Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Salıdan salıya muhalefet

31 Mart ve 23 Haziran yerel seçim zaferlerinin ardından muhalefet partileri yakalamış olduklarını rüzgarı muhafaza etmekte zorlanıyor. Neden?

Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer

Merhaba, iyi günler. İran da karıştı. Daha önce de karışmıştı, tekrar karıştı. Bu sefer benzin fiyatlarına yapılan zam protesto ediliyor. Bu konuda dün sohbet ettiğim emekli bir diplomat –ki kendisi bölgede görev yapmış birisi, Ortadoğu’yu iyi biliyor–, bunun tek bir nedeni olduğunu, kötü yönetim olduğunu söyledi. Ve benzer olayların, Irak’ta, Lübnan’da yaşanan olayların hepsi de, aslında Latin Amerika’da da, bütün bunların hepsi, artık toplumların bu kötü yönetimlere karşı tepkisini dile getirmesi. Tabii kötü yönetimin bir ikizi de var: yolsuzluk, kayırmacılık. Bununla beraber gelişiyor. Ve en son Türkiye’de de aynı şeyin özellikle son yıllarda ciddi bir şekilde gündemde olduğunu söyledi. Tabii burada şu var: Türkiye ekonomik anlamda çok ciddi bir kriz yaşamasına rağmen, bölgesinde ve benzer ülkelerde toplumsal muhalefet bir patlama şeklinde kendini göstermesine rağmen, Türkiye’de pek bir şey olmuyor. Sokakta olmuyor. Sokağın dışında da Parlamento-içi muhalefet, –eskiden öyle denirdi, Parlamento-içi muhalefet, Parlamento-dışı muhalefet denirdi; şu anda zaten başkanlık sistemi ile Parlamento’nun da pek bir anlamı kalmadı–, yine de Parlamento-içi muhalefette de çok fazla bir hareket gözükmüyor. “Salıdan salıya muhalefet” dememin nedeni, salı günleri yapılan grup toplantıları. Bu yayını yapacağımı önceden bildiler mi acaba bilmiyorum, bu hafta İYİ Parti toplantısını yarın yapacak, yani çarşamba yapacak. Ama grubu olan üç muhalefet partisi, CHP, İYİ Parti ve HDP salı günleri grup toplantılarına çok önem veriyor. Çünkü bu Meclis Televizyonu’ndan da yayınlanıyor. Ve böylece kamuoyuna haftada bir dertlerini anlatma imkânı, sözlerini aktarma imkânı buluyorlar. Peki ne oluyor? Yıllardır, aslında özellikle bu AKP iktidarında, aynı şekilde süren bir döngü bu. Bir zamanlar günlük gazetelerde çalışırken, İstanbul’dan Ankara’ya sık sık giderdim. Salı günleri giderdim ve o grup toplantılarını yerinde izlerdim. Bütün partilerin grup toplantılarını izlerdim, muhalefetin de iktidarın da — ki benim gittiğim zamanlarda MHP muhalefetteydi. MHP’yi izlerdim, İYİ Parti yoktu ama HDP’yi, CHP’yi ve AKP’yi izlerdim ve hepsinde çok büyük heyecanlar olurdu. Ama sonuçta pek bir şey çıkmazdı. Şimdi de aynı olaya tekrardan dönmüş durumdayız. Dönmüş durumdayız diyorum, çünkü çok önemli bir eşik geçti Türkiye son yerel seçimlerde. 31 Mart ve tekrarlanan İstanbul seçimlerini de göz önüne alırsak 23 Haziran seçimlerinde Türkiye’de çok önemli bir değişim yaşandı. İstanbul, Ankara başta olmak üzere AKP ve MHP’den ana muhalefet partisi olan CHP çok sayıda büyükşehir belediyesini aldı. Ve ülkenin nüfusunun önemli bir bölümünü oluşturan bu illerde, büyükşehirlerde CHP yerel iktidarı kazandı. Bu şehirlerin ülke ekonomisinin yaklaşık yüzde 60’ını da kontrol ettiği de biliniyor. Bir diğer husus da, bir önceki yerel seçimde kazanmış olduğu belediyeler devlet tarafından gasp edilmiş olan, kayyum atanmış olan HDP de çok az bir fire ile tekrar belediyeleri geri aldı. Dolayısıyla 31 Mart, Türkiye’nin yepyeni bir mecraya girmesi için çok önemli bir dönüm noktası olmuştu. Ve burada birtakım isimler de, Ekrem İmamoğlu başta olmak üzere ama özellikle CHP’den seçilen isimler, Mansur Yavaş, Tunç Soyer ve diğerleri, HDP’nin isimleri Selçuk Mızraklı, tekrar seçilen Ahmet Türk… bütün bunlar Türkiye’de siyasette yeni bir dönemin başlangıcının işareti ve aktörleri olarak ortaya çıktılar. Ve kısa bir süre sonra bir baktık ki bu dalga, bu heyecan dalgası, bu değişim dalgası dindi. Bunda tabii ki Erdoğan’ın Barış Pınar Harekâtı’nı devreye sokması ve HDP dışındaki partilerin buna eklemlenmesi çok etkili oldu. Ama tek başına bununla açıklanabilecek bir husus değil. Çünkü ülkede çok ciddi bir ekonomik kriz yaşanıyor. Çok ciddi bir yoksullaşma var. Yoksulların daha yoksullaştığı bir dönemde, buna karşılık iktidar çevresinin temsilcilerinin lüks yaşamı, “itibardan tasarruf olmaz” perspektifi ile çok ciddi bir şekilde israfı daha görünür hale geliyor. Böyle bir olay var. Böyle bir ortamda, işsizliğin çok yüksek sayılara ulaştığı bir ortamda, vatandaşın alım gücünün alabildiğine düştüğü bir ortamda, bir atmosferde muhalefet partileri etkili bir şekilde kamuoyunu yönlendiremiyorlar. Ve 31 Mart ve 23 Haziran’da yakalamış oldukları dalgayı daha ileri yerlere götüremiyorlar. Bu aslında akıl alır bir iş değil. Şunun farkındayım: Birçok kişi muhalefeti eleştirmenin yanlış olduğunu özellikle vurguluyor. Tabii ki esas olarak ülkede sorunlar varsa bu sorunların birinci derecede sorumlusu olan iktidarı eleştirmek gerekir. Ama iktidarı eleştirmeye ek olarak da muhalefetin bu sorunlara rağmen, iktidarın bu kadar bariz yönetememe krizine rağmen hâlâ –ki daha yeni çok önemli bir ivme yakalamışken– bunu daha ileriye götürememesini sorgulamak boynumuzun borcu olmalı. Neden bu oluyor? Şimdi muhalefet partilerine sorsanız, aslında işlerin hiç de kötü gitmediğini söyleyebilirler ya da kendilerinin çok çabaladığını ama medyanın buna yer vermediğini söyleyebilirler, ya da önlerine çıkartılan –özellikle HDP– engellerden bahsedebilirler vs..  Ama şunu biliyoruz: Medya şikâyeti bir kere artık çok inandırıcı bir şikâyet değil. Çünkü 31 Mart ve 23 Haziran, medyanın ezici bir çoğunluğunun AKP iktidarı tarafından denetlenmiş olmasına rağmen başarıldı. Dolayısıyla medya olmadan da pekâlâ bir şeyler yapılabiliyor. Hatta medyanın, büyük medyanın olmaması bir şekilde avantaj bile olabiliyor. Bir diğer husus da bunca zaman içerisinde muhalefetin kendi medyasını yaratamamış olması ya da kendi medyasını yaratmanın dışında –ki bence daha önemli bir husus–, Türkiye’de bağımsız, özgür medyanın gelişmesine hiçbir şekilde ciddi bir katkıda bulunmamış olması. Örneğin CHP denince akla gelen birtakım medya kuruluşlarının –isim vermek istemiyorum, herkes biliyor–, bunların iktidar yanlısı medya kuruluşlarından çok bir farkı yok. Bağımsızlık, özgürlük, yaratıcılık, özgünlük ve kaliteli olma anlamında baktığımız zaman çok ileri noktalarda oldukları söylenemez. Medyadan şikâyet edenlerin bu konuda, medya atmosferinin daha demokratik olması konusunda çaba sarf etmeleri de gerekirdi. Bu konuda harcadıkları enerji ve para olduğunu biliyoruz. Ama ortaya çok fazla bir şey çıktığı da söylenemez. Olay zaten sadece medya ile açıklanabilecek bir olay değil. Olay bunun ötesinde Türkiye’de yaşanan değişimi, yaşanmakta olan değişimi, Türkiye’nin gidişatını, insanların rahatsızlıklarını ve beklentilerini tam olarak kavrayamama ve burada kendi rollerini tam olarak çizememe sorunu bence. Muhalefetin hâlâ Erdoğan eksenli bir siyaset yaptığını görüyoruz. Bu son derece anlamsız bir şey. Erdoğan artık sözü tükenmiş bir siyasetçi. Uzun zamandan beri böyle. Çok güçlü olabilir, ülkeyi tek başına yönetiyor olabilir ve muhalefete sürekli meydan okuyor, aşağılıyor olabilir. Ama bütün bunlara rağmen son yerel seçimlerde gördüğümüz gibi, cumhurbaşkanlığı seçiminde göremediğimiz ama yerel seçimlerde gördüğümüz gibi, Erdoğan’ı çok da fazla kaale almadan yürütülen bir kampanyanın, yapılan bir siyasetin, stratejinin başarı şansı çok yüksek. Burada Erdoğan’ın karşısına alternatif çıkartma gibi bir arayışı değil, ülkede Erdoğan yönetiminin yol açtığı sorunları çözebilme iddiasını ortaya çıkartabilmek gerekiyor. Ama şu zamana kadar olanlar büyük ölçüde Erdoğan’la laf yarıştırma, sorunları Erdoğan ve yönetimin çıkarttığını söyleme, ama bunun yerine kendilerinin neyi nasıl yapacağını, hangi kadrolarla yapacağını söyleme konusunda çok başarısız olmaları diyelim. Bu noktada yeni partiler –Davutoğlu ve Babacan’ınki artık yılan hikâyesine döndü–, tamam, biliyoruz, yıl sonuna kadar kurulacaklar. Hepsinin ayrı ayrı bir iddiası var. Bu partilerin diğer muhalefet partilerinin yetersizliği anlamında bir şansı da var. Ama bu yeni partilerin esas şansı, AKP’nin ve Erdoğan’ın yönetememe krizi. Fakat çok ilginç bir durum var. Yeni partiler konuşulurken, AKP’nin krizinden çok muhalefetin krizine referans veriliyor. Yani Babacan’ın şansı var mı yok mu, ya da Davutoğlu’nun şansı var mı yok mu sorusunun cevabı AKP’de değil, diğer muhalefet partilerinde ya da o seçim ittifakıyla söylersek Millet İttifakı’nda aranıyor. Onların yetersizlikleri üzerinden aranıyor. Bu gerçekten çok acayip bir durum, garip bir durum. Normal şartlarda AKP’den kopacak olan partilerin şansının esas olarak AKP’den ne kadar kitleyi ve kadroyu kendilerine çekeceğiyle ölçülmesi gerekirken, zaten var olan muhalefet blokundan ne kadarını yanlarına çekecekleri üzerinden soruluyor. Burada bu yeni partiyi kurmaya soyunan kişilerin birtakım yanlışları olabileceği gibi, esas olarak yanlışı muhalefetin kendisinde de aramak gerekiyor. Zaten burada insanların soruyu sorarken, yeni partiler hakkında soru sorarken esas olarak muhalefeti sorguluyor olmalarının ardında da aslında, Türkiye’nin genelinde Erdoğan’ın hegemonyasının hâlâ bir şekilde içselleştirilmiş olması, bundan arınma noktasında toplumun da çok ciddi bir şekilde sıkıntı çekiyor olması yatıyor. Bana göre çoktan bitmiş bir iktidarın bir türlü ömrünü tamamlayamaması olayını yaşıyor Türkiye. Ve burada Erdoğan’ın başarısından çok rakiplerinin başarısızlığı bence belirleyici. Şu anda çıkması söz konusu olan rakiplerinin de bu konuda bu gidişatı, bu kısır döngüyü değiştirip değiştiremeyecekleri gerçekten merak konusu. Davutoğlu ve ekibi daha fazla çıktılar, konuştular. Babacan ve ekibi pek fazla konuşmadı, az konuştu. Ama şu halleriyle bu ikisinin de bunu değiştirebileceği konusunda kafalar çok fazla net değil. Son bir söz: Tabii ki 31 Mart’a ve 23 Haziran’a damgasını basan kişi Ekrem İmamoğlu’ydu. Ve Ekrem İmamoğlu’nun bir sonraki seçimde Erdoğan eğer tekrar yarışacaksa, Erdoğan’ın karşısında cumhurbaşkanı ya da başkan adayı olarak çıkma ihtimalinin çok yüksek olduğu belli bir aşamadan itibaren sürekli tekrarlanıyor. Fakat orada çok ciddi bir sorun var. Şu âna kadar yaşananlardan onu görüyoruz ki bu konuyu ileride çok daha fazla konuşacağa benziyoruz. Potansiyel cumhurbaşkanı adayı olan Ekrem İmamoğlu’nun bu potansiyeli ileri bir tarihe bırakıp bir belediye başkanı, Türkiye’nin en önemli belediyesinin, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin başkanı olarak kendini kanıtlayıp, o kanıtlamanın ardından doğal bir şekilde cumhurbaşkanlığı adaylığına doğru evrilmesi beklenir teorik olarak. Ama o bu süreci başlatmadan önce, yani başkan olarak kendini gösterme olayını sanki geri plana itmiş gibi. Daha baştan müstakbel cumhurbaşkanı adayıymış gibi davranıyor. Böyle bir eleştiri var ve ben de buna büyük ölçüde katılıyorum. Bakalım. Buna karşılık cumhurbaşkanlığı adaylığı için adı hiç geçmeyen, belki de çok az geçen –ki bence isabetli bir olay değil, yani isabetli olay değil derken adının hiç geçmemesi anlaşılır bir şey değil– Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş ise tam tersine belediye başkanı olarak yaptıklarıyla dikkat çekmeyi başarıyor. Bu İmamoğlu ve Mansur Yavaş meselesinin önümüzdeki günlerde çok daha fazla gündeme geleceği kanısındayım. Evet, söyleyeceklerim bu kadar. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.