Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Yorum – Kadri Gürsel (17): Türk-Amerikan ilişkileri Trump’la kurtulur mu?

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Gökçe Çiçek Kösedağ: Merhaba Sevgili Medyascope izleyicileri. ‘’Kadri Gürsel’le Yorum’’ programındasınız. Programın moderatörü Betül Başak zorunlu bir seyahatte olduğu için, bu haftalık Kadri Gürsel’e sorularımı ben yönelteceğim. Hoş geldiniz

Kadri Gürsel: Hoş bulduk.

Bugünkü yayında Türkiye-Amerika Birleşik Devletleri ilişkilerini konuşalım dedik. Aslında bu ilişkiler bir süredir, Trump ve Erdoğan ikili ilişkisi üzerinden yürüyordu. Hatta Cumhurbaşkanı Erdoğan geçtiğimiz haftalarda “Bu ilişkiden rahatsız olanlar var. Ancak ne olursa olsun biz bunun üstesinden gelip sorunlarımızı çözeceğiz’’ demişti. Ama Trump’ın iç siyasette yaşadığı zor bir durum da var. Aynı zamanda, ABD Temsilciler Meclisi’nden geçen, Türkiye’ye yönelik iki önemli yaptırım kararı var. Bunların hepsi aslında çok kısa zamanda gerçekleşen gelişmeler. Bir yandan da, 13 Kasım’da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Amerika Birleşik Devletleri’ne ziyaret ihtimali var. Buna hâlâ bir ihtimal diyoruz. Gidecek mi gitmeyecek mi?

Bu tabloya baktığımızda, iki ülke arasındaki ilişkilerin, bu iki lider üzerinden yürüyor olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yayının başlığı da galiba ‘’Türk-Amerikan ilişkileri Trump’la kurtulur mu?’’ şeklindeydi. Bu başlığın cevabını hemen verelim, sona bırakmayalım. Hayır, kurtulmaz. Daha kötüye gider. Çünkü Türkiye’nin, Erdoğan iktidarının, Amerika ile bütün sorunlarını Trump üzerinden halletme eğiliminde olması, bunu tercih etmesi, “İşi Trump’la bağlayarak” götürme ve çözme eğiliminde olması… İki liderin de aslında birbirleriyle, tercüman aracılığıyla da olsa, kolay anlaşıyor olması, birbirlerinin kültüründen, dilinden, bir şekilde anlıyorlar, tarzları birbirine çok yakın gibi sanki. İyi anlaşıyorlar gibi bir halleri var. Ama bu, mevcut konjonktürde, iki nedenden ötürü, iki liderin de aleyhine sonuçlar doğuruyor. Amerika’da, Trump’ın aleyhine sonuçlar doğuruyor, Türk-Amerikan ilişkilerinin aleyhinde sonuçlar doğuruyor. Sonuç itibariyle, Türkiye’nin hiç de yararına olmayacak bir tablo karşımızda var şu anda.

Önce Trump’dan başlayalım. Trump’ın arkasında üç yıllık bir tecrübe var artık. Trump’ın, özellikle dış politikayı yürütme tarzı konusunda, fevkalade başına buyruk, öngörülemez bir tarzı var. Danışmanları var, ulusal güvenlik danışmanları ve çeşitli kurumlar var, bakanlıklar var, bakanlar var ama bunlardan istifade etmiyor. Kişisel ilişkilerle götürüyor. Bir al-ver ilişkisi olarak görüyor dış politikayı. Yani “Ne karşılığında, ne?” gibi. Mesela, hakkındaki azil sürecinin başlamasına neden olan Ukrayna konusundaki gibi. Yeni Ukrayna Devlet Başkanı’na “Sen şunu yaparsan, Joe Biden’ın oğlunun Ukrayna’daki bir takım açıklarını bulup çıkarırsan, soruşturma başlatırsan, karşılığında şu olur, bu olur’’ şeklinde pazarlıklara girdiği görülüyor.

Dolayısıyla, Trump’ın dış politika yapma tarzı dürtüsel. Şöyle dürtüsel: Bunun bizimle ilgili iki örneği var. Aralık 2018’de yaptığı bir telefon konuşmasından sonra, kimseye danışmadan, “Kuvvetlerimizi Suriye’den çekeceğiz” diye bir açıklama yaptı; Ulusal Güvenlik Danışmanı’na danışmadı, Pentagon’a danışmadı, Savunma ve Dışişleri bakanlarına danışmadı. Ve o açıklamanın sonucunda istifalar oldu. Savunma Bakanı Mattis istifa etti.

Şimdi aynı şekilde, 6 Ekim’de başlayan Barış Pınarı Harekâtı’ndan önce benzeri bir durum tekrar etti. O konuşmadan sonra, Ankara’dan, Erdoğan tarafından ‘’Biz bu harekâtı başlatıyoruz” dendi. Trump, gene kimseye danışmadan, bakanlara, Centcom’a (ABD Merkez Komutanlığı) danışmadan, kuvvet çekme kararı verdi.

Mesela şöyle şeyler oldu: Önce, ABD’nin kuzeyde konuşlanmış özel kuvvetlerinden 50 kişi çekeceği söylendi. Daha sonra, bütün Amerikan güçlerinin Fırat’ın doğusundan çekileceği söylendi. Ardından da, sadece Fırat’ın batısında, El Tanf denen bölgede, 200 kişinin kalacağını söylendi. Peşinden de, iki hafta önce, Soçi mutabakatından sonra, bu sefer petrol bölgesinin güvenliği için orayı tahkim edeceklerine dair Trump’dan çok farklı açıklamalar geldi.

Haliyle Trump’ın izleye geldiği dış politika hakkında, en başından itibaren, -bu son örnekte de görüldüğü gibi- Putin’le olan angajmanları konusunda da büyük soru işaretleri var. Hatta bizim maruz kalmamız istenen, ‘’Amerika’nın Hasımlarına Karşı Yaptırımlarla Karşı Koyma Yasası,’’ kısa adıyla CAATSA yasası var. Bu yasanın da, 2017 de, Trump iktidara gelir gelmez, Cumhuriyetçiler ve Demokratlar tarafından, yani, iki partili bir inisiyatifle çıkartılmış olması da yine Trump’a karşı olan bir güvensizlikten kaynaklanıyor. Sonuç olarak, Amerika’daki Cumhuriyetçi Partinin içindeki yerleşik düzeni temsil eden kadro da Trump’a, güvenmiyor, Amerikan kurumları da güvenmiyor. Bırakın yasama kurumlarını, bakanlıklar, Pentagon vs. de güvenmiyor.

Bu güvensizlikle tarif ettiğimiz bir siyasi ortamda, Trump, Erdoğan’ın, kendisinin yakın arkadaşı olduğunu söylüyor. Ama o yakın arkadaşının yönettiği ülkeye karşı da giderek artan bir tepki var. Bu tepki aslında 10 yıldır var ve Türkiye’nin dış politikasındaki bariz yönelim farklarından dolayı da giderek artıyor. Bu, ilk önce 2009- 2010’dan başlayarak İsrail karşıtlığı, sonra, net bir şekilde Batı karşıtlığı sonucunda başladı.  Suriye politikasında ise, bazı örtüşme alanları olmakla beraber, 2003’te tezkerenin reddiyle, iki ülke arasındaki stratejik işbirliği sona erdi, bu ondan sonra bir al-ver ilişkisine dönüştü. Ama esas 2014’de Kobani direnişi sırasında, Türkiye’nin, sınırında YPG’yi görmektense, IŞİD’ın kalmasını yeğler bir tavır içine girmesi, algılandı. Ve bu doğru bir algıydı. Aslında YPG’yi Amerika’nın kucağına iten, Türkiye’nin izlediği politikadır. YPG’nin, dolayısıyla PKK’nın da hamisi olarak Amerika’nın ortaya çıkması, bu politikaların sonucudur.

Hadisede çok fazla duygusal bagaj var. Yani Amerika’nın YPG ile olan ilişkisi stratejik bir ilişki değil. Amerika’nın, hükümet dışı güçlerle stratejik bir ilişki kurduğu görülmüş bir şey değil.  Aslında hiçbir devlet, hükümet olmayan, devlet olmayan güçlerle bunu yapmaz. Bu taktiksel ve geçici bir ilişki.  Buna rağmen, Amerika’da ‘‘Türkiye, Kürtleri katlediyor’’ algısı oluştu. Kürtler ve YPG arasında her hangi bir ayırım yapma gereğini duymayan bir Amerikan eliti var, bir de kamuoyu var. Ankara açısından bunu olumsuz bir veri olarak koymak lazım.

Bunun nasıl böyle olduğuna bakarken, bugünkü Ortadoğu’da YPG imajının ne olduğuna da değinmek lazım: IŞİD’e karşı mücadelede sürekli olarak Amerikan liderlerinin övgüsüne mazhar olan bir örgüt imajı. Aynı zamanda, kadın savaşçılarıyla da kendilerini Ortadoğu’da adeta laikliğin simgesine dönüştürdüler. Bütün bu etkenler, YPG ye karşı operasyon başlayınca devreye giren, Türkiye’nin, Ankara’nın aleyhine çalışan faktörler.

Toparlamak gerekirse, ortaya şöyle bir şey çıkıyor: Azil sürecinde olan bir Trump ve onu destekleyen, arkasında duran bir Senato çoğunluğu var. Aynı zamanda, Kongre’de Yahudi lobisi ve Evanjelistler var. Bu iki kesim, Trump’ın bir şekilde arkasında. Ama Trump’ın, özellikle Suriye’de, YPG’ye karşı bu operasyona alan açması, yani hiç direnmemesi, aynı lobileri fevkalade rahatsız etti. Neticede İsrail, Suriye’de İran’ı, Hizbullah’ı kontrol etmek, İran etkisini kırmak için Amerika’nın orada olmasına ihtiyaç duyuyor. Amerika’nın oradan çekilmesi, İsrail’in çıkarlarına aykırı. İsrail’in, Ortadoğu’da, İran’a ve bununla beraber Arap devletlerine karşı Kürtleri desteklemek gibi bir tarihsel tercihi var. Bu, Irak’ta da böyle, Suriye’de de böyle. Peki, ne oluyor o zaman? Aleyhine dönüyor. Yani, Trump’a karşı muhalefet etme alanı olarak, bir tek, Türkiye’nin, Suriye’de başlattığı Barış Pınarı Harekâtı’na tepki olarak ortaya çıkan -Yahudi Lobisi ve Evanjelistler gibi- bir takım girişimler vesile oluyor. En son, Temsilciler Meclisi’nde iki partili inisiyatifle çıkan ve senatodan geçerse -ki ben geçeceğini hiç sanmıyorum- bence Türk-Amerikan ilişkilerinde nükleer bir etki yaratacak olan yasa tasarısında, bu gibi faktörlerin çok büyük etkisi oldu.

Burada şuna da değinmek lazım: Türkiye’nin izlediği dış politika nedeniyle -özellikle 2014’ten sonra Kobani meselesi, IŞİD, YPG faktörleri bir araya gelince- Amerika’da, Erdoğan’a karşı giderek artan tepki, S-400 alımıyla dramatik şekilde yükseldi. En sonunda da, Barış Pınarı Harekâtıyla, bu tepki, cezalandırma yönü çok belirgin bir yasa tasarısıyla karşımıza çıktı.

Dolayısıyla mesele şudur: Amerika’da Trump’a yönelik tepki, Erdoğan’a yansıyor. Erdoğan’a, dolayısıyla Türkiye’ye zarar veriyor. Trump’a olan tepkinin faturasını Türkiye’ye kesiyorlar. Erdoğan’a duyulan tepki de, aynı şekilde Trump’a tahvil ediliyor. Dolayısıyla bu iki kişinin arasındaki sözde dostluk, arkadaşlık -adı her neyse- ikisinin de aleyhine çalışan, olumsuz bir dinamik, etkileşim yaratmış durumda. Bunun değişmesi lazım. Özellikle Türkiye’nin çıkarları açısından değişmesi lazım. Çünkü iki ülke arasında büyük bir asimetri var Türkiye’nin aleyhine; risk ve sonuç dağılımı eşit değil. Ve en çok zararı Türkiye görecektir burada.

Bu, Türkiye’ye nasıl yansıyor, örnek vereyim: Cumhuriyetçi Eliot Engel’in adıyla anılan, PACT Act (Protect Against Conflict by Turkey Act-Türkiye’nin Çıkardığı Çatışmaya Karşı Yasa) olarak bilinen yasa tasarısı, Ekim ayında Temsilciler Meclisi’nden geçti. Bu yasa tasarısı, Barış Pınarı Harekâtı gerekçesiyle Türkiye’ye yönelik sert yaptırımların devreye sokulmasını öngörüyor. Bunun içine konulan yaptırım unsurlarına baktığımız zaman, maksadını aşan bir yaptırım çabası olduğu çok anlaşılıyor. Yani, Barış Pınarı Harekâtı nedeniyle Türkiye’yi cezalandırmak mı istiyorsunuz? O zaman bu harekâtta rol alan, karar vericilere yaptırım uyguluyor. Sonra, Türkiye’nin bu harekâtta kullandığı silahların Türkiye’ye temin edilmesi hususunda bir yaptırım kararı, yasak var. Ve bu silahları temin edebilecek üçüncü taraflara yönelik bir yaptırım uygulanmasını öngörüyor.

Sonra, getirip Halkbank yaptırımlarını ve CAATSA yaptırımlarını içine sokuyor. Bununla da kalmıyor, gidiyor Erdoğan’ın kişisel servetini, aile fertlerinin servetini tüm dünyada araştırmak üzere, CIA ve bilumum kurumları, istihbarat örgütlerini görevlendiriyor. Artı, Amerika’da mal varlığı varsa, bunları dondurma, bunlara karşı bir tedbir alma gibi talimatlar içeren bir madde var.

Bütün bunlar olduğu gibi geçerse, yasalaşırsa, atom bombası atmaktan bir farkı yok bunun. Türk-Amerikan ilişkilerini berhava ediyorsunuz ve Türk ekonomisine zarar veriyorsunuz. Ben bunun Senato’dan bu haliyle geçebileceği kanaatinde değilim.  Çünkü Senato, Beyaz Saray yönetimine her zaman daha yakındır. Senatörlerle başkanlar birbirine daha yakındır. Ayrıca Senato’da Cumhuriyetçiler çoğunlukta. Cumhuriyetçi Partili Senato Çoğunluk Lideri  Mitch McConnel da bir NATO müttefikine karşı böyle bir yaptırımın uygulanmasını doğru bulmadığını söyledi. Yani gündeme getirmeyebilir bunu.

Ama bu şu demek değil:  Bu yaptırımlar, dört ana başlıkta toplanıyor. Bir, Barış Pınarı harekâtı dolayısıyla Halkbank yaptırımı… Bu arada unutmayalım, harekâtın başlamasından sonra bir de Halkbank iddianamesi çıktı. O konuda da bir mahkeme kararı verilebilir. Bunun üzerine, ABD Hazine Bakanlığı’na bağlı, Yabancı Varlıkları Kontrol Ofisi harekete geçebilir.

Amerikan yasama organlarında şu tepki gözüküyor ki Kongre’de de Senato’da da var bu tepki. Trump, S-400 alımından sonra, Türkiye’ye karşı bu CAATSA yaptırımlarının uygulanmasına karşı olduğunu açıkça belli etti. Trump, CAATSA yaptırımlarını minimum düzeyde, sırf tepkileri kontrol etmek, yönetmek için uygulasaydı, Kongre’den, Türkiye’ye karşı bu kadar ağır bir karşı atak gelmeyebilirdi. Trump’ın bu açıdan -o kişisel dostluk ilişkisi hikâyesi nedeniyle- hareketsiz kalması, Kongre’yi daha da kışkırtıyor. Bu yaptırım yasa tasarısının onaylanmasından sonra, Temsilciler Meclisi Başkanı Demokrat Parti’li Nancy Pelosi’nin yaptığı bir açıklama var:  ‘’Temsilciler Meclisi üyeleri, bugün Beyaz Saray’da olmadığı kesin olan bir liderlik örneği vermişlerdir.” Beyaz Saray’da olmayan şey nedir? Erdoğan’a ve Türkiye’ye karşı, onlar açısından gereken adımların atılması konusunda liderlik. ‘’O halde o adımı biz atıyoruz’’ diyor. Bu çok tehlikeli bir şey. Çünkü yürütme liderliği, ikili ilişkileri, iki ülke arasındaki ilişkileri -ki bunlar, çok yönlü ilişkiler,  kurumsal ilişkiler, uluslararası kurumlardaki ilişkiler olabilir- gerektiği şekilde yönetmezse ve burada bir sorun ortaya çıkarsa, bu sorunu çözmek için yasama organları harekete geçer ve yasa yapma yetkisiyle, yaptırım kararları çıkartırlar.  Ermeni soykırımını tanıyan karar da böyle bir şey. Ben bir Ermeni aktivisti olsam, bundan hiç memnun olmazdım. Çünkü bu konu, Türk-Amerikan ilişkilerinde Türkiye’yi cezalandırma aracı haline getirildi. O açıdan da zaaflı, sorunlu bir mesele. Pek gurur verici bir konu değil yani.

Bu açıdan baktığınız zaman, böyle bir satıhta, Erdoğan’ın 13 Kasım’da Amerika’ya gitmesi, orada Trump’la fotoğraf vermesi, Türkiye’nin lehine mi olur, aleyhine mi olur, ona bakmak lazım. Trump’la neyi çözeceksiniz bundan sonra?

Trump’la şu meseleyi çözebildik mi mesela? Amerika, Suriye’de, batıda Tel Abyad ile doğuda Resulayn arasındaki bölgeden çekildi. Orayı bıraktı. Burayı bırakmak, Türkiye ve Amerika arasında, ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey vasıtasıyla süren görüşmelerde, üzerinde zımnen anlaşmaya varılmış bir mutabakattı. Zaten, ‘’Madem Türkiye o kadar istiyor’’ diyerek orayı gözden çıkarmıştı Amerika. Orada güvenlikli bir bölge oluşturması vasıtasıyla, Ankara’nın buradaki stratejik amacı zaten gerçekleşmiştir. Nedir o amaç? Bir Rojava Kürt Devletçiği’nin oluşmasını önlemek. Bu gerçekleşmiştir. Tamam, bundan sonra orada bir Rojava Kürt Devleti oluşmayacak. Ama ortaya çıkan tabloda, bugün, araya aracılar koyarak, mesai harcayarak, özel ulaklar vasıtasıyla, Trump’ın adamları ile görüşerek, Trump’la bu işi bağlamanın mümkün olmadığı görüldü. Çünkü Amerikalılar, önce çekildiler, yani Kobane’deki üslerini bıraktılar. Hatta Türk topçusu o üssün çevresine birkaç tane mermi düşürdü, ondan sonra çekildiler. Çok detaya girmek istemiyorum sonuç olarak, çekildiler, tekrar geldiler, tekrar çekildiler.

Şimdi bugün itibariyle durum şu: Cepheler kayboldu, hatlar kayboldu, her şey birbirine girmiş durumda. Amerikalılar Kobane civarına tekrar döndüler. Bununla kalmadılar, Kamışlı’da üsler kurmaya hazırlandıkları, hatta kurdukları haber veriliyor bağımsız kaynaklar tarafından. Asker sayısı azalmış olabilir. Daha önce asker sayısının 2000’e yakın olduğu söyleniyordu, şimdi sayının 900 olduğu söyleniyor. Ama ateş gücü arttı. İlk defa yarım tank taburu sevk edildi; 30 kadar Abrams tankı. Artı, zırhlı muharebe araçları konuşlandırıldı bölgeye. Havadan da B-52’ler sorti yapıyor. Günün belli saatlerinde, gerektiğinde verilen hedefleri bombalamak üzere B-52’ler uçuyor.

Bu arada enteresan şeyler oluyor: Türkiye’nin örgütleyip donattığı, silahlandırdığı Suriye Milli Ordusu’nun, Amerikan Askeri konvoyuna ateş açtığını duyuyoruz.

Amerika da doğruluyor bu haberi.

Haberi de Rus kaynaklarından öğreniyoruz. Diğer taraftan, aynı gücün Ruslara da ateş açtığı yönünde haberler var. Bunlar eskiden haber olmazdı. Amerika, YPG aracılığı ile Fırat’ın doğusunun tamamını kontrol ederken, eski adıyla ÖSO, şimdi Milli Suriye Ordusu denen oluşum, Menbic’te, hemen her gün Amerikalılara taciz atışı açardı ve bu haber olmazdı. Şimdi oluyor. Bunun haber olması, bize işlerin karışacağını gösteriyor. Bunun önünün alınması lazım. Sahadaki gerçeklikle, siyasi ilişkilerde dile getirilen, gerçeklik aynı değil. Çünkü algı çok farklı gözüküyor. Bir belirsizlik durumu hâkim.

Dolayısıyla toparlamak gerekirse, Türk-Amerikan ilişkilerinin, Trump’la götürülmesinin artık mümkün olmadığını görüyoruz. Ama bu saatten sonra, başka türlü götürmenin nasıl mümkün olacağını da bilmiyoruz. Bunun için, Türkiye’nin radikal adımlar atması gerekiyor. Bence Türkiye şunu gördü ya da gördüğünü varsayıyorum: Ermeni Karar tasarısının ve yaptırım yasa tasarısının çok yüksek oylarla geçmesi, yasama organlarında Türkiye’yi cezalandırma eğiliminin çok güçlü olduğunu gösteriyor.

Bu yasa tasarısının Senato’dan olduğu gibi geçmesi bence çok zor. Eğer Türkiye en kısa zamanda bir adım atarak bunun önünü kesmezse,  yaptırımlar parça parça ve art arda, hızlı bir şekilde gelebilir. Ne olabilir bu adım? Misal, S-400’ler konusunda bir şey yapabilir Türkiye. Çünkü artık Türkiye’nin Suriye’de yapabileceği şeyler izafi. Suriye Milli Ordusu diye donattığı disiplinsiz güçleri, disiplin altına alabilir. Çünkü orada da yine bir cezalandırma eğiliminin uç verdiğini görüyoruz. Bu güçlere mensup olanların, özellikle sivillere karşı yaptıkları bazı cürümlerin, savaş suçu olarak nitelendirilmesi ve bu tepkinin Türkiye’ye yansıması söz konusu. Çeşitli iddialar atılıyor ortaya sürekli. Yargısız infaz yaptıkları, hatta bunlara ait görüntüler dolaşıyor ortalıkta. Bunların önüne geçilmesi lazım. Bu, Türkiye açısından da hiç hoş bir manzara değil. Neticede, bunlar dünya kamuoyunda, Türkiye tarafından silahlandırılmış, örgütlenmiş cihatçılar olarak tanınıyor. Nitekim de öyle. Bunlar cihatçı güçler.

Dolayısıyla, ben bu aşamada, Erdoğan’ın, Amerika’ya giderek, Türkiye’ye sağlayabileceği bir katkısının olmayacağını düşünüyorum. Bu yaptırım dinamiğinin önünü kesmek için vakit geçirilmeden kuvvetli adımların atılması lazım. Bu konuda Türkiye’nin elinde S-400’ler dışında çok da fazla araç yok. Amerika’ya gidip Trump’la fotoğraf vermek yerine, işler telefon üzerinden yürüyebilir. Zaten bir telefon görüşmesi yapacaklarmış, ondan sonra bu ziyaretin olup olmayacağına karar vereceklermiş. Sanırım, işler şimdilik bu şekilde yürüyebilir.

Çok teşekkür ederiz Kadri Gürsel.

Ben teşekkür ederim.

‘’Kadri Gürsel’le Yorum’’ programının bu haftalık sonuna geldik. ‘’Türk- Amerikan ilişkileri Trump’la kurtulur mu?’’ sorusunu yanıtladı Kadri Gürsel. Haftaya görüşmek üzere hoşça kalın.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.