Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile Siyasetname (19): Siyasette temsil-2

Bugün 27 Mayıs 1960 askeri darbesinin 61. yıldönümü. Bu aynı zamanda Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin (TBMM) uğradığı ilk darbe, işlevinin sona erdiği, itibarının zedelendiği siyasetçinin asıldığı ilk kalkışma. Medyascope’ta Siyasetname’nin 19. yayınında, Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi, Bilim Akademisi Üyesi, siyasetbilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu, siyasette temsilin temel kurumu olan TBMM’nin başına 27 Mayıs’ta ne geldiğini, neden geldiğini anlattı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Sedat Pişirici: İyi günler. Medyascope’un aylık programlarından ‘’Siyasetname’’nin 19. yayınında karşınızdayız. Daimi konuğumuz, Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi, Bilim Akademisi Üyesi, siyasetbilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu da bizimle beraber. Hocam, hoş geldiniz. 

Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu: Hoş bulduk efendim, iyi günler.

Pişirici: Geçen ay, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 101. Kuruluşundan bir gün önce, 22 Nisan’da, ‘’Siyasette Temsil’’ başlığı altında, Meclis’in işlevini, itibarını kurumsallaşıp kurumsallaşamadığını konuşmuştuk. Bugün 27 Mayıs. 1960’ta, kimilerine göre askeri darbe, kimilerine göre Hürriyet ve Anayasa Bayramı olarak kutlanacak kadar kıymetli bir askeri harekatın ama her halükarda demokrasiye ara veren ve bir başbakanla, iki bakanını idam eden bir askeri kalkışmanın 61. yıldönümü. Geçen ayki yayınımızın sonunda söylediğim gibi, bu ay da ‘’Siyasette Temsil’’ başlığı altında, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni ve temsili demokrasiyi konuşmaya devam edeceğiz. 27 Mayıs sizce neydi hocam?

Kalaycıoğlu: Bir “genç subay  darbesi”. Özellikle hiyerarşiyi, askeri hiyerarşiyi de bozan, hem hükümete hem Türkiye’de, o dönemde ‘’müesses nizam’’a karşı yapılmış olan, albay ağırlıklı ‘’genç subay darbesi”ydi. ‘’Müesses nizam’’ın İngilizce’si “establishment”. Türkçe’de tam karşılığı yok. Bazen ‘’düzen’’ kavramı kullanılıyor ama aynı anlamı vermiyor. Bu darbe, 1945’ten sonra kurulmuş olan ve bunların içerisinde ön safa çıkmış olan Demokrat Parti’nin temsil ettiği, daha önce CHP tarafından temsil edilen ve Şerif Mardin’in ‘’merkez’’ diye adlandırdığı siyasal, kültürel yapıya karşı olan ve 1950 seçimlerini kazanarak gelmiş olan Demokrat Parti’nin izlediği iktisadi politikalara ve temsil ettiği değerlere ters bir darbe mahiyetindeydi.

Celal Bayar, “Ben De Yazdım” isimli ciltler dolusu hatıratında, bunu, kendilerinden önce gelmiş olan CHP’nin, o anlamdaki merkeziyetçi partinin tekrar ihya edilmesi ve belki de onun desteği, girişimi ile yapılmış olduğu imasında bulundu. Esasında, burada herhangi bir kanıt yok. Daha önce o tarihlerde yapılan çeşitli araştırmalarda da, mesela Abdi İpekçi ve Ömer Sami Coşar’ın 1950’lerdeki olayları anlatan “İhtilalin İçyüzü” kitabında da böyle bir ilişki olduğuna dair herhangi bir kanıt söz konusu değil. 

Demokrat Parti, özellikle 1950’lerin başında, kırdan desteğini alan, köylü desteğiyle iktidara gelen ama temel itibariyle daha modernleşmiş, Ege’de, Aydın civarında ‘’eşrafın partisi’’ görünümünde olan, 1940’larda zenginleşmeye başlayan ve yeni yeni ortaya çıkmaya başlayan ticaret ve sanayi orta sınıfının çıkarlarını temsil eden bir siyasal parti niteliğindeydi. Siyasal manzara itibariyle daha çok ‘’sağcı’’ diyebileceğimiz, muhafazakar, geleneksel ve kırsal değerleri, siyasal İslam olmasa bile siyasette İslam’ın daha ağırlıklı rol oynamasını vurgulayan bir içerikteydi. 1960’daki “27 Mayıs Genç Subay Darbesi”nin, bunlara karşı bir tepki olarak algılanması da doğaldı. Bu şekilde oluşu itibarıyla, 1924 Anayasası’nı ortadan kaldırdı ve ordunun üst kademelerinde büyük tasfiyeye girişti. O zamanki Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun da tevkif edilerek, Yassıada’da kurulan askeri mahkemede yargılandı ve idama mahkûm edildi. Bu, aynı zamanda, bu darbenin basit bir şekilde partizan bir temele oturmadığını, daha geniş bir çerçevede olduğunu ve daha geniş bir tasfiye amaçladığını da göstermekteydi. Ama bu darbeyi yapanların kendi aralarında oluşturdukları gayet tutarlı ve mütecanis bir ideolojik temel bir vizyon söz konusu değil. Fazla bir gelecek vizyonu da yoktu. En azından bu konuda ciddi ölçüde ayrışmışlardı. Bir tarafta, daha sonra daha aşırı sağa doğru gidecek olan Alparslan Türkeş’in başını çektiği bir grup vardı. Onun dışında, bunun karşısında olan ve daha sol görüşlere sahip olan bazı askeri zevat da bulunmaktaydı. Dolayısıyla kendi içlerinde bir hayli ayrışmışlardır. O nedenle, ortaya tutarlı bir siyasal program koyamadılar. 

Koyamamaları nedeniyle ve tamamen bir tesadüf eseri, hiç beklenmeyecek bir şekilde, 1945 sonrası Avrupa’dan başlayan ‘’yeni anayasacılık’’ akımının fikirlerini, bu fikirlere aşina olan o tarihteki Türkiye’deki anayasa hukukçuları ve kamu hukukçuları başta olmak üzere bazı diplomatlar, bir fırsat bularak, 1961 Anayasası şeklinde hayata geçirmeye başladılar. O günün koşullarında, beklenmeyecek şekilde çağdaş, Avrupa standartlarıyla aynı ayarda, belki onun da üzerinde, özgürlükler, haklar ve bunların korunmasını sağlayacak çeşitli özerk kurumlar, şu anda iktidarın hiç hoşuna gitmeyen ve ciddi ölçüde itişmekte olduğu, bütün bu değişikliklere rağmen bir türlü sindiremediği Anayasa Mahkemesi gibi, anayasa yargısı uygulaması için özgül olarak kurulmuş bir yargı kurumunda hayata geçirdiler. ‘’Özerklik’’ kavramını ilk kez büyük bir tutarlılıkla anayasada dile getirdiler. 

1950’lerin sonuna doğru, özellikle muhalefet, Türkiye Radyoları’nın partizanca yayın yapan bir parti aygıtı haline gelmiş olduğundan şikayetçiydi. TRT’nin bu yöne dönmemesi, daha dengeli ve daha geniş bir kitleye hitap edecek şekilde bir yayın yapmasını garanti edecek bir statü geliştirmeye çalıştılar. Aynı zamanda, üniversiteler büyük ölçüde Milli Eğitim Bakanlığı tarafından olumsuz olarak etkilenmişti; algılama da o yöndeydi. Onları da koruyabilecek akademik, idari ve mali özerklik getirdiler. Birçok alanda bu ‘’yeni anayasacılık’’ fikrinin hayata geçirilmesinde son derece önemli ve elzem bazı adımları atma imkanı buldular. Bu, tamamen o zamanki bir tesadüf sonucudur. Bu darbeyi yapmış olan genç subayların, ne yaptıklarını tam anlayamamış oldukları veya bunun üzerinde hemfikir olmamalarından kaynaklanan, dolayısıyla anayasa üzerinde kendilerini birkaç adım geri çekip, bu alanda uzmanların rahat hareket etmesini sağlayacak bir pozisyonda bırakmaları sonucu ortaya çıkmış bir durumdur. Ama özellikle Demokrat Parti ve onun yolunu izleyenler, bunu, Avrupa Anayasacılık konusundaki gelişmeleri takip eden ve onun bir izdüşümü olan çağdaş bir anayasa olarak değil, kendilerini iktidardan eden merkezin, bazı güçleri tekrar eline alması için kurduğu vesayet sistemi olarak yorumladılar. Bugüne kadar da bu yorumla yola devam ettiler.

Pişirici: Bizim bu programı yapmaktaki amacımız, ‘’Siyaset nedir? Nasıl yapılır? Nasıl yapılmalıdır? Türkiye’de ve dünyada nasıl yapıldı, nasıl yapılıyor? Yeni gelişmeler nelerdir?’’ Sorularına cevap bulmak ve sizin, bu konunun uzmanı olarak bunları izleyiciye aktarmanız. Bugüne kadar hep bunları konuştuk. Geçen ayki programdan itibaren, 23 Nisan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruluş yıldönümü münasebetiyle, program akışımızda farklı bir dosya açtık: Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, yani millet idaresinin tecelli ettiği yerin, ‘’hakimiyet milletin’’ ise milli iradenin Kabe’si olması gereken yerin, itibarı, işlevi, kurumsallaşıp kurumsallaşmadığı. Bu, bizim yayın akışımız içinde özel bir dosya.

Bugün, 27 Mayıs’ın yıldönümü. İtibarını, işlevini konuştuğumuz Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni ortadan kaldıran, bizim siyasi tarihimizdeki ilk darbe. Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür. Siz de biraz önce başka bir şekilde bunu anlattınız: ‘’Darbede CHP’nin parmağı var mıdır, yok mudur?’’ zamanında bunu çok söylediler ama yapılanlar, yazılanlar, bunun olmadığını gösteriyor. Bu konuda yazılmış pek çok kitap, söylenmiş pek çok söz olmakla birlikte, bu programın dar çerçevesinde, imkan varsa, şimdi bir kez daha anlatmanızı rica edeceğim. 27 Mayıs’a gelene kadar Türkiye neydi? O askerleri ne rahatsız etti de darbe yapmaya kalkıştılar? Daha önceki programların birinde, halkın izin verip vermemesi meselesinden söz etmiştiniz. Halkın, bu kadar çok sevdiği söylenen bir siyasi iktidarın devrilmesine, bu halk nasıl oldu da izin verdi?

Kalaycıoğlu: Buradaki önemli gelişme şudur: 1924 Anayasası, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden ibaret olduğu bir meclis tipiyle yola çıkmıştır. Anayasa açısından bakacak olursanız, temel örgütlenme esası, Meclis üstünlüğü esasına dayanmaktadır. Burada, Meclis’teki çoğunluk kimse, onun aldığı kararla ülkenin yönetilmesi, yani çoğunlukçu bir mantıkla yönetilmesi esasın göre bir yönetim varsayılmıştır. Bunun, ideal türünde yazılı olan bir anayasa mevcut değildir; böyle bir şeye ihtiyaç da yoktur. Çünkü millet adına her türlü kararı alma yetkisi, milletin temsilcilerinin oluşturduğu bir heyet tarafından, onun çoğunluğunca yapılacağına göre, bunun ayrıca bir anayasa yazmaya veya anayasanın çeşitli maddeleriyle yazılı olarak ortaya konmasına gerek de yoktur. Nitekim bu sistemin ilk ortaya çıktığı Westminster modeli demokrasi dediğimiz Britanya’da, böyle bir anayasa modeli hiçbir zaman mevcut olmamıştır. Bir teamül söz konusu olmuştur. Uygulamalı kanunlar ve onun çözümleriyle oluşan bir uygulama olmuştur; yazılı bir anayasa olmamıştır. Ama cumhuriyetin kurucuları, 1924’te bir anayasa yazma ihtiyacı duymuşlardır, dolayısıyla anayasa yazılmıştır. Oysa bu uygulama, anayasal meşruiyeti Meclis’te ‘’halk’’ olarak kabul edilen, halkla özdeş olarak kabul edilen bir Meclis varsaymaktadır. Onun çoğunluğu her türlü kararı alabilecek gibi görünmektedir. 1924-1960 arasında, buna dayanarak bir yönetim biçimi sürmüştür. Bu, zaman zaman anayasa ile de çatışan, çelişen haller ortaya çıkmasına neden olmuştur. Çünkü Meclis çoğunluğu, bu yazılı kurallara her zaman uyma ihtiyacını duymamıştır. Bu, baştan itibaren geri planda bir siyasi meşruiyet sorunu yaratmıştır. Yani, her aman bir potansiyel olarak anayasa ihlali veya anayasadaki yorumun dışına çıkan yeni yorumlar, anayasayı çok farklı şekilde anlayan çoğunlukların ortaya çıkması rizikosunu doğurmuştur. Bu kurulmuş olan rejimin içinde saklı bir sorundur. Türkiye bu sorunu 1950’lerden sonra yaşamaya başlamıştır. Çünkü Osmanlı İmparatorluğu’nda siyasal yapı, Sarayın göbeğinde yer aldığı bir merkez ile taşra arasındaki ilişki tarafından belirlenmiştir. Demin de bahsettim: Şerif Mardin, bu konudaki teorik çerçeveyi ilk kez ayrıntılı olarak çizen sosyal bilimcidir. Dolayısıyla onun çalışmalarından yararlanarak bu konuda bir analiz yapabiliriz.

Niyazi Berkes’in, Osmanlı’nın son 200 yılı için yazmış olduğu “Türkiye’de Çağdaşlaşma” kitabında belirttiği analize göre, bu merkezin değerleri, giderek daha büyük ölçülerde seküler, dünyevi bir nitelik kazanmaya başlamış, özellikle askeri alanlarda bilimi daha fazla kullanan ve askerle bilimi daha iç içe geçiren bir niteliğe dönüşmüş. Mühendislik mektepleri, fen alanı ve tıbbiye… Tabii savaşlarda çok yaralanan, ölen askerler olduğu için tıp son derece kritik. Dişçilik, veterinerlik gibi bilim dallarıyla yakından ilişkili olan alanların tamamı askeri meslekler olarak kurulmuş. Bu da, merkezde çok güçlü olarak bulunan askeri yapıyı daha da bilime yatkın ve bilimsel bir içerik oluşmaya yöneltmiştir. Nitekim Osmanlı tarihçileri içerisinde en önemlilerinden sayılan Halil İnalcık’ın iddiasına göre, sosyal sınıf olarak Osmanlı’da iki sınıf vardır: Biri, askeri sınıftır. Diğeri reaya, yani halkın geri kalanıdır. Halil İnalcık bu tanıma, büyük ölçüde merkezde, İstanbul’da bulunan, sarayda bulunan Babıali’yi ve şeyhülislamlık makamını dahil etmektedir. Bunlar kendi içlerindeki birliği, dayanışmayı sağlayamadıkları için çatışmaya başlamışlardır. Bu, özellikle 19. yüzyılda daha büyük bir ölçüde su yüzeyine çıkmıştır. Kurtuluş Savaşı’na kadar ve Kurtuluş Savaşı içinde de devam etmiştir. Ama savaş bitip yeni cumhuriyet kurulduğu andan itibaren, merkez, daha büyük bir şekilde kendi içinde birlik halinde bir yapıya dönüşmüştür. Bu yapı, merkeziyetçi, milliyetçi, seküler ve laik bir yapıdır. Bunun karşısında da taşra yer almıştır. İkisi arasındaki ilişki, Osmanlı’dakine çok benzer bir şekilde yeniden oluşturulmuştur. Bu, benim değil, Şerif Mardin’in önerisi ve iddiası. Bu yapı, 1950’lere kadar gelmiştir. Yönetimdeki özellik Osmanlı’dakine benzer şekilde devam etmiştir. 

Fakat 1945’de ‘’Yeter! Söz milletindir’’ sloganıyla yola çıkan Demokrat Parti, taşranın gücünü oya tahvil ederek 1950’de iktidara gelmiş ve bu merkezi bir şekilde dönüştürmek, değiştirmek için çaba göstermeye başlamıştır. Bu da, merkezde geride bırakılmış olan çatışmayı tekrar gün yüzüne çıkarmıştır. 1950’ler bu çatışma içerisinde gitmektedir. Burada bazı önemli değişiklikler olmuştur. Çünkü Demokrat Parti, demin saydığım değerlere karşı, daha fazla geleneklere dayanan, gelenekler içerisinde özellikle Sünni İslam’ın önemli rol oynadığı, siyasette İslam ağırlıklı, daha fazla etnik milliyetçi, ekonomik açıdan daha az merkeziyetçi, daha liberal bir yapı olarak ortaya çıkmış ve ona dayanan serbest piyasa ekonomisi ağırlıklı bir uygulama içine girmeye çalışmıştır.  Fakat bu uygulama, 1955’teki iktisadi resesyon sonrasında zora girmiştir. İlk yıllarda fevkalade iyi gitmiştir; tarım ağırlıklı bir sanayi söz konusudur. Bu sanayi bir miktar gelişmiştir. 1950-1954 arasında ciddi boyutta iktisadi büyüme söz konusudur. Ama 1955’teki resesyondan itibaren, bu, yavaş yavaş durmuş ve 1957 senesinde, apar topar erken seçime gidilme ihtiyacı doğmuştur. Çünkü seçimleri zamanında, yani 1958’de yapsalardı, muhtemelen, alacakları sonucun daha kötü olacağını hesaplamışlar ve erken seçim yoluna gitmişlerdir. O dönem, Türkiye için son derece önemli bir yol ayrımı olmuştur. CHP, 1957 seçimlerinde büyük yolsuzluk yapıldığını, kendi oylarının sayılmadığını, bazı yerlerde onun yerine Demokrat Parti oylarının ikame edildiğini, seçimlerin çalındığını iddia etmiştir. O dönemde CHP’de siyasete başlamış olanlardan hala yaşayanlar var aramızda. Onlara sorarsanız, aynı şeyi söyleyeceklerdir. Dolayısıyla bu fikir değişmemiştir. 

Bu, seçimden ayrı olarak, ekonomik açıdan dikkate alınacak en önemli gelişme, o zaman serbest kur sistemi yoktu, Türk Lirası’nın değeri bakanlar kurulu kararıyla tayin edilmekteydi. Bakanlar kurulu kararıyla Türk Lirası’nın değeri düşürülmüş, yani devalüasyon yapılmıştır. Hem de yüzde 330 boyutlarında muazzam bir devalüasyon. Bu, bazı malların çok pahalanması sebebiyle, alınamaz hale gelmesine sebep olmuştur. Bunun arkasından, 1958’de mal kıtlığı ortaya çıkmıştır. Ben çocukluğumda hatırlıyorum: O zamanlar Migros yeni kamyonlarla etrafta dolaşmaktaydı. Migros kamyonu gelince annem, iki kalıp tereyağı alabilmek için ağabeyimi ve beni ayrı ayrı alışverişe gönderiyordu. Birbirimizle konuşmadan gidiyorduk sanki birbirimizi tanımıyormuş gibi. Çünkü bir aileye, belli ürünlerden birden fazla verilmiyordu. Böyle bir dönem yaşandı. Bu dönem, sabit geliri olanlara, özellikle ‘’bordro mahkûmu’’ olarak bilinenlerin gelirlerinde çok ciddi düşüşe neden oldu. Askerlerin gelirlerinde de düşüşe neden oldu. Bu gelir düşüşüyle birlikte, aynı zamanda statü düşüşü de yaşadılar. O tarihlerde askerler bugünkü gibi lojmanlarda yaşamıyorlardı. Çoğunlukla halkın içindeydiler. Mesela bizim apartmanımızda albaylar vardı. Bu kişiler, özellikle büyük kentlerin belli yerlerinde, belli mahallelerinde oturamaz hale geldi. Dolayısıyla, bir gelir düşüşü, sınıf kaybı yaşamak durumuyla karşı karşıya kaldılar ve prestijleri büyük ölçüde azaldı. Bunun yaratmış olduğu duygu, bu genç subaylarda hükümete karşı bir tepkinin gelişmesinde etkin rol oynamış unsurlardan bir tanesidir. Türkiye’nin yavaş yavaş kötüye gittiğini düşünüyorlardı.

1959’a geldiğimizde, vahim bir olayla karşılaşıldı. O zamanki Başbakan Adnan Menderes’in Londra’yı ziyaretinde, Gatwick Havaalanı’nda uçağı düştü. Kendisi bu kazadan mucizevi bir şekilde, bir ağaç dalına asılı kalarak kurtuldu. Menderes Türkiye’ye geri döndüğünde bir bahar havası esmişti. İsmet İnönü, CHP Başkanı olarak kendisini garda karşılamıştı. Daha makul ve daha medeni ilişkilere dönüleceği varsayılırken, ilişkiler yine bozulmuş, muhalefetin, özellikle ekonomik adımlar dolayısıyla yaptığı eleştirileri kabul etmek istemeyen ve muhalefeti kendisinin düşmanı olarak gören bir Demokrat Parti… Bu da yeni bir şey değil, Osmanlı’dan miras kalmış bir usuldür. Çünkü özellikle merkezi ve tekçi, patrimonyal yapıdaki bir siyasette, muhalefet mevcut değildir. Muhalefet edenler, fitne fücurla uğraşan münafıktırlar; muhalif değildirler. Onlar nifak çıkarmak peşindedirler. Ülkeyi bölmek, mahvetmek, hıyanet ederek iktidarı devirmek ve onun yerine geçmek için her türlü yanlışı yapan konumdadırlar. Dolayısıyla, düşmandırlar. Maalesef muhalefet hoşgörüsü olan bir elit kültürümüz yok. Bugün de yok. Dolayısıyla, böyle bir yapıda, muhalefetin yaptığı girişimler, gerçek eleştiri olarak kabul edilmemiş, bunların üzerinin örtülmesi ve bastırılması yoluna gidilmiştir. Bunun için tahkikat komisyonu kurulması gibi girişimlerde bulunulmuş, CHP liderinin Meclis’in dışına çıkartılması gibi adımlar atılmış. Bunun üzerine onun da, itirazlarını kamuyla paylaşacak şekilde Anadolu’yu dolaşarak, çeşitli yerlerde iktidarı halka şikayet eden toplantılar yapmasına neden olmuş, buralarda çatışmalar çıkmaya başlamıştır. Nisan 1960’da öğrenci hareketleri başladığında sıkıyönetim ilan edilmiştir. Sıkıyönetim, çok vahim olayların olduğu noktalarda ve kısa süreli olarak yapılacak olursa, demokrasinin içeriğine büyük zarar vermeden halledilebilecek bir önlemdir. Ancak, sıkıyönetim aynı zamanda asayişin korunmasından, sivil iktidarın artık sorumlu olmadığı ve bunu beceremediği izlenimini de doğurmaktadır. Yani sivil iktidar bir anlamda, ‘’biz asayişi temin edip koruyamıyoruz, yönetemiyoruz. Asker gelsin ve bu yönetimi yapsın’’ diye bir davetiye çıkarmaktadır. Askerin kışlasından çıkıp halkın arasına karışması ve orada güvenliği ve düzeni sağlamaya başlaması, darbelere giden yolda önemli adımlardan biri olmuştur. 1960 darbesine gidişte de aynı şeyi görmekteyiz. 1971 ve özellikle 1980 darbesinde, 78’den beri uygulanan uzun dönemli sıkıyönetimin etkileri aynı şekilde olmuştur. Çünkü bu, temelde, sivil iktidarın meşruiyetini sorgulatır bir içerik yaratmıştır.

Bu çerçevede, ülkenin sorunları daha ağırlaşıyor; muhalefet yok edilmeye çalışılıyor, ifade özgürlüğü sınırlandırılıyor. Gençler protesto yapınca şiddetle karşılaşıyor. Ölümler var biliyorsunuz. Hukuk Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz’in genç yaşta öldürülmüş olması nedeniyle Beyazıt Meydanı’na uzun bir süre onun adının verilmesi söz konusuydu. Bütün bu çerçevede, zaten iktidarla çeşitli sorunları olan genç subayların, belirli bir örgütlenme içine girdikleri, -yine Abdi İpekçi ile Ömer Sami Coşar’ın “İhtilalin İçyüzü” kitabı esas olarak alınacak olursa-, 1950’lerin ortasından itibaren çeşitli şekillerde cunta kurmaya çalıştıkları, bir araya gelerek birtakım meseleleri tartıştıkları ve bir hazırlık yaptıkları görünmektedir. 27 Mayıs’ta bu cunta harekete geçerek iktidara el koymuş, buradaki gidişin, yeniden, muhalefete imkan sağlayan özgürlükleri oluşturacak gibi ironik ve tezat teşkil edecek bir şekilde… Çünkü temel itibariyle askeri darbe, mevcut düzenin, anayasanın ve yasaların dışında olan bir girişimdir. Dolayısıyla demokratik olarak kabul edilebilecek bir girişim değildir ve demokrasiye terstir. Ama ‘’demokrasi getireceğim’’ diye, müdahale gibi bir içerik kazanmış gibi gözükmektedir.

Bir de şunu da unutmamak lazım: Türkiye’nin çevresindeki ülkelerin hemen hepsinde, Mısır’da 1954’te ‘’genç subaylar darbesi’’ var ve Nasır iktidara geliyor. Hemen öncesinde, Güney Kore’de Syngman Rhee’nin yapmış olduğu askeri darbe var. O dönemdeki Türkiye gazetelerinde ‘’Güney Kore’nin yaptığı bile bizi geçti. Biz onu kurtarmaya gitmiştik. Bakın adamlar nereye geldi’’ şeklinde, çarpık bir mantıkla ona özenen bir takım yayınlar yapıldığı da görülmektedir. Bütün bu ortamda ve böyle bir yapı içerisinde, bir darbe girişimi söz konusudur. Bu darbenin sonucunda, hem askerin üst kademeleri hem hükümetle yakın olan bürokrasi, aynı zamanda, Mecliste bulunan Demokrat Parti milletvekilleri ve üst kademesi tasfiye olmuş ve yargılanmışlardır. Onun sonucunda idama mahkûm edilmiş olmaları son derece derin izler bırakmıştır. Türkiye’nin ondan sonraki siyasetinde, her zaman için özellikle sağ siyasetçiler eliyle kullanılan ve son derece yoğun bir şekilde e derinden gelen bir yara bırakmıştır. Bu, çok büyük bir hatadır. Yine rivayet olunur ki, o zaman İsmet Paşa müdahale etmeye çalışmış ama dinlenmemiştir. Bu konuda rivayet muhtelif. Ama hangi rivayeti esas alırsanız alın, ortada bir gerçek var: Başbakan, Maliye Bakanı ve Dışişleri Bakanı vatana ihanet suçlamasıyla yargılanmış ve idam edilmişlerdir. Onun dışında, Cumhurbaşkanı olarak Celal Bayar dahil, başka idam kararları da var. Onlar müebbet hapse çevrilmiş ve bilahare serbest bırakılmışlardır.

Pişirici: Geliri düşen, itibarı azalan askerler ve memurlar, bu darbeyi desteklemiş olabilirler. Ya da onların sıkıntısı nedeniyle iş bu darbeye kadar varmış olabilir. Gelgelelim, Demokrat Parti’den nemalanan eşraf, irileşen iş dünyası ‘’Yeter! Söz benim’’ diyen millet, bu darbeye neden karşı çıkmamıştır? Ya da çıktılar da bizim haberimiz mi yok?

Kalaycıoğlu: Çünkü büyük ölçüde örgütlü değillerdi, kentli değillerdi. Kırda örgütlenme son derece zor. Kırda, köylü isyanları veya köylü ayaklanmaları olarak geçen çeşitli hareketler vardır. Siyaset biliminde özellikle incelenmiştir. Tarihimize bakarsanız, Türkiye’de de Celali isyanları mevcuttur. Büyük ölçüde iktisadi nedenlerle ortaya çıkmıştır. Bu konuda Mustafa Akdağ’ın çok güzel bir çalışması vardır: Osmanlı’nın çöküşündeki temel özelliklerden iktisadi yozlaşmanın başlayışı ve çöküşe etkisi açısından önemli bir çalışmadır; ilgilenenler bu çalışmayı inceleyebilirler. Bu tür isyanlar, kolay bir şekilde tekrarlanabilen, güçlü bir şekilde bir örgütlenme içerisine girilebilen nitelikte değildir. Dolayısıyla, kırın ağırlığı sürdüğü bir ortamda bu hareketler büyük ölçüde kentte meydana gelmiştir. Kırsal seçmen büyük ölçüde kenti izlemiştir.

1960’lara gelindiğinde biraz kentleşme söz konusudur. Ama seçmenin büyük çoğunluğu kırda yaşamaktadır ve köylü seçmenlerdir. Bunlar birbirlerinden ayrı yerleşim birimlerindedirler. Eğitim düzeyleri bir hayli düşük, ekonomik yapıları çok fazla boş zamana fırsat verebilecek nitelikte değildir. Aynı zamanda, belli bir sofistikasyonda belli bir siyasi örgütlenme gerçekleştirebilecek içerikte de değildir. Dolayısıyla, öyle bir örgütlenme söz konusu olmadığı zaman, herhangi bir tepki de söz konusu olmamıştır. Ama kentsel bir hale geldiğiniz zaman nitelik değişiyor. Kentin olanakları ve sayılarıyla çok daha kolay örgütlenme söz konusu. Oradaki tepkiler de büyük ölçüde değişiklik gösteriyor. 

Biliyorsunuz 1961 seçimleri olağanüstü şartlarda yapıldı. Seçimden sonra, Demokrat Parti’nin yerine geçecek olan parti olarak, daha çok öne çıkan Adalet Partisi’ni geniş kitleler olarak desteklemişler ve 1965 seçimlerinde de, yanılmıyorsam yüzde 52 oy almasını sağlamışlardır. Dolayısıyla, bir tepki verdiler ama biraz geç bir tepki oldu bu. Darbeye karşı hemen akabinde bir tepki vermediler ama sonrasında ciddi bir tepki verdiler. Fakat 1960 darbesi, kendisinden sonra bir dizi genç subay darbe girişimine neden oldu. Yani orada bitmedi iş. 1962 ve 1963’te Talat Aydemir’in, daha sonra Fethi Gürcan ile birleşerek yaptığı darbe girişimleri var. 62 darbesinden sonra affedilmişlerdi. Daha sonra yargılandılar ve idam edildiler. 

Temel sav, bu hareketlerin çok yakın tarihe kadar devam ettiğini iddia etmektedir. İlker Başbuğ’un son zamanlarda yayınladığı kitabında ayrıntılı olarak, kendi görüşü açısından ve topladığı belgeler itibarıyla açıklamalar mevcut. Özellikle Celil Gürkan başkanlığında veya onun ön safta olduğu bir cunta olduğunu, 9 Mart’ta bir darbe girişiminde bulunacakları haber alınarak tasfiye edildikleri, onun arkasından, 12 Mart Bildirisi ve darbenin geldiği iddia edilen çeşitli yayınlar var. Tabii bunların önemli bir kısmı asker içerisinde olduğu için, İlker Başbuğ’un gözlemleri ve söyledikleri önemli. 

Bu şekliyle göz önünde bulundurursak, 60 darbesinin başladığı süreç, 12 Mart 1971’e kadar sürmüştür. 12 Mart 71’den sonra, emir ve komuta zinciri içerisinde kurumsal darbe söz konusu olmuştur. Artık ona yarı darbe mi diyeceğiz, çeyrek darbe mi diyeceğiz, bilemem. Çünkü Meclis kapatılmadı, Anayasada, Devlet Güvenlik Mahkemeleri kurulması, Kanun Hükmünde Kararnameler gibi bazı değişiklikler yapıldı. Türkiye’deki siyaseti ve demokrasiyi çok dejenere etmiş olan bir şeydir Kanun Hükmünde Kararname ve demokrasiye de uygun değildir. Eğer kararı Meclis alacaksa ve oradaki heyet-i temsiliye, halkı temsil eden temel kurumsa, kanunları o çıkartır. Onun dışında, Yürütmenin kanun yapması gibi bir yetki olamaz. Bu, demokrasiye de akla da aykırıdır. Ama biz bu uygulamayla bugüne kadar geldik. Birçok değişikliği de Kanun Hükmünde Kararname ile yaptık. Bu değişikliklerin etkilerinin, Türkiye’de, demokrasinin seviye kaybetmesinde önemli katkıda bulunduğu kanısındayım. Özellikle yeniden bir düzenleme yapılacaksa, kesinlikle Kanun Hükmünde Kararname diye bir uygulamanın mevcut olmamasını, demokrasinin çalışması için böyle bir şeyin yerinin olmadığını ve bunun, demokrasiye bir hile içeriği oluşturduğunu düşünmekteyim. Temel itibariyle 1971 darbesi, bir yarı darbedir. 

1980 darbesi, çok kapsamlı, geniş etkileri olan bir darbe niteliğindedir. Orada da yine yeni bir rejim kurulmuştur. Daha önceki rejimlerle ilişkiler büyük ölçüde değişmeye başlamıştır. Şerif Mardin’in anlattığı merkez ve kenar ilişkileri, kökten değişmiştir. Ondan sonra da Türkiye artık bu yapıdan çıkmıştır. O yapının değer sistemi hala devam etmekte ve kültürel çatışmalar hala sürmektedir. Almancada bunu anlatan Kulturkampf kavramı vardır. Kültürel savaş veya kültürel mücadele olarak düşünülebilir. Bu kültürel değerler üzerinden devam ediyor. Bugün de devam ediyor, görülebilir gelecekte de devam edecektir. Ama onun temsil ettiği taraflar çeşitlenmiştir: Etnik, dini, laiklik, mezhep gibi çeşitli dallara bölünmüştür. Şimdi bir de, demokrasi ve otoriterlik ayrımı da buna eklenmiştir. Çok farklı cephelerde kültür savaşları sürmektedir. Bu da bizim hayatımızı, yaşam biçimimizi derinden etkiliyor. Son kapanma kararında alınan birçok kararın yarattığı etkileri düşünecek olursanız, bunun ne anlama geldiği gayet açık bir şekilde görülüyor. 

Eğitim, bunun en belirgin cephelerinden bir tanesidir. Ne tür bir eğitim yapılacağı, kime ne eğitim verileceği, ne kadar eğitim olacağı ve içeriğinde bilim ve dinin yerinin ne olacağı, hala tartışılmaya devam eden bir içeriktedir. Bu, tam bir Kulturkampf kültür mücadelesidir. Bu kültür mücadelesi ağırlığıyla devam ediyor. Ama buna oturmuş olan üstteki merkez-kenar ilişkisi tamamen berhava oldu ve yok oldu. 

Pişirici: Diyelim ki, 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin itibarı 10. 27 Mayıs 1960’tan sonra ne? 71’den sonra ne? 80’den sonra ne? Ve bugün ne? Böyle bir skala yapılabilir mi?

Kalaycıoğlu: Evet, mümkün. Bunu kamuoyu yoklamalarında da değerlendirebilirsiniz, destek olarak da sorabilirsiniz. 1974’te,  Prof. İlter Turan Başkanlığında ve o tarihte doçent olan Ahmet Naki Yücekök’le birlikte Türkiye’deki Meclis sistemi üzerine bir araştırma yapılmıştır. O araştırmada, halkın gözünde Meclis’e olan destek müthiş yüksek çıkıyor.

Pişirici: 1974’te mi?

Kalaycıoğlu: Evet.1961 Anayasası’nın en etkili olduğu dönemdir. 1961 Anayasası’nın etkili olduğu bu dönemde, Freedom House denilen ünlü özgürlük indeksi hesaplayan merkez, 1973’ten itibaren verilerini sunmaktadır. Freedom House verilerine göre 1974-1980 yılları arasında Türkiye tam demokrasi niteliğindedir. 1982 Anayasası döneminde hiçbir zaman tam demokrasi olarak ölçülmemiştir. Yarı demokrasi olarak ölçülmüştür. Bugün ise artı Türkiye ‘’demokrasi ve özgür değil’’ olarak ölçülmektedir. 1982 ile 1961 dönemlerini kıyaslarsanız, durum bu. 1924 sonrası ile ilgili böyle bir kıyaslama elimizde yok ama büyük ölçüde destek verilmesi söz konusu. Ancak 1961 Meclisi, iki kamaralıdır. Senato var. Senato’nun neye tekabül ettiği Türkiye’de belli değildir. Dünyada kurulan üst Meclisler, iki nedenle mevcuttur. Bunların bir tanesi, tasfiye edilmek istenen bir üst sınıf, -Britanya’da aristokratlar-, krala yakın olan, kralın ailesi ile akrabalık ilişkileri de bulunan bir üst sınıf, savaşla tasfiye edilmiştir. Bunlara, bir şekilde onurlu bir çıkış imkanı sağlamak için, Meclis içerisinde daha ziyade böyle bir seremoniden ibaret olan bir üst kurum inşa edilmiş ve onların temsili orada sağlanmıştır. Ama bunların kamu politikasına büyük bir etkisi yoktur. Zaman zaman tavsiye mahiyetinde veya bazı kuralların çıkışı sırasında bazı muhalefet unsurları olarak göze çarpan çıkışlar yapmaktadırlar. Bunların bir kısmında kanunun içeriği değişebiliyor. Ama Britanya’da kan politikası büyük ölçüde alt meclis tarafından tayin ediliyor. Üst meclis kurmak için birinci yol budur. 

İkincisi özellikle federal devletlerde var. Federal devletlerde Senato, o federal devleti oluşturan, onları temsil eden bir üst kamara oluşturuyor. İsviçre’de kanton, ABD’de (biz eyalet diyoruz) ‘’devlet’’ olarak çeviriyorlar. Çünkü onlar üniter devletler; birleşip federal bir yapı oluşturmuşlar. Bizde Senato neyi temsil ediyor, bunun cevabı yok. Biz federal değiliz. Dolayısıyla bizde çeşitli bölge temsilciliklerine dayanan bir kurum üretilmesi için bir neden yok. Osmanlı’dan bize bir aristokrasi intikal etmedi. Zaten Osmanlı’da aristokrasi de yoktu. Patrimonyal devlet geleneğinin temel özelliği, iktidarın paylaşılmamasıdır. Oysa aristokrasi feodal bir yapıdan gelişmiştir. Çünkü feodal yapı, yerinden yönetim ilkesine göre oluşturulmuştur; aristokrasi iktidarı kralla paylaşır. Kral aristokrasiye dayanarak yönetir. Tek başına aklına eseni yapacak nitelikte değildir. Oysa Osmanlı sultanı ve padişah aklına eseni yapabilecek durumdadır, hiçbir sınırlama yoktur. Teorik bazı şeyler iddia edilmiştir. Halil İnalcık ‘’örfi yasalar’’ diyor. Yani örfe dayanan kanunnameler var. Aynı zamanda Orta Asya’da kullanıldığı iddia edilen töre veya türe denilen bazı uygulamalar var. Halil İnalcık bunları uzun uzun anlatıyor. Peki, Padişah bunlara uymadığı zaman ne olmuş? Hiçbir şey. Bunun hesabını soracak bir kurum var mı? O da yok. Bir de şeriat var. Şeriata uyacak. Ona uymadığı zaman ne olmuş?  Buna itiraz eden şeyhülislamlar çıkmış. Şeyhülislamların kafasını vurdurmuşlar ya da boğdurmuşlar, yerine başka şeyhülislam atamışlar.  O şeyhülislam da bakmış ki şeriat padişahın istediği gibi bir şey. Sonuç olarak etkin bir sınırlama söz konusu değil.  Zaten patrimonyal yönetimin en büyük özelliği, merkezde toplanmış ve gücün yüzde yüzü tek kişide olan, hiçbir denetime tabi olmayan, kişisel, keyfi, mutlakiyetçi bir yönetim olması. Onun için aristokrasi yok. Aristokrasiyi tasfiye etmemiz için böyle bir üst kurum kullanmamıza gerek yok. Biz federal da değiliz. Peki, hangi temele oturacak Senato? Neyin karşılığı olacak? Bir ‘’akil insanlar’’ heyeti gibi düşünüldü. 40 yaşını geçmiş ve üniversite eğitimi almış olacaklar. Şu anda Meclis’teki dağılımlara bakın. Yaş ortalaması 40’ın üzerinde. Bu hep öyle olageldi. En sık görülen eğitim düzeyi, 16 yıl civarında. Yani üniversite mezunu. Bir de üstüne, 40 yaşını geçmiş, üniversite mezunları heyeti mi oluşturacağız. Onlar ne yapacak, ne iş görecek? Bir de, bütün bunların hepsini demokrasiyle bağdaşık olmaktan çıkartan, ‘’tabii senatör’’ denilen, Milli Birlik Komitesi üyelerinden oluşan bir askeri temelli gözetim heyeti oluşturuldu Senato içinde. Bir işe yaramadı, pek bir etkinliği de olmadı. Ama o, özellikle kenarın temsilcisi olduğunu iddia eden Adalet Partisi’nin gözünde, her zaman için kolayca eleştirilebilecek bir demokrasi karşıtı aygıt olarak temsil edildi ve gayet etkili bir şekilde de eleştirildi. Dolayısıyla bir elleriyle yaptıklarını öbür elleriyle bozmuş oldular. 

Pişirici: Şu son soruyla bitirelim hocam. Millet, Meclis’ine niye sahip çıkmadı?

Kalaycıoğlu: Demin de söylediğim gibi, millet, Meclis’ine sahip çıkıyor esas itibariyle. Örneğin, biraz önce söz ettiğim 1974’deki araştırmada, ‘’güçlü bir liderin başkanlığında Meclissiz yola devam etsek’’ diye sorulduğunda, şu anda veriler ayrıntılı olarak aklımda değil ama yüzde 90’a yakını ‘’Hayır’’ demiştir. Bugün ne düşünüyorlar bilmiyorum. Ama Dünya Değerler Araştırması’nda, ‘’Çeşitli kurumlara gerek yok. Ülkenizi güçlü bir lider yönetsin mi?’’ diye 48 ülkeye sorulmuştur.  Türkiye, yüzde 60 küsurla en üst gruplarda yer alan ülkelerden bir tanesidir. Dolayısıyla böyle bir patrimonyalist eğilim halen mevcut gibi görünüyor. Ama Türkiye Büyük Millet Meclisi, özellikle sık darbeye uğraması, darbe olmasa bile, yedi rejim değişikliği geçirmesi dolayısıyla -ki geçen programımızda bunu konuşmuştuk- ve muazzam bir devinime sahip olması dolayısıyla, özellikle yüzde 60 civarı, tek dönem milletvekilliği yapan bir nitelikte olması dolayısıyla, saygınlık ve uzun dönemli destek sağlanan bir yapı niteliğine dönüşmüyor. Buradaki milletvekilleri, parti disiplinin çok etkili olması dolayısıyla, partizan bir temsil yapıyorlar. Oysa milletvekili temsilinin çeşitli nitelikleri var. Amerika’da gördüğümüz, yine Britanya’da keşfedilmiş olan ‘’vekalet esaslı temsil’’ denilen, -İngilizcede Trusteeship olarak geçiyor- halkın, sahip olduğu değerler, ahlaki özellikler, ideolojik yapısı, fikriyatı, inançları dolayısıyla seçmiş olduğu milletvekili. Biraz elitist gibi geliyor kulağa. Mesela, ABD’de, daha sonradan başkan olan John F. Kennedy, böyle bir nitelikte olduğunu söylemiştir. Fransız İhtilali döneminde, İngiltere Bristol’da seçilen ve Avam Kamarası’nda uzun yıllar milletvekilliği yapan Edmund Burke de seçmene şöyle demiştir: ‘’Ben sizin borazanınız değilim. Beni, sahip olduğum muhakeme yeteneğim dolayısıyla seçtiniz. Ben, herhangi bir yasa teklifi önüme geldiğinde, size danışmadan, kendi değerlerime ve muhakememe dayanarak karar veririm, sizi dinlemem.’’  The Economist dergisi, 200. yılı dolayısıyla Edmund Burke ile ilgili bir yayın yapmıştı. Makaleyi yazan kişi ‘’Bu sözleri duyan seçmenler kendisini bir daha seçmediler. Sadece bir kere seçildi’’ yorumunu yapmıştı. 

Sonuç olarak, oynadığı rolü böyle bir gözle gören milletvekilleri de çıkıyor başka parlamenter yapılar içerisinde. Bizde, partizan olma durumunda böyle bir imkan yok. Sadece seçim çevresinin çıkarlarını temsil eden ve bunu hayata geçiren ‘’delegasyon ağırlıklı temsil’’ diye bir kavramımız da var. Bunlar kendilerini, seçmenin bir nevi elçisi yahut borazanı olarak görüyorlar. Fransızlar bunu “porte-parole” olarak ifade ediyor. Partinin, bunların üzerindeki etkisi fazla değil. Bunlar hep kişisel temsiller. Birebir,  temsilciyle temsil edilen arasında bir ilişki söz konusu gibi görünüyor. 

Türkiye’de, böyle bir temsil durumu da mevcut değil. Bazen, Doğu’dan özellikle büyük toprak ağaları, şeyhler seçildiğinde, bu özelliklere yakın nitelikler görebilmek mümkündü. Ama büyük çoğunluğu, bir partinin neferleri durumundalar ve o partinin disiplini içerisinde hareket eden nitelikteler. Görünen o ki, biz esas itibariyle milletvekili değil, parti seçiyoruz. Bu, hem demokrasi kuramında mevcut hem uygulamalarında çok var. Dolayısıyla Türkiye’ye özgü ve yadırganacak, demokrasiye aykırı bir şey değil. Ama temel itibarıyla geldiğimiz nokta bu oldu. Dolayısıyla temsildeki gelişme, 1960’daki örselenmeye rağmen, 1961-1980 arasındaki dönem, demokrasi içerisinde Meclis’in etkin olarak devam edebildiği bir dönem olmuştur. Ama 1982’den sonra manzara ciddi ölçüde değişti. İlk başta olmasa bile, özellikle partiler biraz kurumsallaşmaya başladıktan itibaren, buradaki seviye bir hayli azaldı. 21. yüzyılda da Meclis, özellikle 2017 referandumundan sonra neredeyse bir şekilde marjinalize edilen bir nitelik arz etmeye başladı.

Pişirici: Hocam çok teşekkür ederim. 

Kalaycıoğlu: Rica ederim. İyi günler dilerim. 

Pişirici: Sağ olun. Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi, Bilim Akademisi Üyesi, siyasetbilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile Siyasetname programımızın sonuna geldik. Umarım, anlatılanlar izleyicilerimiz için zihin açıcı olmuştur. Gelecek ay görüşmek üzere. Hoşça kalın.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.