrupa Parlamentosu başkanlığını devralır. 1982 yılının başında, ikinci kez görev alması istenmektedir, ama RPR (Cumhuriyet İçin Birlik) milletvekillerinin desteğini alamadığı için adaylıktan çekilir. “Coşku verici bir Avrupa’nın emeklemelerini yaşıyorduk,” diye anlatacaktır onunla aynı anda Avrupa Parlamentosu’na seçilen Jacques Delors. “Simone Veil, başkanlığı sırasında, ender görülen bir vasfı olduğunu gösterdi: Ayırt etme/Tefrik.”
Simone Veil bir entelektüel değildir, eşsiz bir hatip de değildir. Hatta bazen yavan konuşarak sıkıcı da olabilir. Ama sözü dinlenir. Odur bu; zira daima bir tavrı, kabul ettirdiği bir tutumu vardır. Hem istenmeyen gebeliklerin sonlandırılması konusunda, hem Avrupa konusunda, ikna eder. Sözcükleriyle değil mevcudiyetiyle kabul ettirir. Buradadır; bir kaya gibi, bir süreliğine yeryüzünü kaplayan kötü rüzgârlara ve deniz kabarmalarına direnilebileceğinin bir kanıtı gibi. Buradadır. Yekpare karakteriyle, bazen kötü niyetli, her zaman doğrudandır; sözlerinin aptallığı yüzünden bir gazeteciye sertçe öğütlerde bulunabilir. “Her zaman ilk refleksim hayır demektir” diye kabul eder. Buna rağmen, o bir çehredir. Ve de bir tavırdır. Simone Veil buradaysa, bilirsiniz bunu. Cemiyet hayatından da hoşlanır, sık sık gala gecelerinde görürüz onu. Zor bir karakteri, inatçı fikirleri, aynı zamanda da hıncı olduğunu teslim eder. Mesela Avrupa seçimleri sırasında onun kampanyasını yürütürken oynadığı küçük marki rolünden nefret ettiği, her zaman hor gördüğü François Bayrou’ya karşı. “Bir şeyi ve onun tam zıddını aynı kendinden eminlikle söyleyebiliyor; sadece kendi geleceğiyle meşgul.”
Simone Veil böyledir işte; lâmı cimi yoktur; ya sever ya nefret eder. “Simone bir şeye karar verdi mi, bir taburla bile gelseniz görüşünü değiştirtemezsiniz” diye tanıklık ediyor Marek Halter. Mesela Simone Veil, Hannah Arendt’in Eichmann Davası’nı tahlilini tamamen yanlış bulur. 2008’de Sarkozy’nin teklifi olan, her ilkokul son sınıf öğrencisine Shoah’ın 11 bin Fransız çocuk kurbanından birinin hatırasının emanet edilmesini “dayanılmaz”, “düşünülemez” ve “adaletsiz” bulacaktır. Fakat 90’lı yıllarda, AIDS hastalığının hastane servislerini kırıp geçirdiği sırada, gece konsültasyonlarına katıldığı Broussais Hastanesi’nde basit bir gönüllü gibi çalışacak olan da aynı kadındır. Daima hazır ve nazırdır. Simone Veil sınıflandırılamaz olma hakkını kazanmıştır. “Bir inci” gibi gördüğü Rachida Dati’yi sevecektir. Sarkozy için daima, “Ona olan dostluğumu ve güvenimi koruyorum” diyecektir; ondaki “savaşçı mizacı”nı sevdiğini söyleyecektir. Bununla birlikte UMP’nin (Halk Hareketi Birliği) adayının bir Göç ve Ulusal Kimlik Bakanlığı kuracağı ilanını eleştirmesine ve bir “Göç ve Bütünleşme/Entegrasyon Bakanlığı”nı tercih etmesine engel olmayacaktır bu. Yine de ona sadık kalacaktır: “Benim için en önemlisi, insanların güvenilir ve yürekli olmasıdır”. Mart 1998’de atandığı Anayasa Konseyi’nde Mart 2007’ye kadar görev yapar. Sesi az işitilir, ama 2005’te sessizliğini bozarak “Avrupa Anayasası’nın oylandığı referandumda evet denmesi çağrısında” bulunur.

Simone Veil 10 Haziran 1979'da oy kullanmaya giderken
Simone Veil 10 Haziran 1979’da oy kullanmaya giderken

Yüksek Görevler

Sonra, yavaş yavaş kamusal yaşamı terk eder. Ama asla tamamen değil. Bir ikonadır o; Fransızlar’ın en sevdiği siyasî şahsiyettir. 11 Ocak 2008’de Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy onu, “zamanımızda lüzumu hissedilen yeni temel ilkelerin tanımlanması için büyük bir ulusal tartışmayı yürütmek ve bunları Anayasa’nın dibacesine kaydetmek”le görevlendirdiğini ilan eder; “etnik bir zeminde oluşamayacak olan çeşitliliğin” adını koyar. Onursal rolleri çoğalır, ama Shoah onun kamusal şahsiyet olarak yaşamında daima mevcuttur. 2000 ile 2007 yılları arasında, daha sonra onursal başkanlığını üstleneceği Shoah’ın Hafızası Vakfı’nı yönetir. Yüksek görevler hoşuna gitmiyor değildir. 1 Ocak 2009’da kendisine doğrudan Légion d’honneur büyük subayı nişanı verilir. 2010’da Académie française’e seçilir. Devam eder. Ve 25 Kasım 2012’de, yeni merkez partisi UDI’den (Bağımsız Demokratlar Birliği) Simone Veil adına üyelik kartını alır.
Son yıllarda bakışı yavaş yavaş sönecektir. Burada değilmiş gibi boş bir bakış. Hastadır, 21. yüzyılın hastalığı denen o hastalığa yakalanmıştır. Korkunç ve ona hiç yakışmayan bir hastalık. Dışarı çıkmayı, konuşmayı o kadar seven Veil, artık hiçbirini yapamamaktadır. Çehresi donuklaşır. Bununla birlikte, eski kamp arkadaşı Marceline Loridan-Ivens’i düzenli olarak görmeye devam eder. Nisan 2013’te, kocası geceleyin 86 yaşında ölür… “Müstesna bir çiftti,” diye anlatır Loridan-Ivens. “Yaşlı çiftleri bilirsiniz; ya küskünleşirler, ya müstesnalaşırlar. Onun ölümüyle, Simone o kadar yalnızlaştı ki.” Marceline Loridan-Ivens Simone’dan bir yaş büyük. “Aynı trendeydik; sonra da kampta, 9. Blok’ta yüz yüze uyuyorduk. Kapo ona ‘Ölmek için fazla güzelsin sen’ dediğinde yanındaydım.” Sonra: “Bugünün dünyasında, risklere girdi o”. Daha da anlatır, Simone ile tekrar birbirlerine kavuşmalarını: “1956’da tesadüfen onunla Paris’te bir sokakta tekrar karşılaştım, iki çocuğunu gezdiriyordu. Görüşüyorduk, birbirimize sık sık telefon ediyorduk, birbirimizi hiç gözden kaybetmedik. Beni her zaman çok korudu.” Simone mu? “Onun görüntüsü medyadan daha kuvvetli, efsane daha kuvvetli. Bugünkü haliyle, onu hastayken görmek adil değil gerçekten.” Sonra: “Ama biliyor musunuz? İnsaniyetini muhafaza etmek için mücadele vermek gerek.”

Simone Veil hakkında kitaplar :
Simone Veil, un Destin, Maurice Szafran, Flammarion, 1994
Une vie, Simone Veil, Stock,‎ 2007

FransizKultur

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.