Borgen: Bir Danimarka dizisinin siyaset ve medya üzerine düşündürdükleri

İlk bölümleri 10 yıl önce çekilen Danimarka yapımı Borgen adlı dizi parlamenter demokrasi ve medya-siyaset ilişkileri üzerine çok şeyler anlatıyor ve yer yer bir zamanların Türkiyesi’ni de çağrıştırıyor.

Yayına hazırlayan: Ali Macit

Merhaba iyi günler. Bugün değişik bir şey yapmaya çalışacağım, ama benim değişimim de bu kadar olur; bir televizyon dizisinden bahsedeceğim, ama siyaset ve medyayı ele alan bir televizyon dizisi. Danimarka yapımı, “Borgen” isimli bir dizi. “Borgen”, kale demekmiş. O Danimarka Parlamentosu’ndaki binayı kastediyor. Aslında eski bir dizi, daha önce Türkiye’de yayınlanmış, benim izleme imkânım olmamıştı. Şimdi Netflix’ten izliyorum. Daha bitirmedim. Ağır ağır izliyorum; bazı dizileri insanlar peş peşe izlerler, bir an önce bitirirler. Birçok diziyi ben de öyle yaptım; ama bunu daha bir sindire sindire izlemeye çalışıyorum. Bitirmek üzereyim. 

İzleyenler bilir, çok değişik bir dizi. Aslında Danimarka gibi küçük bir ülke, siyasetle ne kadar ilgili olduğu meçhul bir ülke, ama açıkçası çok şaşırtıcı bir dizi oldu benim için. Herhalde çok takip etmem diye başladım, fakat bayağı bir alışkanlık yaptı. Çünkü, siyaset gazeteciliği yapan birisi olarak, çok bildiğim birçok şeyin anlatıldığını gördüm. Tabii ki Danimarka ile Türkiye arasında çok büyük farklar var –Danimarka siyasetiyle Türkiye siyaseti arasında, Danimarka medyasıyla Türkiye medyası arasında–, ama birçok şey de evrensel olarak aynı oluyor. Medya-siyaset ilişkisi, aynı zamanda iş dünyasının siyasetle ilişkisi, medyanın bunun bir yerinde olması, bazı durumlarda büyük patronların medya üzerinden siyasete müdahalesi gibi, çok ince ayrıntılar var. Gazetecilerle siyasetçilerin ilişkisi üzerine çok ilginç, kimisi Türkiye’de yaşadığımız ya da duyduğumuz, tanık olduğumuz olayları hatırlatan çok ilginç anekdotlar var. Ve bir akış var, bence başarılı bir akış, çok iyi bir oyunculuk var, bunun düşündürdüğü çok şey var. 

Ama şunu öncelikle vurgulayayım: Türkiye’deki medya-siyaset ilişkisinin mesela bir Danimarka ile, mesela bir ABD ile ya da Fransa ile aynı olmamasının, çok farklılık içeriyor olmasının en önemli nedeni, Türkiye’de medyanın merkezinin İstanbul, ama siyasetin merkezinin Ankara olması. Ama saydığım ülkelerde –ki dünyanın birçok ülkesi böyle– bunların başkentleriyle medya merkezleri aynı şehirde: Paris gibi, ya da Washington gibi… Washington tam bire bir sayılmaz, ama burada Kopenhag örneğinde olduğu gibi, İngiltere’de Londra örneğinde olduğu gibi. Türkiye’de “Ankara gazeteciliği” diye bir şey var. Ankara’da esas olarak siyaset gazeteciliği yapılır, ama esas olarak mutfaklar İstanbul’dadır. Bu anlamda da İstanbul’la Ankara arasında hem bir uyum, ama çoklukla bir gerginlik ve anlaşmazlık vardır. Ama yine unutmayalım, eski zamanda Türkiye’nin önemli gazetelerinin genel yayın yönetmenleri genellikle Ankara temsilcilerinden çıkardı. Çok sayıda kişi, mesela bir Hasan Cemal, Yalçın Doğan örneği, Sedat Ergin örneği; böyle örneklerin sayısı çok, Derya Sazak da böyledir. Ankara temsilciliğinden sonra genel yayın yönetmeni olan çok kişi vardır. Ama mesafe her zaman için birçok sorunu da beraberinde getiriyor. 

Bu dizide her şey esas olarak Kopenhag’da geçiyor; dolayısıyla arada öyle bir fark var. Bu diziyi izlerken birçok şey geldi aklıma. Siyasetle medya ilişkisinin ne kadar hayatî olduğu, ama aslında ne kadar da sorunlu olduğu gibi. Kimi zaman siyaset medyayı, kimi zaman da medya siyaseti çok ciddi bir şekilde manipüle ediyor. Danimarka gibi siyasetin bu kadar merkezî olmadığı bir ülkede bunlar yaşanıyorsa, Türkiye’de çok daha fazlası yaşanıyordur. Ama Türkiye’de ne zamandır artık bu olay bitti. Artık medyanın siyaset üzerinde hemen hemen hiçbir etkisi kalmadı. Diziyi izleyenler, “Borgen”i izleyenler bilir, orada siyasetçilere medyanın ulaşmasının ne kadar kolay olduğunu, telefonlara ânında cevaplar alındığını görüyorlar. Türkiye’de tam olarak böyle değildi, ama aslında karşılıklı bayağı bir trafik hep olabiliyordu ve gazetecilerin politikacılara ulaşması mümkün olabiliyordu. Tersi de aynı şekilde mümkün oluyordu. Ve burada karşılıklı bir ilişki, mesafeyi koruyabildiğiniz ölçüde başarılı bir ilişki oluyordu. Türkiye’de bu ne zamandır yok. 

Artık çok fazla ulaşılacak siyasetçi de kalmadı; çünkü siyasetçilerin çok fazla etkisi kalmadı. Özellikle başkanlık sistemine geçtiğimiz andan itibaren, siyasetin üretildiği yerler iyice daraldı, iyice azaldı. İnsanların sayısı da iyice azaldı. İktidarın içerisinde birden fazla odağın kalmadığı anda, Ankara gazeteciliğinin ya da siyaset gazeteciliğinin çok fazla da bir anlamı olmuyor. Çünkü genellikle şöyle olurdu — AKP iktidarının ilk yıllarında da böyleydi: Parti içerisinde, iktidar içerisinde farklı farklı güç odakları oluyordu. Bakanlar, kimi zaman grup başkanvekilleri, kimi zaman parti genel başkan yardımcıları, kimi zaman belediye başkanları… Siz bunların üzerinden kimi zaman bazı farklı haberler yapabiliyor, bazı tartışmaları başlatabiliyordunuz. Ama artık böyle bir şey yok. Özellikle her şeyin artık Külliye’den kotarıldığı bir yerde, iktidar temsilcisi olduğunu bildiğiniz insanlarla yaptığınız sohbetlerin, konuşmaların pek bir haber değeri olmuyor. Çünkü onlar sizden belki biraz daha fazla bir şey biliyorlar, onlar da en fazla spekülasyon yapıyorlar. Haberin içerisinde değiller. Böyle bir boyut çok ciddi bir şekilde var. 

Bunun ötesinde, iktidarın siyaset alanını olabildiğince daralttığı bir yerde, muhalefetin alternatif siyasetler üretme konusunda çok yaratıcı olmadığı ve çok faal olmadığı bir ortamda, muhalefet siyasetçileriyle gazetecilerin ilişkilerinin de çok fazla verimli olduğunu söylemek mümkün değil. Zaten bütün bunlara paralel olarak Türkiye’de son yıllarda siyaset gazeteciliği ve Ankara gazeteciliği çok ciddi bir seviye kaybetti. Eskinin parlak isimlerini andıracak isimler yok denecek kadar az. Ankara’da siyaset gazeteciliğini büyük ölçüde kadın meslektaşlarımız yapıyor. Onların da o eskinin “ana akım” diye tâbir edilen büyük medyasına değil, daha çok sosyal medya üzerinden yayın yapan birtakım medya kuruluşlarına, internet üzerinden çalışan medya kuruluşlarına çalışan arkadaşlarımız yapıyor. Onun dışında çok fazla bir haber üretimi kalmadı. 

Zaten Meclis’in de Türkiye’de başkanlık sistemiyle birlikte çok fazla anlamı kaldığı söylenemez. Dolayısıyla Türkiye’de Ankara gazeteciliği esas olarak merkezden kotarılırdı — siyaset gazeteciliği diyelim. Ama Meclis’in ve milletvekillerinin çok fazla anlamı kalmayınca, Meclis’te görevli arkadaşların, ya da Meclis’in kulislerini izlemeye giden meslektaşlarımızın çok fazla öğrenecek bir şeyi olmuyor. Ben de Vatan gazetesinde, NTV’de, sonra da Habertürk’te çalışırken, sık sık Meclis’e giden bir gazeteciydim. Özellikle salı günleri grup toplantıları olduğunda gidip, aynı anda bir gün içerisinde bütün partilerin milletvekillerini, hatta liderlerini görmek, ayaküstü de olsa sohbet etmek imkânı olabiliyordu. Ve oraya her gittiğimde birtakım yeni haberler, yeni analizler vs. üretebilmenin imkânı oluyordu. 

Ama ne zamandır –tabii buna pandemi de eklendi–, ne zamandır salı günleri Meclis’e gidip orayı izleme konusunda çok büyük bir hevesim olduğunu söyleyemem açıkçası. Çünkü, gidildiği zaman gördüğünüz, sohbet ettiğiniz milletvekilleri –ister iktidardan olsun, ister muhalefetten olsun– size pek fazla bir şey söyleyemiyorlar. Türkiye’nin siyaset gazeteciliğinde ne derece geriye düşmüş olduğunu “Borgen”i izlerken bir kere daha gördüm. Çok acı bir olay aslında bu, tekrar toparlar mı, açıkçası pek emin değilim. “Borgen”in gösterdiği bir diğer önemli husus –ki siyaseten beni en çok etkileyen hususlardan birisi–, koalisyonların ne kadar değerli şeyler olduğunu görüyoruz o dizi boyunca. Zaten Danimarka sistemi büyük ölçüde böyle işliyor, birçok Avrupa ülkesinde işler böyle koalisyonlarla yürütülüyor. Ve koalisyonlar aslında, tamamen bir müzakere, pazarlık, güç dengesi, güç savaşı; ama bir yerde de uzlaşma.  Bunun değişik örneklerini dizide gerçekten birbirinden farklı olaylarla, değişik örneklerle görüyoruz. 

Aslında Türkiye’de biliyorsunuz koalisyonlar hep kötülenir. Zaten Cumhurbaşkanı Erdoğan da başkanlık sistemine geçmenin en büyük gerekçesi olarak bu koalisyonlardan şikâyet etti. Ama sonra kendisi başkanlık sistemine geçerek adı konmamış bir koalisyona mahkûm oldu. MHP ile bir koalisyona mahkûm oldu. Devlet Bahçeli’yle birlikte bir ittifak yürütüyorlar, ama bu ittifakın nasıl geliştiğini anlamak çok fazla mümkün değil. Çünkü formel bir koalisyon değil, yani eski sistem zaten yok, Bakanlar Kurulu gibi, koalisyon partilerinin bakanlık pazarlıkları da yok. Ama bu koalisyonun, bu ittifakın daha çok medya üzerinden yürüdüğünü görüyoruz. Devlet Bahçeli söz konusu olduğunda da, daha çok sosyal medya üzerinden yürüdüğünü görüyoruz. Bahçeli, böylece bu adı konmamış koalisyonda af yasası çıkartabiliyor, İstanbul Sözleşmesi’nin feshini en azından geciktirebiliyor, Anayasa Mahkemesi’ne savaş ilan edebiliyor vs.. 

Orada “Borgen”in bize gösterdiği, koalisyon hükümetlerinin ne kadar anlamlı olduğu. Tabii ki insanı rahatsız eden çok pazarlıklar, gerginlikler de yaşanıyor; ama sonuçta işler bir şekilde yürüyor. Bir diğer husus, hep karşımıza çıkan, siyasetçilerin idealleriyle hayatın gerçekleri arasındaki pragmatizm meselesi. Bu noktada “Borgen” gerçekten çok başarılı bir dizi. Daha önce, özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde geçen kimisi komedi tarzında, kimisi dram tarzında çok sayıda dizi de izledim. Beyaz Saray ağırlıklı giden diziler de izledim. Açıkçası onlarla kıyaslandığı zaman “Borgen”i daha sahici buluyorum. Bunun sahiciliğinin bir nedeni de, en azından orada anlatılanların bizim yakın zamana kadar yaşadıklarımıza çok benziyor olması. 

Şimdiki hâlimiz Amerikan sistemine benziyor mu? Hiç benzemiyor. Başkanlık sistemine geçtik ama –orada da görülüyor– başkanlık sisteminde yaşanan, Amerikan başkanlarını merkez alan dizilerde görüyoruz ki orada hâlâ bir medya var, hâlâ gazeteciler var. Başkanların medyayı önemsemesi meselesi var. Bizde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın medyayı önemsediğini görüyoruz; yani şöyle: Tabii ki herkes önemsiyor, ama bu önemsemek, tamamen kontrol altına almak, üzerinde baskı kurmak üzerine; ya tamamen yanına çekmek, ya da onunla tamamen onunla savaş etmek şeklinde. Yani bir müzakere, medyayla bir müzakere, medya ile bir iktidar savaşı diyelim, ya da böyle bir şey artık Türkiye’de çok çok geçmişte kaldı. Dolaysıyla “Borgen”i izlerken, aslında bir gazeteci olarak nostaljik tatlar var. Bunu izlerken, mesela Başkan’ın basın danışmanını orada izlerken, çoğunu yakından tanıdığım değişik basın danışmanları geliyor aklıma — kimileri Başbakan danışmanı, kimileri Cumhurbaşkanı danışmanı. Gazetecilikten siyasetçiliğe, siyasetçilikten tekrar gazeteciliğe geçen bazı insanlar, başka isimler geliyor gözümüzün önüne. Ve genelde bakıyorsunuz, demokratik parlamenter sistemlerin olduğu yerlerin öyküleri üç aşağı beş yukarı birbirine benziyor. Ama Türkiye artık ne demokratik ne de parlamenter bir sisteme sahip. Dolayısıyla, “Bir zamanlar Türkiye de böyleydi, ya da andırıyordu” demenin dışında pek bir şey sunmuyor. O anlamda acı bir tat bırakıyor. 

Türkiye’de başkanlık sistemiyle bilhassa siyaset iyice çölleşti. Medya da iyice çölleşti. Gazetecilik bir meslek olarak, hele siyaset gazeteciliği bir meslek olarak bayağı bir aşındı ve yok olmaya yüz tuttu. Ve bütün bunların bileşiminin sonucu olarak Türkiye de aslında bir bütün olarak çölleşiyor. Bunu söylerken tabii ki geçmişteki medya-siyaset ilişkilerinin iyi olduğunu kesinlikle kastetmiyorum, ama evrensel normlarda birtakım zeminler vardı, artık o zeminler tamamen yok oldu. O zeminlerin içerisinde bir eleştiri yapmak, özeleştiri geliştirmek mümkün olabiliyordu. Ama artık böyle bir zeminimiz ortadan kalkmış durumda, herkes kalakaldı. Ve birçok arkadaşımı biliyorum, meslektaşımı biliyorum, neye uğradıklarını şaşırdılar. Çünkü artık yapacak pek bir şey kalmadı. Mesleği bırakan, emekliye ayrılan, ya da başka sektöre geçen, ya da tam anlamıyla siyasete geçen çok gazeteci arkadaşımı tanıyorum. Sonuçta artık Türkiye’de aslında bir devir kapandı medya-siyaset ilişkileri açısından. “Borgen” de eski bir dizi olmasına rağmen, hâlâ büyük bir ilgi ile en azından bir dizi olarak izliyorum. Danimarka’dan, Türkiye’ye göre o küçük ülkeden bunları bana düşündürdüğü için, diziye emeği geçen herkese, özellikle oyuncularına minnettar olduğumu söylemek istiyorum. Bugün 15.30’da Burak Bilgehan Özpek ve Osman Sert’le “HDP’yi yok saymak mümkün mü” diye bir başka yayında yine karşınızda olacağım. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.