Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Yalanın hükümranlığı döneminde gazetecilik

Yayına hazırlayan: Gamze Elvan

Merhaba, iyi günler. Bugünkü yayının ilhamını arkadaşım Kemal Can’ın Gazete Duvar’daki “Acayip Zamanlar” yazısı verdi. Çok güzel bir yazı. Zaten Kemal son dönemde Türkiye’de, medyada en dikkat çekici yazıları yazan kişilerin başında geliyor; en son Cumhuriyet’te de yazıyordu ve ayrıldı biliyorsunuz. Burada, Türkiye’de aslında dünyada post-truth diye adlandırılan hakikat ötesi dönemi anlatıyor. Spota da çıkarılan bir bölümünü okumak istiyorum: “Nasıl oluyor da bu kadar kolay yalan söyleniyor? Nasıl oluyor da bu yalanlara inanılıyor veya inanılmış gibi yapılıyor? Nasıl oluyor da, yalanlar ortaya çıktığında hiçbir şey olmuyor? Çünkü, gerçek tamamen imha edilemez olsa da, yalanı anlamsızlaştırmak, mesele olmaktan çıkartmak o kadar zor değil. İnanmaya mecbur olanların üreteceği bahaneler ancak yalanın ahlaki bir mesele olarak da yeniden anlam kazanmasıyla boşa çıkar.”

Evet, bir yalan tahakkümü var, hükümranlığı var ve bu esas olarak da medya üzerinden yapılıyor — bir geleneksel medya, bir de sosyal medya. Geleneksel medya zaten Türkiye’de büyük ölçüde siyasî iktidarın denetiminde, kontrolünde; her türlü ayıklama yapıldı, her türlü tahkim yapıldı, son yerler de teker teker iktidarın şu ya da bu şekilde denetimine giriyor ya da iktidarı rahatsız etmeyecek bir şekilde değişiyor. En son Cumhuriyet gazetesinde olduğu gibi. Sosyal medyada da tamamen bu yalan, post-truth egemen oldu, çok kolay dolaşıma girdi — ki bu dünyaya özgü olay, ama Türkiye’de de böyle bir çağdayız.

Bugün mesela çok sıcak bir örnek: İsmail Saymaz Hürriyet’te muhabir, Türkiye’nin en iyi muhabirlerinden. İsmail’in iktidara yakın medyada cihadcıları parlatmasıyla bilinen birisiyle bir polemiğe olmuş belli ki; o kişi de İsmail’e cevaben şöyle bir şey söylüyor: “Senin 28 Şubat’ta şöyle şöyle haberler yaptığını ne çabuk unuttun?” diyor. İsmail’in cevabı çok güzel, “28 Şubat’ta ben 16 yaşındaydım ve namazımda niyazımdaydım” diyor; yani yalan atıyorsunuz, ama birçok insan da bu yalana inanıyor ya da yalanı görüyor ama cevabını, yalanlamayı görmüyor. Böyle bir çağdayız; herkes herkese bir şeyler yapıştırıyor ve onun tarafında olan kişiler karşı tarafı zaten sevmediği için önemsemediğinden, ona inanıyor; o istediği kadar kendisini anlamaya çalışsın ya da yalanı inkâr etmeye çalışsın… bunların hiçbir anlamı yok.

Bir başka örnek de, İş Bankası yönetiminde olduğu iddia edilen CHP’li bir şahıs –şimdi adını hatırlamıyorum– hakkında iktidara yakın medyada üst üste haberler yapıldı ve o da üst üste kesinlikle böyle bir şey olmadığını anlatmaya çalışıyor ve tabii şöyle de bir husus var: Yargı bu anlamda Türkiye’de, artık Türkiye bir hukuk devleti olmaktan çıktığı için de yargı, mağdur olan, yalanlarla mağdur edilen kişilerin başvurabileceği bir yer olmaktan büyük ölçüde çıkmış durumda. İnsanlar yine de kendilerini, haklarını savunmak için yargıya başvuruyorlar; ama büyük ölçüde bunu pek başaramıyorlar.

Neden yalan bu kadar hâkim? Çünkü –dünyada da böyle Türkiye’de de böyle– iktidar sahipleri kendilerini yeniden üretemiyorlar, ahlâkî bir zeminde hakikat üzerinden kitle desteklerini muhafaza etmek ve kendilerini geliştirmek imkânına sahip değiller. Eskiden olduğu gibi sadece güçle, zorbalıkla, tahakkümle, fizikî tahakkümle bunların tek başına olamayacağını bildikleri için de özel medyayı ve bu tür yalanları da bu anlamda çok ciddi bir şekilde kullanıyorlar. Yalan aslında iktidarların hep kullandıkları bir şey; ama günümüzde çok daha yoğun bir şekilde ve gerçeğin çok ötesine geçmiş, gerçekten çok daha baskın bir şekilde karşımıza çıkıyor. O kadar çok olay yaşanıyor ki… Mesela gazeteler, Amerikan medyası ve birtakım kurumlar, yalanı tespit etmekle uğraşan kurumlar, Trump’ın seçim boyunca söylediklerinin neredeyse üçte ikisinin asılsız olduğunu kanıtladılar; ama bu seçilmesine engel olmadı ve seçimden sonra da söylediği çok şeyin doğru olmadığı biliniyor, ama birçok insan doğru olmadığını bile bile ona inanıyor, inanmak istiyor. Türkiye’de de böyle; Gezi döneminde bunun zirvelerine tanık olduk. Birtakım iddialar, kara çalmalar yapıldı ve kasetler gösterileceği söylendi, videolar; hiçbirisinin videosu gösterilmedi. Yalanlar, yalan söyleyenler, yalana ortak olanlar –Kabataş olayında olduğu gibi– çok net bir şekilde, çok aşırı bir yalan olduğu için, belki biraz konuşuldu, ama onun dışında birçok yalan, söyleyenin yanına kâr kaldı. Bir şey söyleniyor, bir şey açıklanacağı söyleniyor, ama arkası gelmiyor; bunun fikrî takibini yapacak kurumlar yok, medya yok ya da var olan medya bu konuda çok zayıf. Sosyal medyada vatandaşın kendisine, bu konuda mücadele etmek isteyen vatandaşa karşı da değişik kanatların troll ordularıyla –kimi zaman gerçek şahıslar, kimi zaman robotlar– yoluyla bunların çok kolay bastırıldığını görüyoruz.

Burada tabii şunu vurgulamak lazım: Sadece siyasî iktidardan kaynaklanan bir şey değil. Esas olarak siyasî iktidardan kaynaklanıyor, ama bunun dışında Türkiye gibi kutuplaşmış ülkelerde, bütün kutuplar kendi hallerinden aslında memnun oldukları için, kutuplaşmadan aslında şikâyet eder görünenler de dahil olmak üzere bir köşede memnun oldukları için ve bu kutupların varlığını sürdürmek her şeyin önüne geçtiği için, en kolaya başvuruyorlar. Hızlı bir şekilde propaganda yapmak için de en kolay birtakım şeyleri üretmek, yalan üretmek burada pek muteber oluyor. Tabii bu arada yalan üretmek derken, son dönem çok meşhur bir laf var: “Algı üretmek, algı yapmak” diyorlar bazıları. İlginç bir şekilde bu lafı kullananlar da yalancılar; yani Türkiye şu anda yalanın hükümranlığına teslim olmuş, bundan memnun olan kesimler yalana karşı kıt kanaat imkânlarıyla mücadele etmek isteyen kişilere, gerçeği anlatmak isteyen kişilere genellikle “algı yapıyorsun” vs. gibi çıkışlarla –ki algı yapmak, algı yaratmak ama en çok da söylenen algı yapmak– çıkışlarla yalanın savunmasını yapmaya çalışıyorlar, bu anlamda yalanın tahakkümü her geçen gün artıyor.

Gazetecilik bu noktada çok önemli; ama her geçen gün bütün kalelerin teker teker yıkıldığı bir dönemde, sosyal medya üzerinden yapılmak istenen –bizlerin de burada Medyascope’ta yapmak istediğimiz– birtakım şeyler, bu örgütlü ve herkesin aslında bir şekilde memnun olduğu yalan fabrikasyonuna karşı çok güçlü olamıyorlar. Çok başımıza geldi; şahsen benim ya da kurumsal olarak Medyascope’un, bazı durumlarda yaptığınız haberler ya da yorumlar sizi kendisiyle aynı kutupta görenleri rahatsız edebiliyor ve bu sefer de size, “Ya, bu doğru olabilir ama, hiç değinmeseniz daha iyi olmaz mı? Şimdi bunları ne karıştırıyorsunuz?” gibi çıkışlar çok yapıldı, kişisel olarak çok tecrübem var deneyimim var. Özellikle muhalefetin içerisindeki, kendini muhalefette tanımlayan kurumlara ve kişilere yönelik eleştirilere karşı bir tahammülsüzlük var. Yani eleştirilere itirazdan ziyade, eleştirilerin doğruluğunu sorgulamaktan ziyade, gerekliliğini sorgulamak gibi bir mantık var. İşte burada gereklilik, zaruret meselesi gündeme gelince, öncelikler meselesi gündeme geliyor ve size insanlar belli bir kutbun içerisinde olmanızı ve o kutbun içerisinde halinizden şikâyet etmemenizi ve karşı tarafa yönelik olarak sürekli bir bombardımanda olmanızı ve bu bombardımanı yaparken de gerçekle nasıl ilişki kurduğunuzun çok da fazla önemli olmadığını telkin ediyorlar. Gerçekten işimiz bu anlamda çok zor. Gerçekte ısrar etmek bence şu anda Türkiye’de ve dünyada, ama özellikle Türkiye’de, siyasî iktidarı eleştirmenin, devletin karşısında toplumdan yana durmanın bence birinci şartı gerçekte ısrar etmek, yalana hiçbir şekilde prim vermemek. Yanlış olabilir, yanlış yapabilir bir gazeteci; yanlış yapabilir, ama yalan söyleyemez, hele bilerek bir şeyleri gizleyerek vs. yapamaz.

Bu konuda Türkiye’de gazetecilerin sayısı giderek azalıyor; kurumların sayısı, yayın organlarının sayısı giderek azalıyor ve giderek azalan bir başka şey ise vatandaşın buralara desteği, katkısı çok ciddi bir şekilde azalıyor. Buna ekonomik sorunlar vs. bahane oluyor; ama şöyle bir şey söylemek lazım: Bir emek veriyorsunuz, bir şeyler yapmaya çalışıyorsunuz ve ondan sonra bunun karşılığında insanlar en azından birtakım şeyler –hani nasıl söyleyeyim?– iyi sözler duymak istiyorlar diyelim; ama sosyal medyanın bu kadar egemen olduğu bir dönemde genellikle hakaretler, küfürler, saldırılar daha fazla kendini gösteriyor. Hoşuna gidenler varsa da, nedense bir cimrilikle bunu çok fazla hissettirmiyorlar.

Özellikle Türkiye gibi bir ülkede bu zor şartlarda hâlâ gazetecilik yapmaya çalışan, hâlâ gerçekte ısrar etmeye çalışan, yalanın tahakkümüne karşı mücadele etmeye çalışan kişilere –eğer öyle kişiler olduğunu düşünüyorsanız kurumlar olduğunu düşünüyorsanız–, bunlara izleyicilerin, okuyucuların ilgisini desteğini esirgememesi lazım. Bunu olabildiğince biz kendi içimizde yapmaya çalışıyoruz, meslekî dayanışma adına başka kurumlara, başka meslektaşlarımıza sahip çıkmaya, onların ürettikleri şeylerin daha fazla daha geniş kitlelere yayılmasına katkıda bulunmak istiyoruz; ama öte yandan şunu görüyoruz – ki bu çok önemli bir husus: Bazı yayın organları, özellikle internette faaliyet gösteren internet siteleri, özellikle yalanın yeniden üretimini yapan yayınların, bazı köşelerin, baştan sona yalan olduğu belli olan, hakaret olduğu belli olan şeylerini sözüm ona ifşa etmek adı altında dolaşıma sokuyorlar, daha fazla yayılmasına katkıda bulunuyorlar, bence bu son derece yanlış bir tutum. Yani A kişisi geliyor, 3. Havalimanında gerçekten onurlu bir direniş sergileyen işçilere her türlü hakaret ediyor ve bir bakıyorsunuz o A kişisi birdenbire popüler oluyor, neden? Çünkü onu birileri teşhir ediyor. Ama şunu farkında olmak gerekiyor; o kişi, o yazıyı yazan kişi zaten yazdığının yalan ve beş para etmez bir şey olduğunun farkında, ama bulunduğu, yazdığı yer, bulunduğu yer ona böyle şeylerde yarıyor ve onun bu şekilde sözüm ona ifşa etmesiyle popüler olması onun aslında işini iyi yaptığını gösteriyor; bunu özellikle vurgulamak lazım. Bazı kişiler gerçekten medyada, özellikle bazı kişiler, yalanın dolaşımını, gerçeğin bastırılmasını bizzat üstlenmiş kişiler, işleri bu. Bunlarla mücadele etmenin yolu sözüm ona onları ifşa edip, onların daha popüler olmalarını sağlamak değil; onları yok saymak, onları hiçbir şekilde ciddiye almamak, kaale almamak ve sadece gerçeğin üzerinden yola devam etmeye çalışmak.

Evet Kemal’e tekrar bu yazısı için çok teşekkür ederim. Tabii burada bir husus var onu da vurgulamadan geçemeyeceğim: Cumhuriyet gazetesinde de –Kemal de istifa edenlerden, ayrılanlardan birisiydi, onu söylemiştim– ayrılanlara yönelik olarak yeni yönetimin yarattığı birtakım şayialar var; bunun cevapları da bir ölçüde verildi. Burada Cumhuriyet gazetesi olayı bize bir kere daha şunu gösterdi: Artık Türkiye’de her şey ahlâkî duruşla ilgili bir şey. Siz eğer mahkemelerde sırf gazeteci oldukları için yargılanan kişilerin aleyhine ifade verenlerle o yargılanan kişiler arasında tercihinizi yargılananlardan yana yapıyorsanız, gerçekten o zaman gerçeğin yanında duruyor oluyorsunuz. Bu arada sırf bu tercihi böyle yaptınız diye size bir yığın “terörist” falan gibi şeyler söyleyenler çıkabiliyor; bunlara itibar etmemek gerekiyor. Gerçekten Cumhuriyet gazetesi örneği bize, son yaşanan örnek bize bu olayın sadece ve sadece siyasî iktidarla sınırlı olmadığını –tabii ki esas merkezin iktidar olduğu– ama küçük küçük iktidarların her birinin de aynı şekilde gerçekten ziyade yalana itibar ettiğini bize gösteren son ve çarpıcı bir örnekti. Evet söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.