Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

“Bir müzisyenin gözünden” – Şevket Akıncı ile söyleşi: “Yaşamın kültür endüstrisi olmadan da devam edeceği çok açık çünkü kültür endüstrisinin tüketicide yarattığı doygunluk ve ilgisizlik çok fazla”

Daha yenice Bant Mag Dergisi’nde “Müzisyenlerden Mektuplar” başlığı altında bir yazı paylaştı Şevket Akıncı. Yazıda örgütlenmenin öneminden, sadece müzisyenler değil, mekân sahiplerinden garsonuna, eğitimcisinden radyo programcısına, müzik yazarından DJ’ine karşılıklı yardımlaşmaya dayalı kolektif bir güce dönüşme çağrısı yaptı. 

Talepleri şöyleydi: “Devletin müziğin medeniyet ve demokrasinin ayrılmaz bir parçası, hatta bir ihtiyaç olduğunu anlayıp, ona göre bir düzenleme yapması. Bin liralık sadakalarla olacak iş değil bu. Devletin müziğe, sanata ayıracak parası var. Tüm suçu otoriteye atmak da doğru değil bu arada, toplumun büyük bir kısmı köleliğinden memnun gibi nedense… Bilmiyorum. Mesele şu bence: Aslında kolektif duygu ve kamuoyunun gücü bugün bile çok ciddi bir güç. Peki toplumsal güç varsa, nasıl oluyor da bu güç insanları daha ahlaklı daha ‘insan’ bir hâle getiremiyor? Çünkü bu güç hâlâ kendisini insanileştirememiş vaziyette. Problem, toplumsal yaşamın, insana saygıya değil, kutsala tapınmaya, özgürlüğe değil ayrıcalıklara, kardeşliğe değil sömürüye, adalet ve gerçeğe değil, kötülük ve aldatmaya dayalı olmasıdır. İnsanların büyük bir bölümünün çektiği acı, pandeminin yani doğanın merhametsizliğinin ya da doğaüstü yasaların kaçınılmaz sonucu değil, insan iradesine bağlı toplumsal gerçekliklerden doğuyor ve ancak insanın çabasıyla ortadan kaldırılabileceğine inanıyorum. Bu gerçekleri başımızdaki otorite kabul ederse ancak sadece biz müzisyenler değil tüm toplum düzelir. Ama hepimizin bildiği üzere bu ahval ve şeraitte bu düzenle bu iktidarla bu imkânsız…”

Mektubu okuduktan sonra Şevket Akıncı ile haberleşmek istedim. Sorularım ve kendisinin yanıtları şöyle: 

Mecazi değil dümdüz anlamıyla bir Türkiye anlatmanızı istesem, hangi notadan girerdiniz? 

Şu anki Türkiye’yi düşününce aklıma hiçbir nota gelmiyor, aklıma müzik gelmiyor. Müziksiz bir ülke burası. Hiçbir iktidar bu denli estetiğe, kültüre zarar vermedi. Tarihte en azılı diktatörler bile estetiği az çok önemserlerdi. Tamam bir estetik biçimini yasaklıyorlar ama yerine koydukları hiçbir şey yok. Biliyorsunuz ya bir A gündemi dayatılıyor ya da B gündemi, Ben C gündemindeyim. Öyle ayakta kalıyorum. Yani toplum mühendisliği, algı operasyonu vs… bunların dışında olan bir dünya yarattım kendime orada müziğin sesi açılıyor. Birçok müzisyen arkadaşım da böyle, biliyorum. Sonuçta gerçek dediğimiz şey illa keşfettiğiniz bir şey değil. Yarattığınız bir şey.  Değil mi?

Müzik, biraz da hayat tarzı dersek  hiç değilse bir korunak sağlamıyor mu?

Türkiye’de salgın başladığından beri yaklaşık 120 müzisyen intihar etti. Bunun sorumlusunu hepimiz biliyoruz. Müziğin bir korunak olduğunu tekrar hissederiz ama önce karnın doyması lazım.  

Peki, odağı kaybetmemek, üretmeye devam etmek nasıl mümkün oluyor? 

Kimi insan hiç ölmeyecek gibi yaşar, kimi insan ise her an ölebilirmiş gibi yaşar. Gittikçe daha çok insan bu ikinci gruba dahil bu coğrafyada. Türkiye’de odağı kaybettirecek o kadar çok şey oluyor ki, hem maddi açıdan hem psikolojik açıdan… Bu yüzdendir ki nispeten bizimkine göre “normal” bir ülkede olduğundan daha çok hedeflerimize odaklanıyoruz, kaybetmek çok kolay çünkü.

Yalnızlık?

Hepimiz mahkûm psikolojisi yaşıyoruz diye düşünüyorum şahsen. İzin saatlerin var. Görüşme alanların var… Pandemiden önce bir koşuşturma içindeydik. Değişim hızı da o kadar çoktu ki neyin doğru ve neyin yanlış olduğunu anlamamıza fırsat bulamadan karar vermeye zorlanıyorduk. Etrafım boşalınca kendi iç sesimi duymaya başladım. Yalnız insanlarda duyular keskinleşir. Yalnız insanlar, bizim göremediğimiz şeyleri görürler, dünyaya daha duyarlı bir bakışla bakarlar. Biz de insanlarla görüşerek düşünmekten kaçarız, çevremizde olup bitenleri gözlemleyemeyiz. Bu nedenle yalnız insanlar bizim göremediklerimizi görürler. Bir odada yalnız kalan insan saatin vuruşlarını açık seçik duyar ama odaya biri girerse ve bir konuşma başlarsa onu artık duymaz olur. Oysa vuruşlar duyulmaz hâle gelmemiştir. Şimdi hepimiz yalnızız. Ben de tabii… O yüzden kendimle ve çevremle de yüzleştim. Bu zor oldu elbette. Hesaplaşma geçmişimle, geleceğimle ilgili korku dolu düşüncelere sebep oldu. Ama bir taraftan âna odaklanma becerisini de geliştirdim. Yazdığım şeylerde içimdeki özgür olana daha çok bağlandım, sanatçı olmama sebep olan içimdeki merak eden ve keşfeden çocuğun sesini daha çok duyar oldum. Salgının öğrettiği şeylerden biri de bu sanırım. 

Yıllar önce yaptığımız söyleşide yönetmen Carl Dreyer ve saksofoncu Albert Ayler’dan çokça etkilendiğinizi söylemiştiniz. Şiirde de Turgut Uyar. Geçen zaman içinde kimler eklendi? 

Hep değişiyor ya da ekleniyor diyelim. Şu anda birlikte çalıştığım sanatçı İlhami Tunç Gencer çok ilham veriyor bana.

Aynı söyleşide müzik endüstrisinde müzisyenle dinleyici arasına giren bir sürü insandan söz açmıştınız. “Artık her şeyin internette olması  çok kötü bir şey değil çünkü bazı siteler sayesinde bir fırsat eşitliği söz konusu” demiştiniz. Kabaca bu konuda son yıllara dair düşüncelerinizi paylaşmanızı istesem, neler derdiniz? 

Çok önemsediğim bir konu bu. Saatlerce konuşabilirim hakkında. Dikkat ederseniz günümüz yaşamında, özellikle büyük şehirlerde, değişim hızı o kadar büyük ki insanlar doğruyu yanlıştan ayırmaya fırsat bulamadan karar vermeye zorlanıyor. Bu hızı kontrol eden düzen de (sanki biz insanlar yaratmamışız gibi algılıyoruz bu düzeni) neyi, nasıl, nerede yaşayacağımıza da karar veriyor sanki. Değişen teknoloji ile kültürün tabiatı da farklılaşmış durumda ve kültür eskiye göre çok daha dar, kısa bir zamana ve mekâna hapsediliyor. Düşünün, insanların çoğu müziği, daha dar zamanlarda, kısa kesitlerle ve farklı araçları kullanarak dinliyor (örneğin müzik setlerinden değil de, kulaklıklardan ya da çalıştığı mekânda bulunan bir bilgisayarın hoparlörlerinden).

Bilginin içeriği de değişiyor: Daha çok ama daha eksik bilgi var artık. Dinlemekte olduğu müziğin, kim tarafından, ne zaman, hangi stüdyoda kaydedildiğini; parçada kimlerin çaldığını veya başka bilgileri merak eden dinleyici (tabii eğer araştırmak ve öğrenmek isterse ki bu eğilim hiç olmadığı kadar azalmış durumda) üç ya da dört ayrı yere bakmak ve yapbozun parçalarını (kendi başına) sıralayarak anlamlandırmak zorunda. Bu sınırlı ve fazlasıyla kısa bilgi bile çoğu kişinin, sanatçı hakkında bir fikir sahibi olduğunu düşünmesine ve onu beğenip beğenmediğine dair yorumlar yapmasına yetiyor. Belki de tüketim hızını büyük ölçüde kontrol altına alan sistemin tokadına en çok da müzik maruz kalıyor.

Salgından önce bile, müziği kaliteli bir şekilde yayma alanı olarak görülen konser mekânlarında da bunun baskısı hissediliyordu. Bu mekânların sanatçı seçiminin, son 10 yılda bile çok değiştiği; müzik seçimi konusunda araştırıcı, yaratıcı, yenilikçi olan mekânların kapatıldığı daha sık görülüyor. Kapatmayanlarsa birçok kültürel veya finansal ödün vermek zorunda kalıyor. Son birkaç yılda Steve Jobs tarafından yayılan nesnelere tek iletişim ve yayma aracı gözüyle bakılıyor. iPhone’lar özellikle bizi dar ve içinde yalnız olduğumuz bir alana sıkıştırıyor değil mi? Toplantılar, doğum günleri kutlamaları, demeçler, hatta zaman zaman konserler bile sanal bir ortamda yapılıyor. 

Birlikte yalnızız yani. 

Aynen. Öyle bir hale gelindi ki sanki Steve Jobs kendisini insanlardan izole ettiren ne kadar eğilim, kompleks, patoloji varsa bunları iPhone, iPod, Macbook vs.. gibi yarattığı nesnelerde cisimlendirmiş ve neredeyse tüm insanlığı bu nesnelere bağımlı kılarak; kişisel hayatında onu yalnızlığa iten, başa çıkamadığı sebeplerden intikam alırcasına; bu dünyadan çekip gitmiş; kendisinden daha uzun yaşayan bu nesneleri yaratarak kendisini değil yalnızlığını ölümsüzleştirmiş gibi. Müzik meraklılarının, satın alınan bir plağı dinlemek için müzik setinin etrafında toplaştığı günler geride kaldı. Bu imtiyaz bugün oldukça pahalı plakları satın alabilen bir azınlığa ait. Üretici ve tüketici tarafından yapılan estetik tercihler ekonomik koşullara çok bağlı artık. Müzisyen hâlâ çok pahalı bir üretim sürecinden geçebilir (stüdyo, müzisyen masrafları, konaklama, ulaşım, kayıt, miks, mastering masrafları vs…). Bunlar değişmedi.

Gelgelelim tüketime… 

O artık bedava. Bu sanatsal üretimlere artık zahmetsizce ulaşan kitlenin o sanatsal ürüne biçtiği değer, verdiği emek ile doğru orantılı olabilir. Ve müzik üretenlerin çoğu zahmetsizce tüketebilen bu kitlenin beklentilerini tatmin etmek üzere sanatsal tercihlerini değiştirmek zorunda hissediyor kendini. Çok geçmişte değil; 1980’li, 1990’lı yıllarda bir kaset alınıp bitene kadar –albümün “vasat” sayılabilecek şarkıları bile– dinlenirken (ki dinleyici ancak bu şekilde gerçekten sanatçıyı ve müziğini özümseyebilir), bugün çoğu insan bir sanatçının külliyatını “indirerek”, onu özümsediği yanılsamasına kapılabiliyor (Örneğin bir Miles Davis külliyatını orasından burasından dinleyerek, yüzde kaçına hâkim olunduğu dikkate alınmadan, onun “özümseniverdiği” düşünülebiliyor ve tecrübenin niteliği sorgulanmadan sanatçı hakkında kanaat sahibi olunabiliyor). Kültür yaymanın ve almanın, uzun zamana yayılan bir emek gerektirdiğinden habersiz genç bir çoğunluk ise (verilenle yetinip düşünme işinin bir otoriteye bırakıldığı sisteme alışık olduğundan) müzik dinleme işinin entelektüel ve fiziksel emekle bağlantısını kuramıyor. Plak şirketlerinin yavaş yavaş ortadan kalkmasıyla CD, kaset, plak üreticisi ile dinleyici/müşteri arasındaki ara meslekler de yok oluyor. Müziği üreten kişi artık hem toptancı hem satıcı hem hamal, hem reklamcı hem de halkla ilişkiler sorumlusu haline geliyor. 

Ama en çok da reklamcı sanki. Yazarlarda da benzer durum var. 

Öyle, reklamcı görevi ile kendi imajını satıyor. İmaj eskiden içeriğe yönlendiren bir vitrinken, bugün çoğu zaman Instagram, Facebook, YouTube (YouTuber, Instagram fenomeni) gibi sitelerde sadece yüzeysel, içeriksiz bir gösterge haline geldi… Doğallık, içtenlik gibi nitelikler bile bu vitrinlerde sergilendiğinde, kişinin imajına yapışan gerçekle bağdaşmayan bir personaya, sanal ortamda doğal olmayan reflekslere yansıyor. Böyle bir ortamda reklamını yapmaya kalkan müzisyenin kendini bu sunilikten sıyırması oldukça güç. Yazar Andreas Huyssen, “Sanat eserlerinin metaya dönüşmesi ve bu şekilde alımlanması gibi, tüketim toplumunda metanın kendisi de imgeye, temsile ve gösteriye dönüşmüştür. Kullanım değerinin yerini ambalaj ve tanıtım almıştır. Sanatın metalaşmasının sonu, metanın estetize edilmesidir” diyor. Yani Instagram paylaşımlarında sanat değil onun tanıtımı, hattâ tanıtımın niteliği paylaşılıyor ve onaylanması isteniyor; tanıtım, sanat haline geliyor. Ve tüm bunlar tüketim hızını daima artırmak isteyen kapitalist sistemin sınırları dahilinde yapılıyor. Instagram’ın bir dakikalık zaman kısıtlamasına uyarak müzik paylaşımları yapılıyor. Bir dakikalık müzikler. Hatta daha da ileriye gidilerek, bu bir dakika, 15 saniyelik hikâyelere dönüşüyor ve bunların yalnızca iki-üç saniyesine bakılarak geçiliyor. Kompakt bir şekilde, hayal edilen tüm imgeler, tüm çağrışımlar, kişiye ilham verenler, kişinin tüm birikimi; en çarpıcı biçimde, en alımlı biçimde öze indirgenerek iki-üç saniye içinde sunuluyor, buna mecbur kalınıyor. Hız ile hazzın ilişkisi büyük oranda değişmiş durumda. 

Televizyon da çok farklı değil sanki?

Değil, evet. Örneğin çocukların izlediği çizgi filmlere bakıldığında bir planın nadiren iki-üç saniyeden fazla sürdüğü görülüyor. Oysa örneğin Heidi çizgi filmi düşünüldüğünde, onun merdivenleri tek tek indiği ve bu inişin 10 saniye kadar sürdüğü –yani gerçek zamanda olduğu gibi– zamanlar çok da uzakta değil. Yeni çizgi filmlerin, duyuları yeni bir tempoya alıştırmaktan başka bir işlevi varsa; o da sürekli törpülenmenin, bireysel direnişin –durmadan– kırılmasının bu toplumda yaşamanın koşulu olduğuna ilişkin bir dersi herkesin beynine kazımak. Bu durum, özgür paylaşım kisvesi altında, tüketim hızını kontrol altına alan sistemin; müzik, sinema gibi zamansal sanatları baskı altına aldığının da bir göstergesi oluyor. Mevcut teknoloji, çoğu yerde, kültürü imaj ve reklama dönüştüren bir yapıya sahip artık. Yeni teknolojik cihazları kullanan insan sayısı giderek çoğalıyor ve insanlar artık yüz yüze, doğrudan temas etmeden, birbirlerinden kopuk bir biçimde iletişim kuruyor. Yaşamla ilgili hemen her konuda ve her alanda her şeyin geleneksel işlevi akıllı icatlar yoluyla canlandırılmaya çalışılıyor (Örneğin YouTube, sanal bir konser salonuna; iTunes, Spotify veya Deezer sanal bir medyateke dönüşmüş vaziyette). 

Müziğin gerçekten dinlenebileceği yerler nereler sizce? 

Konser salonları ve bazen de klipler belki. Tabii bunlar da giderek birer vitrine dönüşüyor. Caz festivallerinde yaşanan tecrübelerin bile içi boşalıyor, konser salonları dinlediği müzikten çok, o müziği dinlerkenki halini seven insanlarla doluyor. Kültür endüstrisinin vaatleri ve yaşama anlamlı bir açıklama getirebilmek için sunabildikleri azaldıkça, yaydığı ideolojinin de içi boşalıyor. 

İdeolojinin belirsizliği de buna sebeptir belki…

Toplumun uyumluluğu ve iyilikseverliği gibi soyut idealler bile evrensel reklam çağında fazlasıyla somut sayılıyor. Soyutlamayı doğrudan bir reklam aygıtı olarak tanımlamak öğretiliyori (Örneğin Coca Cola ve mutluluk; banka ve huzur…) Salt hakikate dayanan bir dil, insanın aslında peşinde olduğu ticari amaca bir an önce varmak için duyduğu sabırsızlığı artırıyor. Araçsal olmayan söz anlamsız sayılıyor, kurgu (montaj) olan diğerleri ise gerçekdışı. Değer yargıları ya reklam ya da boş laf olarak algılanıyor. Ama bu yolla bağlayıcılıktan uzak bir belirsizliğe bürünen ideoloji, ne saydamlaşıyor ne de zayıflıyor. İdeolojinin tam da bu belirsizliği, doğrulanmayan şeylere bağlanmak konusunda gösterdiği yarı bilimsel isteksizlik, bir tahakküm aracı olarak işlev görüyor. Kültür kendini, özel ve toplumsal alanda yararı su götürmez bir eşantiyon biçiminde sunduğu için, alınması da bir fırsata dönüşüyor. “Bir şeyler kaçırırım” korkusu izdihama yol açıyor. Tam olarak neyin olup bittiği ise karanlıkta; öyle bir sistem kurulmuş ki yalnızca olayların dışında kalmayanların fırsatı yakalama şansı var. Faşizm ise, kültür endüstrisinin eğittiği bu hediye avcılarını, zorla dayattığı yoldaşlık bünyesinde örgütlemeyi umuyor. Kültür çelişkili bir meta. Değiş tokuş yasasına o kadar bağlı ki değiştirilemez; kullanım sırasında öyle körü körüne tüketilir ki kullanılamaz hale gelir ve reklamla kaynaşıp kaybolur.

Yaşam kültür endüstrisi olmadan da devam edebilir mi peki? 

Yaşamın kültür endüstrisi olmadan da devam edeceği çok açık çünkü kültür endüstrisinin tüketicide yarattığı doygunluk ve ilgisizlik çok fazla. 

Bu duruma karşın endüstrinin kendi kendine yapacağı bir şey var mı?  

Çok fazla bir şey yok gibi. Reklam, kültür endüstrisinin vazgeçilmezi. Ancak son yıllarda, birçok durumda, reklamın kendisi, tanıttığı kültürel ürünün içeriği ve varsa işlevinden daha kalıcı hale geldi. Rekabetçi toplumda reklam, alıcıya pazarda yol göstermek gibi bir hizmet görüyor, tercih yapılmasını kolaylaştırıyor, bilinmeyen ama diğerlerine göre daha iyi bir performans sergileyen üreticilerin mallarını ilgili tüketiciye satabilmelerine yardımcı oluyordu. Zamana mal olmak şöyle dursun, zamandan tasarruf sağlardı. Günümüzde ise reklamın arkasında sistemin egemenliği gizleniyor. Bu durum, albüm reklamları için de geçerli.

Şevket Akıncı kimdir? 

Gitarist, besteci, aranjör, prodüktör ve doğaçlamacı Şevket Akıncı 1972’de İzmir’de doğdu. Berklee College of Music’te kompozisyon okudu. Şarkı yazarı olarak 1996’da yayınladığı “Uçurumda Açan” albümünden sonra geleneksel cazdan (Neşet Ruacan Trio) özgür doğaçlamaya ve özgür caza (Islak Köpek, Century, Dead Country, Holy Ghost), Fusion’dan (Lifeline, Weed) Türk sanat musikisine (Elektronik Kumpanya) birçok müzik türüne yöneldi; edebiyat, dans, sinema, mimari, tiyatro, plastik sanatlar ve resim dahil birçok türü müzikle bir arada harmanlayan projelerde (Şirin Soysal albümleri, Mugwump, Sputnik Sweetheart, Mutant, Konjo) yer aldı. 2017 yılında  yayınladığı Escher Chronicles adlı albümü Grammy adayı oldu, birçok müzik dergisi, radyo ve dijital mecrada yılın albümü seçildi. Ruşen Alkar’ın kasımda çıkan Hedi Hedi adlı albümünün prodüktörlüğünü de yapan Akıncı, aynı yılın kasım ayında yeni şarkı albümü Radyo Ekoton’u yayınladı. 

Sık sık Avrupa, ABD ve Japonya’da özellikle özgür doğaçlama festivallerine katılan Akıncı, Sussan Deyhim, Rakalam Bob Moses, Ernst Reijseger, Tristan Honsinger, Tim Hodgkinson,  Michael Moore, Anthony Coleman, Mark O’Leary, Axel Dörner, Eugene Chadbourne, Luc Ex, Wolter Wierbos ve Le Quan Ninh gibi türün önde gelen isimleriyle çaldı. 

Sayısı 20’yi geçen albüm yayınlayan Akıncı 2006 yılından beri Açık Radyo’da programlar sunuyor. Ana akım caz türleri üzerine yazdığı Öteki Caz adlı kitap Pan Yayınları tarafından yayına hazırlanan Akıncı’nın, “Hezeyan Sözlüğü” ve “Tersine Zeus” adında yayınlanmış iki de şiir kitabı bulunuyor. Akıncı halen, Bahçeşehir Üniversitesi Caz Akademisi yüksek lisans programında ve Bilgi Üniversitesi Müzik Bölümü’nde caz tarihi, deneysel doğaçlama ve ileri armoni dersleri veriyor.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.