Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Açık Oturum (170): 2018 geride kalırken – Kemal Can, Kadri Gürsel ve Serhat Güvenç ile söyleşi

https://soundcloud.com/medyascopetv/acik-oturum-170-2018-geride-kalirken-kemal-can-kadri-gursel-ve-serhat-guvenc-ile-soylesi

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Sedat Pişirici: İyi akşamlar. Medyascope.tv’nin 170. açık oturumunda karşınızdayız. Bu açık oturum aynı zamanda 2018 yılının son açık oturumu. Bu akşam üç konuğumuz var. Stüdyoda Kemal Can ve Kadri Gürsel ile beraberiz. Arkadaşlar, hoş geldiniz. Daha önce bu yayına Aydın Selcen’in katılacağını duyurmuştuk fakat Aydın Selcen şu anda ağır bir griple mücadele ediyor. Onun yerine bir joker aldık yayına. Prof. Serhat Güvenç bizimle birlikte. Hocam hoş geldiniz.

Serhat Güvenç: Hoş bulduk.

Pişirici: Bugünkü açık oturumun konusu, 2018 yılı geride kalırken bu yıl boyunca ne oldu ne bitti ve Türkiye’de ve dünyada neler oldu, neler yaşadık, bunları değerlendirmek. İzleyiciler hatırlayacaktır, geçen yıl da benzer bir yayın yapmıştık. Benim önümde bir kronoloji var. Ben o kronolojiyle yürüyeceğim. Kronolojiyi okurken sizlere sorular soracağım. Ama sizler de, soru sormadığım bir anda, ilginizi çeken, yoruma muhtaç olduğunu düşündüğünüz bir konu varsa lütfen müdahil olun ve o konuda yorumlarınızı aktarın. Ama önce şöyle başlamak istiyorum: İlgi alanlarınıza göre sizin 2018 yılında önemli saydığınız konular nelerdi? Serhat hocam ile başlayalım.

Güvenç: Çok teşekkür ederim. Şimdi herhalde önce Aydın Selcen’e bir “geçmiş olsun” demek gerekiyor. Onun yerini doldurmak mümkün değil ama ben artık elimden geldiğince bir şeyler söylemeye çalışacağım. Benim açımdan bu yılın en önemli birkaç olayı, Soğuk Savaş türü askeri tatbikatların geri dönmesi oldu. Ruslar’ın “Zapat”, yılın sonuna doğru da NATO’nun ‘’Trident Juncture’’ isimli, Soğuk Savaş sonrasında da en çok askeri birliğin katıldığı tatbikatlar olarak ardı ardına yaşanması, içinde bulunduğumuz durumu Soğuk Savaş sonrasının ilk 10 yılından biraz daha farklı kılıyor. 

İkinci olarak, -diğer katılımcılar da herhalde değinmeyi düşünüyorlardır- Kaşıkçı Cinayeti; Kaşıkçı Cinayeti’nin Ortadoğu’nun stratejik denkleminde yarattığı dalgalanma, hareketlenme. Nihayet, çok yakın zamanda Trump’ın Suriye’deki Amerikan askeri varlığına aniden ve beklenmedik bir şekilde ya da beklenenden çok önce son verme kararı. Bu üç olayı art arda sıraladığım zaman uluslararası ilişkilere bakışta bunlar aklıma geliyor. Belki dördüncü olarak Brexit meselesinin de bir hale yola konulmamış olması eklenebilir.

Pişirici: Kadri Gürsel?

Kadri Gürsel: İkisi birbirine bağlı olaylar. Bir tanesi Türkiye’deki 24 Haziran Seçimleri. 24 Haziran Seçimleri’nin tarihinin belirlenmesinde rol oynayan faktör, yaklaşmakta olan ekonomik krizin iktidar tarafından öngörülmesiydi. Dolayısıyla hemen ardından ağustos ayında Türk Lirası’nın değer kaybıyla başlayan süreç ve akabinde bugün geldiğimiz noktada, artık büyüme rakamlarının iyice aşağı doğru gitmesi, işsizliğin artması, gıdada enflasyonun çok yüksek seviyelere varması, açıklanan enflasyonla TÜFE ve Üretici Fiyatları Endeksi (ÜFE) arasındaki makas… Bütün bunlar birbirini karşılıklı olarak etkileyen unsurlar ama 24 Haziran Seçimleri ile Türkiye’de rejimin konsolidasyonu söz konusu oldu. Ondan önce de bu önümüzdeki yılda da etkisini sürdürecek ve konuşulacak olan Suriye konusu var. Afrin Operasyonu ve aynı zamanda Türkiye’nin İdlib’de askeri varlığını sağlamlaştırması, güçlendirmesi ve buna bağlı olarak da -Serhat Hoca’nın söylediği konu- Amerika’nın çekilmesi. Bunlar da bir vakum etkisi yapacaktır. Bakalım Türkiye 2019’da nasıl gidecek? Çok taraflı angajmanlarla mı hareket edecek, kimi zaman tek başına mı hareket edecek, bunu göreceğiz.

Pişirici: Kemal Can?

Kemal Can: Tekrar olmasın ama tabii ki iç politikadaki en önemli mesele, 24 Haziran Seçimleri’ydi. Önü, arkası, onun anayasa değişikliği ile gelen sistemi yerleşikleştirme açısından seçilen ilk cumhurbaşkanı ile birlikte, yeni hükümet sisteminin realize olması. Ama bence onlardan daha belirleyici olan, referandumun çok temsil etmediği biçimde, bu blok ve kimlik siyasetinin, düşünüldüğünden çok daha katı, kurulan Cumhur İttifakı ki aslında referandumu saymazsak, ilk seçimdi. Çünkü referandum başka bir denklem. Gerçek anlamda bir politik ittifak deneyimi olarak iki tarafta da 24 Haziran’ı baz alabiliriz. O blok siyasetinin ve kutuplaşmanın, siyaseti ne kadar katılaştırdığını gördüğümüz, bu anlamda da belki daha önceki yüksek sonuçlar alınan seçim sonuçlarına rağmen, mevcut iktidarın oy desteğindeki blokajın ya da sağlayabildiği konsolidasyonun gücünü göstermesi açısından önemliydi. Bu, muhalefetin motivasyonunu da bozan önemli bir etki yarattı. 

Buna karşılık -Kadri’nin de söz ettiği- başta ekonomik kriz olmak üzere, konjonktürel şartların dış politika ve özellikle ekonomide çok değişmesine rağmen bunun siyasete yansıma dinamiklerinin işlemediğini veya iktidar tarafından kontrol edilebildiğini de izlediğimiz, dolayısıyla iç politikada hem geldiğimiz nokta açısından hem gitmekte olduğumuz yön açısından, birçok şeyi yeniden düşünmeyi gerektirecek bir tablo önümüze getirdi. Bence 2018’in en önemli meselesi, bu oluşan tabloyla ilgili.

Pişirici: 2018 yılında ne olup bittiğine ilişkin bir kronoloji hazırlamaya çalışan herkes, başka türden bir liste yapabilir. Ben daha çok Türkiye’yi ilgilendiren meseleleri bu kronolojiye almaya çalıştım. 

Yıla nasıl başlamışız? 3 Ocak 2018’de, Zarrab davasının tutuklu tek sanığı Halkbank Eski Genel Müdür Yardımcısı Hakan Atilla kalmıştı, mahkeme onun davasında karar verdi. Jüri üyeleri Hakan Atilla’yı altı suçlamanın beşinde suçlu buldu. İlerleyen dönemde Hakan Atilla’ya bir de hapis cezası verildi. Şu sıralarda o konuda bir başka gelişme olması bekleniyor. Savcılık, Hakan Atilla’nın suçlamalarını genişletmeme kararı almış durumda. 2019 yılında herhalde Türk-Amerikan ilişkilerine bağlı olarak, Hakan Atilla-Zarrab davasında bir şey beklenebilir. 

4 Ocak 2018’de, o tarihte de ve şimdi de Edirne’de cezaevinde tutuklu bulunan HDP’nin Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş, 11 Şubat’ta yapılacak HDP Olağan Kongresi’nde aday olmayacağını açıkladı. 

8 Ocak 2018’de, bu kez MHP lideri Devlet Bahçeli, 2019 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri’nde aday göstermeyeceklerini ve Recep Tayyip Erdoğan’ın adaylığını destekleyeceklerini açıkladı. Kronolojiye şöyle bir bakınca enteresan, hep geçmişte de olduğu gibi, burada ikinizle de defaten değerlendirdiğimiz gibi, memleketin iç siyasetinde, ne zaman iktidar partisi kaynaklı çarpıcı bir gelişme olmuşsa, aslında onun öncesinde MHP lideri Devlet Bahçeli’nin öne atıldığını hatırlarsınız. Sadece şimdi değil, 2002 seçimlerine yol açan referandum konusunu da ortaya atan oydu. 8 Ocak 2018’de Devlet Bahçeli bir kez daha öne çıkmış ve demiş ki: “Recep Tayyip Erdoğan’ın adaylığını destekleyeceğiz.” 

Enteresan bir durum da şu, 20 Ocak 2018’de Türk Silahlı Kuvvetleri Afrin’de Zeytin Dalı Harekâtı’nı başlatıyor. Harekâtın PYD-YPG ve IŞİD hedeflerine yönelik olduğu duyuruluyor. Enteresan, yılı bitiriyoruz, yılı bitirirken yine benzer bir şeyi konuşuyoruz. Amerika Suriye’den çekileceğini söylüyor. Türkiye, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ağzından Afrin’e girileceğini, orada PYD-YPG güçlerinin temizleneceğini söylüyor. 

Önce, Devlet Bahçeli’nin 8 Ocak’taki “Biz aday göstermeyeceğiz. Adayımız Recep Tayyip Erdoğan’dır” çıkışıyla başlayan, Türkiye’yi de bugüne getiren bu dönüşümü yorumlamak ister misiniz? Nereden başladık, nereye geldik? Kadri Gürsel?

Gürsel: Geriye doğru dönüp baktığımızda, seçim sürecine aslında o zaman girildiği anlaşılıyor. Aslında ocak ayından itibaren bunun düşünüldüğünü ve zaten 2018’de bir erken seçim olup olmayacağı tartışması da yaşanmıştı. Bu harekât aslında bununla da ilişkin olarak düşünülmesi gereken bir harekât. Yani Afrin’e düzenlenen harekâtın iç ve dış nedenleri birlikte ele alınmalı. Bugün de eğer başka yönlere doğru bir harekât olacaksa, yine iç siyasetten ayrı düşünemeyiz bunu. Benim açımdan Afrin Harekâtı’nın özelliği şu: Türkiye, El-Bab Operasyonu’nda da olduğu gibi, Suriye’deki aktörlerle angajman içinde, anlaşarak hareket etti. El-Bab Harekâtı’nı zaten YPG’nin Münbiç’e, Fırat’ın batısına geçmesi kışkırtmıştır. Bunu da Amerikalılar aslında gayet olumlu karşılamışlardır o dönemde. İdlib’deki durum da yine Astana Süreci’nin gereği olarak yerine getiriliyor. 

Afrin de öyle oldu. Afrin de Ruslar’la -icazet veya onay demeyelim- anlaşarak yapıldı. Ruslar’ın orada karşı çıkması söz konusu olsaydı, bu mümkün olmayacaktı. Afrin Harekâtı’ndan önce Ruslar, oranın yönetimini tamamen rejime bırakmaları hususunda YPG ile bir diplomasi yürüttüler. Ancak kabul edilmedi, reddettiler bunu. Kısmi bir özerklik istiyorlardı ve daha sonra bu Harekât başladı. Bu harekât 18 Mart’ta bitti. Aslında mart ayında malum, seçim tarihi açıklandı. Daha da uzun sürebilirdi. Ben o dönemde bunda da Amerikan etkisinin rol oynadığını düşünüyorum. 

2019’a geldiğimizde ise, şimdi önümüzde yerel seçimler var ve yine bir harekâtı konuşuyoruz. Ancak bu kez iktidar açısından daha dezavantajlı bir durum var: Bir ekonomik kriz ortamı içindeyiz ve iktidarın bu ekonomik krize 31 Mart’a kadar rasyonel ve yapısal bir tepki vermesini zaten beklemiyorum. Sonrasında da, beklemesinin çok ciddi siyasi maliyetleri olacağını öngörüyorum. Bu maliyetlerin nasıl karşılanacağı ise belli değil. Daha sonrası için bunları konuşabiliriz ama 31 Mart’a kadar bu tepkisizliğin bir maliyeti ortaya çıkacaktır. Bu ekonomik durumun kötüleşmesini, bir şekilde bir dış harekâtın yaratacağı coşku ve birliktelik havası ile dengelemek de pekala siyaseten rasyonel gözükmektedir. Bakalım bu nasıl olacak? Bunun nasıl olacağı çok önemli. Çünkü Fırat eksenli, Amerika-Rusya dengesi bozulmuştur. Amerika çekilmektedir. Gerçi bugün Washington Post ve New York Times’da, gerekirse Irak’tan özel harekât yapacaklarına dair haberler vardı. Yani sınır ötesi harekat yapacaklar, öyle bakalım. Bu durumda, Rusya’nın Türkiye’ye eskisi kadar “müsamahakâr” davranıp davranmayacağını, eskisi kadar önem atfedip etmeyeceğini göreceğiz. Bence bu açıdan Münbiç ve olacaksa diğer harekatların -ki olacak gibi gözüküyor- ne şekilde gerçekleşeceğini, sınırların nerede çizileceğini görmemiz gerekecek.

Pişirici: Serhat Hocam, yeri gelmişken buradan devam edelim. Yıl Afrin harekâtı ile başlamış ve yine Suriye’de olası bir harekâtla kapanıyor gibi. Zaten Amerika Birleşik Devletleri’nin “Biz çekiliyoruz” demesi bambaşka bir hadise. Nasıl yorumlarsınız?

Güvenç: Evet, ilginç bir yıl oldu bu anlamda. Türkiye tarafından Suriye’de gerçekleştirilen operasyonlar bağlamında iki-üç kez askeri harekâtları gözlemledik. Bir tanesi Afrin. Diğeri, İdlib’de varılan bu mutabakat ki o aktif bir harekâta yol açmadıysa da bayağı bir askeri yığınaklandırma gerektirdi. Yani Suriye topraklarındaki Türk askeri varlığının önemli derecede artmasına neden oldu ve dolayısıyla da Türkiye’nin üstlendiği riskler onunla orantılı olarak arttı. Kadri Gürsel’in de ifade ettiği gibi bu harekâtlardan önce Türkiye’nin ikna etmesi gereken muhataplar, Rusya, İran ve zımni olarak da Şam rejimiyken, çıkan yeni durumda Fırat’ın doğusuna yönelik yapılması gündemde olan harekâtta Türkiye’nin temel muhatabı, Amerika. Tabii bu, daha önce Türkiye’nin oluşturduğu işbirliği konfigürasyonunu etkileme potansiyeline de sahip. Çünkü Türkiye, Rusya’nın rızasıyla harekât yaptığı sürece, Moskova açısından sahadaki durum denetlenebilirdi. Fakat Türkiye’nin denetlenebilir olmaktan çıkma olasılığı var bu durumda. Doğrudan Amerika ile iş tutan bir Türkiye, Rusya açısından eskisine göre daha zor denetlenebilecek bir aktör. Üstelik söz konusu alan da daha önceki harekât alanlarıyla kıyaslanamayacak kadar büyük. Bazı yorumlarda, güneye doğru, iyice derine gidileceği söyleniyor. Suriye denkleminde çetrefilli bir diplomatik tabloya alışkınız ama bu, sanıyorum Türkiye’nin iç savaşa dâhil olduğu andan itibaren karşılaştığı en karmaşık ve çözümlemesi en zor tablo. Çünkü bir tarafta Amerika Birleşik Devletleri, diğer tarafta Rusya, İran ve Şam rejimi var. Moskova çıkışlı yorumlarda hep Türkiye’ye, günün birinde o bölgenin Suriye’ye katılması gerektiği ve Türkiye tarafından bunun akılda tutulması yönünde beyanlar, yorumlar geliyor. Bu da işin nihayeti bakımından, Türkiye ve Rusya’nın görüşlerinin orta vadede çelişmeye başlayabileceğine işaret ediyor. 

Biz dün akşam Soli, Aydın ve ben, Aydın’ın programında işin tekniğine girdik. Belki insan boyutunu da ıskaladık. O konuda bize haklı eleştiriler geldi. Burada kilit unsur, Türkiye’nin daha önceki harekâtlarında, hava harekâtlarını yaptığı bölgelerde hava üstünlüğü ve kontrolünün Ruslar’da olduğu gerçeğiydi. Dolayısıyla Ruslar’ın Türkiye’ye yeşil ışık yakması, bu anlamda Türkiye’nin hava gücünü de sorunsuz kullanabilmesinin önünü açmıştı. Şimdi Fırat’ın doğusu bambaşka bir yer, burada Amerikan hava unsurları hâkim. Türkiye’nin olası bir harekâtında bu unsurlar kalacak mı, çekilecek mi? Bu unsurlar çekilirse, Rusya ve Şam rejiminin bölgedeki hava savunma sistemleri Fırat’ın doğusunda faaliyet gösterecek askeri uçaklara karşı nasıl bir tutum belirleyecek? Ya da yaygın tabirle, bu angajman kuralları ne olacak? Bütün bunlar işi daha da bulanıklaştırıyor aslına bakarsanız. Kadri az önce ifade etti, bu ‘’gerekirse Irak’tan müdahale etme’’ olayını. Zayıf da olsa birkaç yorumda, Amerika’nın o bölgedeki hava gücünü kullanmaya devam edeceğini işaret ediyor. Bu durumda Moskova açısından Türkiye’yi denetlemek daha da zor olacak. Ama Türk-Amerikan ilişkilerinde de iyileşmenin, yakınlaşmanın yolunu açmaya aday bir gelişme. Ya da açılan bu yolu daha da pekiştirmeye aday bir gelişme diye görüyorum. Eğer Amerikalılar havada kalır ve sahayı Türkiye’ye bırakırlarsa ki bu onların bu tür çatışmalardaki doktriniyle çok uyumlu. Yani karada mücadeleyi başka biri yürütürken, onlar işi kayıp riskinin daha az olduğu havadan kotarmayı tercih ederler. Buradan yola çıkarsak da o zaman Fırat’ın doğusunun, Rusya’nın beklentilerinin aksine, kısa sürede Suriye rejiminin egemenliğine dönmesi de pek kolay olmayacak, kısa sürede gerçekleşmeyecek gibi gözüküyor.

Pişirici: Kemal Can, tekrar iç siyasete dönelim. Yıl, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin ‘’Recep Tayyip Erdoğan’ın adaylığını destekleyeceğiz’’ açıklamasıyla başladı dedik. 2002’den bu yana genel bakalım. Devlet Bahçeli siyasi bir işaret fişeği gibi davranıyor. Sen o hareketi, o partiyi iyi tanıyan bir gazetecisin. Gerçekten böyle midir yoksa denk mi gelmektedir? Bu başlangıçla, bu yılı, bir manada MHP ve Devlet Bahçeli mi siyaseten şekillendirmiştir?

Can: Eğer şans, denk gelmesi ya da rastlantı üzerinden açıklanacaksa, biraz fazla sayıda rastlantıdan bahsediyor olmamız lazım. Burada hafif bir ‘’magic,’’ yani sihirden bahsedebiliriz. Çünkü aslında 2002’de AK Parti iktidarını oluşturan yolu açan temel hamle de, -o konjonktür içinde erken seçim kararı alınması- Bahçeli’nin eseridir. Ki, o karar kendi döneminde de sürpriz bir karardı. Ama bu son ittifak, referandum, ittifak ve 24 Haziran’ı bir silsile halinde -hatta bunu 7 Haziran 2015 seçimi sonrasına da götürebiliriz- o aşamadan sonra, ilk olarak 7 Haziran 2015 seçiminin hemen ertesinde herhangi bir koalisyona girmeyeceğini açıklayarak, aslında 1 Kasım’ın yolunu açan yine Bahçeli’ydi. O paket o andan itibaren devam etti. Söylediğin gibi resmi ittifak, açık ittifak ilanı, fiilen bu yılın ilk ayına denk geldi. Ama aslında o ittifak oraya kadar geriletilmesi gereken, hatta daha da…

Gürsel: 2015’e…

Can: Tabii tabii, 2015, aslında ittifakın başlaması. Ama oluştuğu, piştiği dönemi daha da geriye, aslında cemaatle ittifakın koptuğu aşamadaki yere kadar taşımak mümkün. Bu aşamaların hepsinde, bazen atılacak adımın sözcülüğü anlamında ya da ilk dillendiren olma anlamında bir belirleyiciliği olduğunu kabul edebiliriz. Bunun, tek taraflı bir belirleyicilik olmadığını söyleyebiliriz. Ama bence, biraz önce etraflıca konuşulan dış politika meseleleri, başta Kürt meselesi olmak üzere Türkiye’nin temel meseleleri, politik hattı, Batı ile ilişkiler gibi bütün çerçeveyi ortaya koyduğumuzda, aslında Bahçeli’nin siyasi belirleyiciliğinin, bu ittifak ve bu ittifakı oluşturan ideolojik belirleyicilik tarafında da çok güçlü olduğu için böyle realize olduğunu düşünebiliriz. Yani ocak ayında kronoloji olarak birbiri ardına okuduğun iki başlık, aslında bu. ‘’Afrin operasyonu başlıyor, Bahçeli resmi ittifakı açıklıyor’’ gibi baktığımızda, bu belirleyicilik ve öncülük hamlesi çok daha öne çıkıyor. 

Ama burada dış politika meselelerinde, şimdi her seçim öyle de kurgulandığı için -Türkiye geçen sene de seçim konjonktüründeydi. Yılın başından itibaren zaten seçim havasına girilmişti. Suriye merkezli bir dış politika hadisesi, operasyonla birlikte içeriye taşındı. Şimdi de benzer bir şey- bu mekanizmanın, özellikle Suriye politikası üzerinden geliştirilen hamlelerin, doğrudan kendi seçmenini ya da oy tabanını hareketlendirdiği, güçlendirdiği ya da büyüttüğünden daha önemli bir siyasi sonuç yarattığını düşünüyorum. O da, muhalefeti etkisizleştirip bozabilme yeteneği veriyor. İktidarın, genellikle sanıldığı gibi, ‘’Suriye’de bir şeyler yapıp birdenbire oyunu arttırdı’’ meselesinin çok düz bir aritmetikle hesaplandığını ve hiçbir araştırmada bu şeyin görülmediğini aslında biliyoruz. Afrin’de de böyle olmadı. Afrin operasyonu başladığında çok ciddi bir oy sıçraması olmadı. Ama Batı’yla kapışmalar, hatta ekonomik kriz meselesinde bile, iktidar, dış politika meseleleri iç politikaya taşıdığı anda, kendi seçmenini arttırıp arttırmamaktan bağımsız olarak iki etki yaratıyor. Birincisi; muhalefeti kendi söylemine mahkûm hale getiriyor. Başka bir şey kuramaz hale getiriyor. İkincisi, bozuyor. “Yine bunu yaptı ve yine bu sayede oyunu arttıracak” genel ve peşin kabulünü… Şimdi de çok benzer bir şey görüyoruz.

Gürsel: O da öyle olduğu için zaten oyunu arttırıyor yani. Olabildiği için.

Can: Tabii tabii. Ama bu şöyle bir denklem değil: Bu hamleyi yaptığı için ona destek artıyor, değil. Bu hamleyi yaptığı için onun karşısındaki direnç çözülüyor. Ben negatif etkinin daha belirleyici olduğu kanaatindeyim. İkisi de mümkün, ikisi de oluyor ama etkili ve belirleyici olanın… Bunu burada da tartışmıştık, ekonomik kriz meselesinde çok çarpıcı bir şey yaşadık bu yıl. Önce 24 Haziran seçimlerinde muhalefet “Kriz geliyor ve bu iktidar yüzünden geliyor. Bu iktidarla devam ederseniz kriz gelecek” söylemini denedi. İktidar buna karşı ne dedi? “Evet, kriz geliyor olabilir ama krize benimle mi gitmek istiyorsunuz, at mı değiştirmek istiyorsunuz?” Yani kriz riskini bir politik avantaja çevirerek 24 Haziran’da kullandığını gördük. Sonuçları itibariyle de, muhalefetin teziyle iktidarın tezi açısından, kriz riskinin iktidar aleyhine işlemediğini gördük. Sonra temmuz, ağustos itibariyle kriz yaşandı. Bu sefer de krizin bir dış ekonomik saldırı şeklinde isimlendirilmesi sayesinde, -şimdi şimdi biraz daha konuşulmaya başlandı ama- muhalefet, uzunca bir süre oluşan krizi bir politik mesele haline getiremedi. O barajı koyabildi. Yani, ekonomik krizi de bir dış politika meselesine çevirerek, Suriye’deki bir meseleyi içeriye taşıyarak koyabildiği baraj, kendi karşısındaki bütün dinamikleri durduran ve onları bozan bir süreç yaratıyor. Bunu, hem krizin gelme riskiyle ilgili tartışmalarda, hem de krizin gelmesinde iki türlü yaşadık. 2018’de, kamuoyu ve oy verme davranışına, -şimdi henüz araştırmalar net değil, yerel seçim için daha erken ama- kriz sürecinde yapılan kamuoyu araştırmalarında büyük oy hareketlerini henüz görmediğimizi varsayarak söylüyorum bunu. Ama çok net biçimde 2018’in en önemli meselelerinden biri, çok bilinen bir kuralın, -gerçi şimdi yerel seçim sonuçlarında da tekrar göreceğiz- büyüme, enflasyon ve işsizlik rakamlarının doğrudan oy davranışıyla çok ilişkili olduğunu gösteren verileri henüz görmüyoruz. Bunu sağlayan şey de, iktidarın kendi meselelerini, sorunların hepsini bir dış politika meselesi haline dönüştürerek kendi karşısındaki alanı bastırması ve belirlemesi.

Gürsel: Bu konuda bir şeyler ilave etmek isterim. Bunu aslında başarıyla yapıyor, iç meseleleri dışsallaştırıyor, dış meseleleri de içselleştiriyor ve bunu işine geldiği gibi kullanıyor.

Can: Hatta bazı iç meseleleri dışarıya çıkarıp tekrar ithal ediyor.

Gürsel: Yani iç mesele nedir? Türkiye’nin ekonomik krizini dışsallaştırıyor, dış mesele haline getiriyor. Orada muhalefeti adeta etkisizleştiriyor, bu çok doğru. Hatırlayın, 2017’de de referandumda Avrupa ile kutuplaşma yarattı, malum. Orada da Avrupa ile yaratılan kutuplaşmaya karşı muhalefet sessiz kaldı, söylem geliştiremedi. Burada tabii muhalefetin siyaset geliştirme ve bunu politik iletişime dönüştürme konusundaki çapsızlığı ve beceriksizliği de doğrudan rol oynuyor ve kullanıyor bunu. 

Sen o kronolojiye devam etmeden önce ben bir şey daha söyleyeyim. Madem 2018’i tartışıyoruz -ama aslında 2019’u tartışıyor olduğumuzu varsayıyorum- Serhat hoca Amerika ile ilişkilerin düzelecek olmasından bahsetti. Bunun arkasında yatan, aslında bence yerel seçim sonrasına dönük bazı planların etkisi var. O da şu: Hipotetik, varsayımsal konuşuyorum ama bunları da belki yerel seçimden sonra konuşur durumda olacağız. İktidar IMF’ye gidip gitmeme ikilemiyle karşı karşıya kalacak. Çünkü Türkiye, tüccar zihniyetiyle gelen birinin Türkiye’de yatırım yaparak, Türkiye’deki birtakım emtiayı satın alarak düze çıkacak bir noktada değil. Bir programa ihtiyacı var. Bir disipline ve güvene ihtiyacı var. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra IMF’nin kurulmasından beri bilinen bir gerçek var: Amerika ile ilişkisi kötü olan bir ülkenin, IMF ile anlaşma yapması mümkün değildir. İktidarın Amerika ile ilişkilerini, özellikle Beyaz Saray’la, Trump’la ve diğer kurumlarla ilişkilerini düzeltmesi lazım. Bunun Rusya’yla olan ilişkilerine, Suriye’deki duruma etkisi ne olur, bilinmez. Ama eğer içeride ekonominin çökmesini, patlamasını istemiyorlarsa, bu ilişkinin düzeltilmesi, bir zaruret olarak önlerinde duracaktır, göreceklerdir. Bugün de zaten bence bunun hazırlığı yapılmaktadır. 

Pişirici: 2018 yılının şubat ayına CHP’nin 36. Olağan Kurultayı ile başlamışız. Kemal Kılıçdaroğlu, o kurultayda 790 delegenin oyunu olarak yeniden genel başkan seçildi. Rakibi Muharrem İnce’ydi. 447 oyda kaldı. Kılıçdaroğlu, CHP Genel Başkanı seçildiği 22 Mayıs 2010’dan bu yana, bu kurultayla birlikte, dört olağanüstü, üç de olağan kurultaydan galip çıkmış. Fakat bir tane bile seçimden galip çıkamamış. 

11 Şubat’ta bu sefer bir başka muhalefet partisinin, HDP’nin üçüncü olağan kongresi yapıldı. Cezaevinde bulunan Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş’ın yerine, bu kez Pervin Buldan ve Sezai Temelli eş genel başkan seçildi. 

21 Şubat’ta Devlet Bahçeli’nin, 8 Ocak’taki hamlesinin bir sonraki adımı, siyasi partilerin seçim ittifakı yapabileceğine ilişkin 26 maddelik kanun teklifi, AK Parti ve MHP’nin ortak imzasıyla Meclis başkanlığına sunuldu. 

16 Şubat’ta başka bir şey oldu. Silivri Cezaevi’nde bir yıldır tutuklu bulunan Alman Die Welt gazetesinin Türkiye temsilcisi Deniz Yücel, o dönem başbakan olan Binali Yıldırım ve Almanya Başbakanı Merkel’in görüşmelerinden bir yıl sonra serbest bırakıldı. 

Serhat Hocam, demin Kadri Gürsel 2017 seçimleri sırasında Avrupa ile yaşanan gerilimi hatırlattı. Siyasi iktidar, o gerilimin üzerinden bir oy devşirdi. 2018 yılının başlarında da Avrupa Birliği ile bir gerilimimiz vardı. ‘’Suriyeli göçmenler için vadettikleri yardımı verdiler, vermediler’’ gerilimi. Bununla birlikte, Die Welt gazetesinin Türkiye temsilcisi Deniz Yücel’in Türkiye’de cezaevinde tutuklu bulunması… O ilişkiler bir müddet yürüdü gitti ve nihayetinde, Türkiye tarafındaki bütün hamasi açıklamalara rağmen, Deniz Yücel serbest bırakıldı. Uçağa bindi gitti. Daha sonra aynı şekilde Amerikalı Rahip Brunson’ın serbest bırakılıp, uçağa binip gitmesi gibi. Onu birazdan ayrıca konuşacağız ama yeri gelmişken, bu yıl içinde Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkileri nasıl seyretti?

Güvenç: Özellikle Almanya ile yaşanan yumuşama, yani Ankara’nın Almanya ile yumuşama peşinde koşması, en azından iktidar çevrelerinin kamuoyuna pompalamaya çalıştığı AB ile işlerin düzelebileceği beklentisine yol açtı. Yıllardır çalışmayan Reform İzleme Grubu mu, Reform Eylem Grubu mu şimdi tam hatırlayamıyorum, bakanlar çıktılar, konuşma yaptılar. AB üyeliği hedefine bağlılık ifade edildi. Türkiye ya da iktidar, Avrupa Birliği’ni yeniden keşfeder gibi oldu. Ama Türkiye açısından AB ile ilişkilerinde kritik sayılan hiçbir konuda da beklenen ilerleme sağlanamadı. Her ne kadar, komisyondan Türkiye’nin bu vizesiz seyahat ya da vize serbestleştirilmesi konusunda kriterlerin büyük bir bölümünü karşıladığı yönünde bir açıklama yapıldıysa da, Gümrük Birliği’nin modernizasyonu gibi çok kilit önemdeki konularda Almanya’nın itirazlarını aşmak mümkün olmadı. Sanıyorum Almanya da Türkiye ile ikili ilişkiyi yürütmeyi daha lezzetli bulduğu için, Avrupa Birliği gibi çok taraflı bir çerçevede işleri götürmek konusunda isteksiz davrandı. Günün sonunda, baktığımızda, bir döneme damgasını vuran o sert söylemin artık ortadan kalktığını görüyoruz. Avrupa Birliği şu anda hedef değil. 

Ama bir önceki turda, Kadri’nin ve Kemal beyin bir ölçüde değindikleri bir konu var: Yani ihtiyaca göre iç politika, dış politika için güç devşirilen bir alana, dış politika da iç politika için güç devşirilen bir alana dönüştü. Burada bunu kolaylaştıran şey de muhalefetin tutarlı bir pozisyona sahip olmaması. Muhalefet, özellikle de dış politika konularında iktidara dönük eleştirilerini son derece mütevazı ölçüde tuttu. Ne AB konusunda, ne sınır ötesi harekâtlar konusunda, ne Rusya ile ilişkiler konusunda, iktidarla çok fazla çelişen ya da temel anlamda çelişen hiçbir pozisyon görmedik. Bu da bana sorarsanız, iktidarın, özellikle de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın dış politikayı iç politika amaçlarıyla kullanmasını kolaylaştırdı. Bu milliyetçiliğe yaslanan söylemin, Türkiye’de siyasi partilerde Türkiye ortalamasında ciddi bir karşılığı var. Bu anlamda da milliyetçilik üzerinden tasarlanan dış politika hamlelerine karşı çıkmak çok da kolay değil. Dolayısıyla iktidar oldukça geniş bir alandan faydalanabildi.

Pişirici: Mart ayına geldiğimizde çarpıcı bir şey görüyoruz: Vardı, yoktu denen ekonomik krizin işaret fişeği aslında 8 Mart’ta atılmış. Kim tarafından? Uluslararası Kredi Derecelendirme Kuruluşu Moody’s tarafından. Moody’s o gün Türkiye’nin kredi notunu BA1’den, BA2’ye düşürüyor. Not görünümünü negatiften durağana çeviriyor. Peki buna karşı tepkiler ne? Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan “Bunların notları bizim karne notumuz değil. Bizim karne notumuz halkımızın notudur” diyor. Dönemin Maliye Bakanı Naci Ağbal “Moody’s hikâye. Türkiye yoluna devam ediyor” diyor. Dönemin Ekonomi Bakanı -şimdi AK Parti’nin İzmir Belediye Başkan Adayı- Nihat Zeybekçi de “Bu, ‘fırsat bu fırsat’ deyip Türkiye üzerindeki kredi ve finans maliyetlerini arttırma gayretinden başka bir şey değildir. Bu bir tefeci mantığıdır. Piyasaların sana verdiği tepki ve itibar sıfır” diyor. Yani Moody’s işini yapıyor ve uyarıyor ama Türkiye’de siyasi iktidar bu uyarıyı can havliyle yalanlamaya çalışıyor. O gün dolar 3 lira 82 kuruş, Euro 4 lira 73 kuruş.

Gürsel: Bunu destekleyecek bir veri paylaşayım. Geçenlerde yazdığım bir yazıyla ilgili olduğu için hafızamda rakamlar taze. Türkiye’ye 2017’de giren para 12 milyar dolar. Bunun toplam 5 milyar doları doğrudan yatırım. Geri kalanı da ‘’Equity Fund’’ dedikleri, borsaya yapılan fon giriş çıkışları. Yani son derece düşük. Daha önceki yıla göre de düşük. Bir dip not olarak, yani 2017’nin bilançosu itibariyle.

Pişirici: Unutulup gitmesin diye şuraya not aldım: 13 Mart enteresan bir gün. 8 Mart’ta krizin işaret fişeği atılıyor, bundan 5 gün sonra, 13 Mart’ta bir Çiftlik Bank hadisesi vardı hatırlar mısınız? Çiftlik Bank’ın kurucusu Mehmet Aydın, 511 milyon dolarla birlikte Uruguay’a kaçıyor. Arkasından, Türkiye Cumhuriyeti kırmızı bülten ile yakalama kararı çıkarıyor ama Mehmet Aydın şu ana kadar yakalanabilmiş değil. Uruguay’da bir bulundu, oradan Dubai’ye geçtiği söyleniyor. Ferrariler ile dolaşırken fotoğraflarını Instagram’da paylaşıyor. Enteresan olan şu: 8 Mart ekonomik krizin işaret fişeği, 13 Mart’ta Çiftlik Bank’ın dolandırıcısı 511 milyon dolarla birlikte kaçıyor. Dönemin Gümrük ve Ticaret Bakanlığı, 1 Mart 2018’de bu Çiftlik Bank ile ilgili olarak sorulara yazılı olarak cevap veriyor ve diyor ki: “Çiftlik Bank olarak bilinen sisteme ilişkin inceleme ve denetimin sürdüğü, bakanlığın söz konusu firma hakkında banka hesaplarına bloke konulması, herhangi bir bankacılık işlemi yapmasının engellenmesi gibi bir işlemi ya da yönlendirmesi olmadığını ifade ederiz.” Bu açıklamadan 12 gün sonra Mehmet Aydın 511 milyon dolarla kaçıp gidiyor. 

13 Mart’ta bir başka hadise dışarıda gerçekleşiyor. Donald Trump, Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’ı görevden alıyor ve CIA Başkanı Mike Pompeo’yu Dışişleri Bakanı yapıyor. Yine 13 Mart’ta, daha önce söylediğimiz, 21 Şubat’ta Meclis’e verilen ittifak yasa teklifi yasalaşıyor ve siyasette ittifakın yolu açılıyor.

18 Mart’ta Vladimir Putin, Rusya’daki seçimlerde ikinci kez ama toplamda dördüncü kez devlet başkanı seçiliyor. 20 Mart’ta Birleşmiş Milletler, İnsan Hakları Yüksek Komiserliği bir rapor yayınlıyor ve “Türkiye’de devam eden OHAL kaldırılmalıdır. Bu artık bir insan hakları ihlali haline gelmiştir” diyor. Türkiye’nin Dışişleri Bakanlığı da, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’ne “Bu belge, terör örgütlerinin propagandalarıyla birebir örtüşen asılsız iddialar içermektedir” diye karşılık veriyor.  

29 Mart’ta ise Türkiye Cumhuriyeti Milli İstihbarat Teşkilatı, Balkanlar’da bir FETÖ operasyonu yapıyor. Kosova’da yaklaşık bir yıldır takip edilen altı “FETÖ”cü yakalanıyor, özel uçakla Türkiye’ye getiriliyor. Kosova buna çok sinirlenmiş olmalı ki ertesi gün Kosova İçişleri Bakanı ve İstihbarat Şefi görevden alınıyor. Nisan ayına, Akkuyu Nükleer Santrali’nin temel atmasıyla başlıyoruz. Fakat Santral Mersin Akkuyu’da, temel atma töreni Ankara’da Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda yapılıyor. Putin de geliyor. 

6 Nisan’da, Doğan Medya Grubu, 916 milyon dolara Demirören Grubu’na satılıyor. 17 Nisan’a gelince, Devlet Bahçeli partisinin grup toplantısında “26 Ağustos 2018’de erken seçim yapalım” diyor. Böyle bir çağrıda bulunuyor. Hemen ertesi gün 18 Nisan’da, Cumhurbaşkanı Erdoğan’la, MHP lideri Bahçeli derhal bir araya geliyorlar, konuyu değerlendiriyorlar. O zamana kadar gerek cumhurbaşkanı gerek AK Parti’nin diğer sözcülerinin ağzından sürekli yalanlanan erken seçim, o gün gerçek oluyor ve görüşmenin ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan 24 Haziran’da erken seçime gidileceğini açıklıyor.

Gürsel: Burada bir araya girebilir miyim? Bahçeli’nin yerine getirdiği özel fonksiyonun önemi burada gözüküyor. Çünkü şöyle oldu, arada bir ittifak ilişkisi, ortaklık olduğu, iki partinin seçmeni tarafından da takdir ediliyor, kamuoyu tarafından da biliniyor. Dolayısıyla ortağın bir hakkı ve hukuku var. Aylardır, 2017’den beri “Erken seçim yok” diye söylüyorsunuz. Ama ondan sonra ortak söyleyince, ortağa söyletince ortaklık hukuku gereği “Haydi gel gidelim, erken seçim yapalım” diyorsunuz. Almakta zorlandığınız veya sahibi olarak gözükmek istemediğiniz kararları ortağa söyletmek, ortağın söylemesini sağlamak, buradan bir çıkış yolu olarak gözüküyor. Bahçeli de bunu yaptı.

Pişirici: Hep merak ettiğim bir şey var, o sırada da tartışıldı. Bahçeli ‘26 Ağustos’ta erken seçim yapalım’’ demişti ve bu tarihi de Büyük Taarruz ve Malazgirt Zaferi’nin yıl dönümleri ile ilişkilendirmişti. Sonra oradan 24 Haziran tarihi çıktı.

Gürsel: Aslında 15 Temmuz olacaktı deniyordu. 

Pişirici: 26 Ağustos denilip de 24 Haziran olması bir danışıklı dövüş müdür?

Can: Çeşitli tezler var bununla ilgili. Hatta daha sonra hukuki tartışmaya da yol açmıştı bu durum; İYİ Parti’nin seçime girmesini engelleyebilir dendi, hatta İYİ Parti araya bir kongre sıkıştırmak zorunda kaldı. ‘’Bizim engelimiz yok” diye açıklama yapıldı. Ama bu meselede iki temel şey var. Senin de işaret ettiğin gibi, hem bir takım göstergelerle o kriz işaretleri hem de yapısal sorunların derinleşmesiyle ilgili zaten öngörülen ve konuşulmaya başlanan bir kriz olasılığından bahsediliyordu. Daha önemlisi, Türkiye’de çok uzun bir süre AK Parti’nin verimli bir biçimde kullandığı, dünyadaki genel ekonomik konjonktürün de artık değişmeye başladığı, dolayısıyla bunun da bir sıkıntı yaratacağı biliniyordu. Bu iki temel parametre erken seçimi konuşturan meseleydi. Birincisi, iktidarın, krizin ya da kriz olasılığının daha belirginleşmeden seçimi geçmek istemesi, ikincisi de, bu ittifak ve iki partinin birlikte davranmasının uzun bir tartışmaya açık bırakılmadan neticelendirilmesi. Bence bu iki faktör seçimi erkene aldırdı. Beklenenden erkene alınmasında teknik bir takım meseleler olduğunu düşünüyorum. Özellikle İYİ Parti’yi engellemek konusunda bir hesap yapılmış olabilir ama genel olarak muhalefeti zaman açısından sıkıştırmak ihtiyacından kaynaklandı. Zaten o yüzden ‘’baskın seçim’’ adı verildi. Ama ilginçtir, öyle işlemedi. Sonuçları başka türlü çıktı ama kampanyalarına baktığımızda, iktidarın daha hazırlıklı ve yetkin bir kampanya yürüttüğünü söyleyemeyiz. 

Gürsel: Burada, iktidarın hazırlıklı olup olmamasından ziyade iktidarın sözünü tüketmiş olması, paradigmasının büyük ölçüde çökmüş olması. Sorunları çözemiyor olması ile bunun çok alakası var. Yine de bu şartlarda bile götürebilmelerinde ve AK Parti Meclis’te azınlığa düşse, oy kaybetse dahi blok oyunu muhafaza etmelerinde, seçmen tabanının sosyokültürel yapısının bağlılığının çok büyük etkisi var. 

Can: Bence orada şunun da belirleyiciliği var: Muhalefetin iktidar için kullandığı kriz ya da belirsizlik halinde gelebilecek tehlike ve tehdit meselesinin öne çıkartılması, iktidara yarayan bir zemin oluşturdu. Çünkü asıl olarak, belirsizliğe oynayan, belirsizliğin yaratacağı korku yüzünden kendi seçmenini de kendine mecbur bırakan bir dil tutturdu. ‘TAMAM’ın ters tepmesi de o yüzden oldu diye düşünüyorum. 

Pişirici: Mahkeme 25 Nisan 2018’de “Cumhuriyet Gazetesi Davası”nda bir karara vardı. Son durum nedir Kadri Gürsel?

Gürsel: Dosyamız İstinaf Mahkemesi Tektik Hâkimliği’nde incelenmektedir.

Pişirici: Bir duruşma tarihi belirlendi mi?

Gürsel: Bu tamamen İstinaf Mahkemesi’nin ilgili biriminin yetkisi dahilinde. İsterse doğrudan dosyayı inceleyerek, dosya üzerinden kararını veriyor. İsterse duruşma açıyor. Dosyayı inceleyerek karar vermesi ve bu kararın aleyhimizde olması halinde, konu Yargıtay’ı da etkileyecek bir durum olarak tecelli edecek. Eğer duruşma açarsa, bu, sanıkların lehine bir atmosfer yaratır. Çünkü bize yönelik içi boş, mesnetsiz, hukuksuz ve haksız iddialara karşı savunmalarımızı yeniden dile getirme imkânını bulacağız. Bu kadarını söyleyebilirim. 

Pişirici: Mayıs ayı, daha çok, ekonomik kriz, bunun açıklamaları, etkileri, bunu baskılama çabalarıyla geçmiş görünüyor. 1 Mayıs’ta bir başka kredi derecelendirme kuruluşu Standart & Poors Türkiye’nin yabancı para cinsinden uzun vadeli kredi notunu BB’den, “BB-“ye ve ‘B’ye düşürüyor. Görünümünü ‘negatif’ten ‘durağan’a çeviriyor. 

13-15 Mayıs arasında cumhurbaşkanının Londra ziyareti gerçekleşiyor. O ziyaret yarardan çok zarar getirmiş görünüyor Türkiye ekonomisine. Çünkü Erdoğan orada yatırımcılarla yaptığı görüşmelerde, enflasyonun nedeninin faiz olduğunu savunuyor. İki, 24 Haziran seçimlerinin ardından para politikası konusunda daha etkin rol oynayacağını söylüyor. Bu da yatırımcılar tarafından Merkez Bankası politikalarına doğrudan müdahale edileceği biçiminde algılanıyor.

Gürsel: Ulusal kurumsal yatırımcınınduymak istemediği ne varsa onları söyledi.

Pişirici: 22 Mayıs’ta, bu sefer bir başka kredi derecelendirme kuruluşu Fitch, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaptığı bu açıklamaların Haziran seçimleri sonrasında keyfi politika yapımı ve politika öngörülebilirliğinin baskı altına girmesi olasılığını gündeme getirdiğini ve Türkiye ekonomisinin kırılgan olduğunu söylüyor.  

Gürsel: Zaten Cumhurbaşkanının 13-15 Mayıs’ta Londra’da hem Bloomberg’e yaptığı açıklama hem de kapalı toplantıda kurumsal yatırımcılara yaptığı aynı doğrultudaki açıklama neticesinde, Türk Lirası çok ciddi değer kaybı yaşamıştı. Hatta o açıklamaları yaparken, yanlış hatırlamıyorsam dolar 5 TL ve üstü seviyelerine çıkmıştı. 

Pişirici: Bütün bunların ardından Merkez Bankası bir müdahalede bulunuyor, borç verme faizi 13,5’dan 16,5’a yükseltiliyor. Ama kurdaki sıkıntı devam ediyor. Cumhurbaşkanı 26 Mayıs’ta bir mitingde konuşuyor. Halka, ‘’yastığının altında doları, avrosu olan kardeşlerim, gidin paranızı Türk Lirası’na yatırın’’ diyor. Hatta bir İş Bankası Genel Müdürü Adnan Bali ‘’Ayşe teyzenin ne işi var dövizle?’’ diyor. 

Can: Bunu, dolarla kredi satan bir bankanın genel müdürü söylüyor. 

Pişirici: Çok enteresandır, bunlar mayıs ayında oluyor ve bu yıl bitmeden Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’nin hazinesi yurttaşına dövizle devlet tahvili satma çağrısında bulunuyor. Dolarla işi olmayan Ayşe Teyzeye, ‘’Gel, dolarla hazine bonosu, devlet tahvili al’’ diyor. 

Bütün bunların etkisiyle ekonomideki sıkıntı devam ederken, müdahale etme ihtiyacı ayyuka çıkıyor ve dönemin Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek ve Merkez Bankası Başkanı Murat Çetinkaya, 28 Mayıs’ta İstanbul’da, 29 Mayıs’ta da Londra’da yatırımcılar ve finans kuruluşlarıyla görüşüp ortalığı sakinleştirmeye çalışıyorlar. 

Mayıs ayında ekonomiden başka gelişmeler de var. Muharrem İnce 4 Mayıs’ta CHP’nin cumhurbaşkanı adayı olarak açıklanıyor. Buradan devam etmeyi istiyorum. Muharrem İnce, 4 Mayıs’ta CHP’nin cumhurbaşkanı adayı oldu ve bir kampanya yaptı. O kampanya en nihayetinde ‘’Adam kazandı’’ tweetiyle sona erdi. Ardından, okuduklarımız, duyduklarımız ve kulisler yanlış değilse, Muharrem İnce CHP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı olma arzusunu taşıdı ve bunun için ön seçim yapılmasını istedi. Ama o aday Ekrem İmamoğlu oldu. Buradan bakınca, Muharrem İnce cumhurbaşkanı adayı gösterilmeden önce 3 Şubat’taki olağanüstü kurultayda CHP’nin genel başkan adayıydı. Ne oldu Muharrem İnce’ye? Bundan sonra CHP’de ne yapabilir?

Can: Kronolojide bakınca 2018 aslında Muharrem İnce yılıymış. Bir senenin içerisine hem kongrede adaylık, hem cumhurbaşkanlığı adaylığı; bir de İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adaylığı sıkıştırmaya çalışmış. 

Gürsel: Bir de tabii 24 Haziran akşamını sıkıştırdı. 

Can: Bu grafik, bir siyasi aktör için bir yıl içerisinde ilginç bir grafik. Galiba, Muharrem İnce’nin adaylığı açıklandıktan sonra bir rüzgâr oluştu. Zaten seçim sonuçlarında da partisinin üzerinde oy aldı. Aslında rakamlara daha ayrıntılı bakıldığında neden olduğu da görülüyor. Çünkü muhalefet seçmeninin büyük ölçüde olabilirliğe gitmesinden dolayı bir oy artışı sağladığını görüyoruz. Ama orada daha belirleyici olan şey, Muharrem İnce’nin, büyük ölçüde AK Parti’nin, şu anda da Erdoğan’la, yeni rejim olarak kurumsallaştırmaya çalıştığı %51’i, politik referans olarak kabul eden bir politik tavır alması çok belirleyici bir faktör oldu. 24 Haziran gecesi, İnce’ye oy veren seçmenin yalnız bırakılmışlık ya da yenilgi hissini veren en önemli faktör oldu. Referandum sonrasında, 24 Haziran itibarıyla Türkiye’nin en belirginleşen meselelerinden biri, siyasetin, tamamen çoğunlukçuluğa, kazananın her şeyi aldığı bir denkleme teslim olması. Bence bu çok belirleyici bir şey. İnce’nin yürüttüğü kampanyanın da bunda önemli bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Bir biçimde, Muharrem İnce’nin ‘’Adam kazandı’’ cümlesinde, Erdoğan’ın sadece %51’i alarak cumhurbaşkanı seçilmesini değil, tezin de kazanmış olması, yeni rejim halinin, giderek iki partili bir sisteme doğru zorlayan, %51’ci, çoğulcu değil, çoğunlukçu siyaset aklının tescil edilmesi anlamında da ‘’Adama kazandıran’’ bir kampanya hali vardı diye düşünüyorum.

Gürsel: Yalnız, Muharrem İnce eleştirilirken, kampanyasından ziyade, 24 Haziran akşamı gerek partisinin genel merkezinin, gerekse kendisinin, koreografilerinin yanlışlığı açısından eleştirilmesinin daha hakkaniyetli olduğunu düşünüyorum. Ben Muharrem İnce’nin gayet başarılı bir kampanyacı olduğu fikrindeyim. Hâlâ da aynı fikirdeyim. İyi götürdü. O kampanyada yarattığı enerjiyle Türkiye tarihinin en kalabalık siyasi mitingleri yapıldı İzmir, Ankara ve İstanbul’da. Ancak, CHP, 24 Haziran akşamı, adayıyla ve Genel Merkeziyle parti içi siyasete döndü. CHP’nin parti içi siyasetçi refleksi, 24 Haziran akşamına adeta damgasını vurdu. Sonucun kabullenilmesi konusunda Muharrem İnce bir kaza yaptı. Ancak genel merkez yenilginin kabullenilmesi hususunda bilinçli, planlı ve programlı hareket etti. Muharrem İnce ise en yapılmaması gereken şeyi yaptı; ‘’Adam kazandı’’ ifadesini gazeteci İsmail Küçükkaya’ya attığı WhatsApp mesajı aracılığıyla, seçim programını sunan İsmail Küçükkaya’nın ağzından duydu herkes. Herhalde bunu tasarlamamıştı. En azından şunu yapabilirdi: O biriken büyük toplumsal ve siyasal enerjiyi, umudu 24 Haziran sonrasına taşıyacak bir söylemin mühendisliğini önceden hazırlamış, cebine bir yenilgi konuşması koymuş, bu yenilgiyi de ilerideki bir siyasi zafer umuduna tahvil eden bir üslupta ve incelikte yazılmış bir metinle ilan eden ve bütün bu kampanya boyunca da meydanlara taşan, orada kendini ifade eden toplumsal enerjiyi de selamlayan bir konuşma yaparak, kendisine bağlanan umutları canlı tutabilirdi. Bunu başaramadı. Bunu başaracak ya cesareti yoktu ya da siyasi aklı yoktu. İkisinden biri. 

Can: Bu bence zaten bir iletişim kazasından çok, bir siyasi akıl kazası.

Gürsel: Bence de öyle. Ama onun dışında, genel merkezi particilik yani parti içi siyaset yaptı. Daha sayım sürerken bakıp ortaya çıkmak, cumhurbaşkanı adayı dururken genel merkezin çıkıp açıklama yapması, bütün bunlar bugün ölçümlenen bir küskünlüğün nedenleri. Seçmeninde CHP’ye karşı hâlâ ölçümlenebilen bir küskünlük var. Aşıldığını iddia ediyorlar ama aşılabilmiş değil.

Pişirici: Mayıs ayında ABD Başkanı Donald Trump, Beyaz Saray’da düzenlediği toplantıda İran Nükleer Anlaşması’ndan çekildiklerini açıklıyor. Yine Mayıs ayında, ABD, İsrail Büyükelçiliğini fiili olarak Kudüs’e taşıyor. Şöyle bir bakarsak, aslında yıl içinde Donald Trump’ın, kendi açısından, kendi dış politikasında çok etkin olduğunu görüyoruz. Bunların bir kısmı Türkiye’yi de yakından ilgilendiriyor. Aynı Trump, Kuzey Kore Devlet Başkanı ile Singapur’da görüşüyor. Yılın sonunda ‘’Suriye’den askerlerimi çekiyorum’’ diyor. Eşiyle birlikte Irak’taki Amerikan üssünü ziyaret ediyor ve ‘’Suriye’de olmamız şart değil, buradan da oraya asker göndeririz’’ diyor. Serhat hocam, 2018 yılının Donald Trump performansını, Türkiye’ye etkisini, Türk-Amerikan ilişkilerini, olabilecek en kısa biçimde bize değerlendirir misiniz?

Güvenç: Trump’ın dış politika anlayışını anlamlandırmak çok zor. Ama şu gözlemleniyor: ABD’nin verdiği ama ötelediği kararların bir bölümünü hayata geçirdi. Bu anlamda bu hamleleri biraz çocukça bulabiliriz. Değişik zamanlarda alınmış ama bir türlü uygulanmaya konmamış ‘Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak tanınması’ kararı, Amerikan askerlerini Suriye’den çekme kararı aslında Trump’ın, diğer kurumların ve kuralların denetimindeki Amerikan dış politikasını fazla takmadığını gösteriyor. 

İran Nükleer Anlaşması başka bir konu. Bu özellikle İran’a karşı sertlik yanlısı çevrelerin arzuladığı bir şeydi bu. Trump anlaşmayı altı aylık gözden geçirmeler sonunda birkaç kez uzattıysa da sonuncusunda bundan vazgeçti. Trump’ın, Obama’nın yaptığı her şeyi yıkmak gibi bir siyasi güdüsü olduğu ve İran Nükleer Anlaşması’ndaki tutumunu da böyle değerlendireceği yorumlarını okuduğumu hatırlıyorum. Az önce, Tillerson’un istifa ettirilmesinden söz ettiniz. Odadaki yetişkinler, İran’a karşı daha sertlik yanlısı, İsrail’e daha sempatik bakan isimlerden oluştukça, Trump’ın dış politikada hamle yapma üstünlüğü eline geçmiş oldu. Ama Suriye’den asker çekme meselesi tam da bu kadronun çok içine sinecek bir karar değil. Onlar özellikle İran’ın çerçevelenmesi perspektifinden bu işe bakıyorlardı. Dolayısıyla onlar için de düş kırıklığı oldu. 

Özetlemek gerekirse: Trump dış dünyaya bir iş insanı olarak, maliyet-kâr perspektifinden bakıyor. Kendisi için maliyet anlamına gelen dış politika yatırımlarını geri çekiyor. Müttefiklerinden de bunu beklediğini defaatle söylüyor. ABD Savunma Bakanı Jim Mattis’in istifa sonrası attığı tweetleri çok netti, ‘’Bana müttefiklerini ve diğerlerini kendi güvenliklerinin maliyetini üstlenmelerini anımsatma konusunda çok yardımı oldu’’ diyordu. Dünyaya, maddi olarak ABD’nin ne kadar yararına ya da zararına olacak perspektifinden bakıyor. Anladığım kadarıyla da ABD dış politikasını yönetme bakımından tanıdığı tek parametre de bu. 

Şimdi bizi çok tehlikeli iki yıl bekliyor. Çünkü artık Trump’ı denetleyecek bir unsur kalmadı elimizde. Temsilciler Meclisi’nde durumun değişmesi bir ölçüde frenleyebilir ama Trump çok rahatlıkla, beklenmedik anlık hamleler yapabilir, kararlar alabilir. Bu anlamda, dünyayı daha öngörülemez bir yere getirdiğine şüphe yok. 

Pişirici: Yeri gelmişken hemen sorayım: Amerikan askerleri gerçekten Suriye’den çekilebilir mi? Trump’ın söylediği gerçekleşebilir mi? Çünkü yönetim içinden tersi şeyler de söyleniyor; gerek istifalar, gerekse istifa etmeyenlerin tepkileri olduğu söyleniyor. 

Güvenç: İçeride başı çok sıkıştı Trump’ın. Tıpkı Türkiye’de ve dünyanın başka yerlerindekini andırır biçimde. İçeride sıkıştığı için, dışarıda da düşük maliyetli küçük başarı öykülerine ihtiyacı var. ‘’Suriye’de IŞİD’a karşı yürütülen savaş neredeyse sonlandı, IŞİD ortadan kalkıyor’’ tespitinden hareketle ihaleyi Türkiye’ye devretti. Eğer Türkiye IŞİD’la mücadeleyi başarırsa, Trump, hem bir vaadini yerine getirmiş olacak, hem de bunu Türkiye aracılığıyla maliyetsiz yapacak. Üstüne üstlük şunu söylüyor: ‘’IŞİD’i askeri bakımdan Türkiye temizleyecek. O bölgenin yeniden yapılanmasını da Suudiler finanse edecek.’’ Bu, Trump’ın arayıp da bulamayacağı türden bir şey. ABD seçimlerinde dış politika çok ağırlıklı bir rol oynamaz ama en azından başındaki dertlerin bir kısmını savmasına yardımcı olabilir gibi geliyor. 

Pişirici: Kadri Gürsel, bu mevzuda senin söyleyeceğin şeyler nedir?

Gürsel: Kurumsal, yerleşik ABD dış politikasına bakıldığı zaman, adı üstünde teamüller, belirli bir düzen, kurgu ve bir doktrin içinde yürütüldüğünü, arka planları olduğunu görüyoruz. Amerikan dış politikası hiçbir zaman öngörülemez bir dış politika değildi. Parametreler vardır. Ancak Trump’ın şu an yapmakta olduğu şey, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan ve yerleşen, Soğuk Savaş’la iyice kristalize olan bir Amerikan dış politikasını yıkmak. Aslında Amerika’nın kurduğu düzeni yıkıyor. İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD’nin lideri olduğu Batı yarımkürede kurulan ve çeşitli uluslararası anlaşmalarla da teçhiz edilmiş bir düzen var. Bunun NATO boyutu var, dünya ekonomik düzeni anlamında bir boyutu var. Transatlantik ilişkiler boyutu var. Ama Trump, ABD’nin Atlantik ötesindeki geleneksel müttefiklerine ‘’şüpheli, potansiyel düşman, rakip’’ muamelesi yapıyor. Hâlbuki bundan önce, bu işin teorisini yapanlar açısından, yükselen Çin meydan okumalarının -tehdit demiyorum çünkü Batı ve Çin ekonomisi iç içe geçmiş durumda- ancak transatlantik ilişkilerin daha da geliştirilmesi ile karşılanabileceği şeklinde bir görüş hâkimdi. Hâlbuki ticaret düzenini yıkıyor aynı zamanda. Transatlantik ticaret düzenini ve Amerikalılar arasındaki ticaret düzenini yıkıyor. Diğer taraftan bir Brexit olayı da var. Yani bir çözülme görüyoruz. Tam bir öngörülemezlik. Kurumsal olmayan bir yaklaşım. Trump, aldığı, bakan yaptığı, çeşitli önemli kurumların başına getirdiği insanları bir süre sonra kovması ile adeta bir adam öğütme makinesi gibi çalışan biri. Etkisi o. Bir düzen çözücü. ABD, özellikle Avrupa’daki müttefiklerinin güvenini kaybediyor. Bugün Avrupa kendi savunmasını kurup kuramayacağını, bir Avrupa ordusu yaratıp yaratamayacağını tartışıyor. Böyle bir durum var ortada. Kürtler konusunda da, Kürt ağırlıklı SDG (Suriye Demokratik Güçleri) ile götürdüğü ilişkide de bir anda beklenmedik bir adım atarak tabloyu değiştiriverdi. 

Pişirici: Kendi çıkarı doğrultusunda değiştiriyor tabloyu. 

Gürsel: Tabii. Ama dışarıdan bakınca sorumsuz ve tek yanlı bir ortak olduğu izlenimini veriyor. Böyle bir durum söz konusu. 

Pişirici: Yılın en önemli meselesi, 24 Haziran seçimleri. Bu seçimler yani cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimleri normalde 3 Kasım 2019’da yapılacaktı. Ama demin de konuştuğumuz gibi, bir erken seçim haline dönüştü. Erdoğan %52,59 oyla tekrar cumhurbaşkanı seçildi. Bu seçimde seçmen 600 milletvekilini seçti. Ama haziran ayları herhalde iyi gelmiyor AK Parti’ye. Meclis çoğunluğunu 7 Haziran’da da kaybetmişti, Bu seçimde de kaybetti, 295 milletvekili çıkardı.

Gürsel: Ama Meclis’in bir önemi kalmadı. 

Pişirici: Benim sorumu Kadri sormuş oldu. Artık bu durumda bu ne kadar önemli?

Can: Erdoğan bazı rakamları eski parayla söylemeyi çok seviyor ya, eski haliyle söylersek, AK Parti şu anda bir azınlık hükümeti aslında. Aritmetiği eski parlamento düzeniyle okursak, AK Parti şu anda MHP’nın desteğiyle iktidarda kalabilen bir azınlık hükümeti. Eski düzenle, yani parlamenter sistem aritmetiğiyle bakarsak, 7 Haziran seçimindeki tablonun bir tekrarı olmuş durumda aslında. O zaman da koalisyona mecbur kalınan bir durumdu. Anayasa değişikliği yapılmamış olduğu için, parlamenter sistemde seçim yenilenerek bundan geçilmişti. 

24 Haziran’da ortaya çıkan tablo, MHP’li iktidar ittifakının, toplam oyunu yeterli düzeyde sağlayarak bir eşiği geçmesini sağladı ama AK Parti oylarının düzenli olarak erimeye devam ettiğini gösteren bir tablo da ortaya çıkardı. 24 Haziran sonrasında tartışılan önemli sonuçlardan biri de, bu ittifak tartışmaları ortaya çıktığında ve İYİ Parti’nin doğması, MHP’nin tamamen AK Parti ile ortak hareket eder hale gelmesinin MHP’de büyük bir erimeye yol açacağını, hatta MHP’nin, bazı siyasetçilerin söyleyişiyle, dükkânı kapattığı, anahtarı teslim ettiği, politik varlığının son bulduğu, AK Parti tarafından hızla yutulacağı idi. Ama 24 Haziran’ın ilginç sonuçlarından biri, iktidarı destekleyen blok konsolidasyonu devam ediyor olsa bile, onun içindeki oy hareketliliğinin AK Parti aleyhine oluşmaya başladığı ve sanılanın aksine, AK Parti’nin, tıpkı daha önce merkez sağ partilere yaptığı gibi ittifakın küçük ortağını yiyen bir ideolojik manevrayla milliyetçiliğe kapı açarak, onu da içine alarak büyümeye devam edeceği ve sağın ‘’patron partisi’’ olacağı yolundaki tezi çok doğrulamayan, hâlâ iktidarı korumaya yeten o blokun kendi içinde önemli bir çatışma potansiyeli barındıran ve iç oy hareketliliğini de üretebilecek dinamikler taşıdığını gösteriyor. Çünkü Türkiye sistemi evet, Anayasa değişikliği ile başkanlık sistemine döndü. Ama ne Türkiye’nin sosyolojik alt yapısı, ne siyasi geleneği, henüz iki partili ya da tek parti tarafından temsil edilecek bir blok seçmenin politik olarak hazır olmadığı ya da temsil sorunlarının hâlâ devam ettiği bir tabloyu gösterdi bence. Tahminim, bu trendin 31 Mart itibariyle devam ettiğini, belki de arttığını göreceğiz. Bu şu demek yani: Blok oyları çok büyük erime göstermese bile, AK Parti’den MHP’ye doğru bir oy kaymasının devam edeceği kanaatindeyim.

Pişirici: Kadri Gürsel?

Gürsel: 7 Haziran 2015 ve 1 Kasım 2015 seçimleri arasında bir salıncak etkisi yaşanmıştı. Orada da, aslında adı konmamış blokun oyları arasındaki geçişkenlik ters hareketti. Ama nedeni şuydu: AK Parti’deki milliyetçi oylar, AK Parti’nin PKK ile amiyane tabirle beraber işbirliği yapıp ülkeyi böldüğü kaygısıyla MHP’ye gitmişti. Yani beka tehdidi. MHP şöyle bir yapıya sahip: Sünni, Türk, muhafazakâr kökenli ve milliyetçi oy tabanında ‘’beka tehdidi’’ algısı ne zaman artarsa MHP’ye bir yönelim oluyor. 7 Haziran’da bu vardı. Bunu çok iyi tespit etti Cumhurbaşkanı Erdoğan ve gereken önlemleri aldı. Oraya sarkaç etkisiyle giden oylar da geri döndü. Bunu da unutmayalım, tek faktörle açıklanamaz: O zaman ekonomi ve ekonomiye bağlı sorunlar, hayat pahalılığı, işsizlik, geçim sıkıntısı enflasyon vs. sorun algısında ilk sıraya oturmuştu. Terör algısı yoktu. Sonra her şey tepetaklak oldu 2015’de. Yine 2017’de referandumda, 24 Haziran’da böyle bir şey oluyor. Öncesinde, ekonomik krizin Türkiye’ye yönelik bir dış komplo olduğu mesajını verdi. Bunu sattı ve alıcısı çıktı. Seçim öncesinde ekonomideki kötüye gidiş bir ‘’beka tehdidi’’ olarak algılandı. ‘’Bize komplo kuruyorlar’’ dendi ve MHP’ye gitti oylar. Ama blok içinde kaldı.

Pişirici: Serhat hocam, size bir soru sorarak toparlayacağım. Kronolojiye baktığımızda, 24 Haziran seçimlerinden, temmuz, ağustos, eylül ayı boyunca Türkiye siyasetten ziyade ekonomik krizle uğraşmış. Yanı sıra, bu ekonomik krizin ABD tarafından tetiklendiği, siyasi iktidar tarafından sürekli kamuoyu önüne getirilmiş. Çünkü aynı süreçte, rahip Brunson’un yargılanması, serbest kalması, ABD’nin, Türkiye’den satın alınan çelik ve alüminyumda gümrük vergisini artırma kararı meselesi devam ediyordu. Dolar 13 Ağustos’ta, Asya piyasası açıldığında 7,23 TL’ye kadar geldi. Ve dediğim gibi, temmuz, ağustos, eylül ayları böyle geçti.

2 Ekim 2018’de gazeteci Cemal Kaşıkçı, İstanbul’da Suudi Arabistan Başkonsolosluğu’na girdi ve bir daha çıkmadı. 18 gün sonra, 20 Ekim’de Suudi Arabistan, Kaşıkçı’nın öldürüldüğünü kabul etti. Ama hâlâ ortada bir ceset yok, bir fail yok. Serhat Hocam, ne oldu burada?

Güvenç: Bu olay peyderpey ortaya çıktıkça, Suudi Arabistan’ın resmi açıklamaları ve tutumu da değişti. En sonunda böyle bir cinayetin, kendi inisiyatifiyle hareket eden bir takım kişiler tarafından gerçekleştirildiği gibi bir açıklama yapıldı. Cemal Kaşıkçı’nın niye hedef olduğu konusunda her gün yeni analizler, yeni yorumlar duyuyoruz. Ama şöyle bir gerçek var: Cemal Kaşıkçı cinayeti ile birlikte Muhammed Bin Salman’ın bir reformcu olarak Suudi Arabistan’ı dönüştürebileceğine dair pompalanan hava, büyük ölçüde söndü. Dolayısıyla, hem kendisine hem Suudi Arabistan’a bakışı bu anlamda olumsuz döndü. Ama şu anda Muhammed Bin Salman bu badireyi de atlatmış görünüyor.

Öte yandan Türkiye, özellikle Trump’ın kendine seçtiği bir stratejik ortağı da bir hayli sallayarak, bu tür denklemleri etkileyebileceğini ortaya koydu. Ama maalesef, biz bugün Cemal Kaşıkçı’dan hunharca bir cinayete kurban gitmiş bir insan olarak söz etmiyoruz. Stratejik dengeler, devletlerarası ilişkiler perspektifinden bakıyoruz. Aslına bakarsanız, içinde yaşadığımız döneme damgasını vuran şey bu. Sadece Cemal Kaşıkçı değil. Biliyorsunuz, İngiltere’de eski bir askeri istihbarat servisi Rus ajanı ve kızı, kullanılması yasak olan bir kimyasalla hedef alınarak öldürüldü. Bütün bunlar bize Soğuk Savaş’ın ilk 10-15 yılını izleyen insani güvelik odaklı yaklaşımların uzağına düştüğümüzü, geçmişi andırır güç dengesi politikaların, çoğu zaman ahlaksızca güdüldüğünü gösteriyor. Bana sorarsanız, Cemal Kaşıkçı’nın akıbetinin ne olduğunu öğrenme ihtimalimiz artık daha az. Bu bir kehanet değil. Ama Trump’ın Suriye’den Amerikan askerlerini çekme kararı vererek Türkiye’nin önünü açması, Ankara’nın, artık bu konuda yeni bilgiler paylaşma konusunda daha fazla adım atmayabileceğini düşündürtüyor bana. Dolayısıyla, Cemal Kaşıkçı maalesef öldüğüyle kalacak. Gelecek yıl adını bile anmayacağız. 

Programın başından beri takip ediyorum, özellikle Türkiye’de o kadar çok önemli olay yaşanmış ki. Pek çoğunu siz okudukça hatırladım. Bu kadar yoğun bir gündemde, Kaşıkçı bir dip not olarak hatırlanırsa, ben kendi payıma üzüleceğim ama şaşırmayacağım da. 

Pişirici: Bu konuda söyleyeceğiniz şeyler varsa hemen çok kısa olarak alayım. 

Gürsel: Kaşıkçı cinayeti, Türkiye’ye verilmiş bir mesajdır. Tehdit içermektedir. Türkiye’de iktidarın yakından tanıdığı, iyi ilişkiler içinde olduğu bir muhalif Suudi Arabistanlı bu kişinin (sonradan başlayan gazeteciliği kadar, rejimin içinden doğmuş, rejimin bir unsuru olması özelliğiyle de dikkat çeken bir kişi) Türkiye’de, açık bir şekilde Suudi Arabistan Başkonsolosluğu’nda öldürülmesi, küstahça bir meydan okuma. Şimdi Serhat hocanın da anlattığı gibi öldüğüyle kalacak. Muhammed Bin Salman’ın gitmesiyle de sonuçlanacak bir durum değil. Ancak ve ancak, bu cinayet, yeri ve zamanı gelince kendisine karşı bir araç olarak kullanılacaktır. Ama sadece bununla sınırlı olacak bence. 

Pişirici: Kemal, senin söyleyeceğin bir şey var mı?

Can: Şunu söyleyebilirim: Şu anda dünyada pek çok meselede bir öngörülemezlik, bir temel ölçünün çıkar, kâr-zarar hesapları gibi son derece belirli ilkeler ya da daha uzun vadeli tutarlılıklar içerisinde oluşan politik çizgilerle değil anlık durumlara göre belirlenmesi hali yanında, bu dönemin, bütün dünyada hâkim olan ikliminin ürettiği lider ya da siyasi aktör profilinin de bunda çok belirleyici olduğunu ve onların çoğu zaman yapacaklarına, yapabilme sınırlarıyla karar verdiklerini, yapabildikçe daha fazlasını, benzerini birbirlerinden öğrenerek ilerlediklerini düşünüyorum açıkçası. Bu da, yaşadığımız birçok meselenin, dünya ölçeğinde de, mesela medya ilişkileri açısından baktığımızda, Trump’ın Türkiye’den öğrendiği bazı şeyler var gibi geliyor bana. 

Pişirici: Efendim, yılı bitirirken, aralık ayı da en azından Türkiye demokrasisi açısından hoş bir ay olmadı aslında. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 20 Kasım’da HDP’nin eski Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’la ilgili ‘’bir an önce tahliye edilmeli’’ kararını vermişti. O karar yerine getirilmediği gibi, -İstanbul 26. Ağır Ceza Mahkemesi, Eylül ayında 4 yıl 8 ay hapis cezasına çarptırmıştı Demirtaş’ı- İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi 2. Ceza Dairesi, bu hapis cezası kararını 4 Aralık’ta onadı. Böylece, Demirtaş’ın salıverilmesinin önü kesilmiş oldu. ‘’Bu niye oldu, nasıl oldu?’’ derken, bu kez Halk TV’de, Uğur Dündar’ın ‘’Halk Arenası’’ programında konuşan Metin Akpınar ve Müjdat Gezen’le ilgili, cumhurbaşkanının tepkisinin ardından bir soruşturma başlatıldı. Bu iki sanatçı, -cumhurbaşkanına göre ‘’sanatçı müsveddesi’’- sorguya alındı. Zannederim haklarında bir dava sürecek ama adli kontrol şartıyla serbest bırakıldılar. 

Ardından da RTÜK, Fatih Portakal’ın sözleri nedeniyle FoxTV Ana Haber bültenine üç kez, Halk TV’de yayınlanan ‘’Halk Arenası’’ programına, Metin Akpınar ve Müjdat Gezen’in sözleri nedeniyle beş kez, Yılmaz Özdil’in konuk olduğu bir başka ‘’Halk Arenası’’ programına üç kez yayın durdurma cezası verdi. Fox TV’ye 1 milyon TL, Halk TV’ye 80 bin TL ceza kesildi. En önemlisi de, bu cezalar lisans iptali maddesinden verildi. Tekrarı halinde bu TV’lerin kapatılması söz konusu. Bu konuda bir şey söyleyip söylemeyeceğinizi bilemem ama yayın sona erdi. Bir yeni yıl mesajınız varsa hızla onları alarak programı kapatalım. Kadri Gürsel’den başlayalım. 

Gürsel: 2019’da Türkiye’nin ihtiyacı, giderek artacak bir şekilde adalet ve özgürlük olacak gibime geliyor. Bu bakımdan adalet ve özgürlüğün bolca tecelli edeceği bir yıl diliyorum bütün izleyicilere. 

Can: Benim 24 Haziran seçimleri sonrasında yine bu stüdyoda söylediğim bir şey vardı: Bu sonuçlar bize, dışarıya yumuşak, içeriye sert bir süreç getiriyor.’’ Bu ekonomik krizle ilgili, ABD ile çok geçici olan ve birdenbire Trump’la yeniden uzlaşılan bir zeminde -eskiden birkaç yıl içerisinde gördüğümüz ilişki değişimlerini artık aylık seviyelerde görüyoruz- bunun realize olduğunu ve Kadri’nin ilk turda yaptığı öngörü çerçevesinde, ekonomik krizin yine dışarıya yumuşak, hatta IMF ile bile yumuşama ve işbirliğine kadar getirecek bir süreci devam ettireceğini ama bunun içeride daha fazla sertlikle dengelenerek yürütüleceğine ilişkin bir endişeyi taşıyorum. 2019’a iyimser geçemedim ama böyle öngörüyorum. 

Gürsel: Ben de o yüzden özgürlük ve adalet diliyorum yeni yılda. 

Güvenç: Ben herkese, geride bıraktığımız birkaç yılı aratmayacak bir yıl olmasını diliyorum. Ama maalesef işaretler bu konuda iyimserliğe izin vermiyor. Belki de bu sefer yanılırız. Çünkü pek çok konuda analizlerimizde yanıldık. Dünya bizim bildiğimiz gibi bir yer olmaktan çıktı. Herkese mutlu ve sağlıklı bir yıl diliyorum. 

Pişirici: Konuklarımıza çok teşekkür ediyoruz. Medyascope.tv’de 2018 yılının son açık oturumu burada sona eriyor. Aslında sona eren bir takvim yılı. Yeni yılın, ne arzu ediyorsanız, hangi güzelliği arzu ediyorsanız, onu başınıza getirmesini diliyorum. İyi akşamlar efendim. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.