Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

“Dünyayı vasatlar yönetiyor” deniyor, ya Türkiye’yi?

Bu yayında sözünü ettiğim Alain Deneault söyleşisi: Dünyayı vasatlar yönetiyor

Yayına hazırlayan: Cemre Su Arvas

Merhaba, iyi günler, iyi haftalar. Önce küçük bir itiraf: O da her pazartesi burada bir yayın yaptığım zaman “iyi günler”in ardından “iyi haftalar” dediğim zaman, bir haftanın ne çabuk geçtiğini görüyorum. Bu yaşlılıkla ilgili bir şey olsa gerek. Gençler aynı duyguyu hissetmiyordur. Hayat çok çabuk geçiyor, çok çabuk akıyor. 


Bugünün meselesi, tabii sosyal medyayla yatıp sosyal medyayla kalkıyoruz, tüm dünya böyle. Hele bizim gibi geleneksel medyanın iyice etkisizleştiği ülkelerde bu çok daha fazla böyle ve bugünün sosyal medya olayı “Ali Edizer” adında bir doktor; ama doktor demeye bin şahit lazım. Doktor kıyafetinde de görüntüleri var, ama kendisi bayağı ilginç bir kişilik. İlginç derken olumlu anlamda söylemiyorum. Yaptığı sosyal medya paylaşımları, videolarıyla, medeni kanuna meydan okuyan ve AK Parti dışındaki partilerin –MHP de hariç tabii ki– neredeyse hepsine hakaretler eden, saygısızlık eden, hakaret eden, kişilere sataşan birisi ve bu kişi –işin rengi burada değişiyor– eskiden GATA diye bilinen –şimdiki adı yanılmıyorsam Sağlık Bilimleri Üniversitesi olmuş– hastanede başhekim yardımcısı. Yani bu titrine kadarki kısmı, hep bildiğimiz, sosyal medyada zaman zaman karşımıza çıkan, değişik insanlardan birisi.

Yıllar önce Oflu Hoca diye bir parodi vardı, sosyal medyanın olmadığı zamanlarda çok dolaşımdaydı ses kaydı olarak taklitleri. Onu andıran Karadeniz şivesiyle konuşan birisi. Gerçekten bir doktor, ama söyledikleri ciddiye alınacak –ya da ciddiye alınması lâzım belki ama– saygıyı hak eden sözler değil. Bu kişinin tabii böyle önemli bir hastanede ya da üniversitede başhekim yardımcısı olması insanları rahatsız etti. Nitekim kendisi hızlı bir şekilde görevden alındı. Görevden alınması üzerine de sosyal medyada bir paylaşım yapmış ve Bakan Fahrettin Koca’ya teşekkür etmiş. Belli ki önümüzdeki günlerde de bir süre varlığını sürdürecek birisi. 

Bu tür insanlar ortaya çıktığı zaman, değişik değişik dönemlerde eşleri için kadro açan birtakım rektörler, en yakınlarına imkânlar dağıtan devletin önde gelen ya da devlet kurumlarının kamu kurumlarının yöneticileri hep karşımıza çıktığı zaman, aklıma Kanadalı siyasetbilimci Alain Deneault gelir. Alain Deneault’nun vasatlık üzerine çalışmaları var ve onun yaklaşık beş yıl önce bir Fransız dergisine –ama kendisi Kanadalı– verdiği söyleşiyi arkadaşım Haldun Bayrı çevirmişti bize. Başlığı çok güzel: “Dünyayı vasatlar yönetiyor”. Çok da ilgi gördü, arada sırada yeniden paylaşırız ve yine ilgi görür.

Bu söyleşide Alain Deneault’nun söyledikleri bu tür olaylarla karşılaştığımız zaman aklıma geliyor ve genellikle de Alain Deneault’nun bu söyleşisini paylaştığımız zaman, takipçiler, genelde, “Türkiye’de değil vasat, vasatın altı bir yönetim söz konusu” olduğunu söyler; ama söyleşiyi dikkatle okuduğunuz zaman bakıyorsunuz ki Türkiye aslında bu kategorinin içerisinde değil. Türkiye’deki –son yıllardaki en azından– yönetim, yönetim kadroları ve bürokrat seçimlerinde, Alain Deneault’nun bahsettiği bir vasatlık söz konusu değil. Ne diyor Alain Deneault? Özellikle neo-liberalizmin zirveye vardığı dönemlerde İngiltere’de başbakan Margaret Thatcher’ın çok etkili olduğu dönemlerde bir akım başlıyor: yönetişim. “Governance” İngilizcesi, Türkçeye yönetişim olarak çevriliyor. Bu kavramın devlet yönetimine sokulduğunu ve böylece devletlerin birer şirket halinde yönetildiğini ve bu şirket halinde yönetmekle beraber siyasetin yok edildiğini anlatıyor ve artık bu neo-liberal devlet işletme biçiminin vasatlığı egemen kıldığını söylüyor ve o söyleşiye baktığınız zaman olay çok daha farklı bir yerde seyrediyor. Şunu söylüyor: Bir standardı tutturmak istiyor devletler, şirket gibi yönetmek. Şirket gibi yönettiğiniz zaman ne oluyor? Kamu yararı hep geri plana atılıyor ve bunu yapmak için de çok fazla sorgulamayan, onun tabiriyle “oyunbozanlık etmeyen” insanlara ihtiyaç var. Bu “oyunbozanlık etmemek” aslında güzel bir ifade gibi gelebilir ama, diyor, tam tersine, burada yeni sistemlerde insanlar itaat etme karşılığında birtakım taltifler, ödüller alıyorlar ve böyle bir itaatle beraber yürüyen, şirketlere dönüşen devlet yönetimlerinden bahsediyor ve siyasetin içinin boşaltıldığını söylüyor. Örneğin şu sözler Türkiye’de de var biliyorsunuz: Tiyatro tüketicisi. Artık tiyatro izleyicisi değil tiyatro tüketicisi. Herkes müşteri haline geliyor artık, diyor “mesela kütüphane, kitap iadelerini geciktirdiğimde bana,” diyor, “sevgili müşterimiz diye mesaj yolluyor,” diyor. Artık kitap okuyucusu değil, kitap müşterisi. Bunların yaygınlaştığını söylüyor ve böyle bir ortamda vasatlığın olduğunu söylüyor, ama Türkiye’de bence bambaşka bir şey yaşanıyor.

Türkiye’deki olay bu ‘governance’ın (yönetişim) falan çok da yakınında bir yerde değil. “Governance” olsa bir yere kadar. Yani bir vasatlık üzerinden tartışıyor olsak belli bir yere kadar olabilir, ama Türkiye’de şimdi çok daha farklı bir sistem var. Burada liyâkatin, yani lâyık olmanın, uzman olmanın çok da fazla önemli olmadığı, ama sadâkatin, sâdık olmanın birinci derecede belirleyici olduğu bir sistem işliyor. Sâdık olduktan sonra ne kadar yeterli olup olmadığınız, ne kadar yaratıcı olup olmadığınız çok fazla önem taşımıyor. Bu noktaya hemen gelinmedi. Bu noktaya aşama aşama gelindi. İlk aşamada, AK Parti iktidarının ilk yıllarında hep bir ürkeklik vardı. Eski devlet yönetiminin kendilerine çok dar bir alan çizdiğini görüp bu alanı genişletme çabası vardı ve aşama aşama, kademe kademe atamalar yapıldı. Kurumların denetimi ele geçirilmeye çalışıldı, ama AK Parti burada bayağı bir zorlandı. Orada imdatlarına Fethullahçılar yetişti. Fethullahçılar, hem eskinin tasfiyesinde –tasfiyenin değişik yöntemleri var: davalar, yargılar, kumpaslar vs. – hem de yeni kadrolar temininde AK Parti’nin elini bayağı bir kuvvetlendirdiler, rahatlattılar. Uzun bir süre de böyle gitti. Devletin, eski devlet çalışanlarının, yetkililerinin, yöneticilerinin ayıklanıp yerlerine Fethullahçılar’ın ya da onların uygun gördüğü insanların, o tarihlerde Fethullahçılığın bu kadar devlette her geçen gün daha fazla güç kazandığını gören birçok kişi kökenleri ne olursa olsun –mesela ülkücü kökenli veya nötr, siyasetle çok ilgili olmayan, dinle de çok fazla alâkası olmayan birçok kişi– Fethullahçılar’la iyi geçinerek devlet içerisinde önemli yerleri kaptılar ve bu süreç içerisinde Fethullahçılar’ın devlete sızmak için yetiştirmiş oldukları kadrolar, yıllar boyu yetiştirdiği kadrolar nedeniyle gelenlerin aynı zamanda belli bir yeterliliği de vardı. Yani bunlar sadece Fethullahçı oldukları için değil, aynı zamanda –tabii önce Fethullahçı oldukları için, ya da Fethullahçılar’dan onaylı oldukları için– ama aynı zamanda çalıştıkları alanlarda üç aşağı beş yukarı olayları bilen, yurtdışında eğitim görmüş, yüksek lisans yapmış vs. kişilerdi; ama Fethullahçılar’la AK Parti iktidarı arasında savaşın başlamasıyla beraber işin rengi çok değişti. Hele 15 Temmuz’dan sonra tamamen değişti. 

Bütün bunların ayıklandığı, daha doğrusu ayıklanmaya çalışıldığı bir sürece tanık olduk ve yerlerine kimlerin konulacağı meselesinde Erdoğan iktidarı epey bir zorlandı. Çok ciddi zorlandı ve buraya artık kimi buldularsa yerleştirdiler diyebiliriz. Ülkücülerin tekrar –direkt MHP’yle ilgisi olan ya da kısmen ilgisi olan ülkücülerin– bundan çok ciddi istifade ettiğini biliyoruz. Milli Görüş geleneğinden gelen ya da AK Parti’ye yakın olduğu bilinen, Fethullahçılığa karşı olduğu bilinen cemaatlerden birtakım kadrolar da devşirildi. Alelacele devletin yeniden yapılandırılması hususu söz konusu oldu. Bütün bu süreçte –özellikle 15 Temmuz’dan sonra KHK’larla yapılan operasyonlarda gördük– sadece Fethullahçılar tasfiye edilmedi, aynı zamanda Kürt hareketine yakın olan ya da solcu olan kişiler de –birtakım sol bilinen sendikalarda örgütlenmiş derneklerde faaliyet yürüten kişiler de– çok ciddi bir şekilde ayıklandılar. O anki şartlarda, o ânın verdiği imkânla devlet aynı zamanda böyle bir temizlik de yaptı. Yani Fethullahçılığa karşı bir birlik ve beraberlik falan olmadı. Fethullahçılık vesilesiyle, bahanesiyle, aynı zamanda hoşlanılmayan kişiler de temizlendi. Zaten Türkiye’nin uzun bir süredir sağ iktidarlar tarafından yönetildiğini düşünürsek, devletin içerisinde hangi kademede olursa olsun, Kürt ya da Alevi ya da sola yakın, dine mesafeli kadroların sayısı çok çok azdı; 15 Temmuz’dan sonra bunlar iyice ayıklandı ve yerine kimi buldularsa, güvenlik soruşturmaları tekrardan çok öne çıkartıldı, mülâkatlar çok öne çıkartıldı ve böyle bir ortamda tamamen kendisinden emin olunan ya da emin olunduğu varsayılan kişilerle dolduruldu ve doldurulmaya devam ediyor. Her aşamada bunu görüyoruz. Yerel parti teşkilatları etkili oluyor, bekçi alımından herhangi bir devlet dairesine memur alımına kadar, bir şekilde hak ettiklerini iddia eden ama sırf kimlikleri nedeniyle reddedildiklerini, mülâkatlarda elendiklerini söyleyen çok sayıda insan var. Devlet artık iyice dar bir alana hapsolmuş durumda. 

Burada mesela şöyle düşünelim, bildiğim örnekler var, herkesin bildiği örnekler vardır, değil devlete memur olmak, devletin herhangi bir biriminde, diyelim ki bir ihaleye başvurduğunuz zaman dahi sizin geçmiş taramanız yapılıyor. Özellikle burada ilk akla gelen şey, artık hepimizin kimliği olan sosyal medya hesapları. Yani ben diyelim ki bir yere başvuruyorum, hemen benim Facebook, Twitter hesabıma bakılıp, hangi tweet’leri attığıma, hangi paylaşımları yaptığıma bakılıyor. Hatta yapmanız da gerekmiyor, başkasının hangi mesajını paylaştım veya beğendim. Bu nedenle ihale kaybettiğini bildiğim insanlar var. Sırf Facebook’ta birisinin paylaşımını beğendiği için kaybeden insanlar var.

Şimdi bu, devletin bir korkusuyla açıklanabilecek bir şey; ama diyelim ki bu gördüğümüz doktor örneğinde, bu kişi bağıra bağıra “Ben, el bombasıyım” diyor. Yani bu kadar bâriz bir şekilde bunu söylüyor, ama belli ki onun da kim olduğu biliniyor, ne paylaşımlar yaptığı biliniyor, ama bunlara ses çıkarılmıyor. Dolayısıyla Türkiye’deki olay artık vasatlık, vasat dışılık, vasat altılık meselesi değil. Türkiye bu konuda başka bir ligde, başka bir alanda yer alıyor. Özellikle başkanlık sistemine geçildiği andan itibaren iyice ortaya çıkan ve Fethullahçılık’la kopuşun da çok ciddi tetiklediği bir “Sadâkatin her şeyin önüne geçmesi” durumu var. Ama burada şöyle bir sorun da var: Devletin nimetleri çok ve iktidar bu nimetleri paylaştırarak yol alıyor. Bunu dağıtarak yol alıyor. Kimisine az, kimisine çok. Eğer siz müteahhitseniz büyük ihaleler alıyorsunuz, sıradan lise mezunuysanız belki iş alıyorsunuz ya da devletin bir kurumuna tedarikçi oluyorsunuz vs.. Şimdi iktidara en yakın olan, ona ulaşması en kolay olan ve belli birtakım yeterlilikleri olan, diyelim ki hukuk fakültesini bitirmiş kişi, avukat olmayı tercih ediyor öncelikle ve avukat olarak da iktidarla olan ilişki sayesinde iyi davaları alıp iyi para kazanmayı hedefliyor. Dolayısıyla buradan hâkimlik, savcılık yapmayı tercih edenlerin sayısı az oluyor. Böyle de bir mesele var. Yani daha kaliteli gibi olabilecek insanlar, daha fazla akçeli işlere yönelmeyi tercih edip devlet memurluğuna çok fazla tenezzül etmiyorlar. Olayın bir boyutu da bu.

Bir diğer husus ise, bütün bu süreç içerisinde AK Parti iktidarının yaşadığı değişim ve dönüşümle –tabii bu arada Türkiye de çok ciddi bir şekilde dönüştü– çok sayıda yetişmiş kadro bu hareketten koptu, kopmaya devam ediyor. Bugün Gelecek ve DEVA partileri bunun birer örneği. Oralarda yer alan AK Parti geçmişli insanlara –kimisi milletvekili, kimisi bakan, kimisi il/ilçe yöneticisi– baktığımız zaman, şu anda AK Parti kadrolarına kıyasla daha yüksek nitelikli olduklarını da –hepsi değil tabii ki, ama genel olarak bakıldığında– görüyoruz. Çok ciddi kopuşlar oldu. Belli bir yeterliliğe sahip olan insanlar, yaşanan bu büyük dönüşüm ve baştaki ideallerden alabildiğine kopma nedeniyle onlar da kopmayı tercih ettiler. Neydi bunlar? Hep tekrarlanıyor. Bugün iki ayrı kişinin bunu söylediğini gördük. 3Y’ye karşı mücadele ediyordu AK Parti ilk kurulduğunda, o iddiadaydı: Yasaklar, yolsuzluk ve yoksulluk. Bunların üçünün de Türkiye’de bayağı bir yerleşmiş olduğunu görüyoruz. En yasakçı yönetimlerden birisini yaşıyoruz, yoksulluk iyice artıyor, gelir adaletsizliğinde makas iyice açılıyor ve yolsuzluk zaten artık bir norm haline gelmiş durumda. Buna eski yargıda Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, bugün Cumhuriyet gazetesinde, bir yeninin daha eklendiğini söylemiş, “yalan” demiş. Bunun aynısını bir il kongresinde eski başbakan ve AK Parti Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu da benzer bir şey söylemiş; dolayısıyla belli bir noktada birleşmiş oluyorlar.

Buradaki yaşanan kopuş, buradaki başlangıçta dile getirilen ilkelerden göstere göstere kopma ve yapanın da büyük ölçüde yanına kâr kalması nedeniyle, birileri seviyeyi iyice düşürmeyi tercih ederken, seviyesini sabit tutmak isteyenler ya da bu akıntıya kapılmamak isteyenler kendilerini adım adım, kademe kademe buradan uzaklaştırdılar. Böyle bir olay da var. 

Şimdi Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarının kurumları, ülkeyi genel olarak, mesela medyayı, mesela diyelim ki TRT’yi, mesela Yargıtay’ı, bütün kurumları, özerk olduğu iddia edilen kurumlardan tutun Meclis’i, Parlamento’yu –Türkiye Büyük Millet Meclisi bu ülkenin en önemli kazanımlarından birisi–, içlerini iyice boşalttı, çölleştirdi ve ülkede her geçen gün kültürel veya birçok alanda bir çölleşmeye tanık oluyoruz; ama bu çölleşme esas olarak iktidarın kendi içerisinde yaşanıyor. Bu, aslında kendi içlerinin dışarıya yansıması gibi bir şey oluyor. Sonuçta Türkiye’de yaşanan olay, bir vasatların yönetimi ya da vasat altıların yönetimi değil, Türkiye, standartlar dışında bir şekilde, çok eskiden beri bildiğimiz ahbap-çavuş ilişkilerinin geçerli olduğu, sâdık olanların nasıl olurlarsa olsunlar tercih edildiği, çok aşırı durumlarda ancak tasfiye edildikleri, elendikleri bir ülkeye dönüşmüş durumda. Bu da hiç iyi bir durum değil. Burada iktidar değişse de değişmese de, bir andan itibaren bu gidişattan vazgeçilmek istense de –bugün, mevcut iktidar da isteyebilir, yerini alacak olan yeni iktidarlar da isteyebilir–, Türkiye bu süreç içerisinde o kadar çok şey kaybetti ki bunun tekrar eskiye döndürülmesi, telafi edilmesi –ki eski iyi değildi; onu özellikle vurgulamak istiyorum–, “eski iyiydi oraya dönelim” değil, ama iyi olmayanı bile özleten bir nokta söz konusu şu anda. Çok büyük bir enerji, zaman ve kaynak israfına tanık oluyoruz ve bunu da birtakım insanlar böyle… bugünkü artık, ilk dilime “meczup” kelimesi geliyor ama meczup başka bir şey; bu, eğitimli, bayağı statüsü olan birisi. Bile bile bunları söylüyor. Büyük bir küstahlıkla söylüyor. Kendinden emin bir şekilde söylüyor. Nasıl olsa başına bir şey gelmeyeceğini düşünerek söylüyor. En fazla o makamını kaybedecek, ama o makamını kaybetmesi onun hayatının zindan olacağı anlamına gelmiyor. Onun binde birini bir şekilde iktidara yönelik olarak, iktidarı rahatsız edecek şekilde söyleyenlerin başına neler geldiği düşünülürse, bu tür çıkışlar yapan insanların niye bu kadar cüretkâr olduğunu anlamak çok kolay oluyor. 

Evet, birçok yayını böyle bitiriyor olabilirim, ama bir kez daha söylüyorum: Türkiye’ye yazık oluyor. Evet, söyleyeceklerim bu kadar.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.