İktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) lideri, aynı zamanda Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan uzun yıllar boyunca tek partinin kurduğu hükümetlerin yararlarından, koalisyon hükümetlerinin zararlarından söz etti. Ancak 2018 yılında Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ile birlikte adına “seçim ittifakı” dedikleri bir yasal düzenlemeye giderek iktidara koalisyon ile uzanmak zorunda kaldı. Siyasetname’nin 23. yayınında Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi, Bilim Akademisi Üyesi, siyasetbilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu parti hükümetleri ile koalisyonları karşılaştırdı, “seçim ittifakı”nın aslında ne olduğunu anlattı.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Sedat Pişirici: İyi günler. Bugün 23 Eylül 2021 Perşembe. Medyascope’un aylık programlarından Siyasetname’nin 23. yayınıyla karşınızdayız. Sürekli konuğumuz Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi, Bilim Akademisi Üyesi, siyasetbilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu da bizimle beraber. Hocam hoş geldiniz.
Ersin Kalaycıoğlu: Hoş bulduk efendim.
Pişirici: Bugün aynı zamanda ekinoks; gece ve gündüzün eşit olduğu gün. Bir anlamı var mı bilmiyorum ama ekinoksta Siyasetname yapıyoruz. İlk defa denk geldi zannediyorum.
Geçen ay, siyasette saflaşmayı, saf tutmayı, cepheleşmeyi konuşmuştuk. Bu ay da, siyasette ittifakı, daha geniş bir çerçeveden bakarsak, siyasette koalisyonu, koalisyonun gerektirdiği uzlaşmayı, seçmenin geniş katılımını sağlayacak -hocamın deyişiyle- ‘’kucaklaşmayı’’ konuşacağız. Şöyle bir baktım: Türkiye’de şimdiye kadar resmi olarak 21 koalisyon hükümeti kurulmuş. İlki, İsmet İnönü başbakanlığındaki CHP-Adalet Partisi Hükümeti; 30 Kasım 1961- 25 Haziran 1962 tarihleri arasında görev yapmış. Sonuncusu, Ahmet Davutoğlu başbakanlığındaki AKP-HDP koalisyonu. Bu bir seçim hükümeti ama aslında bir koalisyondu. 28 Ağustos 2015 – 17 Kasım 2015 tarihleri arasında görev yapmış bir koalisyon hükümeti.
İttifaklara gelen bir süreç var Türkiye’de: 21 Şubat 2018’de, AKP ve MHP’nin ortak imzasını taşıyan, ‘Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkında Kanun İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi’’Meclis Başkanlığı’na sunuluyor. Bu kanun teklifinin altında, eski Meclis Başkanı ve o dönemde AKP Grup Başkanı olan Binali Yıldırım ile MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin imzası var. Bu da, Cumhur İttifakı’nın resmen başladığı tarih olarak kaydediliyor. 16 Mart 2018’de, Cumhurbaşkanı Erdoğan bu kanun teklifini onaylıyor ve kanun teklifi yürürlüğe giriyor. Böylece, siyasi partilerin ittifak yaparak milletvekili seçimine katılmasına imkân tanınıyor. Ardından da seçim geliyor. 17 Nisan’da Devlet Bahçeli erken seçim istiyor. 18 Nisan 2018’de Bahçeli ve Erdoğan bir araya gelip, 24 Haziran’da ‘’erken seçim yapacağız’’ diyorlar. Onlar, ‘’Cumhur İttifakı’’ adı altında birlikte seçime giriyorlar. Bunun üzerine, İttifaklara imkân tanındıktan ve seçim kararı alındıktan sonra, 5 Mayıs 2018’de, CHP, İYİ Parti, Saadet Partisi, Demokrat Parti arasında ‘’Millet İttifakı’’ kuruluyor.
Hocam, siz geçmiş programlarda da defaten ‘’ittifak’’ denen şeyin aslında koalisyon olduğunu söyleye geldiniz. Özellikle AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, cumhurbaşkanı olmadan önce de hep ‘’tek parti’’ hükümetinin yararından, ne kadar güçlü olduğundan ve ne kadar iyi çalıştığından bahsederdi. Fakat döndü dolaştı, sonunda adı ‘’koalisyon’’ olmayan bir koalisyonla Türkiye’yi yönetmek mecburiyetinde kaldı. Hep söylenen şey ‘’Tek parti iktidarı iyidir, koalisyon kötüdür.’’ Bu, böyle midir?
Kalaycıoğlu: Siyaset biliminin dünyada yaptığı araştırmalar açısından ‘hayır’ diyebilirim. Bizdeki bu iddiaların hiçbir bilimsel temeli yok. Türkiye’de bu konuda 2000’lerin başında, Yılmaz Esmer ve Sabri Sayarı’nın İngilizce olarak derlediği bir kitapta, ben, Türkiye’de Seçimler ve Hükümet Etme bölümünü governance olarak ifade ettim. O da ilginç bir kavram. Governance, Türkçeye yönetişim olarak geçti. Arapça’sına bakarsak, Alhukm der. Yani ‘’hükmetme, hükümet etme’’ anlamını taşıyor. Biz o bağlantıyı kopardık. İngilizcede government kelimesi Türkçe’ye çevrildiğinde hükümet, governance kelimesi ise yönetişim olarak geçiyor. Dolayısıyla hükümet performansı, hükümet çalışması, hükümet etkinlikleri açısından bakabilirsiniz. Belirttiğim o kitapta, bunu, oradaki verilerle 1946 seçimlerinden, 1999 seçimlerine kadar yapılmış olan 13 seçim çerçevesinde değerlendirmeye çalıştım. Burada, seçim sonrasında, altı koalisyon hükümeti, diğer yedi seçimde de parti hükümeti ortaya çıkıyor. Ben ‘’tek parti’’ teriminden pek hoşlanmıyorum. Çünkü iki anlam taşıyor bu kavram. Birisi, otoriter bir rejimde, tek başına iktidarda olan ve başka partilerin meşru olarak bulunmadığı, bizim, 1925-1945 arası Türkiye’deki tek parti dönemini anımsatıyor. Aynı zamanda, bir partinin tek başına iktidarda olduğu dönemi anımsatıyor. 2010’lu yıllardan itibaren, dünyada da Avrupa ve ABD’deki meslektaşlarımız, single party kavramını kullanmaya başladılar. Bana kalırsa bu yanlıştır; kavram kargaşası yaratıyor. Çünkü daha önceki literatürde parti tasnifi yaparken, single party (tek parti) dediğiniz zaman ‘’otoriterlik’’ anlaşılıyor. O nedenle, kavramı, muğlak, anlamsız, çok boyutlu hâle getirdiğiniz zaman, bilimsel araştırmada değeri yitiriliyor. Onun için, sadece ‘’parti hükümeti’’ olarak kullanabiliriz. Yani bir parti hükümetteyse, o parti hükümetidir. Birden fazla parti iktidardaysa, o, koalisyondur.
Bizde bugün, başkanlık itibariyle üç partinin desteği gerekiyor. AKP, MHP ve BBP. Geçtiğimiz hafta yapılan bir tartışma vesilesiyle BBP şöyle bir açıklama yaptı: ‘’Bizim 3 küsur oyumuz var. Bu oyu yüzde 51’den çıkarırsanız, birinci turda tek başınıza iktidar olamazsınız. Başkanlık seçimlerinde üçlü ittifak, elzemdir; bu olmadan olamaz.’’ Dolayısıyla seçime giderken, orada üçlü bir koalisyon veya seçim ittifakı, Mecliste de, ikili bir koalisyon AKP ve MHP olacak. Üstelik Türkiye şu anda demokrasiden bir hayli uzaklaşmış, ‘’melez’’ olarak adlandırılan, otoriterlik özellikleri tebarüz etmekte olan bir rejim. Dolayısıyla, sadece demokraside değil, Türkiye’de demokrasi olmasa da, bir takım koalisyonlar kurarak yönetmek mecburiyeti ortaya çıkıyor. Çünkü geçen programımızda da anlatmaya çalıştığım gibi, Türkiye’de tarihten gelen ‘’kültürel’’ diye ifade ettiğimiz… Tarihin bu güne bıraktığı tortu, kültürdür. Geçmişten ne getiriyorsa, gelen o dağarcığın içinde ne varsa, bugün onunla hayata başlıyorsunuz ve siyaseti, ülkeyi, insan hayatını, insan toplumunu, toplum ilişkilerini öğrenmeye başlıyorsunuz. Bu da kültürünüzü oluşturuyor. Dolayısıyla, kültürel özelliklere dayanan önemli farklılıklar var. Bu, Türkiye’de özellikle kimlik üzerine inşa edilmiş durumda ve iki kimlik öne çıkıyor: Bir tanesi, dinle ilgili olan kimlik anlayışları. İnsanların, ‘’kutsalı’’ ne kadar önemsedikleri veya kutsal dışındaki yaşantılarını kutsaldan ne kadar bağımsız olarak inşa edebildiklerini düşünürseniz, ona göre, ‘’laik, seküler’’ olan ve mûtekid Sünni olan diye bir ayırım ortaya çıkıyor Türkiye’de. Mûtekid Sünni olanlar, kutsalı, hayatlarının tümü olarak kabul ediyorlar ve sadece öyle bir yaşantı arzu ediyorlar. Ne kadar gerçekleştiriyorlar bilemem ama öyle bir eylem içerisindeler. Bunun yanında, kutsalın varlığını kabul etmekle birlikte, günlük yaşantılarını onunla sınırlı görmeyen, onun dışında bilim, sanat, felsefe, gibi başka mantıklar yürüterek, o çerçevede kendilerine bir yaşantı kuranlar ve kabul edenler olarak ayrışmış durumdayız. Buna ‘’laik- anti laik’’ ya da ‘’laik-mütedeyyin’’ diyenler var. Ama burada mütedeyyinlik daha çok Sünnilik için kullanılıyor. Bir de mezhep ayrımı var Türkiye’de. En belirgin şekilde, Alevi-Sünni olarak ayrılıyor. Bu da, kökleri çok eskiye giden, İranlı Şiileşmesiyle birlikte Osmanlı İmparatorluğu ile başlayan boğuşmanın Anadolu topraklarına yansımasıyla ön plana gelen ve 16. yüzyıldan beri bizimle olan bir ayrım.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Bunun ötesinde, özellikle 70’lerin sonundan başlayarak ve 80’lerde güçlenerek devam eden bir Kürt milliyetçiliği def’isi var Türkiye’ye karşı. Bunun üretmiş olduğu özellikle Kürt milliyetçiliği, etnik milliyetçiliği, etnik unsurlara dayanan bir takım kültürel özellikleri vurgulayan bir algıyla, geri kalanları ayrıştıran bir farklılık. Bu geri kalanlar, ‘’Türk’’ olarak ifade ediliyor. Bir de bunun ‘’Türkçü’’ versiyonu var. Toplumu ‘’etnik Türk,’’ ‘’etnik Kürt’’ olarak ayıran, etnik bazlı kültürel bir farklılık var. Bunların ortaya çıkarttığı altı yedi seçmen bloku söz konusu. Bu kişilerin eğilimleri, siyasi görüşleri, siyasi yakınlıkları, hissiyatları, onları belli siyasi partilere doğru yönlendiriyor. Bunları dillendiren siyasiler ve onların siyasi partileri ön plana çıkıyor. Seçmen de bu çerçevede bloklaşıyor. Türkiye’de bunu karmaşıklaştıran askeri darbeler oldu. Her darbeden sonra parti kapatıldı. Özellikle büyük partiler kapatıldı. Mesela 1961’de Demokrat Parti kapatıldı. ‘’Onun yerine kim geçecek?’’ tartışması, 1961’den 1965’e kadar hızlı halledildi. Yeni Türkiye Partisi ile Adalet Partisi yarıştı. 1965 seçimlerinden sonra Yeni Türkiye Partisi ekarte edildi. 1982’de CHP dâhil bütün partiler kapatıldı. Ondan sonra kurulan CHP, daha önceki CHP’nin devamı mıydı, o belli değil. Mesela Ecevit bunu hiçbir zaman kabul etmedi. CHP’nin o zamanki lideriydi. Oradaki grupla yola devam etmeyeceğini açıklayarak Demokratik Sol Parti’yi (DSP) kurdu. CHP’ye gelmeden önce de, Sosyal Demokrasi Partisi (SODEP), sonra, Halkçı Parti (HP) ile birleşerek Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) oldu. Daha sonra 1992-1993’te CHP kuruldu. 93’teki kuruluşundan sonra CHP tekrar SHP ile birleşme yolunu seçti. Bu arada DSP yoluna devam etti. Görüldüğü gibi, 80’lerde ve 90’larda, bu partilerin temsil ettiklerinin ne olduğu kargaşası ortaya çıktı. Yüzde 10’luk baraja rağmen, bu kargaşada oylar bölündü ve ortaya ufak ufak bloklar çıktı. Birdenbire yedi-sekiz parti birden Meclis’te temsil edilir duruma geldi ve bir parçalanma durumu oluştu. İngilizcede buna fragmentation yani parçalanma deniyor. Bu parçalanma sistemi, bir siyasal partinin tek başına Meclis çoğunluğunu elinde tutma imkânını sağlamıyor. O zaman doğal olarak ya seçim sırasında ittifak kuracaksınız ve tek bir parti halinde seçime gireceksiniz. 1991 seçiminde, Refah Partisi, MHP ve Islahatçı Demokrasi Partisi bunu denediler; Refah Partisi şemsiyesi altında seçime girdiler ve yüzde 16 oy aldılar. İlk kez bunun çalışabildiği görüldü. Dolayısıyla bu da bir tür ittifak.
Demin girizgâh yapmakta kullandığınız tartışmalar, yani 2018’de seçinde giderken alınan karar, ittifakları aleni hâle getirdi. Bunlar, eski yasaya göre gayri resmi olarak bir kez kurulabiliyorlardı; ikinci defa kurulurlarsa kapatma sebebi oluyordu. Dolayısıyla, temsili korumak için ittifakları engellemeye çalışan bir sistem vardı. Yani, siyasal temsilin iyi gerçekleşmesini temin için, ittifakları olabildiğince zorlaştıran bir yaklaşım içerisindeydi. Bunu kaldırdı ve böylece ittifak kurarak seçime girmesi söz konusu oldu. Ama sonuç olarak, bu, Meclis içerisindeki parçalı yapıyı değiştirmedi. Yine 2018 seçimlerinde, Meclis’te çoğunluğu elinizde bulundurabilmeniz için AKP-MHP koalisyonu kurmanız gerekliydi. Sözün kısası, Türkiye, koalisyonlar olmadan yönetilemeyecek bir konumdadır. Türkiye’de hükümet etmek istiyorsanız, bunu, bir şekilde koalisyonlar kurarak yapmanız lâzım. Tabii 1982 Yasası’nın etkileri yavaş yavaş yok oldu.
Pişirici: Hocam, koalisyonsuz yönetememenin nedeni teknik mi yoksa siyasi partilerin yetersizliği mi? Oy tabanının dar olması mı? Yeterli oy alamaması mı? Tam olarak hangisi?
Kalaycıoğlu: Bir seçimde ortaya çıkan, sonucu etkileyen iki büyük faktör var: Bir tanesi, seçim yasaları, hukuki mevzuat. İktisatçıların çok sevdiği ‘’teşvik’’ kavramı vardır. Onlar, ne tür teşvikin, hangi partilere verildiğini gösteriyor. Yani seçmene ‘’Şu şekilde davranırsan, senin oyun heba olur gider’’ diyor. Temsili güçlendirdiğiniz zaman, en küçük oranda oy alan siyasi parti bile mecliste sandalye alabilecek duruma geldiğinde, seçmen, ilk tercihi kimse, oyunu ona veriyor. Ama yüzde 10 barajını koyduğunuz zaman, biliyorsunuz ki yüzde 10 barajını geçecek oyu alamama rizikosu yüksek olan partiye verilen oy, muhtemelen heba olup gidecek; buradan bir temsil çıkmayacaktır. Onun için, ilk tercihinize değil, belki ikinci ya da üçüncü tercihinize oy vermek zorunda kalıyorsunuz. Yani, partileri ideolojik olarak kafanızda sıralıyorsunuz. Bunu saptamış bulunuyoruz. Seçmene sorduğumuz zaman bu sıralama mevcut. Seçmen, bu sıralamaya göre kendisini belli bir yere koyuyor ve ona göre kendisine yakın siyasi partiler arasında bir tercih yapabiliyor. Birinci tercihi A partisi, ikinci tercihi C partisi, üçüncü tercihi T partisi gibi. Ama A, B ve C partileri seçilemeyeceği için, gidip T Partisine oy veriyor. Buna ‘’stratejik oy verme’’ diyorsunuz. Mevzuat bunu büyük ölçüde etkiliyor.
İkinci faktör, seçmenin kendi oy davranışı. Seçmenin oy davranışı zaman içerisinde değişiyor. Sadece Türkiye’de değil tabii. İngiltere’deki seçimlere bakarsanız, son 20 yıldır İngiltere’de çeşitli koalisyon hükümetlerini görürsünüz. Bunlar niye ortaya çıktı? Çünkü daha önce, İngiliz seçmenin yüzde 85-90’a yakın kısmı iki büyük partiye; İşçi Partisi ve Muhafazakâr Parti’ye oy veriyordu. Ama 2010 yılına gelindiğinde, bu oran, yüzde 65’e düştü. Seçim sistemi değişmediği halde, oy, başka partilere kayıyor. Seçmen, onlara verdiği oyun karşılığını görmediğini, iyi temsil edilmediğini, kendisinin adam yerine konulmadığını, uygulanan politikalardan zarar gördüğünü düşünüyor. Dolayısıyla, ‘’başka siyasal partiler bana veya ülke çıkarlarına daha uygun politikaları ya da kentime, köyüme daha fazla hizmeti yapabilecek politikaları izler mi?’’ diye bakıp, oyunu değiştiriyor. Bu da, büyük bir oy kaymasına sebep oluyor. İngiltere gibi koalisyon kurmanın çok zor olduğu bir sistemde bile, birdenbire, koalisyonla yönetim zorunluluğu ortaya çıkıyor. Dolayısıyla, tek başına mevzuat, seçmenin nasıl oy vereceğini belirlemez. Aynı zamanda, seçmenin içinde bulunduğu ekonomik koşullar, ülkenin içinde bulunduğu güvenlik sorunu, çeşitli sosyal refah sorunları veya son zamanlarda karşı karşıya kaldığımız salgın, bununla nasıl mücadele edildiği gibi değerlendirmeler, seçmenin oyunun, bir siyasi partiden, bir başkasına doğru kaymasına neden olabiliyor. Bu değişim, genellikle yakın ideolojik pozisyonlara kayıyor: Bir sosyal demokrat partiden, demokratik sol veya sosyalist bir partiye yahut belki merkezdeki bir partiye kayıyor; ama sağdaki muhafazakâr bir partiye kaymıyor. Aynı şekilde, muhafazakâr partiye oy veren, belki, biraz daha sağdaki daha muhafazakâr partiye veya biraz daha liberal, merkezdeki bir siyasi partiye doğru oyunu değiştirebiliyor. Bu kaymalar sonucunda, burada çok parçalı bir meclisin çıkmasına neden olabiliyor veya başkanlık seçimleri varsa, o seçimdeki adaylar arasındaki yarışı etkiliyor.
Birçok başka ülkede olduğu gibi, Türkiye’de de sonucu etkileyen bir üçüncü faktör de, demin bahsetmiş olduğum, seçmenin siyasal kimliği, benliğidir. Hepimiz, büyürken kendi siyasal benliğimizi oluşturuyoruz. Yani kendi benliğimizi, kişiliğimizi oluştururken, bir de siyasal kişiliğimizi oluşturuyoruz. 1980’lerde, Ali Yaşar Sarıbay ile birlikte Bursa ilkokullarında yaptığımız bir araştırmada 11-12 yaş çocuklarından yüzde 40’nın, partilerin kapatıldığı ve yeni partilerin açıldığı 1984 döneminde, hangi partiyi tutmakta olduklarına dair bir fikirleri olduğunu ve parti adı verebildiklerini gördük. Bu oran bugün daha fazladır. Aynı araştırmada, bu öğrencilerin siyaset hakkında hiç bir fikirleri olmadığını da gördük. Parti tutuyor ama o partinin neyi temsil ettiği, hangi siyasal fikirleri, hangi ideolojileri, hangi kamu politikaları temsil ettiği hakkında hiçbir fikri yok. Bunlar sonra gelişiyor. Bu, Türkiye’ye has bir durum değil. Çünkü biz bu araştırmayı yapmadan önce literatüre baktığımızda, 1950’lerden 1980’e kadar Amerika’da ve Avrupa’da yapılan araştırmalarda da aynı şeyin olduğunu gördük. Columbia Üniversitesi’nde siyaset sosyoloğu olan Herbert Hyman, 1959’da yazdığı bir kitapta, Amerika’nın orta batısında, insanların sadece bir aileye değil, bir kiliseye ve bir siyasal partiye doğduklarını söyler. Yani partileri doğuştan belli oluyor. Ya Cumhuriyetçi ya Demokrat partiden oluyor. Hangi ailedeyse ve hangi kiliseye gidiyorsa, partisi ona göre belirleniyor.
Türkiye’de de bu şekilde parti aileleri var. II. Meşrutiyet döneminde, İttihat ve Terakki Fırkası ile Hürriyet ve İtilaf Fırkası ayırımından itibaren, 100 yıldır, Hürriyet ve İtilaf Fırkası, liberal ve daha çok sağ muhafazakâr partilerin kökenini oluşturan bir siyasi parti olmuştur. İttihat ve Terakki de, ileride ‘’sol’’ olacak olan, daha çok, vatan esaslı bir milliyetçilik vurgusu içinde olan bir niteliğe dönüşmüştür. Aynı zamanda, kan bağı esaslı milliyetçilik de bu örgütten çıkmıştır. Sonuç itibariyle, Kurtuluş Savaşı’nda önemli rol oynamış olan birçok kişi, bu örgütten çıkmıştır. Cumhuriyet Halk Partisi ile köken olarak bir bağlantısı vardır. Dolayısıyla, bu iki büyük kök, Türkiye’de en az dört beş kuşaktır, ailelerin içerisinde devam etmektedir. Onun için, partiler kapatılıp, yeni partiler kurulduğunda, seçmen, bu köklerle olan bağlantılarına bakarak, bu şekilde davranıyormuş gibi gözüküyor. Bu ideolojik bakış açıları, parti tutmakla belirleniyor gibi görünüyor. Önce partinizi tutuyorsunuz. Bunun bir kanıtı da var. Ben 2008’de bu konuda bir makale de yayınladım. Şimdi de Ali Çarkoğlu ile birlikte yeni bir derleme kitap yayınlıyoruz. Editör olarak başka meslektaşlarımızın da katkısı var. Kitap, 2022’de çıkacak. Orada yeni veriler var. Bu verilerde de, parti tutma, insanın hangi ideolojiye ve hangi ekonomik çıkarlara nasıl baktığını da belirlemiş gibi gözüküyor.
Türkiye’de bu kararları, özellikle bu fay hatları etkili olarak belirliyormuş gibi görünüyor. Onun sonucunda, çok sayıda siyasal partiye, uzun dönemde şans vermek durumundasınız. Mesela, biliyorsunuz İYİ Parti yeni çıktı. 2018 seçimlerine girdi. Oradaki performansı olabildiğince sınırlı kaldı; yüzde 10’un biraz altında bir performanstı. Ama bu seçimlerde onun iki katına çıkacakmış gibi görünüyor. Zaten, seçim istatistikleri ve seçim araştırmaları, uzun dönemli verilere bakarak yapılır. Uzun dönemli bakacak olursanız, buradaki sonuç, seçmenin, değerlendirmelerini zaman içinde çeşitli partilere doğru kaydırabildiğini, istikrarsızlık dönemlerinde büyük bir akışkanlık (volatilite) taşıdığını gösteriyor. Yani sadece piyasalar değil, seçmenin oyları da bu şekilde dalgalanıyor. Bizde zaman zaman bu çok yükseliyor. Mesela, 2002 seçimlerinde müthiş bir rakama ulaştı. Dünya rekoru mudur bilemiyorum ama çok yüksek bir rakamdı. Ve orada nasıl bir parti değişimi söz konusu olduğunu gördünüz. Bu, istikrarsızlığın bir göstergesidir. Ne kadar istikrarsız olursanız, değişimler o kadar artar. Bütün bunlar, Türkiye’de çok sayıda siyasal partiyle yaşamamızın kaçınılmaz olduğunu ve bunun da bir dezavantaj olmadığını gösteriyor. Sadece bizim verilerimizden değil. Mesela, demin bahsettiğim araştırmada, iktisadi büyümeyle, fiyat enflasyonuyla yahut işsizlikle, hükümetin istikrarı arasında çok büyük bir ilişki olmadığı gayet açık görünüyor. Mesela, hükümet etme süresi uzadığı vakit, kişi başına düşen gayri safi milli hasılada bir değişiklik olmuyor; kısa süreli hükümette de olmuyor, uzun süreli hükümette de. Bunun bir etkisi yok, bağlantısı da yok. İşsizlik biraz artıyormuş gibi gözüküyor ama o da küçük bir etki; istatiksel olarak anlamlı fakat küçük bir etki. Hükümet etme süresi uzadıkça, işsizlik daha fazla oluyormuş gibi gözüküyor. Bugünkü durum da biraz buna benzemiyor mu? 20 senelik bir hükümet var, işsizlik tavanı deldi gidiyor. Böyle bir ilişki varmış gibi görünüyor. Onun dışında, hükümetler uzadıkça, dış ticaret açığı hafif bir şekilde artıyormuş gibi görünüyor. Bu tür etkiler önemli değil. Hükümet etme süresi çokmuş, azmış, bunun makroekonomik göstergeler üzerinde çok önemli bir etkisi yok veya başka etkenler tarafından kolaylıkla izale edilebilecek etkisi var. İnsani gelişme ölçüleri açısından; eğitim düzeyi, okuryazarlık, anne ölümleri, yaşam ümidi, bebek ölümleri gibi verilerden bulabildiklerim üzerinden yaptığım araştırmalara bakacak olursanız, bunların hiçbir etkisi yok. Dolayısıyla yanlış yere bakıyorsunuz.
Buradaki esas mesele, hükümet tipinin ne kadar uzun sürdüğü meselesi değil. Zaten koalisyon hükümetleri ortalama 314 gün iktidarda kalabilmişler. Türkiye’de parti hükümetleri, 1946 sonrasındaki dönemde 1999’a kadar, 688 gün iktidarda kalmışlar. İki yılı tamamlayamamışlar. Bunların kurulma süreçleri de farklı. Koalisyon hükümetlerinin ise kurulma süreçleri daha uzun sürüyor; pazarlıklar yapılıyor. Bunu seyreden halk ve özellikle bazı çıkar grupları, bilhassa büyük iş çevreleri, bundan hoşlanmıyor. En uzun sürede kurulmuş olan CHP-MSP hükümeti, 104 gün sürmüş. Ondan önce, 1974’de, güvenoyu alamamış bir Sadi Irmak Hükümeti var; 4 ay kadar iktidarda bulunuyor. Ama o zamanki mecliste 450 vekilin 350’si kendisine oy vermemişti. Hiçbir desteği, meşruiyeti olmayan, havada bir hükümet. O dönemler, insanları büyük ölçüde kaygılandırdı. Bilhassa, merkezi hükümetle iş ilişkileri içinde bulunan büyük sermaye, bu tür gelişmelerden hoşlanmadı; kendilerinin iş yapma maliyetinin yükseldiğini belirttiler. Rahmetli İshak Alaton, bunu hep ifade ederdi. Televizyonlara çıktığı zaman, ‘’Farklı partiler, farklı bakanlıkları elinde tutuyor. Bu iş böyle yürümez’’ derdi.
Pişirici: Hocam, siz aynı zamanda iktisatçısınız. Koalisyon hükümeti kurmak için görüşmelerin uzaması, iş dünyasını niye etkiliyor ki? Mesela, Almanya’da, İtalya’da veya Fransa’da, koalisyon hükümeti kurmak için süre uzadığında, iş dünyası bundan olumsuz mu etkileniyor?
Kalaycıoğlu: Sorunun yanıtı gayet basit. Türkiye, kurumsal esasları düzgün şekilde işleyen bir piyasa ekonomisi ve onda çıkabilecek olan nizayı (kavgayı), hukuk esaslarına göre etkili bir şekilde çözebilecek, çatışmaları ortadan kaldırabilecek etkin çalışan bir yargı sistemine sahip değil. Verdiğiniz örneklerde ise bunun tam tersi. Bununla ilgili güzel bir örnek vereyim; bunu sıkça kullandık, izleyicilerimiz hatırlayacaktır: 2008 krizi patladığında, Yunanistan’da Papandreu’nun PASOK hükümeti var. Parti hükümeti ve tek başına iktidarda. Yunanistan duman oldu; iktisadi bakımdan çöktü. Aynı tarihte, Belçika’da hükümet yok. 594 gün daha hükümet olmadı. Buna rağmen Belçika’daki ekonomiye hiçbir şey olmadı. Bundan daha iyi bir deney olamaz. Yunanistan bize benziyor. Bir takım kurumları bize yakın performansta. Belçika ise, demin verdiğim örneklerden Almanya veya Fransa’ya daha yakın. Kamu bürokrasisi, ehil, liyakate göre atanmış, hukuk sisteminde kendilerine verilmiş olan yetki çerçevesinde ve işleri herhangi bir şekilde kişisel ve partizan olmayan kararlarla yürütüyor. Bu, Max Weber’in, Prusya bürokrasisinden esinlenmiş, yasal ussal otoritedeki hükümet tanımıdır. Buna tam uygun. Dolayısıyla, piyasa çalışıyor. Piyasadaki sorunlar yargıda çözülebiliyor. Kamu bürokrasisi, piyasanın çalışması için gereken kararları bağımsız Merkez Bankası ile alabiliyor. O zaman bu iş düzgün bir şekilde yürüyebiliyor. Ama hükümetin ağırlık taşıdığı, piyasanın ise hükümet tarafından çok sık etkilendiği, düzenlendiği ortamlarda, hükümet çalışamayacak duruma gelince, her şey bozuluyor. Dolayısıyla, bizim dikkatimizi toplayacağımız yer, bir hükümet kurup, Ahmet’i, Mehmet’i iş başına getirip, onların iyi çalışmasını beklemek yerine, kamu kurumlarını, kamuyu yönetecek olan kişilerin, ehil bir şekilde, mezun oldukları üniversiteden sonra seçilmesini temin etmek, konusunun bilincinde olan uzmanlarla etik davranmalarını sağlayarak, o kamu bürokrasisi içerisinde çalışmalarını gerçekleştirecek koşulları yaratmak, anayasa ve yasaları uygulamak, onların, bunu uygulamasına duyarlı olmak, bunu yaparken, partizanlık ve kişisel ihtiraslarını değil, bilimin ve hukukun gereklerini yerine getirmelerini sağlamak durumundayız. Bu, özellikle Merkez Bankası’ndan başlamak suretiyle, ekonomi bürokrasisinde elzemdir. Böyle yaparsanız, o zaman, bunlar kendilerine hükümetin vermiş olduğu uzun dönemli hedefe, örneğin, fiyat istikrarını korumaya yönelirler. Bunu da korumaları için ne tür işlemler yapacaklarını, liyakatleri ve uzmanlıkları dolayısıyla, bilimsel bilgileri kendilerine öğretecektir. Bu çerçevede, yasalara ve kendilerine verilmiş olan yönetmeliklere göre çalışmaları durumunda, piyasaya doğru teşvikleri verecekler, doğru sinyalleri zamanında verecekler, böylece piyasa düzgün çalışacaktır. Hükümet buna müdahale ettiği sürece, Türkiye’deki sorunları katlayarak büyütürsünüz. Bunun örneklerini, deminki Yunanistan Belçika karşılaştırmasında görebileceğiniz gibi, Türkiye içinde de görebilirsiniz. Onun için, hükümet, parti hükümeti mi, koalisyon hükümeti mi olacak, İspanya’da olduğu gibi 1111 gün mü iktidarda kalacak? Yahut Avrupa’da, hükümetin iktidarda kaldığı en düşük süre, ortalama 457 günle Finlandiya. 1945’ten 2010’lara kadarki ortalama bu. Finlandiya hükümeti mi daha başarılı, İspanyol hükümeti mi? Bizi dinleyenler karar versin. Demin örneğini verdim, Belçika’da hükümetin iktidarda kalma süresi ortalama 544 gün. Japon hükümetleri parti hükümetleri olmasına rağmen ortalama hükümet süresi 10 ay. Başbakan Suda yeni atanmıştı, istifa edeceğini açıkladı. 2 ay sonra yeni başbakan atanacak ve yeni hükümet gelecek. Sonuç olarak hükümetin istikrarının hiçbir önemi yok. Piyasanız, kamu bürokrasiniz, hukuk sisteminiz, yasalarınız düzgün bir şekilde oluşturulmuş, onlara güven tesis edilmiş, onlar da Max Weber’in ifade ettiği türden bir bürokrasi olarak çalışma becerisi gösteriyorlarsa, hükümetin kimlerden oluştuğu, ne kadar süre olduğu günlük yaşamınıza fazla etki etmez. Bundan, hükümetin anlamsız olduğu anlamını mı çıkartmak gerekir, emin değilim. Meslektaşımız İtalyan siyasetbilimci Joseph LaPalombara, yazdığı kitabında İtalyan hükümeti için ‘’İtalya’nın hükümete ihtiyacı yok’’ demişti. Ben aynı kanıda değilim. Hükümetlerin uzun dönemli politikalar ve hedefler açısından önemi var. Hükümet, Kopenhag Kriterleri’ni Türkiye’de yerleştirerek demokrasi kurmak gibi kararlarda etkin. Onun dışındaki günlük kararlarda, hükümetin, işlevleri, fonksiyonları bozucu bir etkisi var. İngilizcede buna dysfunctional deniyor, Türkçede karşılığı yok. Çalışan mekanizmayı bozmak ötesinde, daha büyük bir başarısını gösteren bir kanıtımız mevcut değil.
Pişirici: Yine Türkiye’ye dönelim: İttifak=Koalisyon gibi algılıyoruz ama acaba yanlış mı algılıyoruz? Koalisyon kurmak sanki daha başka bir şey ama ittifak içinde bir seçime girmek, ittifak içinde olmak sanki başka bir şey. Türkiye’deki durum itibarıyla bun nasıl açıklarsınız?
Kalaycıoğlu: Bir tanesi seçim ittifakı. Yani seçim için kurulan koalisyon. Diğeri, hükümet ittifakı. Hükümet için kurulan bir koalisyon olması dolayısıyla farklılıklar var. İkisi de türdeş değil, içinde farklılıklar barındırıyor. Dolayısıyla, partiye nazaran daha az türdeş diyelim. Parti içerisinde de hizipler var. Dolayısıyla onlar arasında da bir yarış var. Parti liderinin onları bir şekilde bağdaştırması ve uzlaştırması gerekiyor. Ama seçim ittifakı da olsa, hükümet de olsa, partiler arası bir koalisyondan bahsettiğimiz zaman, sonuç olarak, başka partilerin oradaki hizipleriyle birlikte, kamu politikası konularında, çok önemli olan iktidar koltukları konusunda ve aynı zamanda, parti liderlerinin kişilikleri gibi çeşitli etkenler ön plana çıkıyor. Siyasetbilimciler, çeşitli araştırmalarda, bazı kişilerin kişiliklerinin tatmin edilmesini, hatta ihtiraslarının rol oynamaya başladığını ortaya koyuyorlar. Dolayısıyla, her ikisinde de bu etkiler var. Ama ‘’ittifak’’ deyince, bunun Arapça olmasının ötesinde, işlevsel olarak farklı bir şeye işaret etmesi söz konusu değil. Orada da bir görüşme, anlaşma, pazarlık söz konusu: ‘’Size Mecliste kaç sandalye vereceğiz?’’ diye pazarlık edecekler. Diğerinde de ‘’bakanlıklarda size kaç sandalye vereceğiz?’’ diye pazarlık edecekler. Nihayetinde ikisinde de sandalye pazarlığı var.
Hükümet ittifakında, kamu politikalarının uyumlaştırılması gerekecektir. Farklı siyasi partilerin farklı kamu politikası öncelikleri olacaktır. Bir tanesi, daha fazla eşitlikçi olmayı, vergi yükünü daha adil dağıtmayı önerecektir. Öbürünün de, son yıllarda gördüğümüz gibi, ‘’üst gelir gruplarından vergi almayalım. Onlar yatırım yapsın. Daha fazla istihdam sağlasın. Daha alt gelir gruplarına gelir temin etsin’’ şeklinde, daha liberal bir politika yaklaşımı olacaktır. Bunların uzlaştırılması zor. O yüzden, bunların tartışmaları da uzun ve meşakkatli bir sürece işaret ediyor. Dolayısıyla, böyle bir sürecin nasıl gerçekleşeceğini, o ülkenin koşulları tayin ediyor. Tabii burada bir de siyasi parti liderlerinin, seçkinlerinin, yani partinin ön safında yer alan ve muhtemelen bakanlık koltuğuna gelecek olan seçkinlerin öncelikleri, kendi siyasal kariyer endişeleri, kendi kişilikleri, ihtirasları rol oynuyor. Aristo ‘’Siyasetin olabilmesi için insanların ihtirasının olması lazım’’ der. İhtiras olmadan siyaset olmaz. Dolayısıyla, biz bu insanların, sokaktaki insanlardan çok daha muhteris olduğunu varsayacağız. Onun için, bunların bir araya gelip anlaşmaları, uzlaşmaları bir siyasi parti içinde kolay olmadığı halde, partiler arasında bu tür görüşmeler yapıldığı zaman daha zor sonuç veriyor. Onun için burada daha uzun süreli görüşmeler gerekiyor. Ama bunu bir şekilde teşvik edecek bazı mevzuat önlemleri olabilir. Mesela Fransız Anayasası’nın ünlü 49.Maddesinin 3. Fıkrasında ‘’Bir hükümeti veya koalisyon hükümetini devirdiğiniz anda, muhalefet olarak yeni bir hükümet kurmak mecburiyetindesiniz. Kuramazsanız seçime gideceksiniz’’ diyor. Dolayısıyla, hükümeti kurmakla, erken seçime gitmek aynı. Muhalefetin, bunun hesabını iyi yaparak hükümeti devirme girişiminde bulunması gerekiyor. Onun için, Fransa’da meclisten geçecek yasalarda bir restleşme söz konusudur. Başbakan bu kuralı öne sürerek, kendi önerdiği yasanın engellenmemesi, engellenirse bunu güvenoyu addedeceği, bu şartlarda seçime gideceği ve seçmenden kendisine hakemlik etmesini isteyeceğini vurguluyor. Bu da genellikle çalışıyor.
Pişirici: Bu kadar kariyerin, araştırmanın ve bilimsel çalışmanın sonunda, bir ülke için ve Türkiye için koalisyon hükümetleri, uzlaşarak oluşturulmuş hükümetler mi iyidir, parti hükümetleri mi? ‘’İyidir’’ demeyeyim de, verimli veya yararlı demek daha doğru. Nedir kanaatiniz? Bilimsel bir sonuç var mıdır bu konuda?
Kalaycıoğlu: Demin bahsetmiş olduğumuz örnekler, bize, kurumsal yapısı güçlü olan hükümetler, özellikle yürütmede… Yürütmenin iki bacağı var. Bir tanesi, siyasi seçilmiş olan bir kısımdan oluşuyor. Bir de kamu bürokrasisi var. Bu, düzgün oluşmuşsa ve bunlar arasındaki ilişkiler de düzgün bir temele oturuyorsa, koalisyonlarla yönetim, demokrasi olarak çok başarılı. Çünkü seçmenin verdiği oyun, iktidarda etkisini görebilme şansı yüksek. Bu da demokrasiye olan bağlantısını ve güvenini artırıyor. O açıdan çok önemli bir araç. Temsili anlamlı hale getiriyor. Bizdeki yüzde 10 barajı stratejik oya dönüştüğü için, temsili pek de anlamlı hale getirmiyor. Dolayısıyla, anlamını bir ölçüde törpülüyor. Oysa seçmen, bir oydur. Tabii. 60 milyonda bir oy ne kadar etki eder, ayrı konu. Ama bir oy vermiş olduğu partinin veya adayın seçilmiş olması ve ondan dolayı da kamu politikaları açısından kendisine yararlı bir takım girişimlerin ortaya çıkması, seçmeni büyük ölçüde mutlu edecek ve aynı zamanda, bu sistemin çalışmasına destek olmasını ve ona güven duymasını sağlayacak bir araçtır. Koalisyon bunu en geniş anlamda yapıyor. Çok farklı sayıda siyasi partiyi bünyesine alıyor. Bu çerçevede de bazı uzlaşmalarla çalışıyor. Belki tam istediğiniz oluşmuyor ama büyük ölçüde gerçekleşiyor ve demokrasi erdemli bir rejimmiş gibi gözüküyor. Bu açıdan önemli. Ama kurumsal alt yapısı bizdeki gibi aşınmış veya çürük olan ortamlarda, koalisyon hükümetlerinin de, parti hükümetlerinin de pek etkili olamayacağını görüyoruz; veriler bunu gösteriyor. Her ikisi de aynı derecede etkili olmaktan uzak.
Türkiye’de bir başka örnek daha var: Siyasal çöküşler, özellikle demokrasinin sonlandırılması, sonra gelen askeri darbeler, bunlar hep parti hükümeti esnasında oldu. 1960 darbesi, Demokrat Parti Hükümetinde gerçekleşti. koalisyonu yoktu Türkiye’de. 1962-63’te koalisyona karşı darbe yapmaya kalktılar, başarısız oldular. Koalisyon hükümeti o kadar zayıf değil. Tabii burada, rahmetli İsmet İnönü ve onun kişiliğinden, asker üzerindeki etkisinden, Milli Mücadele kahramanı bir generalin başbakanlığından bahsediyoruz. Dolayısıyla, asker içerisindeki gücü ve onu devirmeye kalkmanın maliyeti rol oynamıştır eminim. Bunları ölçemiyoruz ama bunlar etken. Ama nihayetinde koalisyon hükümetiydi, dolayısıyla başarısız bir sınav vermedi. 1971 darbesi Adalet Partisi ve Süleyman Demirel Başbakanlığına karşı verilmiştir. Hoş, daha sonra onunla uzlaştılar ve onun istediği her şeyi 73 Anayasası’nda yaptılar. Pek de işe yaramadı. 73 Anayasa düzenlemeleri, bugüne kadar, Türkiye’de demokrasinin çalışmasını da bir ölçüde erozyona uğratan bazı mevzuat değişikliklerinin başında geldi. Onu bir başka programda ele alırız.
1980 darbesinde yine azınlık hükümeti vardı. Tek bir hükümet. Meclis’te çoğunlukta değildi. Yine Demirel iktidardaydı ve Meclis’teki çeşitli partiler tarafından destekleniyordu. Rahmetli Erbakan hemen ger gün televizyonlara çıkıp ‘’Kadayıfın altı mı pişti, üstü mü pişti’’ açıklamalarını yapıyor, ‘’Desteğimi çekeceğim’’ diyordu. O şekilde bir yönetim biçimi vardı. Bu da yine büyük ölçüde, başta büyük sermaye başta olmak üzere, Türkiye’deki siyasal ve sosyal çıkarları, genel olarak seçmeni rahatsız eden bir görüntü veriyordu. Ama demin de söylediğim gibi, bunun, makroekonomik dengelere, insani kalkınma ölçülerine etkisi, hele uzun dönemli bir etkisi söz konusu değil. Orada da bir koalisyon hükümeti yok. Adalet Partisi hükümetine yapılmış bir darbe söz konusu. Ondan sonraki son darbe girişimi, 2016’da Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetine karşı yapıldı. O tarihte, orada da bir koalisyon hükümeti, en azından çok güçlü bir koalisyon hükümeti söz konusu değil. Koalisyon hükümeti ondan sonra büyük bir güç ve ivme kazandı. 2015 seçimlerini tek başına Adalet ve Kalkınma Partisi kazanmıştı ve parti hükümetiydi.
Dikkat ederseniz, Türkiye’de, parti hükümetleri süreci ile istikrarsızlık ve siyasal istikrarsızlık arasında ciddi bir ilişki var. Özellikle uluslararası karşılaştırmalara bakacak olursanız, orada istikrarsızlığı, milyon kişide ‘’siyasi sebeplerle şiddet’’ olarak ölçüyoruz. Milyon kişide ‘’siyasi sebeplerle şiddet’’ ölçüsünde, çoğulcu parlamenter demokrasiler, en düşük düzeydedir. Sıfırdır. Milyonda sıfır ölüm. Belki 10 milyonda bir-iki filan. Ama başkanlık rejimleri -ki genellikle parti rejimleri ve koalisyon yoktur onlarda-, bu karşılaştırmalarda en yüksek düzeye çıkıyor. Siyasetbilimci Bingham Powell’ın Karşılaştırmalı Siyaset kitabında açıklanmış bu veriler. Başka çalışmalar da yapıldı; onlar da aynı şeyi gösterdi. Yani koalisyonlarla yönetilen çoğulcu bir ortamın, çok partili parlamenter demokrasileri, siyasal şiddeti azaltmada, başkanlığa nazaran çok daha etkili olarak ortaya çıkıyor. Onun için, bizdeki bu verilerde, siyasal şiddetin parti hükümeti dönemlerinde daha çok olduğunu gösteriyor. Siyasal istikrarsızlık, hükümetin sürdürülememesi, rejim problemlerinin ortaya çıkması, demokrasinin çalışamayacak haline gelmesi, çoğunlukçu espriyle yönetim, kısa sürede, otoriter tek parti rejimine dönüşüyor. Bunu geçen ay uzunca anlatmıştım. Bunların sonucunda, askeri darbeler daha önce ortaya çıkıyor. Bu da en önemli istikrarsızlık göstergeleri. Dolayısıyla iyi bir yönetişim veya iyi bir hükümet etme biçimi, bugüne kadar parti hükümeti ile ortaya konulamadı. Türkiye açısından koalisyonların, parti hükümetinden daha kötü bir çalışma içerisinde olacağını gösteren hiçbir kanıt yok. Burada vurgu yapılan şeyler, demin belirtmiş olduğum şeylerdir: Örneğin, ‘’çok sayıda bakanlık, farklı partilerin elinde. Biz bir karar almak için o bakanlıktan bu bakanlığa gidiyoruz. Bunu kabul edemeyiz’’ diyen büyük sermaye var. Ya da ‘’karar almakta daha fazla zorlanacağız’’ deniyor. Bugün karar almakta zorlanmıyor musunuz?
Bugün Cumhurbaşkanlığı Kararları yazboz tahtasına dönmüş durumda. Güya sorun kökünden tamamen çözülecekti, ne oldu? Türkiye’nin gemisi Akdeniz’de çevriliyor. Avrupa Birliği Donanması, bu gemi hakkında Türkiye’den bilgi istiyor. Türkiye saatlerce buna cevap üretemiyor. Bu mu etkinlik? Koalisyon hükümetinde bunun daha kötü olacağını gösteren bir kanıt yok. O nedenle, ortaya konmuş olan somut verilere, gerçeğe ve somut veriye dayanarak -İngilizcede buna facts deniyor- çözümleme yapmak durumundasınız. Bunu yaptığınız zaman, parti hükümeti ile koalisyon hükümeti arasında bir fark olmadığını görüyorsunuz. Ama Türkiye’de demokrasinin güçlendirilmesi için temsilin güçlendirilmesi son derece önemli. Zaten bugün yapılan talepler, büyük ölçüde temsilin güçlendirilmesi ile ilgili. Kılıçdaroğlu’nun yaptığı ‘’ yüzde 1 oy alan partinin başkanı gelip Mecliste oturabilmelidir’’ açıklamasını anımsayın. Bu, siyasal temsilin güçlendirilmesidir. İnsanların birinci tercihi olan partilere oy vermesini temin etmek için bir imkân sağlanması talebidir. Bu da, Türkiye’de temsilin güçlendirilmesi için, siyasi seçkin arasında da bir beklenti, endişe veya öneri olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla, demokrasi olacaksanız, zaten temsilin güçlendirilmesi gerekiyor.
Son olarak şunu vurgulamak istiyorum: Bizim Seçim Yasası, Anayasa’nın 67. Maddesinde bahsedilen temsil adaleti ve hükümet istikrarı ilkelerini bağdaştırma mecburiyetinden uzak bir yasadır. Bunu nereden biliyoruz? 2002 seçimlerinde Demokratik Halk Partisi (DEHAP) adayı olan, ancak yüzde 46 oy almalarına karşın yüzde 10’luk baraj nedeniyle milletvekili olamayan Mehmet Yunak ve Resul Sadak, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvurmuştu. 2007 senesinde, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu başvuruyu karara bağladı: ‘’Türkiye’deki seçim sistemi demokratiktir. Hükümet istikrarını vurgulamaktadır. Temsil yoktur’’ diyor. Bu şekilde söylemiyor tabii, okuduğunuz zaman anlıyorsunuz, temsili vurgulamıyor. Yani ‘’Kaldırılsın’’ diye bir karar vermiyor. Ama ‘’yüzde 10 baraj, hükümet istikrarı içindir. Temsili engeller’’ diyor. AİHM’nin verdiği kararda, ‘’Türkiye gibi yarı demokrasilerde böyle acayip uygulamalar olabiliyor’’ gibi yorumlara sebebiyet verecek bir takım açıklamalar da var. Üzerinden bu kadar sene geçti, mahkeme kararıyla sabit olan temsilin sağlanamadığı ve Anayasa’nın 67. Maddesi’nin uygulanmadığı seçim sistemi, hâlâ uygulanmaya devam ediyor. Dolayısıyla, barajı makul bir düzeye indirirseniz… Bu makul düzey, mesela Meclis’te parti grubu kuracak kadar oy alma olabilir. Bizde 20 sandalyedir. 600’de 20 sandalye, yüzde 3 yapıyor. Yüzde 3’e indirin. Bu, temsili çok engellemez. Yine engeller ama çok az engeller. Mahkemenin buradaki kararına da uymuş olursunuz. Bu çerçevede ortaya çıkacak durum, bugünkünden farklı olmayacaktır. Çünkü bugün de koalisyonla yönetiliyoruz. Dolayısıyla, yüzde 10 baraj koalisyonları engelleyecekti. Bir tane sol parti, bir tane de sağ parti kalacaktı. Bu iki partili sistemde de, koltuklar bu partiler arasında değiştirilecekti. 1983 Anayasası’nın arkasındaki mantık buydu. Peki, oldu mu? Hayır. 90’larda çok sayıda koalisyon yaşadık. Birçok siyasal yeni partinin kurulması ve birçok siyasal istikrarsızlık dönemlerinin içinden geçtik. Parti kapatmalar, yeniden parti aidiyeti oluşturmaların yarattığı belirsizlik ortamında, parti sayısında büyük bir enflasyon yaşandı. 90’larda, yüzde 10 barajla koalisyonlar dönemi yaşadık. Şimdi döndük dolaştık, yine koalisyonlar dönemine geldik. Üstelik demokrasinin standartlarından iyice sapmış olduk.
Pişirici: Hocam, çok teşekkür ederim değerlendirmeleriniz için. Zaman yine su gibi akıp geçti.
Kalaycıoğlu: Rica ederim.
Pişirici: Medyascope’taki aylık ‘’Siyasetname’’ programının 23. yayınının sonuna geldik. Ersin Hoca’ya değerlendirmeleri için çok teşekkür ediyoruz. Gelecek ay görüşmek üzere. Hoşça kalın.