Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (63): Thodex kripto para vurgununun anlamı, iktidarın 128 milyar dolar çaresizliği & kabine değişikliğinin gösterdikleri

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir 

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”ta karşınızdayız. Yine Kemal Can ile haftanın olaylarını değerlendireceğiz. Kemal, merhaba… 

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Önce 23 Nisan ile başlayalım, bayramı kutlamakla; ama ortada bir bayram var mı çok emin değilim. Geçen sene de salgına kurban olmuştu, şimdi de… İki sene üst üste… Bir de Cumhurbaşkanı ve Devlet Bahçeli, Anıtkabir’deki törene de katılmamışlar. Cumhurbaşkanı galiba İstanbul’da Çamlıca Tepesi’ndeki kuleye bayrak çekimi töreni gibi bir şeye gelmiş. Ortada bir bayram olmadığı gibi –yani çocuklar bayramsız kaldı, o var–, bir tarafta da milli egemenlik ve Meclis’e gönderme var. Meclis var, ama kendisi yok. Değil mi yani? Birazdan konuşacağız kabine değişikliğini mesela, buralarda bakanlar atanıyor, görevden alınıyor. Meclis’in ülkeyi yönetenler üzerinde herhangi bir denetlemesi yok. Soru önergeleri veriliyor belki… Bunlara cevap bile verilmiyor ya da baştan savma cevaplar veriliyor. Böyle bir 101. yıla girdi; Meclis’in açılmasının 101. yılı oldu ve ortada Meclis olarak, daha yeni Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun milletvekilliği düşürülüp sudan bir bahaneyle hapse atıldı vs.. Ne dersin? Yine de çocukların bayramını kutlayalım; ama geride ne kaldı çok emin değilim. 

Kemal Can: Çocuklara her gün bayram olsun ve her gün çocukların bayramı da kutlu olsun. Bu bayram da kutlu olsun. Hatırlarsan epey önce –galiba ilki 79’da yapıldı– uluslararası bir içerik kazandırılmak istenmişti 23 Nisan’a. İşte bir tür dünya çocuk bayramına çevirme… Hatta ilk yıllarda da pek çok ülkeden gruplar gelmişti, canlı yayınlarla bütün başka ülkelere de yayınlanan şenlikler yapılmıştı ve hakikaten de bir şey yaratmıştı diye hatırlıyorum. 23 Nisan’ların öyle bir tür Eurovision gibi… neredeyse böyle bir 23 Nisan ve o çocuk şenliği etrafında bir canlılık ifadesi… İşte o bir sembole dönüşen, çocukların makamlara oturtulması filan… Herkesin kafasında bu çocuk bayramı — ki çok da kuvvetli bir şeydi. Çünkü hakikaten dünyada başka örneği de yok bildiğim kadarıyla — çocuklara verilmiş bir milli bayram. Özel bir bayram… İşin bu tarafı, evet… ve giderek köreltildi bu. Önce uluslararası içeriği kayboldu, sonra bayramın o şenlik kısmı epey bir törpülendi. Şimdi de milli egemenlik kısmında bir şey var. Sen söyledin işte, Erdoğan katılmamış Anıtkabir törenine. Ama galiba 7 yıldır filan gitmiyor zaten Anıtkabir’e 23 Nisan’larda. Galiba daha uzun, yani pandemiyle ilgili değil, ama şu milli egemenlik meselesi hayâtî; çünkü 23 Nisan, uzunca bir süre çocuk bayramı olmasıyla çok konuşulan, hatırlanılan bir şey. Ama bir yandan en kuvvetli tarafı, tabii, Meclis’in açıldığı tarihin yıldönümü olması dolayısıyla, milli egemenlik kavramıyla ilişkisi. Ve milli egemenlik kavramının Meclis’le çok doğrudan bir ilişkisi var. Zaten Meclis’in açıldığı tarih 23 Nisan… Onun yıldönümü kutlanıyor. Ve işte, Meclis’te de “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir” yazıyor. Bugünkü yönetim modelinde, iktidarın tercihleri milli egemenliğin yerine, kendisinin “milli irade” dediği ve sadece kendisinin her şeyi yapmasına onay veren bir oylamaya çevirdiği bir durum var. Yani milletin egemen olması; her türlü kararda, temel tercihlerde ve bu tercihlerin denetlenmesinde milletin egemen olması; hesap verilen yerin millet olması, tavrını çok ciddi biçimde değiştirdi ve bunun yerine milli irade kavramını koydu. İktidarın milli iradeden anladığı şu: Bir kere sandık konur, o sandıktan oy alıp çıkan bir daha sandık konulana kadar her şeyi yapar. Bu da bir kişidir zaten. Yani şu andaki modelin özü bu. Dolayısıyla burada aslında bayramı kutlanacak bir milli egemenliğin kalmadığı, yani Meclis’in işlevsizleşmesinden öte –Meclis işlevli olsun ya da olmasın, zaten Meclis’in işlevli olması bu yüzden lâzım– milletin o egemenliğini kullanmaya devam etmesi… Yani seçimden seçime sadece tavrını gösterebildiği bir şey değil ki egemenlik. Egemenlik her an ve durum için geçerli olan bir şey. Dolayısıyla onu imkânsız kılan Meclis’in devreden çıkartılmış olması kutlanacak bir bayram… Şimdi iyi bayram yaptılar mı, yapmadılar mı; bayrama izin verdiler mi vermediler mi arasında gidiyor iş; ama asıl olarak, kutlanılacak milli egemenlik kavramının bayramından önce kavramına sahip çıkmakla ilgili bir meselesi var Türkiye’nin. 

Ruşen Çakır: Buradan kabine değişikliğine geçecek olursak, orada da gördük ki artık tamamen milletvekillerinin uzaktan izlediği bir durum var; onlar da bizim gibi sabah kalktıklarında ya da gece yatmadan önce Resmî Gazete’den öğreniyorlar. İçlerinden bir tane milletvekili bakan oldu –Mehmet Muş–, o da olur olmaz yeni uygulamaya göre milletvekilliğini de kaybediyor zaten. Cumhurbaşkanı şimdi birleştirmiş olduğu bakanlıklardan bir tanesini tekrar böldü. İddiaya göre birkaçını daha tekrar bölecek önümüzdeki süreçte. Sosyal Güvenlik ve Aile bakanlıklarını tekrar ikiye böldü. Ama eski bakana bir daha görev vermedi. Yani ilginç bir durum ortaya çıktı. İki bakan gitti, üç bakan geldi. İki kadın bakan gitti, bir kadın bakan ve iki erkek bakan geldi. Böyle ilginç de bir durum oldu. İsimlerin içerisinde senin de benim de tanıdığımız Vedat Bilgin var. Ülkücü hareketten gelme, ama belli bir süreden itibaren zaten Naci Bostancı’yla beraber değil mi onlar? AKP’ye yönelmişlerdi, ama tam olarak ülkücülükten koptuklarına da çok emin değilim. Mesela Vedat Bilgin kendini sosyal medyada “milliyetçi demokrat” olarak tanımlıyor hâlâ. Cumhurbaşkanı’nın külliyesinde önemli bir görevi vardı. Sosyal politikalarla ilgili başkan vekiliydi biliyorsun. Sosyal Güvenlik Bakanı oldu. Mehmet Muş, Trabzonlu… Berat Albayrak’a yakın olduğu söyleniyor. Onun Ticaret Bakanlığı’na geldiğini görüyoruz. AKP’de değişik görevleri vardı. Daha siyasetten gelmiş kabul edilebilir. Ama aslen işletmeci biliyorsun — işletme, ekonomi okumuş birisi. Bir de Derya Yanık isminde bir kadın avukat geldi — ben ona “trollüğün kıyısında” diyorum, ki AKP’de başından beri yer almış ve Erdoğan ailesinden fertlerin de bulunduğu KADEM’de üst düzey görev yapan, bir dönem televizyonlarda cansipârâne iktidar adına herkese ayar veren birisi… Böyle ilginç bir tablo çıktı ortaya. İstersen Ruhsar Pekcan’ı en sona bırakalım; çünkü orada değişik bir olay da var. Bir yolsuzluk, suiistimal, artık ne denirse… Onu en sona bırakıp diğerlerine baktığın zaman ne görüyorsun? Burada bir siyasî ağırlık pek yok gibi; ama Vedat Bilgin’in olması, AKP-MHP koalisyonunun bir yansıması gibi de belki okunabilir, ne dersin?

Kemal Can: Ya o hani beklenen, hep işte aylardır konuşulan kabine değişikliği değil bir kere bu. Yani bütününe baktığımız zaman…

Ruşen Çakır: Ama hâlâ diyorlar ki: “Sonra olabilir” vs.. 

Kemal Can: Evet ama… yani şöyle bir şey: Çok sınırlı. Aslında kabine değişikliğinden bahis neydi? Bir yenilenme, tıpkı partide de dendi ya: İşte, parti kadrolarını yenileyecek, yeni bir vitrin ortaya çıkartacak. Orada da aslında çok öyle bir hava oluşmadı zaten. Birtakım yer değişiklikleri yapıldı kendince; mesela il başkanlarının bilmem kaçı değişmiş. Ama sonuçta bu sayının ne ifade ettiği ya da neyi değiştirdiği konusunda pek bir şey bilmiyoruz. Kabinedeki bu değişiklikte, senin söylediğin gibi, yani o Aile Bakanlığı meselesi –eskiden Kadın Bakanlığı’ydı üstelik, onu da Aile Bakanlığı yapmışlardı–, Aile ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın ayrılması meselesi ve önceki, şimdi görevden ayrılmış olan bakanın yetersizliği ve özellikle HAK-İŞ dahil pek çok çevrenin bunun sosyal güvenlik kısmına da bakıyor olmasından duyduğu rahatsızlığa ilişkin çok fazla şikâyet alındığını biliyoruz. Dolayısıyla bu beklenen bir şeydi. Hatta ayrılacak bakanlık olarak işaret ediliyordu. Belki Sosyal Güvenlik ayrılıp kendi bakanlığında kalabilirdi, ama onu da değiştirme ihtiyacı duymuşlar. Şunu ayırıyorum: Ticaret Bakanı meselesi ayrı bir tartışma; ama baktığımız zaman, aynı parti yönetimindeki değişiklik gibi bu kabine değişikliği de, “Tam olarak kimler gitti kimler geldi? Bu tam olarak niye yapıldı?” meselelerinde, böyle yeni bir vitrin, bir yenilenme, bir ivme kazanma havası yaratabilecek bir şey değil. Devamı gelse de öyle değil. Çünkü bir yandan da bu tür, “Parça parça olabilir, sonra da olur, birkaç tane de sonra değişiklik yapılacak” filan… o zaman bu böyle değişiklik havasıyla, böyle bir tür reformun parçasıydı ya bu kabine değişikliği… Hani reform yapılacak, kabine değişecek, parti değişecek; yani birdenbire böyle yeni bir rotaya, bir ivme kazanacak, tekrar bir atağa kalkacak AKP filan… O çok olmadı. Kongreler sürecinde de olmadı, bu kabine değişikliği ve devamı gelirse bunda da çok olacak gibi görünmüyor. Çünkü sorun bu değil. Yani AKP’nin asıl yaşadığı ya da iktidarın yaşadığı sorun bir vitrin sorunu değil. Sürekli, belki muhalefet liyâkat meselelerini birtakım isimleri filan tartışmaya açtığı için sanki bu önemli bir mesele gibi oluyor zaman zaman; ama aslında şunu biliyoruz ki; temel politik tercihlerin hiçbirinde ne parti yöneticilerinin ne bakanların belirleyici bir rolü yok. Yani o değil de öbürü olduğunda çizgi değişeceğiyle ilgili bir şeye kimse ikna olmaz, çünkü temel kararları onların vermediğini biliyorlar. Sadece birtakım isimlerle ilgili, böyle kendi iradesini kullanmayan, basit görevleri yerine getirirken bile beceriksizlik ya da hatalar yapanlarla ilgili şikâyetler büyüyor. Genellikle de bunlar aşağıdan yukarıya doğru gelen şikâyetler. Ya teşkilatlarla ilişkilerinde bir sorun oluyor, ya diğer bakanlarla ilişkilerinde bir sorun oluyor… Hatta işte asıl kritik değişiklikler, Milli Eğitim, sağlık gibi alanlarda olabilir deniyordu. En önemli beklenti –orada çünkü diğer aktörler de bakıyorlar– ekonomiyle ilgili temel noktalarda… İşte Berat Albayrak geri mi gelecek ya da ekonomi bakanlıkları ayrılarak oradaki kadro nasıl biçimlenecek? Bunların hiçbirini henüz görmüş değiliz. Dolayısıyla aslında bu kabine değişikliği çok küçük ölçekli ve çok da üzerine politik çıkarsamalar yapılacak bir değişiklik değil. Ama dediğin gibi biraz sonra diğer yolsuzluklarla ilgili konuştuğumuzda, Ruhsar Pekcan olayında biraz daha farklı bir şey var.

Ruşen Çakır: Evet, oradaki mesele, onu hep genellikle konuya hâkim olanlar Odalar Birliği’nin temsilcisi gibi görüyorlar. Kendisi de zaten iş dünyasından… Kabinede zaten çok sayıda iş dünyasından insan var. Turizm ve Kültür Bakanı da öyle… Milli Eğitim Bakanı da öyle… Sağlık Bakanı da öyle… Ruhsar Pekcan da öyle birisiydi. Onun yaşadığı olay, şimdi önce şöyle verdiler: Eşi ve kendisinin ortak olduğu şirkete dezenfektan almışlar. CHP bu konuyu bir hayli takip etti. Tanırsın belki, benim beraber çalıştığım zamanında, eski gazeteci ve şimdi Genel Başkan Yardımcısı Ali Öztunç, bir hayli takip etti olayı ve önce “Biz daha az parayla verdik” dediler. Bir de çıktı ki piyasa fiyatının üzerinde bir fiyatla almışlar. O olmasa bile yapılan şeyin usûlsüzlüğü belliydi. Üstüne bir de bu çıktı; yani normalde fâhiş fiyatla da yapmışlar ihâleyi, bu da çıktı. Buradaki husus şu — hatta sen bu konuda sosyal medyada bir şeyler söyledin diye hatırlıyorum hayal meyal: Ne zamandır böyle bir şey görmedik Erdoğan’dan; yani şikâyet edilen bir bürokrat, bakan, siyasetçiyi görevden aldığını görmedik. Tam tersine onlara sahip çıkıyor. Belki zamana yayıp, diyelim ki iki yıl sonra ya da üç yıl sonra bambaşka bir bağlamda yer değiştirtiyor ya da unutulduktan sonra alıyor. Burada şimdi olay çıktıktan sanırım iki gün sonra bu oldu, öyle değil mi? Hemen ardından ve şimdi ilk akla gelen –ki bence de böyle– artık o direnci de kalmadı; yani bu tür gelen tepkilere sessiz kalmak, üstünü örtmek, önemsememek, kaale almamak… Birazdan onu da konuşuruz, tekrar konuşacağız: 128 milyar dolar meselesinde de benzer bir olayı yaşıyoruz sanki. Bence biraz böyle… ama anladığım kadarıyla, Ruhsar Pekcan’ın o olayın hemen ardından görevden alınmasına sen biraz daha temkinli yaklaşıyorsun.

Kemal Can: Şimdi birkaç faktör bir arada var. Çoğu zaman bu tür gelişmeleri, bir tür artık şey de olmadığı için –eski tip Ankara gazeteciliği, hakikaten birtakım karar noktalarından kulis bilgisi alan insanlar, gazeteciler ve o konularda bilgi aldığını söyleyenlerin aktardıklarına güvenle ilgili ciddi bir meselemiz olduğu için– varsayımlar üzerinden ve başka örneklerle ancak bir şeyler çıkartmaya çalışıyoruz. Çünkü neticede bu tür kararların oluşturulduğu bir siyasî heyet yok ortada. Birisi birileriyle belki kendi kendine kapalı toplantılar yapıyor; ama bir siyasî karar süreciyle oluşmuyor bunlar. Belki en fazla, ailenin oturma odasında, televizyon seyrederken cereyan ediyor bazı şeyler. Bunu bilmiyoruz. Dolayısıyla, pek çok kararın aslında niye alındığını bilmiyoruz; ama varsayım olarak şöyle birkaç veri var elimizde: birincisi, Ruhsar Pekcan aslında tipoloji olarak iktidarın yani AKP iktidarının kadrolarından birisi değil. Evet, başka isimler de var. Sağlık Bakanı, Milli Eğitim Bakanı, Turizm Bakanı da sektörden gelme insanlar. Ruhsar Pekcan da öyle… Ama o iyice dışarlıklı bir insan ve hatta hatırlanacağı gibi, bakan atandığında da kendisinin haberi yoktu bakan olacağından. O zaman da kulislere yansımıştı, “Galiba bakan oluyorum” diye bazı gazetecilere sorduğu filan anlatılmıştı. Sonra da yine kulis bilgilerinden edindiğimiz kadarıyla, aslında TOBB’u temsilen ve TOBB’un önerisiyle gelen –çünkü kendisi aslında TOBB’da yöneticilik yapmış, Odalar Birliği’nde yöneticilik yapan, kadın girişimcilerle ilgili bir de görevi olan– bir isim. Buradaki problem, birincisi, senin de söylediğin gibi, hiç şimdiye kadar yapmadığı bir şeyi yapmış olması ve üstelik Resmî Gazete’de doğrudan “görevden alınmıştır” ifadesinin konulması önemli bir şey. Ama burada ben birkaç noktayı –bu işte önemi olup olmadığını bilmiyorum ama– bir kenara yazmak gerektiğini düşünüyorum. Birincisi bu: Odalar Birliği’ni temsilen kabineye alınmış bir isim olması. Bu önemli bir mesele… İkincisi: Karşı karşıya kaldığı muhalefetin taarruzuna kendi başına bir cevap vermeye kalkmış olması. Şimdi bu bence politik duruşu bozan bir şey. Daha önce pek çok şeyde, Erdoğan bir tür bir kelle vermeyerek, insanları, kendi bürokratlarını bile, sadece siyasî aktörleri değil bürokratlarını bile savunurken, onların kuracağı savunma çerçevesini büyük ölçüde kendisi belirliyordu ve aslında genellikle de onlar herhangi bir savunma yapmıyorlardı. Yani yok gibi kabul ederek davranıyorlardı. Hem galiba bu ihâle biraz kendi kendine yapılmış bir ihâle, hem de “Bunu bir izah edeyim” kısmını çok erken biçimde bir tür kabullenmeyle…, tam da işte 128 Milyar, bir de konjonktür de önemli, yani bu mesela altı ay önce olsaydı başka türlü bir efekt yaratırdı. Yani 128 Milyar, insan kaçakçılığı hikâyesi, ciddi yeni bir ekonomik kriz tablosu, bunların içinde çifte maaşlar… Bir sürü tartışmanın içerisinde bir de bu… Üstelik çok açık biçimde; değil etik olmaması, yasaya aykırı bir işlemle bir şey yapılmış olması… Bir de bunu üstelik Bakan’ın “Ne var ki? Ne olacak ki?” şeklinde açıklamaya kalkması… Belki de bunun iletişim stratejisi kurulmadan, bir tür muhalefete koz verir biçimde yapması… Çünkü bakan açıklama yaptığı zaman ne oluyor? Yandaş medya da iddiayı vermeyip, açıklamaları veriyor. Böyle tuhaflıklar yapmak zorunda kalıyorlar ve aslında haberi olmayanlar da öğrenmiş oluyorlar. Bakan aslında doğrudan kendi medyası üzerinden yaptığı şeyi söylemiş oldu. Bunun da bir ceza nedeni haline geldiğini düşünüyorum. Yani bunun esprisi yapılıyor sosyal medyada; yaptığı için değil yakalandığı için azledildi şeklinde. Bu da bir olasılık. Yani dolayısıyla böyle pek çok kişi İsmail Özdağlar olayına benzetti Özal’ın… Tam bu hengâmenin içerisinde bir tane kurban verip, işte “Biz son derece etik davranıyoruz” gösterisi yapmaya da kalkmış olabilir Erdoğan dendi. Ama açıkçası ben bir Ticaret Bakanı fedasıyla, şu anda iktidarın yaşamakta olduğu, bu pek çok ayakla bağlantılı, biraz o yönetememe krizinin artık patlayan çatlayan suiistimal, usûlsüzlük iddialarının halline yeteceği kanaatinde değilim açıkçası.

Ruşen Çakır: Burada, tam da az önce dedin ya; açıklamayı yapınca aslında iddiadan da insanların haberi oluyor açıklama nedeniyle. Benzer bir olayın çok daha fazlasını 128 milyar dolarda yaşadık. Daha ilk pankartlar –biliyorsun, onu konuşmuştuk geçen hafta–, pankartları indirerek Cumhurbaşkanı’na hakaret vs. gibi gerekçelerle, kendi hâlindeki bir kampanyayı alabildiğine büyüttüler. Çünkü kendi imkânları daha geniş ve insanların dikkatini çekiyor. Normalde “Bu pankart burada niye asılı?” diyecekken, “Bu pankartı polis niye indiriyor?”a geliyor ve bir merak konusu oluyor. Şimdi bugün ben bir yayın yaptım, tarihçi bir profesör olan Cemil Aydın’la. İzleyiciler Youtube’dan şöyle söylüyorlar: “Ruşen Bey, sizin yayından önce ‘Erdoğan Gönüllüleri’ diye birileri, ‘CHP’nin yalanları’ diye video vermişler reklam olarak.” Şimdi o videoyu biliyorsun, daha önce TRT Haber, Youtube’a da yükledi. Belli ki ondan bir bölümünü reklam olarak yapmışlar ve birtakım isimlerle bunu da veriyorlar. Ve o şeyi izledin mi bilmiyorum, TRT’nin de koyduğu, Erdoğan’ın da paylaştığı o video, 6 dakika 31 saniyelik video, açıkçası CHP propagandası. Öyle değil mi? Yani indirdiği pankartları gösteriyor. Orada insanların ağzından lâflar söyletiyor. Tabii bir iki tane, kendilerinin işine yaradığını düşündükleri şeyler var. İlhan Kesici’nin sözleri filan gibi… Ama bir bütün olarak baktığın zaman, 128 lâfıyla başlayıp 128 lâfıyla devam eden bir açıklama. Yani cevap… Ayrıca Erdoğan’ın konuşmasını, satır satır Hürriyet yayınlamış olduğu için –biliyorsun, yayınlıyorlar– ben orada okudum. Yani şimdi, açıklamadan bir şey anlamadım açıkçası. Yani şöyle söyleyeyim — çok kafamın bastığı meseleler değil ama: Yani şöyle bir şey demiyorsun: Okuyunca, “Demek ki bu böyleymiş” denebilecek bir açıklama değildi. Yani “Bu kadar basit kardeşim” diye bir şey söylüyor Cumhurbaşkanı. Okuyorsun, okuyorsun hiç de böyle basit filan değil. Her neyse… Burada da aslında, buradaki meselede artık 128 milyar dolar nereye gitti, nasıl gitti, şu bu meselesinin ötesinde, muhalefet bir hamle yapıyor ve iktidar bu hamleyi bertaraf etmekte çok ciddi bir şekilde zorlanıyor. Önce ne diyor Erdoğan? “Biz önce bunu önemsemedik, ama baktık ki yalan büyüyor, mecburen bunu ele almak zorunda kaldık.” Şimdi bu bile aslında bir şeyin itirafı öyle değil mi? Yani muhalefetin inisiyatifi ele aldığının itirafı ve “Mecbur kaldık, buna cevap veriyoruz; çünkü insanlarımız…, Türkiye’nin kredibilitesi…” vs.. Bence bu olayın, 128 milyar dolar olayının, muhalefetin beklediğinin de ötesinde bir etkisi oldu. Yani rakamın kendisi vs. hepsi var, ama bu artık tam anlamıyla…, bir de bence şunu söyleyebiliriz: İktidar iletişim lâfını çok kullanıyor, İletişim Başkanlığı, iletişim, iletişim vs. gibi… ama resmen bir çuvallama var. Yani bu bir krizse –ki iktidar için bir kriz–, adım adım gelen, Kılıçdaroğlu’nun bütçe konuşmasında başlattığı, Öztrak’ın açıklamaları vs., adım adım gelen bir olayı tam anlamıyla yönetememek. Şimdi işte, “Erdoğan Gönüllüleri” vs. gibi Youtube üzerinden bir şeyler yapmak… Hulki Cevizoğlu –gördün mü onu bilmiyorum– büyük açıklamalar yapmış CNN Türk’te, bunun aslında nasıl bir Amerikan komplosu olduğunu anlatmış… 128 milyar dolar olayının. Yani böyle şeylerle giden iktidar için çok büyük bir başarısızlık. Şöyle bir şey: O kadar büyük imkân varken — yani büyük imkân derken medyası, baskısı, işte polis pankart indirir, aynı anda bilmem kaç televizyon kanalı verir; yanılmıyorsam bu akşam da yeni Merkez Bankası Başkanı üç haber kanalında aynı anda canlı yayına çıkacakmış ve esas olarak 128 milyar doları anlatacak anladığım kadarıyla: Tam bir fiyasko! 

Kemal Can: Ben şimdi sondan başlayayım. Merkez Bankası Başkanı üç kanala birden ortak yayına çıkıyor, ama mesela daha önceki gün, Erdoğan grup konuşmasında, “Artık 128 milyar sorusu ihanettir, buna cevap vermek de sorumsuzluktur” dedi. Dolayısıyla şu anda Merkez Bankası Başkanı aslında Erdoğan’ın yasakladığı bir şeyi yapıyor. 

Ruşen Çakır: Kemal, belki de şunu söylerler: “Arkadaşlar, 128 milyar dışında her şeyi sorabilirsiniz.” 

Kemal Can: Eğer öyle yaparlarsa, talimatı almışlar demektir. Çünkü şunu söyledi Erdoğan: “Bunu sormak ihanettir, buna cevap vermeye kalkmak da lüzumsuzluktur, hatta suçtur.” Hani senin söylediğin gibi; aslında, “Muhalefet bunu çok iyi kullandı”dan önce, aslında bunu çok daha önce de söylemişlerdi. Bunu çok daha önce başka gazeteciler de yazdılar; ama ne zaman ki iktidar buna cevap vermeye başladı, cevap verme ihtiyacı duydu ve o cevaplar birbiriyle çelişir, bazen birbirlerini yalanlar, işte ayağa dolanan, birbirini ezen açıklamalar paniği ortaya çıktı… Üstüne bir de pankartları indirmek filan… Aslında iktidar yukarıya taşıdı bu kampanyayı. Bunu her açıdan görüyoruz. Yani senin söylediğin iletişim sorunu. Çünkü hatırla: Daha önce deprem vergilerinde benzer bir şey yaşamıştık. Aynı soruyu yine CHP sormuştu. Daha sonra yine yayılmıştı bu. “Deprem vergileri nerede?” diye ve Erdoğan onu kestirip atmıştı. “Bizim hesap verecek vaktimiz yok, işimizi yapıyoruz biz” deyip kestirip atmıştı ve kapanmıştı soru — ki hâlâ geçerli bir soru bu; yani deprem vergileri ne oldu sorusu hâlâ boşta kalan bir soru. Üstelik 128 milyardan daha da efektif bir soru… Çünkü 128 milyar aslında, evet, öyle buharlaşıp bir yerlere giden bir para değil; ama kötü kullanımla eritilen bir rezerv miktarı. Deprem kaynağı ise doğrudan milletten açıkça bir iş için alınan ve o işe kullanılmayan bir para. Şimdi bunların hepsi o en başta konuştuğumuz 23 Nisan ve milli egemenlik ile ilgili bir konu. Çünkü asıl olarak insanların parasının hesabını doğrudan siyasîler aracılığıyla, medyası aracılığıyla bizzat sorabilen bir milletin egemenliğinin söz konusu olması gerekiyor. Yani işin temeli, bir iktidarın meşruiyeti hesap verebilirliğiyle ölçülür. Hesap sorulmasını değil, soru sorulmasını bile ihanet etiketiyle yasaklamaya kalkan bir refleks, zaten çok ciddi biçimde milli egemenlikle sorunu olan bir siyasî duruş demek. Şimdi bu olaylarda şöyle bir şey görüyoruz: Bütün medya, yani en azından ana akım denilebilecek ya da nüfusun hâlâ önemli bir bölümünün baktığı ya da haber aldığı kaynakları kontrol imkânları bakımından çok güçlü bir iktidardan bahsediyoruz. Kamu kaynaklarını, kamu imkânlarını, güvenlik aygıtını, hatta yargıyı doğrudan kontrol eden, yöneten bir iktidardan bahsediyoruz. Ama şu birkaç hafta içerisinde, her biri hangi ülkede olsa hükümet düşürecek, üç beş kelleye mal olacak, yani bakan istifası, bürokrat istifası ile sonuçlanacak büyük skandallar ortaya çıkıyor. Yani birtakım yolsuzluk iddiaları, üçer beşer maaşlarla bir özel iktidar eliti üretilmesi meselesi, insan kaçakçılığı hâdisesi… Doğrudan siyasî aktörlerin, belediyelerin devrede olduğu organize bir insan kaçakçılığı şebekesi… Üstüne 128 milyar tartışması… Bütün bunları bir araya getirdiğimizde… hatta 128 milyar tartışması, bence “128 milyara ne oldu?” sorusu kadar, “128 milyar sorusuna ne yapılıyor?” sorusu da çok önemli hâle geldi yaşanan durum itibariyle. Bütün bunları engelleyemiyor, bütün medya kontrolüne rağmen iktidar bunu tutamıyor. Hatta o kadar tutamıyor ki, kendisini de tutamıyor. Yani birilerini bunu konuşmaktan alıkoymak anlamında tutamamanın ötesinde, kendini bile tutamıyor. Cevap vermek zorunda kalıyor ve bunu geçen hafta da konuşmuştuk seninle: Soru sorulmasına alışık olmadığı için cevap verme yeteneğini de kaybetmiş durumda. Çünkü şimdiye kadar sorulan sorulara cevap veren değil, kendi söylemek istediklerini söyleyen bir iktidar. Bir soruya cevap vermek bir sistematiği gerektiriyor. Soran insanın neyi merak ettiği ve ne söylersen tatmin olacağıyla ilgili bir öncelik koyman gerekiyor. Bu yeteneği olmadığı için, yani ne sorunlar karşısında ne kendisine yöneltilen sorular karşısında cevap verme kabiliyeti yok. Çünkü bu bir siyasî kabiliyettir. Yani pek çok sorunlu durum karşısında eski liderleri de hatırlıyoruz; mesela çok fıkra gibi hikâyeleri olan Demirel’in zorlu meseleler hakkında sorulan sorulara verdiği cevapları, cevap olmayan cevapları da hatırlarız. Çoğu esprili şeylerdir bunlar. Ama o bir cevap refleksidir. Yani idare ediyorsan bile, üstünü kapatmak istiyorsan bile, bir mantıkla yaparsın bunu. Ama şimdi iktidarın yapmaya çalıştığı şey, tam bir dağınıklık halinde herkes bir cevap yetiştirmeye çalışıyor ve iş biraz kontrolden çıktı. Şimdi bu Merkez Bankası Başkanı’nı galiba o yüzden bir nihâî şey gibi sunuyorlar; yani bir tür racon kesecekler. “O çıktı, bütün sorulara cevap verdi ve kapandı” yapacaklar, ama orayı çoktan geçtiler. Çünkü bu aşamadan sonra ne cevap verirlerse versinler…

Ruşen Çakır: Orada şöyle de acayip bir şey var, hani Çetin Altan’ın –artık ben her vesileyle bunu zikrediyorum– “Türk’ün Türk’e propagandası” gibi… Çıktığı yerler… zaten 128 milyar dolar konusunda kafasında soru işareti olsa bile, izleyici profili olarak söylüyorum, “İktidarı zor durumda bırakmayalım” vs. diyen insanlar. O çıkıp onların nesini ikna edecek? Yani zaten ikna edilmesi beklenen, aranan bir izleyici kitlesi yok. Tamamen “Dostlar alışverişte görsün” olayı olacak. Oradan sonra da tabii ne olacak? Muhalefet orada Merkez Bankası Başkanı’nın söylediklerinden hareketle yeni birtakım argümanlar dile getirecek ve muhtemelen Merkez Bankası Başkanı’nın söylediğinde, düne kadar Canikli’nin ya da Lütfi Elvan’ın ya da bir başkasının ve hatta Cumhurbaşkanı’nın söyledikleriyle yer yer çelişen şeyler olacak. Çünkü çok karışık bir olay olduğu için böyle gidecek. Şimdi istersen 128’den 2 milyar dolara geçelim. Her ne kadar “Ya, bu kadar değil!” diye açıklama yaptıysa da, kaçan şahıs –kaçmamış biliyorsun, çok eksantrik bir adı olan kripto para borsası için gitmiş–, 2 milyar dolar diyorlar, ama o kadar olmadığını söylüyor. Diyelim ki 200 milyon dolar, her neyse… Yaşı herhalde yirmilerinde olan birisi, en fazla otuzlarının başındadır. İki bakanla birlikte fotoğrafı çıktı. İki bakan da ayrı ayrı, “Biz kendisini tanımayız” dediler. İkisi de galiba Saffet Sancaklı’nın oğluyla beraber gelmiş. Zaten Cumhuriyet gazetesi onunla da ortak olduğunu çıkarttı bir belgede. Ortada çok büyük bir para var. Burada tabii bu daha önceki Mehmet Aydın’la çok kıyaslanıyor. O da paralarla beraber kaçtığı için… Ama oradaki Ponzi hikâyesiydi, yani bir saadet zinciriydi. Bu başka. Bu daha böyle aslında kuralları olan bir şey; kripto para yeni bir şey, ama sonuç olarak kripto para bir Ponzi hikâyesi değil. Yeni tür bir borsada oynamanın bir başka versiyonu gibi bir şey diyelim en basit anlamıyla. Ama biliyorsun devlet kripto paralarla ilgili yeni bir karar aldı –regülasyonla ilgili– ve süre verdi. Tam onun ardından bu çıkınca gördük ki birisi kendi başına bir şirket kurup, oralardan paralar toplayıp –denetime tâbi olduğu vs. söyleniyor ama– o paralarla birlikte kayboldu. Paraları yanına mı aldı? Çünkü bu kripto para olduğu için biraz daha farklı bir uygulama, ama sonuç olarak o paraları yatıranların ellerinde bir şey kalmamış gözüküyor. Telafi edip etmeyecekleri de belli değil gibi gözüküyor. Bugün kırmızı bülten çıktı. 70’i aşkın kişi hakkında gözaltı kararı çıktı. Bir hayli büyük bir olay. Geçmişte hatırlarsan banker skandalları içerisinde Banker Yalçın vardı, genç olan. Onu biraz andırıyor. Şimdi Kastelli vs. zaten bilinen birtakım insanlardı. Yaşını başını almış diyelim en azından. İçlerinden o Yalçın böyle gencecik birisi olarak acayip bir vurgun yapmıştı. Şimdi burada da normal şartlarda, açıkçası çocuk yaştaki bu gencin, bunun bu işi, bu kadar büyük parayı tek başına kontrol etmesi bana hiç mantıklı gelmiyor. Hatta iddialar var. Yeraltı dünyası vs. ile birtakım bağlantıları gibi. Ama her haliyle bakıldığı zaman, sonuçta devletin gözü önünde binlerce insanın bir şekilde kandırılması ve paralarının bir şekilde buharlaşması söz konusu. Yani sistem Ponzi değil. Sistem yeni, ama daha normal bir sistem. Para ve adam gitti… Bir iddiaya göre Tayland’da, bir iddiaya göre Arnavutluk’a gitti. Yakalanmaya çalışılıyor. Yakalansa ne olacak? Gördün mü bilmiyorum, ilk yazdığı söylenen bir mektup var. Sonra siliniyor. Orada diyor ki: “İntihar etmeyi düşündüm ya da adliyeye teslim olmayı.” Yani adlî makamlara teslim olmayı… Ama “Her iki durumda da size paranızı geri veremeyecektim” deyip kaçmaya karar vermiş. Ama nasıl geri vereceği şüpheli. Belli ki önümüzdeki günlerde çok sıklıkla konuşacağımız bir olay bu ve benzer olaylar da pekâlâ gelebilir. Aslında olmuş irili ufaklı işler var; ama bu bayağı büyük bir meblağ ve çok sayıda insanın olduğu ilginç bir vaka. 

Kemal Can: Geçen hafta ya da ondan önceki hafta da konuşmuştuk. Aslında bunun biraz önce konuştuğumuz birkaç şeyle şöyle bir bağı olabilir: Bu aşırı merkezîleşmiş yönetim modelinin aslında çok fazla boşluk yarattığını… İki türlü boşluk var: Karar süreçleri hiç de sanıldığı gibi hızlı ilerleyemiyor, çünkü bu kadar çok çeşitlenmiş sorunları olan devasa bir ülkenin, bir tek merkez, hatta bir tek kişinin kararlarıyla yönetilmesi hemen hemen imkânsız. O yüzden pek çok alanda sorunlar ortaya çıkıyor, hatalar ortaya çıkıyor. Hataları düzeltmek için tekrar birtakım şeyler yapılıyor. Aynı zamanda bunun denetim ayağı da, yani koca bir sistemin kontrol mekanizmalarının merkezî olarak sürdürülebilmesi imkânsız. Devlet yapılarında bunu sağlayan kurumlar var. Kurumsal işleyiş devam ettiği sürece birtakım kurumlar kendiliklerinden belirli alanları kontrol ediyorlar. Oralarda bir denetim işlevi görüyorlar. Şimdi bunların hepsi boşalmış durumda. Bu insan kaçakçılığı işinden, Ticaret Bakanlığı’ndan dezenfektan alımına; oradan bu kripto işine, daha önceki Çiftlik Bank skandalına ya da hâlâ yapılmakta olan ve birer gayyâ kuyusuna dönüşen, geçiş garantili büyük projelere, hatta şimdi hazırlanılan Kanal İstanbul’a kadar yayılan karmakarışık bir alanda merkezî birtakım kararlarla yönetilen bütün bu çarkla çok önemli boşluklar yaratılıyor. Ve o boşluklarda bir sürü insan, bazen bir bakanla fotoğrafını, bazen biriyle bir yakınlığını, bazen isminin benzerliğini bile kullanarak çok acayip işler yapabiliyorlar. Daha yakın bir dönemde kendisini hâkim diye tanıtan birinin FETÖ borsası kurup, birtakım FETÖ davası yargılamalarında insanlardan para toplayıp “İşlerinizi halledeceğim” diyen birinin tahliye edildiğini öğrendik yakın bir zaman önce. Buna benzer onlarca boşluk. Yani şimdi üst üste bir sürü şey patladı ve bunlar niye patladı? Bu kadar her şeyi kontrol eden bir iktidar var. Medyayı da kontrol eden bir iktidar var. Yargı elinde, polis elinde; neredeyse, değil Türkiye’de, dünyada kuş uçmuyor bu yönetimin haberi olmadan. Ama bir sürü şey olup bitiyor. Bir sürü şey olup biterken hiçbirinden aslında… yani iyi niyetle şöyle düşünelim: Haberi olmuyor. Haberi olmuyorsa daha fena. Yani bu yönetim içerisinden birilerinin, dediğim gibi haberi oluyorsa daha fena; ama haberi olmuyorsa da son derece fena. Bu çok açık bir şey. Bu aşırı merkezîleşmiş yönetim modelinin hem sorun çözmek, problemleri gidermek, insanların beklentilerini karşılamak konusunda büyük bir tıkanıklığı var. Yani yönetememe krizi var bu anlamda. Ama bir de kontrol edememe krizi var. Aslında bu kadar çok kontrol ediyor, her şeyi kontrol ediyor, her şeyi yasaklıyor, kuş uçurtmuyor; ama o kadar büyük boşluklar bırakılıyor ki, o kadar büyük alanlar boş ki… Bu kripto yolsuzluğuna yol açan şey, ortalama herhangi bir dükkân açar gibi, bir limited şirket ya da şirket kurup, milyonlarca dolarlık bir para hacmi üzerine işlem yapabilmiş. Böyle bir boşluk alanı oluşabilmiş. Böyle bir alan doğmuş. Buna göz yumulmuş ya da yumulmamış; ama sonuçta böyle bir boşluk doğmuş. Hatta şimdi yavaş yavaş çıkıyor, siliyorlar da galiba onları; televizyon kanallarına da çıkmış bu adam. Bir zamanların Jet Fadıl’ını hatırladım ben de. 

Ruşen Çakır: Orada bir tanesinde, kadın sunucu ağırlıyor adamı… İlk soru şu: “Önce sizi tanıyalım”. Açıkçası şöyle bir şey var, mesela şimdi yıllardır gazetecilik hayatımızda devletimiz bizi, daha öğrenciliğimden beri, solculuk yaptığımız için vs. her şeyimizi bir şekilde bilen, takip eden, merak eden bir devletimiz var. Şimdi öteki tarafta bir çocuk, liseyi bile bitirmemiş birisi, kalkıyor böyle milyon dolarlar ya da milyar dolarlarla oynayan bir iş yapıyor. Tamam çok güzel; genç yaşta müthiş bir başarı örneği de olabilir, ama pekâlâ buraya bir mim koymak lâzım. Zira sosyal medyada görmüşsündür, örnekler var. Aylar önceden birileri diyor ki: “Ya, burada bir iş var”. Kendi halinde insanlar rahatsız oluyor. Normal olarak piyasayı kontrol eden MASAKgibi yerlerin bu olaylardan işkillenmesi lâzım ve en azından denetleme, gözetleme gibi birtakım şeyler yapması lâzım. 

Kemal Can: Ama işte, Cumhurbaşkanı’nın tensipleri olmadan kimse harekete geçmediği için…

Ruşen Çakır: Evet… Bu adamın normalde böyle kritik bir zamanda –çünkü birkaç gündür birtakım sorunlar yaşanıyormuş– yurtdışına çıkamaması lazım mesela. Düşünsene; akademisyeni çıkartma, emekli amirali çıkartma, ona yurtdışı yasağı, ev yasağı… evden bile çıkartmıyorsun. Ama öteki tarafta bilmem ne kadar insanın parasını buharlaştırabilecek birisi elini kolunu sallayarak… Ona en fazla yapabildiğin, pasaport kuyruğundaki fotoğrafını servis ediyorsun medyaya. Böyle bir şey… Neyse… 

Kemal, toparlayalım. Biliyorsun, yeni bakanımız Derya Yanık vakti zamanında benim için “Ruşen Çakır da analizci diye geziniyor bu Türkiye’de” demiş. Onun için ben haftada bir en azından seni yanıma alıyorum ki dengeleyelim…

Kemal Can: Benim hakkımda bir şey dememiş en azından…

Ruşen Çakır: Demek ki senin analizlerini takdir ediyorlarmış, benimkini etmiyorlar. Öyle bir dengeleyelim. Bir de bu arada izleyicilerimize şunu söyleyelim: Böyle milyar dolarlardan vs. konuşuyoruz ama, gerçekten bunların haberlerini yapabilmemiz için, bunları değerlendirebilmemiz için güçlü olmamız lâzım. Her türlü bağımsız ve özgür gazetecilik ancak sizlerin destekleriyle mümkün. Yoksa başka türlü bunların konuşulmasının imkânı yok. Mesela gri pasaport meselesi… Küçük çaplı bir gazetecilik faaliyetiyle Türkiye’nin dört bir tarafından ilçelerin ne kadar farkındalık içerisinde olduklarını gördük değil mi? Çevre duyarlılığı…

Kemal Can: Bir de dediğin gibi işte, akademisyeninden birçoklarına kadar, insanları çıkartmamak, pasaportlarına el koymak filan sürüyorken, bilmem kaç senedir yapılmakta olan bir işin bilgisine sahip olmamak akıl alacak bir şey değil. Yani düşünsene; bilmem kaç tane belediye, hepsi de Almanya’ya otobüs otobüs birtakım faaliyete adamlar gönderiyor ve gri pasaport alıyorlar. Yani bunların bütün istatistikleri ellerinde var. Gri pasaportu sonuçta İçişleri Bakanlığı veriyor ve hepsi kayda giriyor. Pasaportların hepsi merkezî olarak biliniyor  zaten, artık nüfus müdürlükleri eliyle de yapılmakta ve bunun kaydı var. Hani artık dijitalize, e-devlet gibi… Şu anda artık e-devlete kaydolmadan hastane randevusu bile vermiyorlar. Ama sonuçta ne oluyor? Bu bilgilere birileri sahip olmasına rağmen, biri demiyor ki: “Bilmem nerenin bir küçük beldesinden 80 kişi niye Hannover’e bilmem ne eğitimine gitsin? Burada bir tuhaflık yok mu?” Bunun iki yöntemi var: Ya zaten bu bilinmekte olduğu için bu kadar süre devam ediyor –“Tamam yapsınlar işte, onlar da bir çark döndürüyor” diye–, ya da bunu fark etmiyorlar. Her ikisi de birbirinden beter.

Ruşen Çakır: Bence, Malatya’daki Belediye Başkanı’nın söylediği bir şey var ya: “Ya, bunların zaten Türkiye’ye pek bir hayırları yok, gidip orada kalsınlar işte. Ne var ki?” yaklaşımı da olabilir. 

Kemal Can: Ama bunu daha önce Erdoğan da söylemişti biliyorsun. 2018’de Türkiye’yi yaşanmaz bulanlara, “Aslında biletlerini alıp göndermek lâzım” demişti. Ama bir yandan da Avrupa Birliği’ne vize serbestisi pazarlığı yapıyorsun. Ve şunu söylüyorsun durmadan: “Bizim ülkemiz artık o kadar rahatladı ki, böyle bir baraj koymayın, ekonomik olarak bizden size kimse gitmez zaten. Açın kapıları kimse gitmez zaten. Burada hayatlarından memnun insanlar, bir ekonomik göçe neden olmayacağı için vizeleri kaldırın” diyorsun. Sonra ortaya çıkıyor ki gri pasaportla otobüs otobüs adam gitmiş ve böyle bir sektör oluşmuş. 

Ruşen Çakır: Aklıma bir şey geldi. Bir izleyici, Tayland’da öğretmenlik yapıyormuş, genç bir çocuk… Bu son yayın üzerine bana öyle bir mesaj yollamıştı, yorum yapmıştı. Şöyle söylüyor: “Bizim gençliğimizi, bütün hevesimizi tükettiler” diyor. Bir de bu var. Yani bu gri pasaportla gidenlerin büyük bir kısmı iş güç için gidiyor, yani maddi sebeplerle gidiyor diyelim. Ama birçok insan burada yapabileceği bir işi orada yapmayı, birtakım manevi nedenlerle istiyor. Çünkü buranın insanları, özellikle gençleri liyakatin bu kadar geri plana atıldığı bir yerde, biraz önce sen de söyledin; insanlar iş bulamazken aynı anda üç dört yerden maaş alanların olduğu ya da okul arkadaşlarının oralarda buralarda önemli yerlere geldiği bir yerde, insanlar önlerinin tıkalı olduğunu düşünüyorlar. Bunlar çok sayıda iyi eğitimli insanlar. Böyle de bir olay var yani. Anadolu belediyelerinden giden insanları ayrı bir kategoride değerlendirmek lâzım. Onlar genellikle kalifiye olmayanlar diyelim. Bir de kalifiye olup da bu ülkede yaşama şevki kalmayanlar var. Normal yollardan gidenler var. Ama onlar da aslında sonuçta Türkiye’deki yaşananların doğurduğu bir sonuç. 

Evet Kemal… Tekrar 23 Nisan, en azından Milli Egemenlik kısmı… Onu da kutlayalım tabii ki… Milli Egemenlik iyi bir şeydir. Ama esas olarak çocukların bayramını kutlayalım. İzleyicilerimize teşekkür edelim. Haftaya tekrar analizlerinizle bekliyoruz Kemal Bey… Bu arada senin değindiğin bir şey, biliyorum bu hafta konuşamadık, sen artık pazartesi günü “5 Soru 10 Cevap”ta yaparsın: Referandum… Benim en baskın seçim spekülasyonuma karşı referandum…

Kemal Can: Karşı spekülasyonla pazartesi günü…

Ruşen Çakır: Gerçek analiz için pazartesi günü Kemal Can’ı izlemeye davet ediyorum sizi. Çok teşekkür ediyoruz izleyicilerimize. Haftaya buluşmak üzere iyi günler…

Kemal Can: İyi günler…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.