Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Emekli amirallerin yalnızlığı

3 Nisan Cumartesi gecesi internette ortak açıklamaları yayınlanan 103 emekli amirale çok güçlü bir toplumsal destek gözlenmiyor. Bunun nedenlerini sorgulamak Türkiye’yi daha iyi tanımak, değişen ve değişmeyenleri anlamak açısından isabetli olur.

Yayına hazırlayan : Fazıl Alp Akiş 

Merhaba, iyi günler, haftalar. Emekli amirallerden söz etmek istiyorum. Yaklaşık 10 gün önce bir cumartesi gecesi internette yayınlanan bir açıklamayla Türkiye’nin gündemine oturdular. Bayağı bir konuşuldu ve bir tür unutuldular. Unutuldular demek biraz abartılı olabilir, ama ilk günlerdeki kadar konuşulmadığı muhakkak. Bugün Anadolu Ajansı’nda gördüğüm, yaş haddi nedeniyle ya da yaşları nedeniyle gözaltına alınmayan dört emekli amiral, Engin Baykal, Cemil Şükrü, Şükrü Bozoğlu, Mustafa Özbek ve Atilla Kıyat’ın da bugün Ankara Emniyet Müdürlüğü’nde ifade vereceği söyleniyor. Diğer 10 emekli amiralin ifadeleri tamamlandı mı çok emin değilim, ama gözaltı sürelerinin uzatıldığını biliyoruz.  

Bu arada, bu süre içerisinde buradan bir büyük bir hareketlilik çıkmadı. Bir dayanışma hareketi de çıkmadı. Bu emekli amirallerin bazıları geçmişte Ergenekon-Balyoz süreçlerinde de mağdur olmuşlardı. Gözaltına alınmışlardı, hapis yatanlar da vardı. Ve o tarihi birazcık hatırlayanlar, oradaki hareketliliği hatırlayanlar, aradan geçen süre içerisinde bu olayın neden toplumda çok büyük bir yankı bulmadığını, veya varsa da tepkilerin çok açıkça ifade edilmediğini herhalde merak ediyorlardır. En azından ben merak ediyorum ve bunun üzerine biraz akıl yürütmek istiyorum. Neden böyle oldu? Birçok ayağı var bunun. Öncelikle tabii ki “ulusalcılık” olarak tanımlanabilecek akımın etkisinin Türkiye’de bayağı bir azalmış olması söz konusu. Geçmişte ulusalcılık bir tür, AKP ve Fethullahçılık ittifakına karşı bir hareket gibi çıktı ve orada devletin içerisinde hâlâ belli güçlere sahip olan bazı kişi ve kurumların yerlerini kaybetmeme hesabıyla verdiği bir destek de vardı. Yani ulusalcılığın devletin içerisinde belli bir karşılığı da vardı. “Birtakım sivil toplum kuruluşları” deniyor, ama bunların büyük bir kısmı sivil toplum kuruluşu değil de meslek kuruluşuydu. Onların da desteği ve katılımıyla bir hareket olmuştu. Özellikle Cumhuriyet mitingleri bunun dışavurumuydu. Medyada çok ciddi bir etkisi vardı. O tarihlerde sosyal medya yeni yeni öne çıkıyordu ve orada da bayağı bir etkiliydi. Ama onun dışında, geleneksel medyada da belli bir karşılığı vardı. Şimdi bugün bu büyük ölçüde yok. Bunun birçok nedeni var.  

Birincisi, Fethullahçılık’la AKP arasındaki ittifakın bozulmuş olması, hatta tam tersine savaşın söz konusu olması ve 15 Temmuz darbe girişiminin ardından da geçmişte ulusalcılığın içinde yer almış ya da ona kendini yakın hissedenlerin bir kısmı –hepsi olmasa bile bir kısmı– Fethullahçılık’a karşı AKP ile daha bir yakınlaşma içerisine girebildiler. Bunu söylemek mümkün; ama en önemli ayağı, artık ulusalcılığın devlet içerisinde belli bir karşılığının kalmamış olması. Çünkü bu süreç içerisinde devlet, Erdoğan tarafından her anlamıyla kontrol edildi. Sonuçta yine birtakım ittifaklara gidiyor olabilir. Fakat bugün itibariyle, belli bir süreden itibaren diyelim, Erdoğan’a karşı devlet kurumu, odağı vs.. böyle bir şey kalmadı. Hiçbir şekilde yok. Hatta öyle yok ki, olsa istiyorlar. Ve eğer Anayasa Mahkemesi’nin aldığı birtakım kararlardan hareketle Anayasa Mahkemesi’ni bir tür vesayet odağı gibi tarif etmeye çalışıyorlar. Hiçbir aslı astarı yok. Bunu özellikle Devlet Bahçeli’nin yapmaya çalışıyor olması da ayrı bir ilginçlik tabii ki. Ulusalcılığın etkisinin azalması ulusalcı fikirlerin kaybolduğu anlamına gelmiyor; ama ulusalcı fikirlerin temsiliyeti konusunda da iyice bir karmaşa var. 

Türkiye’de güçlü ulusalcı bir odak kalmadı; bir parti olarak, mesela Vatan Partisi böyle bir iddiada, ama aldığı bütün desteğe rağmen, içeriden ve dışarıdan aldığı desteğe rağmen, Vatan Partisi ve Doğu Perinçek’in etkisi çok sınırlı oluyor. Zaten bu olayda da açık bir şekilde emekli amirallerin karşısında yer aldılar. Bu olayın birinci nedeni bu olsa gerek. İlk akla gelen nedenlerinden birisi; ama bir diğeri, muhalefetin tepkisi ya da tepkisizliği diyelim. Genellikle burada iktidar yanlılarının ilk andan itibaren bunu bir kalkışma gibi tarif etmesi, buradan bir gündem değiştirmeye doğru hamle etmesi nedeniyle, muhalefette genellikle şöyle bir eğilim oluyor: Bu topa girmemek, iktidarın ekmeğine yağ sürmemek; yani onun bir oyun kurmaya çalıştığını düşünüp, dolayısıyla bu oyuna dahil olmamak. Bu bir yere kadar anlaşılabilir bir şey. Fakat ilk tepkilerden birisinin –ki pazar günü öğleden sonra– İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener tarafından verilmesi ve her ne kadar Meral Akşener bu açıklamayı özellikle iktidara üzerinde tepinme imkânı sağlanması açısından eleştirmiş olsa da –ki bu eleştiride haklı haksız tartışılır, ama anlaşılabilir bir eleştiri– o “zevzeklik” kelimesi işin rengini değiştirdi ve zevzeklik kelimesini ettiği için Akşener bir tür, Cumhur İttifakı’yla yan yana imiş gibi algılandı ve işin ilginç tarafı Cumhur İttifakı’nın yayın organları ve sözcüleri de öyle gösterdiler. Yani bu olaydan dolayı Akşener’i tebrik ettiler. Bunun Akşener’in partisindeki kentli, seküler düşünen orta sınıflarda bir tepki yarattığı yeri söylemiştim. Hâlâ bu tepkinin sürdüğünü görüyorum ve anladığım kadarıyla bu tepkiyi dile getirmek de Akşener’i biraz rahatsız etmiş. Ama bu bir realite.  

Burada insanlar şunu yapmayabilir. Amirallerin yanında yer almayabilir. Bunun birçok nedeni olabilir — ki bunun nedenlerinden birisi, birçok kişi tarafından yapıldığı gibi, usûl yönünden eleştirmektir. “Ne gerek var böyle yapmaya, böyle imzalar toplamaya, yüce Türk milleti demeye, bir bildiri gibi kaleme almaya?” diyenler, “Geceyarısı bu yapılır mı?” diyenler var — ki bu konuda da çok değişik spekülasyonlar var. Bunun birileri tarafından erkenden ve geceyarısı dışarıdan birileri tarafından internete konulduğu yolunda, “Yüce Türk milleti” gibi bazı kelimelerin sonradan eklendiği yolunda iddialar da var ki, çok güçlü iddialar da bunlar. Ama her halükârda, usûl yönünden eleştiriler var. Bunlar anlaşılabilir bir şey. Özellikle de böyle bir çıkışla iktidarın eline imkân sağladığı eleştirisinin belli bir anlamı var. Fakat “zevzeklik” deyince, bunu doğrudan karşınıza almış oluyorsunuz. Ve birçok kişi açıkça destek vermese de, veremese de, şu ya da bu nedenle karşısında yer almayı da tercih etmiyor. Sonuçta burada söylenen, emekli amirallerin söylediği hususlara katılan çok insan var ve bunların İYİ Parti’de belli bir karşılığı da var. Sadece İYİ Parti bunu yapmadı. Yine muhalefette yer alan Gelecek ve DEVA partileri de bu açıklama karşısında bayağı mesafeli ve eleştirel bir pozisyon takındılar. Dolayısıyla CHP’den gelen tek tük “Ne var yani? Yanlış bir şey mi var?” türü açıklamalar daha çok fevrî oldu. CHP bu olaya aktif bir şekilde emekli amirallerin yanında dahil olmadı. 

Belki akılcı bir şeydi, fakat bütün bunlar birleştiği zaman, bir yerde emekli amirallere saldıranlar, her türlü imkânla saldıranlar ve her türlü spekülasyona, çarpıtmayla saldıranlar var. Bir diğer tarafta ise, emekli amirallere hak verse bile o saldırılar karşısında onların yanında yer almaktan imtina edenler var ve bu da bize tabii ki bir yalnızlık görüntüsü veriyor. Bu çok anlamlı bir olay. İyi mi kötü mü çok emin değilim. Nereden baktığınıza bağlı. Fakat şunu da özellikle vurgulamak lâzım: Bu sürece, bu 10 günlük sürece baktığımız zaman, iktidarın bütün çaresizliğine rağmen hâlâ birtakım alanlarda bir şeyleri suiistimal edebildiğini gösterdi bu olay bize. Bu nedir? Darbe kaygısı. Ortada bir darbe çağrısı filan olmadığı çok açık. Baştan beri açık darbe çağrısı, emekli amirallerin darbe yapma imkânı yok. Emekli amirallerin devletin içerisinde birtakım ilişkilerinin olmadığı da çok açık. Dolayısıyla buradan bir darbe çağrısı çıkartmak tam anlamıyla bir çarpıtma idi. Ama bu çıkartmanın belli bir karşılığının da olduğunu gördük. Çok etkili olmadı belki. Bir de burada tabii ilginç bir olay var: Erdoğan’ın ilk açıklamasında bu olayda bir frene basmış olmasının da etkili olduğunu kabul etmek lâzım. Erdoğan’ın orada neden frene bastığını ve bu olayı sadece CHP ile ilişkilendirerek, buradan emekli amiral değil CHP’yi ve tabii ki “Bay Kemal”i hedef almayı tercih ettiği çok önemli bir soru işareti. Bunu tam olarak Türkiye’nin tartışabildiğini sanmıyorum.  

Tabii, bu açıklamanın en önemli yönü çok ilginç bir zamana denk gelmiş olması. Ukrayna krizi ile beraber Rusya ve Amerika Birleşik Devletleri ve genel olarak Batı ile Rusya arasındaki gerginliğin tırmanma ihtimali ve bu tırmanma ihtimali olan gerginlikte Karadeniz’in rolü. Burada ele alınan konu esas olarak –sadece o değil, ama esas olarak– Montrö olduğu için, bu açıklama gerçekten çok mânîdar oldu. Zamanlaması mânîdar. Buradan Çetin’e ve Sadi’ye de selam yollamış olalım. Zamanlaması mânîdar, ama zamanlaması isabetli aslında; yani emekli albayların bu uyarısının aslında tam da zamanı imiş. Bunu da kabul etmek lâzım. Uyarının tam da zamanı imiş derken, uyarılarında haklı oldukları sonucunu çıkarmıyorum. Çünkü çok bildiğim bir konu değil. Benim alanım değil. Fakat, Montrö, Karadeniz, denizler vs. söz konusu olduğu zaman, tabii ki emekli amirallerin çok bildikleri, hâkim oldukları bir konudan bahsediyoruz. Dolayısıyla onların bu tür konularda tam da böyle bir konjonktürde konuşması aslında Türkiye’de iyi bir şey. Fakat işte orada tekrar usûl konusuna geliyoruz. “Yolu yordamı bu muydu? Yöntemi bu muydu? Bu mu olmalıydı?” tartışması yapılabilir, yapılmalı. Fakat bu tartışmayı yapmak yerine onları gözaltına almak, kaçma ihtimalleri olmayan, zaten kaçmamış olan –daha önceki olaylarda da gördük–, kendileri ortada olan, kimilerinin sağlık sorunu olan bu kişilerin böyle gözaltına alınmasının hiçbir savunulacak tarafı yok. Yoktu, hâlâ yok, bundan sonra da olmayacak; ama bu savunulacak tarafı olmamasına rağmen, bu emekli amirallere güçlü bir toplumsal sahiplenme olmaması da gerçekten çok mânîdar. Zamanlama da mânîdar, bu kişilere tam olarak destek verilmemesi de mânîdar. Burada tabii ki Türkiye’de nasıl bir baskıcı rejimin olduğu sonucunu da çok rahatlıkla çıkartabiliriz. Ama aynı zamanda da biliyoruz ki, birçok olayda yine baskıya uğramış birçok kişinin yanında insanlar yer alabildiler. Boğaziçi Üniversitesi olayında buna tanık olduk. Başka olaylarda da buna tanık olduk. Bunun başlı başına üzerinde düşünülmesi gerektiği kanısındayım. Sonuç olarak emekli amiraller, Türkiye’de insanların bir şekilde yaşayageldiği, tarihsel olarak yaşayageldiği darbeler, askerin darbe yapması alışkanlığından rahatsız olan kesimlerin rahatsızlığını tekrar depreştirmiş olabilir, iktidar ortakları bunu alabildiğine provoke etmiş olabilir; fakat onlara kendini yakın gören insanların sessizliğini de, ya da pasifliğini de ayrıca not düşmek gerekiyor.  

Buradan, normal şartlarda bu kişilerin ifadeleri alındıktan sonra serbest bırakılmaları gerekir. Fakat burası Türkiye. Burada bağımsız bir yargı yok. Sonuçta bu amirallerin, emekli amirallerin kaderinin, hukukî kaderlerinin ne olacağının kararının esas olarak siyasî merciler tarafından belirleneceğini biliyoruz ve maalesef bunu da kanıksamış durumdayız. Evet, göreceğiz. Umarım en kısa zamanda özgürlüklerine kavuşurlar ve biz de gazeteciler olarak buradaki kişilerin bazılarıyla daha önce yaptığımız gibi yine yayınlar yaparız. Şahsen Türker Ertürk’le daha önce iki ayrı yayın yapmıştım. İkisi de çok kaliteli yayınlardı. Tabii burada iktidar medyasının yakın bir zamana kadar Mavi Vatan konsepti nedeniyle sahip çıktığı Cem Gürdeniz’in durumunu da özel olarak tekrar vurgulamakta yarar var. Şu anda o halen gözaltında bulunuyor.  

Evet, bu meseleye değindikten sonra bir not düşmek istiyorum: Patates-soğan dağıtacak olan bir devletimiz var. Salgının ilk döneminde biliyorsunuz patates, soğan bulunamıyordu; çok pahalı bulunuyordu. Devlet buna karşı ne yapmıştı? Tanzim satış mağazaları açtı. O tarihte bununla ilgili yaptığım yayını hatırlıyorum. “Bu tanzim satış mağazalarının ne işe yarayacağını bilmiyorum, ama bu aynı zamanda ülkeyi yönetenlerin ekonomiyi yönetemediklerinin açık bir ifadesidir ve stratejik olarak yanlış bir hamledir” demiştim. Daha sonra MHP’nin askıda ekmek kampanyası da benzer bir şeydi. Şimdi yapmaya çalıştıklarının da benzer bir şey olduğu kanısındayım. Tabii bu, Ramazan sürecinde ihtiyaç sahiplerine bedava patates ve soğan dağıtmanın ilk akla getirdiği şey de seçim yatırımı kelimeleri oluyor, tamlaması oluyor. Tabii seçim yatırımı deyince de, benim o çok meşhur, Türkiye’de bir baskın seçimin kaçınılmaz olduğu tezi geliyor. Bakalım bu patates ve soğan dağıtımı gerçekten böyle bir şey mi? Fakat iktidarın seçimi normal zamanda yapma ihtimalinin yani 2023’te yapma ihtimalinin her geçen gün daha da azaldığı kanısındayım. Hele salgının geldiği bu noktadan sonra.  

Evet, yine kapatırken bağımsız ve özgür medyaya sahip çıkmanızı bir kere daha hatırlatıyorum. Türkiye’de birçok şey, artık her şey medya üzerinden yürüyor ve esas olarak özgür ve bağımsız medyanın mecrâsı da sosyal medya. Dolayısıyla buradaki kişi ve kurumlara sahip çıkmak gerçekten Türkiye’nin iyiliğini düşünenler için olmazsa olmaz bir şey olmalı. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.