Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

François Cusset: “Neo-liberalizm vahşiliğin ultra-modern halidir”

Fransız tarihçi ve düşünür François Cusset ile Télérama’dan Michel Abescat’nın yaptığı ve 26 Nisan 2018’de yayınlanan söyleşiyi Haldun Bayrı çevirdi.

5722441_cusset_624x390
François Cusset

 

Yaşadığımız dönem eski zamanlardan daha mı az haşin? “O kadar emin olmayalım” diyor tarihçi François Cusset, “Dünyanın Zıvanadan Çıkışı” (“Le Déchaînement du monde”, Éd. La Découverte, Mart 2018) başlıklı kitabında. “Savaşın şiddetinin yerini, onun kadar tahripkâr neo-liberalizmin şiddeti aldı.”

 

Dönemimiz, insan türü var olmaya başladığından beri en az şiddet yaşanan dönem mi? Kanadalı psikolog Steven Pinker, Fransa’da geçen sene yayımlanan “İçimizdeki Melek” (“La Part d’ange en nous”, Les Arènes, Ekim 2017) başlıklı kitabında ileri sürüyordu bunu. Şiddetin tarihsel olarak gerilediği minvalli bu fikre karşı, düşünce tarihçisi François Cusset çok daha az iyimser bir tespitte bulunuyor. Yeni bir mantığı ve yeni yolları olan yeni bir şiddet fikri… daha az görünür olan, aşina olduğumuz biçimlerden farklı bir şiddet. Ama her yerde mevcut ve tahripkâr. Çağdaş şiddetin o benzersiz mantığı ne öyleyse? Somut olarak nasıl gösteriyor kendini? Kısa süre önce Éd. La Découverte’in yayımladığı “Dünyanın Zıvanadan Çıkışı”nın yazarıyla söyleşi.

 

Steven Pinker’ın tezinde neyi eleştiriyorsunuz?

Belâgatinin ardında, bu teze üç nedenle karşı çıkıyorum. Bu nedenlerin biri jeopolitik: Teşhisi fazla Batı-merkezli; günümüzdeki şiddetin durumunu sömürgelerin bağımsızlaştığı dönemle, hatta sömürgecilik dönemiyle karşılaştırsın da görelim. Bugünkü durum daha sakin değil. Pinker’ın ikinci hatası yöntembilimsel; zira, rakamsal verilere, temel olarak da savaş kurbanları sayısının o savaşların vuku bulduğu dönemdeki dünya nüfusuyla karşılaştırılmasına önem atfederek, şiddeti bir nicelik sorununa indirgiyor. Böylelikle de şiddetin tüm ölümcül olmayan biçimlerini göz ardı ediyor.

Filozof Simone Weil’in 1939’da dikkat çektiği gibi, öldüren şiddet, şiddetin üstünkörü ve kaba bir biçimidir; bizim karşı karşıya olduğumuzun beterliği, öldürmeyen şiddettedir — yani “henüz öldürmeyen” diye ekliyordu Weil. Son olarak, en önemlisi, Pinker’ın tezinin üçüncü zayıf noktası kavramsaldır. Bence şiddet mefhumu tekrar sorgulanmalıdır: Dönemin koordinatlarına uyarlanmalıdır; doğrudan, yani fiziksel şiddet ile psişik/ruhsal şiddet –vurulan darbelerin uzun vadede patlaması da dahil olmak üzere– şimdiye kadar yapılmadığı şekilde birbirine bağlanmalıdır.

Zira şiddet, nefret propagandasından öldürücü davranışa, ekonomik dayatma ile onun ürettiği iç daralmasına, dolaşım halindedir. Bütün bunlar bence merkezî olan “sistemli şiddet” mefhumunu incelemeye teşvik ediyor; bu mefhumun tarihte büründüğü, iyi bilinen Nazizm’de ve Ortaçağ çarpışmalarındaki şekilleriyle alışageldiğimiz, noktasal, ölümcül, göz alıcı haşinlikle hiç alâkası yok.

 

Şiddetin bu sistemli mantığı nasıl tanımlanır?

Önce bunun şiddetin aldığı fiilî biçim olmadığını anlamak gerek; çağımızda şiddetin zıvanadan çıktığı tüm olayların arka-planını, dış çerçevesini oluşturuyor. Aktüaliteden bir örnek alalım. Ücra bir bölgede yaşayan bir işsiz tahayyül edelim. İşsizlik sigortasında ve demiryolu taşımacılığında yapılan iki reformun akabinde, demiryolları işletmesinin (SNCF) yerel hatlarının kapatıldığı bir bağlamda, evinden uzaktaki düşük nitelikli bir işi kabul etmek zorundadır.

Ona dayatılan bu imkânsız durum –gidemeyeceği için istemediği bir işi kabul etmek– tam da benim sistemli şiddet diye adlandırdığım şeyin ta kendisidir. Bedenin darbelere maruz kalması gibi bir şiddet söz konusu değildir; işsizlik sigortasındaki ya da demiryolu pazarındaki yeni kurallar gibi, bizzat yapılarda kayıtlı olan ve hükümetin bu reformları mekanik olarak dayattığını iddia ettiği ekonomik sisteme bağlı bir şiddet söz konusudur daha ziyade. Bu sistemli şiddetten, toplumsal, ruhsal, çift yaşamıyla ilgili ve varoluşsal çok somut şiddetler çıkacaktır.

 

Ekonomik sistemin şiddeti sizce fedakârlığa iten mantığından ileri geliyor. Tam olarak ne demek istiyorsunuz?

İşin aslı, 20. yüzyılın son otuz yılında, ilkelerinin, mekanizmalarının ve mantığının radikalleşmesiyle kapitalizmin vardığı tarihsel dönemeçtir: sosyal devletin geri çekilmesi, özelleştirme, mevzuatsızlaştırma, finansın küreselleşmesi. Bazılarının “neo-liberal” diye adlandırdığı bu dönemecin motorlarından biri de kapitalizmin kaymağını yediği ya da Truva atı gibi kullandığı teknolojik dönüşümdür.

Ve bunun sonu, dünya ölçeğinde ücretlilik koşullarının benzeri görülmemiş bir şekilde güvencesizleşmesine (prekarizasyon) çıkmaktadır. Çalışmak, erteleme/tecil halinde bir yaşamı kabullenmekten ibarettir; kendini başkasıyla değiştirilebilir, yeri kolaylıkla doldurulabilir, çoğu erişilmez olan katiyetle yeni görevlerdeki çabukluk, randıman ve hız zorunluluklarına tâbi hissetmekten ibarettir. Bütün bunlar çöküntü/depresyon, kendinden nefret etme, iç daralması doğurur; dünkü şirketin ya da sürdürülebilir ücretliliğin kurma imkânı sağladığı ortak bağlar da olmadığından, bireysel varkalma refleksleriyle tepki gösterilir bunlara. Bu tarihsel rol değişimi –zira bu da bir roldür– her birimize yöneltilen kendini feda etme buyruğunu kamu yararı hedefinin yerine geçirir: Kaçınılamaz gibi sunulan –ve emeklilerle demiryolu çalışanlarını ayrıcalıklılarmış gibi gösterme izni veren– bir ağırbaşlılık doktrini adına kemer sıkmak; istihdam güvencesizliği ve ücretlerin sabit kalması oyunuyla yaşam koşullarının kötüleşmesini seyretmek; ya da şirketimin, şehrimin veya mahallemin, küresel rekabet oyununda kaybettiği için yüzüstü bırakılışını seyretmek. Bu intihar zorlaması ekonomik ve yönetsel söylemin öğretisel temeli haline gelmiştir.

 

Bu yeni fiilî durumun sonuçları neler? “Uygarlıksızlaşma”dan söz etmekten çekinmiyorsunuz…

Kitabım, Steven Pinker’ın esinlendiği Alman sosyoloğu Norbert Elias’ın (1897-1990) büyük antropolojik varsayımının karşısına, kaosvâri, egoist, yıpratıcı bir neo-liberal dünyanın hazin bayağılığı tespitini çıkarıyor. 16. yüzyıldan beri, şiddetin ve heyecanların kendinde bastırılması sürecine tanık olduğumuzu ileri sürer Elias. Batı, hem seçkinlere hem halk sınıflarına, yeni kaideleri ve yaşam bilgisi kitaplarıyla bir uygarlık programı dayatmıştır: Davranışınıza, lisanınıza, sofrada oturuşunuza, temizliğinize, kışkırtmalar ve hakaretler karşısında kibar ve medeni kalma çabası göstererek vereceğiniz cevap tarzına dikkat edersiniz. Bunun sınırlarını da gösteren Elias’a göre, bu model yine de bireyler arası ilişkileri yumuşatmıştır ve geriye dönüşü olmayan bir noktaya varmıştır.

Geniş ölçüde tartışılan bu tezin bugün radikalleşmiş kapitalizmden çıkan yeni vahşilikle bağdaşması zor görünmektedir: Bir makamı elde etme ya da korumadaki rekabetin vahşiliği, rakiplerin elenmesi, erişilmez hedeflerin vahşiliği ve bundan doğan üzüntüler, sınırsız bir tüketimin vahşiliği… Ya da sadece, 2008’in Kasım ayında, indirimli satışların ilk günü, New York yakınında, Long Island’daki bir süpermarketin kapılarını açan güvenlik görevlisini ezip geçerek öldüren müşteri güruhunun vahşiliği. “Uygarlıksızlaşma” sözcüğünü, Norbert Elias’ın sürecinin bizzat ekonomide (artık yegâne ufkumuz) yakın zamanda yaşanan bir evrimine imaen kullanıyorum.

 

Devlet düzenleyicilik rolünü yerine getirmiyor mu artık?

Modern devletin oluşumundaki kurucu unsur, Max Weber’in deyişiyle, ünlü “meşru şiddet tekeli”dir; bunun karşılığı da, eğitim, sağlık, ya da yoksullukla mücadele konularında yurttaşların genel durumunu iyileştirme projesinin az çok yerine getirilmesidir. Demokraside, bu proje 20. yüzyılda Refah Devleti diye adlandırılan biçimi almıştır. Ama bugün, devlet, adaletsizliklerin hizaya çekilmesi ya da bakım sağlama işlevini bırakıp diğer işlevine, finans piyasalarının ve kemer sıkma önlemlerinin hizmetine soktuğu baskı ve denetim işlevine öncelik tanımaktadır. Devlet güvencesiz istihdam terbiyesi vermektedir; rakamsal bir mantıkla tedavi etmektedir; tedbir amacıyla hapsetmektedir, göçmen akışını “idare etmektedir”. Bunları yaparken, tarihsel meşruiyetinin büyük bölümünü yitirmiştir.

 

Arındırıcı işlevini artık kaybettiğini düşündüğünüz kültür konusunda da sayfalarca yazmışsınız. Orada durum nedir?

Aristoteles’ten beri biliyoruz ki, kültürün üç yolu olan kurgu, temsil ya da performans aracılığıyla tutkularımızda, içsel şiddetlerimizde bir tenkil meydana gelir: Önümüzde sahnelendiklerini görmemiz onları bize dışsal kılar ve özgürleştirici cinsten bir heyecana yol açar. Bu arındırıcılık işlevi bugün bunalımdadır; hiç değilse, ekonomik mantıkla “kültürel arz” diye adlandırılan anlamında. Gani gani, sindirimi imkânsız, çarpanıyla artan, satış ve pazarlama hedeflerinden ayırt edilemeyen bu arz, dijital devrimle, insanlara bir de aktör, prodüktör, kültür yaratıcısı olma vaadini getirmiştir. Fakat sonsuza doğru uzandıkları zaman, imgeler artık bir arınma yolu olmazlar; bizden önceki nesiller için düşünülmez olan bir çiğlik ve haşinlikle istila ettikleri varoluşlarımızın mecburi arka-planlarına dönüşürler.

Kültür sanayiinin aktörleri arasında, gözümüzün ağtabakasının, dikkatimizin denetimi için bir çarpışma başlamıştır; bazı video oyunu, TV dizisi ya da pornografik site meraklılarında gözlemlenen histerikleşmiş görsel (scopique) dürtüye götürür bu; başkalarında ise büyük hüsrana ve güçsüzlüğe yol açar. Bu koşullarda, kültürel faaliyet yüzyıllardır sahiplendiği, tutkuları türetme ve yüceltme (sublimation) mantığını yitirir.

 

Kitabınızın başlığına dönersek, “Dünyanın Zıvanadan Çıkışı”nın sonuçları nedir?

İçinde yaşadığımız ve bize alternatifsizmiş gibi sunulan sistem, kilit altına alınmış görünmektedir; çıkışsızdır, en beter senaryolar için bereketli bir zemindir. Zira buna tepki olarak, hangi ülke ya da hangi yaşam düzeyi söz konusu olursa olsun, şiddetli kimlik önerileri temayüz etmektedir; bu, dinî radikalleşme de olabilmektedir, milliyetçilik ya da özleştirilmiş kavim-topluluk temelli mantık da. Avrupa’daki sağ popülizmlerden Hindistan Halk Partisi BJP’ye, bu arada Latin Amerika’daki yarı askerî örgütlenmelere, geniş bir örneklem bulunmaktadır.

Bu türden öneriler kabul gördüğü zaman, tanımlamış olduğum yapıların ve sistemlerin soğuk şiddetinden, günah keçilerini hedef alan sıcak şiddete geçilir. Dolayısıyla işi tekrar ele almak acil hale gelmiştir. Neo-liberal dünya sistemine direnenlerin yapmayı denedikleri de budur: Toplumsal deneyimler, fikir ayrılıkları, özgürleşme mücadeleleri, şimdilik ne seçim sonuçlarında ne medyalarda görünmektedir; ama çok sayıdadır, çeşitlidir, cıvıl cıvıldır. Ne olup biteceğini söylemek olanaksız, ama bunlar önümüzde. Az bir şey de değildir bu.

 

SEKİZ TARİHTE FRANÇOIS CUSSET

1969 Boulogne-Billancourt’da doğdu.

1996-2000 New York’ta Fransız Kitap Bürosu sorumlusu.

2002 Queer Critics, éd. PUF.

2003 French Theory, éd. La Découverte, 11 dile çevrildi.

2004-2008 Paris Sciences-Po’da ders verdi.

2009 Paris-X Nanterre’de Amerikan araştırmaları dersleri.

2014 Yön. altında, Une histoire (critique) des années 1990, éd. La Découverte/Centre Pompidou-Metz.

2016 La Droitisation du monde, éd. Textuel.

 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.