Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Açık Oturum (185): Kemal Can, Kadri Gürsel ve Ertuğrul Günay ile yerel seçimin ardından

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Sedat Pişirici: İyi akşamlar. Yerel seçimin ardından 185. açık oturumla karşınızdayız. Bu akşam üç konuğumuz var. Kemal Can ve Kadri Gürsel stüdyoda bizimle beraber. Hoş geldin Kemal, hoş geldin Kadri.

Kemal Can – Kadri Gürsel: Hoş bulduk.

Pişirici: Kemal ve Kadri, yerel seçim gecesi yaptığımız açık oturumda bizimle birlikteydiler. Şimdi de özel olarak bizimle birlikteler, beni ve Medyascope’u kırmadılar, geldiler, çok teşekkür ederim. Bir üçleme yapmış olacağız; seçime ilişkin öncesinde, sırasında ve sonrasındaki değerlendirmelerinizi izleyicilerimize aktarmış olacağız. 

Ertuğrul Günay telefon hattımızda. Açık oturuma telefon bağlantısıyla katılacak. Hoş geldiniz Ertuğrul bey.

Ertuğrul Günay: Teşekkür ederim, iyi yayınlar dilerim.

Pişirici: Teşekkür ederiz. Dediğim gibi, bir yerel seçimi geride bıraktık. Hemen hemen her yerde mazbatalar verilmeye başlandı gibi görünüyor ama başta İstanbul olmak üzere kimi yerlerde sıkıntı var, oylar tekrar sayılıyor.  YSK’ya göre İstanbul’da seçimin sonucu hâlâ belli değil. AK Parti’nin itirazı üzerine bir takım ilçelerde ve sandıklarda oylar yeniden sayılıyor. AK Parti, geçersiz oylar üzerinden itiraz geliştiriyor. 

HDP’nin, üç-beş oyluk farkla çıkan sonuçlar nedeniyle itiraz ettiği Muş ve Malazgirt gibi yerler var. Ancak YSK oralarda itirazları kabul etmemiş görünüyor. Kırklareli’nde ilginç bir durum var; CHP’nin önceki belediye başkanı ve bu seçime bağımsız aday olarak katılan Mehmet Kesimoğlu, bu seçimi önde tamamladı. Ancak orada da itiraz sonucu, oylar yeniden sayılacak gibi görünüyor. 

Stüdyodaki arkadaşlarım izin verirse önce Ertuğrul beyden başlamak isterim. Sizinle yaptığımız son açık oturumda, Ankara’yı Mansur Yavaş’ın alacağını, İstanbul’u da Ekrem İmamoğlu’nun almasının büyük olasılık olduğunu söylemiştiniz. İlki kesinleşti, Ankara’yı Mansur Yavaş aldı. İstanbul’da da Ekrem İmamoğlu önde bitirdi gibi görünüyor ama dediğim gibi AK Parti’nin itirazları nedeniyle oylar yeniden sayılıyor. Şunu sormak istiyorum önce: AK Parti İstanbul’da seçim sonuçlarına neden itiraz ediyor?

Günay: İki neden söylenebilir. Birincisi, kaybetmeyi içine çok sindiremedi. Bununla ilgili bir mücadele sürdürüyor gibi görünüyor. Kamuoyuna dönük bir çalışma yapılıyor. Ben bu farkın kapanabileceğini katiyen sanmıyorum. Aslında seçimi kaybettiklerini hem Sayın Yıldırım, hem Sayın Erdoğan seçimden önce fark etmişlerdi. Sayın Yıldırım, yanılmıyorsam seçimden dört gün önce bir televizyon programında ‘’Eğer adaylar öne çıkabilseydi sonuç farklı olabilirdi’’ dedi. Bu, medyaya yansıdı. Yani, ‘’biz adaylar, projelerimizle, kendi özelliklerimizle öne çıksaydık, seçim sonuçları değişebilirdi’’ diye hem sonuca işaret etti, hem de üstü kapalı bir biçimde bu gelinen sonucun sorumlusuna işaret etti. Sayın Erdoğan da seçimlerin iki gece öncesi TRT’de, bütün adayları karşısına oturtturarak saatlerce süren son bir hamle yaptı ve o gece İstanbul’un 8 ya da 10 ilçesinde meydan meydan toplantı yapma ihtiyacı hissetti. Önceki seçimlere ve siyasetin doğasına bakarak söylüyorum; seçimi kazanacağını düşündüğünüz bir ilde, son gece, meydan meydan sokaklarda dolaşmazsınız. Ya da, son gece TRT’nin ve yayıncılığın bütün etik kurallarını çiğneyerek bir yayın yapmazsınız. Hem Erdoğan’ın davranışı, hem Yıldırım’ın sözleri, aslında seçimin kaybedildiğini -anketlerin en sağlıklısı onların eline geldiği için biliyorlardı- buna karşılık, en azından mücadelesiz teslim olmuş görünmek istemiyorlar. Ben bu sonucun değişeceğini sanmıyorum. Bu, işin iyi niyetli tarafı. 

Bir de, İstanbul Belediyesi’nde ve Türkiye’nin hemen hemen birçok belediyesinde gördüğüm bir başka manzarayı söylüyorum: Birkaç dönemdir belediyeleri ellerinde bulunduranlar, kaçınılmaz bir biçimde bir takım usul hatalarını, hukukun önüne geçen bir takım teamülleri sürdüre gelmişler. Seçim sırasında ve seçimin eşiğinde, içeride bir panik yaratmamak için, içerideki düzenlemeleri biraz ihmal etmişler. Şimdi de süreci uzatarak, devir teslimin hemen arkasından somut bir biçimde ortaya çıkacak bazı bilgi ve belgeleri düzene sokmaya çalışıyorlar. Yani, devir teslimden sonraki sıkıntıları azaltmaya dönük bir bilinçli uzatma gayreti var, bir de, dışa dönük ‘’biz mücadele ediyoruz, aldık, alacağız’’ diye kamuoyunu oyalama var. Ama sonuç değişmeyecek. Siz de görüyorsunuz; Türkiye’de 10, 20, 100, 200 oyluk yerler, eğer muhalefet itiraz etmişse sayılmıyor bile. Ama İstanbul’da 10 binlerle ifade edilen bir fark var. Türkiye’deböyle bir farkın olduğu bir seçim, şimdiye kadar nerede itirazla düzelmiş, bir tek örneği varsa görmek isterim. Hatta bence, galiba dünyada yok. 

Pişirici: Peki, hattan ayrılmayın lütfen, devam edeceğiz. Kadri Gürsel, seçim öncesi yaptığımız açık oturumda ‘’Adam kazandı’’ lafı üzerine bir espri yapmıştık. Sen orada, seçim sonrası sorulardan bir tanesinin ‘’Adam kazandı, reis kaybetti’’ olabileceğini söylemiştin. Şimdi seçim sonucuna bakarak ne diyorsun? CHP mi kazandı, AK Parti mi kaybetti? İmamoğlu mu kazandı, Binali Yıldırım mı yoksa Tayyip Erdoğan mı kaybetti? Kim kaybetti?

Gürsel: Seçim kampanyası boyunca her yerde AK Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın posterlerini gördük. Erdoğan, İstanbul Belediye Başkan adayı Binali Yıldırım’dan çok daha fazla çalıştı. Ondan daha fazla miting yaptı gibi algılandı sanki. Her yerde o vardı. Dolayısıyla bu seçim Recep Tayyip Erdoğan’ın oylandığı bir referanduma dönüştü ister istemez. Bunun sonucunda, seçimden önce ifade ettiğim mantığın doğrultusunda gidersek ‘’reis kaybetti’’ demek gerekecek tabii ki. Ama birileri kaybediyorsa, diğer yanda, kazanan bir İmamoğlu var. İmamoğlu’nun özel başarısı bu. İmamoğlu’na yardımcı olan bir örgüt de olduğu anlaşılıyor. Yani, ‘’İmamoğlu sahada tek başına mücadele etti, arkasında örgüt desteği yoktu’’ diyemeyiz. Bu kez, enteresan bir şekilde İmamoğlu da vardı ama CHP’nin örgütü de vardı. Aynı zamanda, benim gözlemlediğim kadarıyla, Millet İttifakı da İstanbul’da iyi kötü varlık gösterdi. Bunun çeşitli somut bulguları da var. Gözle görülür bir durumdu bu. Kimin kazanıp kimin kaybettiğinin mukayesesini yapacak olursak, soruyu şöyle sormak lazım: Kim daha büyük kaybetti? Kim daha büyük kazandı? Bence, Recep Tayyip Erdoğan daha büyük kaybetti. İmamoğlu’nun büyük kazanıp kazanmadığını ise, önümüzdeki dönemdeki yönetim becerisi, vizyonu, pratiği gösterecek. Ama bugüne kadar almış olduğu yolda hiç yalpalamadan yürüdüğünü, duruşunu ve üslubunu hiç bozmadığını, bütün testlerden başarıyla geçtiğini görüyorum. 31 Mart akşamımdan bu yan,  yani son 5 gündür aldığı tutum da, yine uyumlu. Şirazesinden çıkması, sinirlerinin bozulması, dengesini bozmak için ne lazımsa yapılan bir adam İmamoğlu. Sadece sakinliğini korumakla kalmıyor, aynı zamanda politik doğrultusunu da koruyor. Bence bu sürecini de ustalıkla yönetiyor. Bunun hakkını teslim etmek lazım, bu görülüyor. 

Pişirici: Kemal’e dönelim ve aynı sorudan devam edelim. Senin son yazında ayrıntılı bir hesaplama da var, geçmişten bugüne bir oy dökümü yapmışsın. AK Parti oylarının uğradığı erozyonu da anlatmışsın. Ondan da biraz söz et. Kim kazandı, kim kaybetti?

Can: Kadri’nin de söylediği gibi, isimler bazında net kazananlardan biri İmamoğlu. Mansur Yavaş’ı da konuşmak lazım.

Gürsel: İstanbul’u konuşurken, doğru.

Can: Net kazanan isimlerden biri İmamoğlu. Net kaybeden isimlerden biri de Erdoğan. Bunda hiç tereddüt yok. Parti bazında baktığımız zaman da yine şöyle bir ayrışma oluyor. Lokal olarak, CHP teşkilatları, hatta ittifak teşkilatları yerelde, alanda çok başarılı çalışma yürüterek sonuç aldılar. Ama partiler bazında baktığımızda, 31 Mart seçimi itibariyle, ‘’CHP kazandı’’ ya da ‘’Millet İttifakı’’ kazandı denecek bir tablo yok. Lokalde teşkilatların öne çıktığı, yani yerel siyasetin öne çıktığı, -bunu adaylar açısından da söyleyebiliriz- zaten muhalefet işi yerel seçime çekti, iktidar ve özellikle Erdoğan, bunu bir genel seçim hatta bir referanduma dönüştürdü. Dolayısıyla eğer seçmen kendisini oyladıysa, kaybetti.

Şimdi, belediye başkanlığı sonuçları itibariyle yüzdeleri toplayarak ‘’Biz oyumuzu koruduk’’ diye bir hikâye anlatıyorlar ama bu, gerçeği yansıtmıyor. Benim yazdığım mesele de buydu. Genel seçimle karşılaştırılacak şey, belediye başkan adaylarının aldığı oy toplamı değildir. Karşılaştırılacak olan, il genel meclisi ve belediye meclisi oylarıdır. Bunları karşılaştırdığımızda, Haziran’dan bu yana, 9 ay içerisinde 1,5 milyon oy geriye düşmüş. Bu hesaba göre nasıl oyunu korumuş olabilir? Net geçerli oy sayısını öğrendiğimizde yüzdeyi de gerçek anlamıyla göreceğiz ama şu anki kaba hesaplamayla, bu, %50’nin altında bir ortalamadır. 

Gürsel: İttifak olarak düştü diyorsun.

Can: Evet, ittifak olarak. Zaten öyle bir iddiayla yürüyorlar. Hesaba göre, şu anda sonuç ekranlarında görülen yüzdeleri, partilerin aldığı oylar diye görürsek, AK Parti üç puan artmış, MHP dört puan düşmüş. Bu nasıl olmuş onu da açıklamaya muhtaçlar. Ama bu zaten doğru değil. 

Gürsel: Araya girebilir miyim? Şöyle bakalım: %44+%7’yi kabataslak toplayalım, 51 veriyor. Bunu doğru kabul edelim. 

Can: Etmem.

Gürsel: Peki.Ben AK Parti açısından bakma taraftarıyım buna. Onun içinde %11-%12 MHP oyu var. Bunu düşünce zaten AK Parti %40’ın altına düşüyor. Hatta aldığı oy 18 milyon gibi bir oy. Bugüne kadar aldığı en düşük oylardan biri. Seçmen sayısı sürekli artıyor. Normalde, AK Parti hep 20 milyon civarında oy alan bir parti olarak görülür. Bu şekilde kaldığı müddetçe de ‘’kaybetmeye mahkûm’’ denilirdi. Şimdi 18 milyon.

Can: Sana daha çarpıcı bir rakam vereyim. 2011 senesinde AK Parti’nin tek başına aldığı oy 21,5 milyon. O zamanki seçmen sayısı 50 milyon. Bugün seçmen sayısı 57 milyon. Bugün AK Parti’nin aldığı oy 18,5 milyon. Şimdi ben AK Parti oy kaybetmiş mi, oyunu mu korumuş mu, dünya âleme soruyorum. Bu, matematik. Bunun yorumla varılacak bir durumu yok. Bu, sayı. Çok bariz bir biçimde 2014’te 20 milyon civarında kendi oyu var. Bugün aldığı oy, o tarihte ve 24 Haziran’da aldığı oyun altında. Yani, şu anda aldığı oy, 7 Haziran hariç daha önceki bütün seçimlerin altında.

Gürsel: Katılım oranının düşüklüğü gerçek tabloyu görmemizi engelliyor. 

Can: Tabii. Ayrıca, bu karmaşık ittifak yapısı nedeniyle partilerin gerçek oy oranını hiçbir zaman tam ölçemeyeceğiz. Dolayısıyla toplamlar üzerinden, ama toplamı da elmalarla elmaları, armutlarla armutları kıyaslayarak yapmamız lazım. 

Bir de, kaybeden ve kazanan dışında, kaybettiren büyük aktörler var. Bunların içinde, kendi kazanamadan kaybettirmeye katkısı açısından, Millet İttifakı’nın fonksiyonu içindeki İYİ Parti’den bahsedebiliriz. Ama yıldızlaşmış kaybettiren, HDP ve Selahattin Demirtaş’dır. Bu çok açık. Stratejisini kaybettirme üzerine kurduğu için de ‘’büyük kazananlar’’ listesine girmesi gerekir. 

Pişirici: Ertuğrul bey, açık oturumlarda hep hatırlatmak durumunda kalıyoruz; siz eski bir AK Parti milletvekili ve bakanısınız, Recep Tayyip Erdoğan’ı hepimizden daha iyi tanıyorsunuz. Bu seçimde, özellikle İstanbul seçimi sonucu karşısında Tayyip Erdoğan’ın nasıl davranması beklenir? İkincisi, partisinin nasıl davranması beklenir? Bu ikinci soruyu şu amaçla soruyorum: İstanbul’un kaybı bir seçim yenilgisi olarak kabul edilirse, partisi Erdoğan’a hesap sormaya kalkar mı?

Günay: Böyle bir ihtimal yok. 2014’ten ve özellikle 2015’ten bu yana, AK Parti, -kurumsallığı zaten yeni oluşuyordu- bu oluşumdan tümüyle uzaklaştırılarak bir kişi kültü çevresinde buluşmuş bir topluluk haline getirildi. Partide, bir muhasebe yapacak, seçim sonuçlarını genel merkezin veya genel başkanın da içinde bulunduğu bir biçimde sorgulamaya açabilecek olan bir irade, böyle bir organ ve kişiler topluluğu da kalmadı. Zaten Sayın Erdoğan partiyi bu tür iniş çıkışlara göre dizayn etti. Yani tümüyle onun iradesinin belirleyeceği bir yapı oluştu. Adaylar, milletvekili seçimini, belediye başkanları, seçilmiş belediye başkanlarının görevden alınması, yenilerinin atanması, partinin organlarının üzerinde uzun uzun tartışarak oluşturduğu şeyler değil. Bence, parti içinde, bugün varılan sonuçla ilgili bir muhasebe yapma imkânı kalmadı sanıyorum. Benim bildiğim yapı, 2007’den 2010’a kadar olan dönemde, bunları sorgulayacak bir yapı idi. Ama 2013 sonundan bu yana -tümüyle dışarıdan gözlemliyorum- gözlediğim gidiş, biraz önce söylediğim gibi, bir kişinin her şeye egemen olduğu bir yapı. Çünkü Sayın Erdoğan siyasi partiler arsında en fazla AK Parti’yi önemsiyordu. Orayı tümüyle zapturapt altına aldı. 16 Nisan referandumundan sonra, o referandumdaki birçok hüküm seçimden sonra uygulanırken, partinin başına geçmesi hükmü, hemen referandumdan sonra uygulandı ve 15 gün geçmeden partinin başına geçti. O saatten bu yana da partiyi tümüyle bir demir yumrukla yönetiyor. 

Deneyimli bir siyaset adamı, bir eski hükümet üyesi olarak şunu görüyorum: Bu seçimin en büyük kaybedeni, biraz önce arkadaşlarımın da söylediği gibi Sayın Erdoğan oldu. Böyle olmayabilirdi. Örneğin, kendisi ‘’Bu bir yerel seçimdir. Ben partilerin birbirini incitmeden, ülkenin çıkarını düşünerek bir kampanya yapmasından yanayım’’ diyebilirdi. Seçimin başlangıcında ve sonunda, yönlendirici ama bir ölçüde partili bir cumhurbaşkanı için kabul edilebilir sayılan, geçmişte rahmetli İsmet Paşanın ya da Celal Bayar’ın yaptığı gibi bir konuşma yapsa, biraz üstünde durmaya çalışsa ve parti bu sonucu alsaydı, bu kadar kaybetmiş olmayabilirdi. Hatta birileri ‘’keşke sahaya inseydi iyi sonuç alırdık’’ diyebilirdi. Ve hâlâ, o vehmedilen gücünü taşıdığı sanılabilirdi. Ama canhıraş bir biçimde kendisini meydanlara attı. Bunu sadece karşı partililer değil, -toplumun içinden bir insan olarak söylüyorum- AK Parti içinde de çok insan yadırgadı. Hatta adaylar içinde de ‘’bize fırsat kalmıyor ki, kendimizi anlatamıyoruz ki’’ diyenler oldu. Bunu Binali Bey söyledi. Ankara adayının da böyle bir yaklaşımı olduğunu tahmin ediyorum. Kayseri’de yaptıklarını anlatmak ve proje konuşmak üzere Ankara’ya geldi. Ama bir süre sonra Erdoğan’ın ve Süleyman Soylu’nun konuştuğu dilden konuşmaya zorlandı ki bu ona yarar getirmedi. Erdoğan’ın partiye dikte ettiği dil, siyasette çizdiği görüntü, AK Parti’nin bugünkü seçimlerde aldığı sonuçların bir numaralı sorumlusudur.

Pişirici: Peki şimdi ne yapmasını bekleyebiliriz? Bu insan nasıl davranır?

Günay: Hiçbir şey beklemiyorum.Kendisi de böyle bir özeleştiri yapmayacaktır. Partide de bu tür bir özeleştiri sesi çıkamayacaktır. Birebir konuştuğunuzda bir çok insan, resmi görüşlerini değil, özel görüşlerini ifade etme imkânı bulduğunda bu tespitlere katılıyor. Adaylar da katılıyor. Benim konuştuğum bazı adaylar var; yukarıdaki o nefret dili, ötekileştirme dili, suçlama dilinin seçime zarar verdiğini onlar da görüyorlar. Ama hiç kimse bunu yüksek sesle söyleyemeyecek. Söylemeye kalkacak olanlar derhal dışlanacak. Kemal Can birkaç zamandır yazıyor bunu; parti erimeye devam edecek. Bunu bir özeleştiri süzgecinden geçirip, bu yanlışlardan vazgeçebilecek ne bir irade, ne böyle bir takat, ne de böyle bir istek var benim görebildiğim kadarıyla. Böyle eşiklerde başka türlü davranmak gerekir; ciddi bir muhasebe yapmak gerekir. Gerçi, yenilgiyi hiçbir zaman, hiçbir parti -muhalefeti de katarak bunu söylüyorum- hak ettiği biçimde bir özeleştiri süzgecine tabi tutmuyor. Ama 16 yıllık bir iktidar partisinin, 20 milyon civarında oyu olan bir partinin, ülkenin yönetiminde hâlâ çok önemli bir erk kullanan bir partinin, bu seçimdeki dili, söylemi, stratejiyi, ittifakı, ittifaktaki karşı partinin diline tümüyle teslim olup, geçmişte kendi söylediklerini reddetmesini masaya yatırması gerekir. Ama içeride bunu yapabilecek bir irade, bir mekanizma, bir güç olmayacak sanıyorum. 

Pişirici: Kadri Gürsel, Ertuğrul beyin de söylediği gibi, aslında ortada bir parti yok. Ortada bir lider var. AK Parti denen siyasi örgüt, Recep Tayyip Erdoğan isimli siyasi liderin dediğini yapıyor. O nedenle şimdiki sorumu öyle soracağım: Özellikle İstanbul seçimi CHP’nin lehine sonuçlandı diyelim, Tayyip Erdoğan’ın şimdi ne yapması beklenir? Ya da İstanbul seçimi CHP’nin lehine sonuçlanacak mıdır? Ne öngörüyorsun?

Gürsel: Şimdi bu çok zor bir soru aslında. Bu soruyu, cevap vermek anlamında kestirip atabiliriz. Diğer taraftan, üzerinde biraz daha konuşarak cevap da bulabiliriz. Ben ikincisini deneyeceğim. 16 yıl uzun bir süre. Biz, gözlemciler, yorumcular olarak, gazeteciler olarak, Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi kişiliğini, siyasi kültürünü, olaylar karşısında nasıl reaksiyon verdiğini, meydan okumalar karşısında ne yaptığını aşağı yukarı gözlemledik ve çeşitli kodlar oluşturduk. Bunu, az çok Tayyip Erdoğan’ın ne tür bir siyasetçi olduğunu, hangi durumlarda neler yapabileceğini, davranış kalıpları bakımından, hangilerini tercih edebileceğini az çok bilebiliyoruz. Ben şu ana kadar, gözlemlerimi şöyle özetleyebilirim: Düz bir hatta hareket ediyor, lineer, ileri geri hareket ediyor. Aşamayacağı bir güç karşısında, geri adım atabiliyor, ama bu asla uzlaşmak olmuyor. Bunları daha önce tekrarladım, hatta Medyascope.tv’de anlattım. Güç kaybettiği zaman da fırsat kolluyor, güç toparlıyor, yahut elinde kalan güçle telafi etmeye çalışıyor. Artı, bir krizin meydan okuması ile yüz yüze geldiğinde, elinde güç kapasitesi varsa, o krizi de, ateşi ateşle söndürmek ya da orman yangınına karşı, bir karşı yangın çıkarmak gibi, yeni bir kriz yaratarak örtmek, söndürmek ve baskılamak yolunu seçiyor. Yani Erdoğan, uzlaşmayı asla sevmeyen, bilmeyen, ondan nefret eden, güç paylaşımından hiç hazzetmeyen, güç kullanmayı çok seven ve gücün dilini konuşan, gücün dilinden anlayan bir politikacı. Yani Erdoğan’ın siyasi kültürünün merkezinde, odağında güç var. 

O zaman bakalım; şimdi uğradığı güç kaybı, acaba bu fıtrattaki bir siyasetçi tarafından nasıl telafi edilebilir. Ben bu güç kaybını telafi etmek açısından, önce güç kaybının bir tarifini yapmak gerektiğini düşünüyorum. Bu tarihsel bir güç kaybıdır. Bu öyle konjonktürel bir güç kaybı değil. Bu Türkiye’nin, partisi açısından baktığımızda, kendisi açısından da baktığımızda, 2011’den bu yana geçmeye başladığı düşüşteki sert bir kırılmadır. Türkiye’nin düşüşü demiyorum. ‘’Türkiye’nin’’ derken başka bir cümleye başlayacaktım, vazgeçtim, onu iptal edelim. Türkiye’nin değil, kendisinin ve partisinin. Çünkü 2011’den bu yana Recep Tayyip Erdoğan ve partisi, nasıl evrim geçirirse geçirirsin, -olumsuz yönde tabi ki- Türkiye’nin hiçbir gerçek, sahici sorununa çözüm sunamamaktadır. Bunları da tekrar etmek zorundayım: Var olan sorunları büyütmekte, bunlara yenilerini eklemekte ve karmaşıklaştırmaktadır. Böyle ilelebet yönetemezsiniz bir ülkeyi. Bir noktaya kadar gelirsiniz. 

Bir de, periodizasyon açısından bakınca, Soğuk Savaş’tan bu yana, Soğuk Savaş’ın bitiminden bu yana, Türkiye’yi, siyasetinin karakteristikleri ve dinamikleri açısından dönemlere ayırmak mümkün ama, enteresan olan şey şu; AKP iktidarı altında geçen dönemleri de kabaca üçe ayırabiliriz. Bu dönemlerin hepsi, çok enteresan bir şekilde, -bu bir rastlantı mı bilmiyorum ama bir gözlem sadece- 4 ile 6 yıl sürüyor. Türkiye yerleşik bir ülke değil. Yerleşmiş, bir düzene kavuşmuş bir ülke değil. Türkiye, dönüşüm geçiren bir ülke olduğu için, Türkiye’nin dinamikleri hiçbir siyaset etme tarzı ve ittifak yapısının kalıcı olmasına izin vermiyor ve vermeyecektir, vermedi de. 

Lafı da fazla uzattığımın farkındayım, toparlayacağım. Ne yapabilir? ‘’Ne yapabilir’ sorusuna cevap elbette ki, yani hep aklıma bu geliyor; Erdoğanolog olmak lazım bu soruya cevap vermek için. Ben de bunun bir denemesini, egzersizini yaptım. Tabii ki Erdoğanolog olamayacağımı ve kimsenin de olamayacağını biliyorum. Eskiden Kremlinolog falan olmak mümkündü ama o bir yapıydı, bir rejimdi, bir sistemdi, bir kurumdu. Onun iç şifrelerini çözmekle uğraşan insanlara Kremlinolog denirdi. Burada Erdoğanolog olamaz kimse ama Erdoğan’ın davranış özelliklerinden yola çıkarak şunu söyleyebilirim: Birincisi, konvansiyonel yollardan bu krize çözüm bulması imkânsız. Yani uzlaşacak mı? Sertleşecek mi? Sertleşirse bunun bedeli çok ağır olacak. Uzlaşırsa da, uzlaşma imkânı pek fazla yok, kendine bir hareket alanı bırakmadı. Ben, şunu yapabilirse, kendisi, partisi ve Türkiye için iyi olabileceğini düşünüyorum: Bu saatten sonra bu inişin telafisinin olmadığını, kaybın kesin olduğunu, kaybın sosyopolitik ve sosyoekonomik bir gerçekliğe dayandığını iyi tahlil etmeli, tespit etmeli ve buna göre, bu inişi yönetmelidir. İnişi yönetmelidir. Yani, bunu nasıl yapar? Bunu uzlaşarak mı yapar? Ruşen’in yayınını izledim; o çok detaya girdi. Senaryolar üzerinde durdu. Örneğin; Uzlaşmak nedir? Bugünkü sıfır toplamlı oyuna göre dizayn edilmiş, ‘’tuhaf’’ rejimde uzlaşma imkânı yok. MHP ile güya ittifak halinde ama bir klasik manada siyasi koalisyon değil bu. Mesela Ruşen’in söylediği gibi, bakan verse, bakan olmanın ne anlamı var bu rejimde. Bu bir tek adam rejimi. Tek adamla nasıl bir uzlaşma içine gireceksiniz? Ne tür menfaatler sağlayacaksınız uzlaştığınız taraflara? Bu yapı buna müsait değil bir kere. Parlamenter rejimde dediği gibi, evet bunun imkânı var ama bu yapı kırılgan bir yapı. Yani, çözüm üretemiyor, esnek değil, çözüm üretemediği için de kırılgan. Kırılmaması açısından da, yegâne ön koşul, demokratik dönüşümü, değişimi sağlamaktır. Önünü kesmemektir ve bunu iyi yönetmektir. Bugün ise kötü bir sınav veriyor bu açıdan. Ne amaçla yaparsa yapsın, yerel bazda kötü bir sınav veriyor. Demokratik dönüşümün, değişimin önünü daha fazla keserse, korkarım ki Türkiye, büyük bir kırılmaya doğru yol alır. 

Pişirici: Kemal, biraz önce sözünü ettiğin, AKP oylarındaki erozyonun nedenleri konusunda ne söyleyebilirsin? Bir de, deminki soruyu da yöneltmek isterim; Böyle erozyona uğrayan bir siyasi parti, siyasi lider bu seçim sonuçlarını da gördükten sonra, ne yapar sence, nasıl davranır? Nasıl davranmasını bekleyebiliriz?

Kemal Can: Tabii bu tür durumlarda, bir standart davranış yok. Kadri’nin biraz önce özetlediği gibi “Ne yapılması gerekir” diye herkes için geçerli bir şey söylemek mümkün değil. Fıtrat, müktesebat, malzeme… Bunların hepsi belirleyici. Ve bunların hepsine baktığımızda, -geçenlerde beraber katıldığımız bir programda Nesrin Nas’ın söylediği şeyi ödünç alarak söyleyeceğim. O, ekonomik krizler için söyledi- Krizi yaratan ana unsurlardan biri olan hiç kimse, krizi çözemez. Bu, aslında büyük ölçüde siyasi krizler için de geçerli bir şey. Bundan çıkmanın iki yolu vardır: Bir, krizi atlatabilecek kadar hafifletme yeteneğinizin olması lazım. Şimdi yapıldığı gibi krizi baskılamak değil,. Krizi, 2008’de olduğu gibi, teğet geçmesiyle, onun üstünden atlayabildiğinizde geçebilirsiniz. Ama krizi çözmek bir mecburiyet olarak önünüze geldiğinde, bunu yaratan aktörün yapması gerçekten zor. Ekonomik krizde de böyle, siyasi krizde de böyle. Erdoğan, bunun fazlasıyla farkında olan birisi. Ve bir süredir kurduğu iktidarı savunma stratejisi -sadece onun kurduğu değil aslında, ona kurulan- bu iktidarı devam ettirme stratejisi, böyle bir durup, yeniden değerlendirip, baştan ele alıp, bunun içinde yumuşama da olan yeni bir rota çizmeye müsait değil. Bu yüzden de, bu seçime girilen hattın dozunu arttırarak bir çare aramaya çalıştılar. 

Aslında bu sertliğin, çok hayra alamet sonuçlar vermediğini 24 Haziran’da gördüler. Ama 24 Haziran’dan sonra şunu da gördüler; Bu tersine çevrilebilir bir şey değil, ancak hızını kesebilirler. Erimeyi durduramazlar, erimenin gideceği alanları tıkayıp, başka yerle buluşmasını engellemeye çalışmaktan başka bir çıkış olmadığını gördüler ve dolayısıyla, buna abandılar. Şimdi bu silsile içinde baktığımda, normalde olması gereken, şapkayı öne koyup, “Yahu bize ne kaybettiriyor, bu iş yanlış oldu” diye düşünmeleri gerekirdi. Hatta sokaktaki sıradan AKP seçmeninin bile, “bu dil iyi olmadı bize yaramadı” derken, bunu onlar akıl edemediğinden değil, yapamayacakları için. Bunu yaptıkları anda, vazgeçecekleri şeyin, sonuçta iktidar olmak zorunda olduğunu bildikleri için ve bütün önceliğin iktidarı korumak olarak kurgulanmasından dolayı, bunu yapamayacaklarını düşünüyorum. Ama sertleşme dozunun, nasıl bir seyir izleyeceği, bir sürü başka faktöre bağlı. Çünkü bir yandan da, idare edebilmek için bir takım ihtiyaçları var; Dış borç temininden, kısmi olarak dış politikada bazı el rahatlatmaları ya da sıkıştığı alanlarda seçenek arttırmak gibi. Dolayısıyla o, bir sürü diğer faktöre bağlı. Ama ben kendiliğinden bir hesaplaşma, bir muhasebe, bir yeniden ele alma beklemiyorum Erdoğan’dan. 

Bir başka not olarak da şunu söyleyeyim: Bunu mümkün kılacak dinamiklerden biri, o siyasi aklın ötesinde, onu destekleyen siyasi dinamiklerin ve teşkilatların gücüdür. Teşkilatlar, bir lider acayiplikler yaptığında, onu bir biçimde doğrudan bir sorgulama meselesi haline getirmeden de, onu aşağıdan yukarıya doğru belirli bir rotaya doğru itebilecek bir siyasi basınç oluşturur. Çünkü asıl olarak problemi aşağıdan yukarıya doğru taşıyacak olan, siyasi partilerdir. Fakat bundan bir süre önce, tamamen biten AK Parti hikâyesini bir Erdoğan hikâyesiyle yenilemeye kalkan iktidar, partiyi imha ederek başladı. Ve parti, -daha önce de buradaki yayınlarda söylemiştim- artık Beştepe’nin siyasi işler dairesi ya da -başkanlıklar var orada- başkanlığa dönüştü. Ama 31 Mart seçimi itibariyle görüyoruz ki bu başkanlık da çalışmıyor. Yani orada ağır bir beceriksizlik ve o efsane teşkilatın, kendi “Oylarımız çalındı” iddialarıyla da büyüyen büyük bir beceriksizlik gösterdiğinin kabulü lazım. 

Pişirici: Şunu sorabilir miyim? Erdoğan’ı kurtarmak için partiyi bitirdiler. Şimdi bitme ihtimali olan Erdoğan’ı kurtaracak bir parti de yok. Krizleri bu mu? 

Can: Bu da krizlerden biri ama şu anda hâlâ, Erdoğan’ın seçimde olduğu kadar önde olmaması, bu itiraz sürecinde ve uzatmalarda, bir tür, partiyi öne atması, hatta seçim gecesi ekrana attıkları İl Başkanının üzerinden ya da daha önce adını hiç duymadığımız genel başkan yardımcıları üzerinden işin yürütülüyor olması, bu sonucun asıl müsebbiplerinin ortaya çıkmayıp, başka birilerinin topun ağzına konması da, bu harcama sürecinin devam ettiğini gösteriyor aslında. 

Bir de, bu itiraz sürecinde işleyen şöyle bir şey var: 24 Haziran’da muhalefet seçmeninin yaşadığı türden bir duyguyu kendi seçmenine yaşatmamak için de bir çırpınış var anladığım kadarıyla; “Oy vermeyen küskünler zaten var. Oy verenleri de küstürmeyelim” çabası bu. Ama bu çabayı da, seçimi üstlendiği kadar üstlenmediğini görüyoruz Erdoğan’ın. Yine burada bir tür, teşkilatı harcayan… Hatta neredeyse bu şaibe iddialarının tamamı, doğrudan AK Parti teşkilatının. Çünkü ‘’oyumuz çalındı’’ diyorsan, sandıktaki kendi görevlin, sandık başkanın, partinin temsilcisi, ortağının parti temsilcisi, müşahitlerin tamamını, bir komplonun parçası, ‘’hain,’’ olmadıysa da, ‘’saf’’ diye etiketlemen demek aslında. Bu, bu kadar da açık bir itiraf. 

Bu hikâye kısmına da bir not söyleyeyim: Biraz önce AK Parti’nin tarihsel sürecinden biraz bahsettim, Kadri de tamamladı. 2011 eşiğinde, ekonomik ve siyasi dış destekle önemli ölçüde ittirilen AK Parti hikâyesi, dünya konjonktürü de değiştiği için bitmişti. Bir gelecek kurabilecek yeteneği, dinamizmi, motivasyonu kaybetmişti. Bu, 2011 ile 2015 arasında, gerilimi ‘’dünyaya açılıyoruz, büyüyoruz’’ diye ileriden içeriye dönüp, içerideki o Ergenekon, Balyoz davaları ile rövanşist bir şey, ama bir yandan da çözüm süreci ile yine içerideki bir güç alanına konuşarak, içeriden çözülmeye, yenilenmeye çalışıldı. Ama bu girişim, 2012-2014 arasında çok sayıda duvara tosladı. Bunun finalinde, 2014 itibariyle çözüm masası devrilip, “Seni başkan yaptırmayacağız’ la bir tür lütuf karşılığı iktidar temin edilmeyeceği görüldükten sonra, ittifak değişti ve bunun yerine, ‘’başkanlık’’ diye sonra referanduma getirilen, Erdoğan’dan bir hikâye: “Güçlü Türkiye’nin, Güçlü Lideri,” “Milliyetçi muhafazakâr sağ hülyanın beklenen önderi” hikâyesi üretilmeye kalkıldı. 

31 Mart itibariyle gördüğümüz tablo, bu hikâyenin de karşılık bulmadığı. Bu hikâyenin, referandumda da, 24 Haziran’da da, diğer %50 tarafından zaten kabul görmeyeceğini, bu alana doğru taarruza büyük bir direnç olacağı görülüyordu. Şimdi 31 Mart itibariyle kendi alanında da, o sağ milliyetçi muhafazakâr kitlenin içinde de, -iktidar olarak başka bir seçenek olmasa bile- böyle bir iktidar konusunda tereddütlerin büyüdüğünü ve Erdoğan hikâyesini de satın almadığını gördük. Bence Erdoğan’ın ‘’büyük kaybeden’’ olması, sadece durumsal bir şey değil, bu hikâye açısından da belirleyici. 

Pişirici: Ertuğrul bey, bugün seçimin ardından dördüncü gün. Dört gündür ne Erdoğan ortalıkta, ne, bu seçim sürecinde en az onun kadar, kimi zaman ondan daha sert bir üslupla konuşan İçişleri Bakanı ortalıkta. Ne, Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkan Vekili Numan Kurtulmuş ortalıkta. Başkaları da görünmüyor parti üst yönetiminden çıkıp konuşan! Dört gündür ortalıkta görünmemelerini neye yormalıyız? 

Günay: Arkadaşların biraz önce söylediği gibi, sorumluluk bir yerlere fatura edilmeye çalışılıyor. “Kimse kabahati üzerine almaz” bizde bir atasözüdür. Teşkilatlar, teşkilatların başarısızlığı, sandıklara yeterince sahip çıkmaması gibi, daha önce muhalefette gördüğümüz eleştirilerle geçiştirilmeye çalışılıyor. Ama partililer, adaylar, toplum görüyor ki, kampanyanın sürdürücüsü aslında şimdi susanlar ya da susanların birkaç tanesi. Bunu kriz dönemlerinde şimdiye kadar gördük. Yani 17/25’te, 7 Haziran’da böyle bir suskunluk dönemi yaşadı Erdoğan ve o suskunluk döneminin arkasından yeni bir strateji belirledi ve o stratejisini sürdürmeye çalıştı. Şimdiye kadar da başardı. Bu kez galiba başaramayacak. O eşikte gözüküyor. 

Ben başka bir tespit yapmak istiyorum: Şimdi burada ittifaklar oldu, hangi parti tam ne kadar oy aldı, orada bir takım tartışmalar var falan. Fakat genel tabloya baktığınız zaman, İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya, Mersin, Hatay, Adana, Diyarbakır… Böyle genel baktığınız zaman, aslında biz 16 Nisan’daki yerdeyiz. Yani Anayasa Referandumu’ndaki yerdeyiz. Bu sonuçlar onu tekrarladı. Referandumda, sandık sandık, mahalle mahalle, ilçe ilçe bu işin sahibi olmadığı için, o sonuçlar güme gitti. Hatırlayın; Muhalefet partisi çıkıp önce akşamın 10:30’nda “halkın iradesine saygılıyız” dedi. Sonra İstanbul’un Ümraniye’sinden, Fatih’inden, Eyüp’ünden ‘’Hayır’’ oyu çıktığını fark edip ayıldıklarında, itiraz etmeye kalktılar. Ama Erdoğan da o zaman “Atı alan Üsküdar’ı geçti” dedi. Aslında bu sonuçlar onun tekrarı. Yani o zaman da millet o kararlılığı gösterdi, fakat burada, -İstanbul’da Ekrem İmamoğlu, Ankara’da, Yavaş, Adana’da, Zeydan Karalar, öbür tarafta Muhittin Böcek, Vahap Seçer bu işin sahipleri olduğu için- işin sahipleri ilçelerde, beldelerde, mahallelerde arkasına düştü ve bu sonuç şimdi yakalandı. Aynı sonuç. Türkiye bir şey kaybetti onun altını çizmek istiyorum; 16 Nisan referandumunda sandıklara bugünkü kadar sahiplenilip, saydırılmaya çalışılsaydı, biz yaşadığımız bu karabasanın büyük bir kısmından geri dönmüş olacaktık. 

Pişirici: Şunu mu söylemek istiyorsunuz aslında: Yani, AK Parti biraz da, ‘’CHP ya da muhalefet nasıl olsa bu işin peşini bırakır, oyunun arkasını aramaz’’ diyerek gevşek mi davrandı sizce?

Günay: Yok gevşek durmadılar. Çünkü cumhurbaşkanının bu kadar canhıraş davrandığı bir yerde gevşek durmadılar. Orada da gevşek durmamışlardı. Yani, 16 Nisan da Erdoğan için o kadar yaşamsaldı, bu da o kadar yaşamsal. Ama bu sonuçları Türkiye yaşamış daha önce, bunu söylemek istiyorum. 7 Haziran’da başka bir şey yaşamıştı. Dün, galiba Cem Tokeryazmıştı, orada okudum; 2014’ün Ağustos’unda cumhurbaşkanı seçiminde sandığa gitmeyenleri de eklediğiniz zaman, Türkiye 2014’ten bu yana, bu karabasana girmemeye çalışıyordu, ilk defa sahibini vurdu. Bu halkın sandığa attığı oyun muhasebesini yapacak, oya sahip çıkacak birileri olabildi burada. Arada tabii Türkiye olarak bir dolu şey ödedik. 

Şimdi bundan sonra ne olur? Bundan sonra, -bir daha söylüyorum- AK Parti içinde bir muhasebe son derece zordur. Bugün hukuken bir bakanlar kurulu yok biliyorsunuz. Yani tüzel kişilik olarak söylüyorum, yanlış anlaşılmasın. Tüzel kişilik olarak, bugünkü sistemde bir bakanlar kurulu yok. Bu benim sözüm değil. Meclis’in yazdığı broşürdeki cümle. ‘’Bakan’’ sıfatı taşıyan arkadaşlar var ama hiçbirisi partinin kuruluşundan bu yana, o siyasi kıdem ve birikimin içinden gelmiyorlar. Bir tanesi yok orada. Partinin üst yönetimi MKYK’sı var.Oraya da baktığınız zaman, partinin kuruluşundan bu yana, kurucularından bu yana sürüklenen bir ya da iki kişi var. Onun dışındakilerin hiçbirisi yok. Bir anlamda, bu yukarıdaki seviye kaybı, bu kıdemsiz, birikimsiz görüntü, aşağı doğru yansımış vaziyette. Örgütlerde de böyle. Bu yapı, herhangi bir muhasebe yapamaz. Bu yapı herhangi bir fatura çıkaramaz. Bu yapıda, cumhurbaşkanına “Siz cumhurbaşkanı ağırlığında kalsaydınız da, seçimi biz sürdürseydik, toplum bu kadar ötekileştirilmeseydi. Daha birkaç yıl önce bir masaya bizim rahatlıkla oturduğumuz insanlardan başkaları oy aldığı zaman, vicdanları bu kadar rahatsız eden, suçlayıcı şeyler söylenmeseydi keşke” diyebilecek bir grup, kadro, insan, kurum, kişi yok. Burada başka bir şey var yalnız; Demin arkadaşlar da söyledi; Erdoğan’ın tavrı, evet, bir çizgi var ama hangi olay karşısında ne tepkiyi vereceği, çok da kestirilemiyor. Şöyle bir şansı var hâlâ. Arkasında, 15-20 milyon civarı bir kitle var ve bu kitle içinde çok önemli bir çoğunluk, bugün dediğinin tam tersini dese bile, onu onaylıyor. Bunu yumuşatarak, belki krizi hafifletebilir, evet. Bunu yaparsa Türkiye kazanır. Yapar mı? Ben doğrusu çok umutlu değilim. Şimdi birkaç gündür çok yüksek sesle konuşmuyor ama şunları söylüyor; “E seçilsinler ama nasıl çalışacaklar? Para bende, güç bende, ben şu kadar yıl iktidardayım.” Bu, krizi sürdürmek iradesinin ifadesi. Bunun yanlış olduğunu, seçilmişlere saygı göstermeyi, kendisi şimdiye kadar mağduriyet edebiyatı yaptığı için -hakikaten bazı mağduriyetlerden geldiği için- karşısındakileri mağdur etmenin uzun vadede doğru olmadığını hisseder ve üslubunu değiştirirse, bu üslup değişikliğini hiç yadırgamayacak 10 milyon insan var arkasında. Bu, Türkiye’yi, siyasi ve ekonomik krizi bir ölçüde rahatlatabilir. Dilerim ki bunu yapsın, dilerim ki… Ama bunu yapar mı? Yani son birkaç yıllık icraatına bakınca, çarşambanın gelişi, perşembeyi çok açık göstermiyor.    

Pişirici: Son soru bağlamında yine size soracağım. Arkadaşlarım da kendilerine bir son soru gibi alsınlar bunu. Erdoğan’dan, ‘’bu hükümet sistemi gereği de, -‘’seçimden sonra ekonomik reformlara yöneleceğiz, onlara bakacağız’’ dedi ya Çünkü önümüzde bir ekonomik kriz var. Şimdi ona bir siyasi kriz eklemlendi- bunun içinden çıkabilmesi için, muhalefeti de davet ederek, bir restorasyon hükümeti kurması ihtimali var mıdır?

Günay: Çok sanmıyorum. Erdoğan çok paylaşıcı bir yönetici değil. Başlangıçta, bu tür arayışları, bazı paylaşma, açılma gayretleri vardı. Ama 2014’ten bu tarafa, kendi partisi içinde farklı düşünenlerle herhangi bir paylaşım yapmıyor ki, başka partilerden bazı insanlarla paylaşacak. Bence, bu seçim tartışmaları bittikten sonra, gelecek seçime giderken, bütün muhalefet partilerinin, Türkiye toplumuna, partili cumhurbaşkanı modelinin, önce Türkiye için bir başkanlık sisteminin, üstüne üstlük bir de bu başkanın partili olmasının Türkiye için bir çıkmaz olduğunu, tekrar, doğru düzgün işleyen, milletin vekilini seçeceği gerçek bir parlamenter sisteme, icranın başında güçlü bir başbakana, hükümete, genel merkezlerden atanmış bir parlamentoya değil, halk tarafından seçilmiş bir parlamentoya ve siyasetin üstünde, siyasetin günlük kavgalarının üstünde, gerçekten devletin birliğini ve milletin bütünlüğünü temsil edecek bir cumhurbaşkanına ihtiyacımız olduğunu, anlatmaya gayret etmesi, bu konuda belki bir ortak anayasa  önermesi, hazırlamasında çok fayda görüyorum. Buna büyük bir ihtiyaç olduğunu da düşünüyorum. Bunun Adalet ve Kalkınma Partisi içinde de çok alıcısı var. Nihayetinde bu insanlar da Türkiye’de yaşıyorlar ve bu yaşanan sıkıntılar, bu kriz, bu mağduriyetler onları da şöyle ya da böyle, mutlaka rahatsız ediyor. Gelecek seçim için bu tür yeni bir anayasayı, çoğulcu, katılımcı, bir düzgün parlamenter sistemi Türkiye’nin önüne koymak, kişilerden öteye bir büyük umut yaratabilir. Adalet ve Kalkınma Partisi içinde de bunu destekleyecek çok insan olduğunu sanıyorum. Bu seçimlerde alınan sonuçlarda, onların da payı var, bunu da inkâr etmemek gerekiyor. Teşekkür ederim. 

Pişirici: Kadri, aynı soru bâki kalmak suretiyle biraz daha genişleterek şunu sorayım: Eğer erken genel seçim yapılmasaydı -ki normalde seçim Kasım 2019’da yapılacaktı- bu yerel seçimin bu sonuçlarının ardından belki de ‘’Bakalım Tayyip Erdoğan kasımda iktidarını koruyabilecek mi?’’ diye tartışacaktık. 

Gürsel: Konuşacaktık, evet. Onun için zaten erken seçim yapıldı. 

Pişirici: Deminki soruya ilintili olarak, önümüzdeki 4,5 yıl içinde bir erken seçim söz konusu olur mu? Biz önümüzdeki 4,5 yılda neler göreceğiz sence? 

Gürsel: Ben bir erken seçim olacağına neredeyse eminim. Türkiye bu şartlar altında 4,5 yıl daha yönetilemez bu şekilde. Taşıyamaz bu durumu. Ama bu erken seçime Erdoğan’dan ziyade, -bunu yine konuşuyoruz- Bahçeli’nin başlama vuruşuyla gideceğimizi zannediyorum. Ben bu ittifakın, Cumhur ittifakının bir geleceği olduğu kanaatinde değilim. Bu açıdan, Erdoğan’ın ne durumunun, ne de yakın geçmişinin, geçmişte yaptıklarının, aldığı kararlar ve tercihlerin yeni ittifaklar geliştirmeye de uygun olmaması, Erdoğan için dezavantaj. ‘’Ne bu durum’’ derken de rejimi, rejimin yapısını kastediyorum. Burada hep bahsediyoruz; uzlaşmayı, güç paylaşımını dışlayan bir yapısı var. 

Ben birkaç bir şey söylemek istiyorum. Erdoğan sertleşir mi, sertleşecek mi? Erdoğan fıtratındaki bir siyasetçinin, otoriter bir siyasetçinin, bir meydan okumayla karşılaştığında, sert reaksiyon vermesi, sertleşmesi bekleniyor insiyakî olarak, içgüdüsel olarak. O zaman ben Erdoğan’ın sertleşme kapasitesi, sert bir tutum alma, daha da otoriterleşme kapasitesinin de şüpheli olduğu kanaatindeyim. Bu potansiyel vardı tabii ki, ama tekrar ediyorum, -bunu başka yerlerde de kullandım- bu kapasitenin inşa edilmesi açısından, eskisi kadar araçlar yok elinde. Misal; Meral Akşener’i tehdit etti değil mi? “Bak birileri içeride süre dolduruyor, gün dolduruyor, sen de gidersin” dedi. Şimdi mesela, muhalefetin liderlerini, tabii ki mümkün olanlar arasından -“Dokunulmazlığın da yok” gibi imalarda bulundu, yanlış hatırlamıyorsam bunu açıkça dedi- hapse gönderecek mi? Ben açıkçası bugünkü şartlardaki bir Türkiye’de bunun felaketle eşdeğer sonuçları olacağı kanaatindeyim. Yani “iktidardayım ben, güç bende” diye hatırlatmak ihtiyacını, kendisini hissettirmek ihtiyacını isteyecektir. Bu dürtü kendisini hep rahatsız edecektir. Bunun için ne tür sertliklere başvuracak? Yani ortada zaten medya kalmadı. Gazeteciyi hapse atmak en kolay şey. 

Pişirici: Çünkü o medya da bir işe yaramadı zaten.

Gürsel: Medya da bir işe yaramıyor zaten. Yani gazetecileri hapse atmak çok efektif değil artık. Bir şey sağlamıyor kendisine. 

İki; seçimden daha bir gün önce ‘’Suriye’deki terör sorununu masada değil ama alanda çözeceğiz. Bakın göreceksiniz seçimden sonra gireceğiz’’ dedi. Hemen dün yanılmıyorsam, Amerika daha çekilmediği için, ‘’bunun yıkıcı sonuçları olur’’ diye Amerika’dan bir reaksiyon geldi. Bu noktada, yani Suriye’den Türkiye’ye, açık, yakın bir saldırı, tehdit, terör tehdidi gelmediği sürece bunu şimdi yapması, yani bu seçim yenilgisini unutturmak için bir dış gündem yaratması, bir “milli heyecan yaratmak” açısından bunu yapabilir mi,  şüpheliyim açıkçası. 

Yine 2015’teki gibi mesela ve daha sonrasında olduğu gibi terörle mücadele… E, ortada mücadele edilecek bir terör kalmadı sanki. Kayyum atama, tekrar seçilmiş belediye başkanlarını -misal GBT’ler yüzünden- görevden alıp ki bu aleni, açık her türlü hukuk normunun dışındadır. Çünkü yargı kararı yok ortada. Birilerinin tuttuğu fişler bunlar. GBT (Genel Bilgi Toplama) vs. bir istihbarat çalışmasının neticesidir. Bu olabilir mi? Bakın, sandık, artık Erdoğan’ın son meşruiyet dayanağı, sırtını verebileceği tek şeydir. Sandıktan çıkmış olan insanlara karşı alabileceği bu tür tutumlar, bu meşruiyet dayanağının da yıkılmasına neden olabilir. Ki dünyada da güç kaybettiği hemen algılandı; Türkiye’yi yakından izleyen tecrübeli gazeteciler bunları yazdı. Verilen reaksiyonlar da, Erdoğan’ın, hiç olmadığı kadar, daha önceki bazı kırılmalar yahut çeşitli dramatik gelişmelerde olmadığı kadar, güç kaybettiği algılandı. Ekonomik krizin çözümü için böyle bir çabası olacaksa, güven vermek zorunda. Nasıl güven verecek? İstikrar, güven oluşturmak açısından bu tür yollara meylederse, Türkiye’yi krizden çıkarabileceği hususunda güven de veremez. Ben çıkarabileceği kanaatinde değilim, ayrı mesele. Ama güven de veremez. Bu saatten sonra, güç kullanımıyla ülke yönettiğini ve güç sahibi olduğunu vs, yönünde bir imaj yaratması, algı oluşturması, bence mümkün değil.  

Pişirici: Son sözü Kemal’e bırakalım. O bize, bizi nasıl günlerin beklediğini mümkünse söylesin. Sana bir kâhin rolü biçtim ama gerçekten, bırak gazeteci olmayı, bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak da çok merak ediyorum. Tamam, benim de kendi fikirlerim var ama nasıl çıkacağız bu işin içinden? Ülkeyi fiilen yöneten iktidar nasıl davranacak, ne olacak? 

Gürsel: Herkes sokakta ‘’Ne olacak?’’ diye soruyor. Dolayısıyla kâhinlik yapmak değil bu.

Pişirici: Sen hiç olmazsa birtakım sayıları çarpıyorsun, bölüyorsun. Sanki daha somut şeyler söyleyecekmiş gibisin.  

Can: Benim bu konuda, daha önceki seçimler, hatta referandum sürecinde de sık sık dile getirdiğim bir şey vardı. Bu akşam konuşmada da zaten bunlar etrafında biraz değerlendirme yaptık. Aslında, AK Parti’nin girdiği krizin, Erdoğan’ın girdiği krizin, erileme ya da gerilemenin, -biraz önce Ertuğrul Günay da benzer bir şey söyledi aslında- referandumdan itibaren, hatta 2015’ten itibaren, bir duvara vurduğunu biliyoruz. Ve bunun tedrici bir gerileme, bir kriz ürettiğini de biliyoruz. Bir yönetememe krizi. Bunu 2011’den başlatıyorum. Dolayısıyla, bugün yaşadığımız durum, ne bir şeyin başlangıcı, ne bir şeyin finali. Zaten başlamış, yavaş yürüyen bir sürecin önemli aşamalarından birindeyiz. Dolayısıyla, kimse 31 Mart’ın bir milat olduğunu, bir şeyi başlattığını ya da bir şeyi bitirdiğini düşünmesin. Zaten siyasi süreçler, daha önce de, AKP’nin iktidara gelişi süreci de, bugünden yarına olmadı. Evet, 2002’de sürpriz biçimde geldi ama önünde bir 10 yıl var. O 10 yıllık sürecin sonunda geldi. Biraz önce Kadri, ‘’6 yıl, 4 yıllık periyotlar’’ dedi. AKP de kendi periyotlarında bir takım eşikler geçiyor. Ama bugüne kadar muhalefet açısından sorun olan noktalardan biri ya da bu cevap arayan soruların karşılık bulmamasının nedeni, ‘’hemen olacak’’ arayışıydı. Hemen hiçbir şey olmuyor. Yani siyasi alanda böyle sürpriz gelişmeler olabiliyor ama dinamikler öyle bugünden yarına işlemiyor. Ama işleyen bir şeyin önemli bir noktasındayız. 

Ben bu noktada, birçok nedenle, yakın, kısa vadede iyimser şeyler beklemenin çok mümkün olmadığını düşünüyorum. Çünkü sadece bu itiraz sürecindeki anormallik bile, yumuşak bir intibak vaat etmiyor, bunu söylemeliyim. Erken seçim konusunda Kadri’ye katılıyorum ama hızlı bir erken seçim beklemiyorum. Ama 5 yıllık bir seçimsiz denge döneminin de olması mümkün değil. Zaten her şeyden önce, yani Türkiye’nin bunu kaldıramayacağından öte, Erdoğan bunu kaldıramaz. Çünkü Erdoğan’ın, her sertleşme ya da her yenilginin sonrasında, bunu telafi edecek bir seçime ihtiyacı oldu. Bu yüzden biz her yıl seçim yaptık. Bütün bu krizli dönemin, yani bu bahsettiğimiz AK Parti’nin krize girdiği 2011’den bu yana, -2010 referandumundan alalım- neredeyse yıla bir sandık düşüyor. Çünkü bu meşruiyet ve güç kaynağı olarak kullanılan bir şey. Bugün bu açıdan çok problemli bir noktaya gelinmiş durumda. Aslında çırpınma ve reaksiyon da burada. Çünkü bugün yarattıkları sandık tartışması yüzünden, en çok üstüne abandıkları, meşruiyetin ve gücün kaynağı olarak işaret ettikleri şeyi zorluyorlar şu anda. Her şeyi ona bağladıkları… Sandık neyse o. Kabaca, tribün mantığıyla bakarsan, “tabelaya bak”. Bugün tabelayı reddeden, tabelayı kabul etmeyen, sandığı şaibeli bulan… Bundan önce neydi? Seçim güvenliğinden bahseden herkes, muhalefetteydi. Bugün iktidarın seçim şaibesinden bahsettiği ve kendi dayandığı zemini de zorlayan… Yani bütün anayasal kurumları, partiyi, sistemi, her şeyi harcıyorsun. İnsanları harcıyorsun. Ve en önemli dayanağın olan seçimi de harcamanın eşiğine gelmiş durumdasın. İkinci önemli şey, bütün bu %51’lik sistem, o mutlak bir çoğunluk ifade eden milliyetçi, muhafazakâr sağ bloğun asla çoğunluğu kaybetmeyeceği fikrine dayanıyor. Bütün sağ düşünce iklimi bunun üstüne inşadır zaten.  

Gürsel: Kutuplaştırma da zaten bu amaçla yapıldı. 

Can: “Bu memleketin sahibi biziz ve çoğunluğu biziz. Aslolan biziz. Bir takım başka küçük azınlıklar var. Sahibi biziz, çünkü çok olan biziz.” Bugün, bu hissiyat ve fikriyat da önemli bir darbe almış durumda. Üstelik bunu 31 Mart için söylemiyorum. Aslında Ertuğrul Günay’ın söylediği gibi, bu tek adam üzerinden, bunu bir kimlik bloğu haline çevirme çabasının kendisi bir direnç görmüştür. Hatırlayalım; 7 Haziran’dan sonra, Kılıçdaroğlu’nun ‘’iktidar %40, muhalefet %60’’ söylemine karşı, Bahçeli çıktı dedi ki: “O %60-%40 öyle değil. Ben öbür taraftayım.” Ama o %60 yok artık. O %60 gerçekten bir fikri siyasi çizgi olarak yok değil. Böyle bir temsil için yok. Çünkü Türkiye’nin dinamik potansiyeli, bu tür, bir tek adam etrafında kurulmuş %51’lik bir başkanlık sistemi ile kendini var edemiyor. Bu çok açık biçimde ortada. Dolayısıyla, Türkiye bu krizi ancak hep beraber çözebilir. Ama o hep beraber çözmenin önünü açabilecek iktidar atağını görmeyeceğiz. Onun için, ne yazık ki krizli bir yakın gelecek öngörüyorum. 

Pişirici: Kemal Can, çok teşekkür ederim. Kadri Gürsel, çok teşekkür ederim. Ertuğrul Günay çok teşekkür ederim. 

Günay: Sağolun biz teşekkür ederiz.

Pişirici: Katıldığınız için çok sağolun. Efendim, seçimin ardından Ertuğrul Günay, Kadri Gürsel ve Kemal Can’la ne olup bittiğini, ne olup biteceğini, önümüzdeki dönemde neler yaşanabileceğini konuşmaya, değerlendirmeye çalıştık. Umarız izleyiciler için zihin açıcı olmuştur. İyi akşamlar.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.