Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (70): Peker videoları sürecek mi? Gelecek ve DEVA partileri neden çıkış yapamıyor? Muhalefetin HDP sorunu & Erdoğan-Biden görüşmesi

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Her cuma günü olduğu gibi “Haftaya Bakış”ta karşınızdayız. Kemal Can ile haftanın olaylarını yorumlamaya çalışacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen. 

Ruşen Çakır: Nihayet tekrar döndün yuvana. Tam bir kuş gibisin. İl il dolaştın.

Kemal Can: Evet…

Ruşen Çakır: Şimdi Kemal, mâlûm Sedat Peker perşembe günü ekstra, bonus bir video yapacağını söyledi. Pazar günü zaten vardı ve hepsinin de teaser’larını verdi. Demirörenler, Süleyman Soylu, şunlar bunlar derken, birden bir açıklama yaptı. Oteli tespit edildi. “Taşınıyoruz, başka yere geçiyoruz bir müddet” dedi. Perşembe videosunu yapamadı. Ama sosyal medya hesaplarını kullanıyor. Yine birtakım paylaşımlar yapıyor. Ama şu anda bir belirsizlik var. Pazar günü yapacak mı? Arada, gerek Demirören gerek Süleyman Soylu hakkında yine pek çok konuyu dile getirdi, biliyorsun. En son, o kripto para vurgunuyla Soylu’yu irtibatlandırdı; Demirörenler ve OYAK meselesini – ki bayağı önemli bir husus belli ki o. Başka şeyler de söyledi, ipuçları verdi; ama videoların olup olmayacağı açıkçası belirsiz. Çünkü belli ki bir şeyler var. Yani birileri peşinde… Hatta hatırlarsan bir tane paylaşımında şey dedi: “Resmî görevliler, siz bir kenara çekilin, diğerleriyle ben bir hesabımı göreyim, karışıklık olmasın,” gibi bir şeyler söyledi. Espri yapıyor, ama belli ki bir gerginlik var. Tabii bunu kestirmesi çok kolay değil; ama tamamen bir yeraltı olayı ve çok ciddi, sert birtakım olaylar yaşanabilir. 10. videoyu görebilecek miyiz, ne dersin? Pazar sabah yine erken kalkacak mıyız?

Kemal Can: Bunu kestirmek zor. Bilmiyoruz, bekliyoruz. Galiba iki olasılık da var. Bunun, süreci biraz heyecanlandırmak için, işe bir avantür katmak için olanı biraz köpürtüyor olma ihtimali de var tabii ki. Tersi de mümkün… Ama zaten hiç şaşırmayız herhalde. Muhtemelen şu anda, zaten ilk yurtdışına çıkışından itibaren Balkanlar’da, pek çok ülkede, Fas’ta bir kaç-kovala hâdisesi yaşandığına göre, bunun devam ediyor olması çok şaşırtıcı değil. Çok beklenmedik de değil. Kendisinin de, yani Sedat Peker’in de sanıyorum beklemediği bir şey değildir. Ama bir olağanüstülük olduğu için mi böyle oluyor? Yoksa dediği ve açıkladığı kadar bir şey mi? Sadece bir mekânsal sorun mu? Yoksa başka bir mesele mi var? Bu şey yakında açıklığa kavuşur ve anlarız. Ama şöyle şeyler oluyor: Son yapacağını söylediği açıklamalar, yani bu perşembe videosu denilen şey, biraz şöyle bir içerik îmâ ediyordu: Zaten bir süredir Demirörenler, özellikle Ziraat Bankası’ndan alınan kredi filan gibi… Şimdi iktidar, Soylu gibi, Külünk gibi, doğrudan kendisiyle temasta olan insanları harcamayacağını, onlarla ilgili en azından bir soruşturma süreci açmayacağını gösterdi. Ama muhalefet de bu konulara, Sedat Peker söylüyor diye fazla girmemeye, dokunmamaya çalıştı. Fakat şimdi biraz daha dış çemberden, iktidarın doğrudan içinde olduğu, ama soruşturulması da mümkün olan, medyanın ya da muhalefetin de soru sorabileceği temalar atmaya başladı. Mesela Ziraat Bankası böyle bir olay. OYAK hikâyesi böyle bir olay. Çünkü bu olaylar çok açık biçimde… ki hemen zaten muhalefet sözcüleri de bunu dile getirmeye başladılar. Şu anda mesela ilginç biçimde, son videoda yapacaklarını işaret ettiği şeyler ve bir önceki videoda yaptıkları, kendi dışında bazı aktörlerin de kullanımına bazı verileri sunuyor. Bunların bir kısmı kendi elindeki şeyler. Sen de daha önce bir yayında söyledin galiba. Bir biçimde şu anda ona bir akış olduğu anlaşılıyor. Yani birtakım ekstra bilgiler de geliyor. Ben o yüzden Erdoğan’la yapacağı “helâlleşme” videosuna kadar biraz dış çemberde… Belki Süleyman Soylu ile yine kişisel mesele halinde sürdürecek bazı şeyler ileri sürer; ama galiba biraz başka aktörlerin de, tıpkı “128 milyar” gibi, sorarak devam ettirebilecekleri bazı şeyler ortaya atacak diye düşünüyorum. Çünkü bunlar, diğerlerinden farklı olarak –aslında bence diğerleri de son derece kullanışlı malzemelerdi–; ama “Sedat Peker’in peşine takılıyor” denmesi diye –ki muhalefetin takılmıyor olmasına rağmen–, iktidar ve özellikle Erdoğan, “Bir mafya liderinin peşine takıldılar, kirli bilgilerin peşinden muhalefet yapıyorlar” filan demeye başladı. Bunu muhalefet kullanmıyor olmasına rağmen. Ben bu konularda, başka meselelerde de olduğu gibi, “Ya, iktidar bunu aleyhimize kullanır” argümanının çok geçerli olmadığını düşünenlerdenim. Çünkü zaten kullanıyordu. Yani ondan imtina ettiğinizde, “Bakın, ne kadar güzel bir muhalefetimiz var; onlar da bu kirliliğe hiç bulaşmadılar” deyip, Meclis’te böyle bir konuşma yapmıyor. Deniz salyasını bile muhalefete yapıştırmaya çalışıyor. Açları muhalefetin doyurmasını talep ediyor. Dolayısıyla, “Aman! Erdoğan aleyhimize bir şey söyler” baskısını, bunu seçmen bazında düşünmeyi anlayabiliyorum. Bunun mâkul tarafları da olabilir. Doğru bir dille bunu ifâde etmenin gereğini de anlayabilirim. Ama “Erdoğan bize şöyle der” demenin artık çok anlamlı olduğunu düşünmüyorum. Dolayısıyla Peker videoları vesilesiyle gündeme gelen, bir kısmı aslında bilinen… Çünkü Demirören’in Hürriyet’i Ziraat Bankası kredisiyle aldığını ilk defa öğrenmiyoruz. Bunu Sedat Peker’den öğrenmedik. Ama bunun geri ödenmediğini ve aslında bu işlemin başka yerlerde de yapılıp, bir tür hîbeye dönüşen, birileri adına birtakım taşeronların alım yaptığı işlemlerin üzerine gitmek bence gayet mâkul bir şey. Galiba muhalefet de yavaş yavaş bu konuları gündeme getirecek.

Ruşen Çakır: Şimdi şöyle bir husus var, daha önceki videolarında defalarca söyledi. Şunu söyledi, meâlen aktarıyorum: “Benim başıma bir şey gelecek olsa bile benden kurtulamayacaksınız,” dedi. Bu da birtakım stokları hazırlamış olma ihtimalini ve birtakım yerlere iletmiş ya da iletebilecek olma ihtimalini gösteriyor. Yani Sedat Peker, bugün yakalanıp cezaevine konulsa bile, birtakım iddialarının kasetleri, belgeleri belki de yarın öbür gün ona yakın birileri tarafından kamuoyuna sunulabilir. Her şey bir yana, bir de şöyle bir husus var: Bugün bu defter kapansa da, yani Sedat Peker artık ağzını açmasa da, video yapmasa da, şu dokuz video ve arada koyduğu o iki-üç tane Facetime kaydı… üç tane yanılmıyorsam, bunlar bize çok açık bir şekilde bir şey gösterdi: Devletin bilgisi dâhilinde bayağı bir ilişkiler ağı var. Geçen burada Can Kozanoğlu’yla bunu uzun uzun konuştuk, biliyorsun. “Hep vardı,” diyor; “ama bu kadarı olmamıştı,” diyor. Şimdi bugün Cumhurbaşkanı tekrar bir vesileyle, baraj açılışı vesilesiyle yine, “Suç örgütlerini sonlandırdık” dedi; ama gördük ki hiç de öyle sonlanmış değil. Bugün yine Karagümrük Çetesi’ne bir operasyon var. İşte, şu kadar kişi gözaltına alındı, şu kadar uyuşturucu yakalandı vs.; ama anlattığı şeylerin hepsi, hafızaya bir şekilde kaydedildi. O videolar duruyor. O videolar silinse bile başkaları bunun kopyalarını alıp indirdiler. Orada bize büyük resmi gösterdi aslında. Bundan sonraki yapacağı şeylerin hepsi, yeni birtakım ayrıntılar. Öyle değil mi? Resmin aslında bize gösterdiği, kendisinin de dâhil olduğu gayrı meşrû ilişkilerin nasıl gayet normal bir şekilde Türkiye’de yıllardır sürmekte olduğu. Mesela perşembe için vaat ettiği hususlardan birisi –Can’la onu da konuştuk, görmüşsündür–, Hayyam Garipoğlu, Korkmaz Yiğit, bankaların el değiştirmesi vs.. Alaattin Çakıcı da o tarihte var. Başka isimler de var, Nail Keçili filan… Aslında birçok insan için unutulmuş, geçmişteki birtakım hikâyeler. Ama neyi gösteriyor? Kendisi o yaşta çok genç birisi olmasına rağmen bütün bu süreçlerin içerisinde olmuş. Bir sürekliliği gösteriyor. Bugün, bu defter kapansa bile, Sedat Peker kendi hayatı üzerinden ve dile getirdiği iddialar üzerinden, Türkiye’deki bu ilişki ağlarının, iniş-çıkışlara rağmen nasıl sürdüğünü ve bugün de bayağı zirvede bir yerde olduğunu bize en azından göstermiş oldu. Artık yeni bir videoya ihtiyacı yok Türkiye’nin aslında. Tabii ki yeni iddialar duymak ilginç olabilir, ama artık göstereceğini gösterdi diye düşünüyorum. 

Kemal Can: Şöyle bir şey var geçmişle fark açısından… Can ile yaptığınız yayını da izledim. Can’ın işaret ettiği çok önemli bir nokta var. Eskiden bu karmaşık ilişkiler, yani karanlık dünya, suç örgütleri, organize suç örgütleri, mafyayla siyasetin, devletin ve birtakım akçalı işlerin ilişkisinde, mafyatik tarz daha belirleyiciydi. İşte Can da işaret ediyor ya… Daha çok vurdu kırdı. Daha çok yani mafyanın üslûbunun…

Ruşen Çakır: Kan vardı diyor. Kan vardı…

Kemal Can: Tamam, o mafyanın üslûbunun o ilişkideki belirleyiciliğini gösteriyor. Aslında yeni dönemin karakteri şu, hani sistem de öyle kuruldu ya: “Fiilî durumu hukukileştirelim,” dendi ya, bu sistemi kurarken. Aslında bu yapıyı da bir tür sistem içine almış görünüyorlar. Bir tür, “hukukîleştirmiş”, yani sistemin içine daha entegre ve üslûbunu değiştirerek, yani kendi üslûbunu kullanarak ya da onun özerkliğine izin vererek değil; daha kontrollü biçimde, ama daha fazla sistem içinde. Hani “kitabına uydurmak” lâfı vardır ya… Kitabına uydurmanın iyice ucu kaçmış durumda. Hatta uygun kitaplar yazılır hâle getirilmiş durumda. İşin bence en temel farkı bu. Girilen organik ilişkilerin ne kadar belirleyici olduğu ve Can’ın söylediği gibi, üslûbun aslında bir yandan “yumuşarken”, ama ne kadar yayılıp, derinleştiğini, kökleştiğini de gördük. Dolayısıyla, aslında Peker’in anlattığı hikâyelerin ve onun anlattığı hikayelerle birlikte ayrı duran ve artık şimdi daha çok birbirine bağlamaya başlanılan pek çok olayın, bir bütünü gösterdiği ve bu toplam çarkın, hep dönmesi konusunda özel ihtimam gösterilen toplam çarkın içerisinde, doğrudan çarka dışarıdan hizmet veren bir şey değil; çarkın parçası olan bir şeye dönüştüğünü… O yüzden de o kendi bağımsız üslûbuyla var olmasından başka bir işlev kazandığını anlıyoruz bu tür yapıların. Yani çeteleşme aslında bağımsız bir şey değil, bir organik parça haline dönüşmüş. Bu resimden bunu görüyoruz. 

Ruşen Çakır: Pazartesi günü Erdoğan, Biden ile NATO zirvesi bağlamında Brüksel’de görüşecek. Bu ne zamandır beklediği bir şey. Daha önce, 23 Nisan’da bir telefon görüşmesi olmuştu. O da zaten 24 Nisan’daki Biden’ın soykırım açıklamasını önceden Erdoğan’a haber vermek, aynı zamanda da milli bayram gibi bir şeydi. Erdoğan için çok önemli olduğu anlaşılıyor. Çok sayıda, bu konuya hâkim kişilerin yazdıklarına, çizdiklerine, söylediklerine baktım. Mesela İlhan Uzgel, Gazete Duvar’da çok güzel bir yazı yazdı, görmüşsündür. Emekli diplomatlar vs.. Şu anda eşit olmayan… Zaten Türk-Amerikan ilişkileri hiçbir zaman eşit olmadı tabii ki. Olması da teorik olarak mümkün değil. Ama bu sefer Erdoğan’ın çok daha fazla ihtiyacı olan bir görüşme. Biden Erdoğan’la görüşmese de olabilirken, Erdoğan’ın bu görüşmeye çok fazla ihtiyacı var. Çok fazla konu var. Ama her şeyden önce Türkiye’nin ekonomik sorunları var. Ekonomik sorunları için de Amerika Birleşik Devletleri ile iyi ilişkilere ihtiyacı var. Bu illâki doğrudan kaynak temini anlamına gelmeyebilir. Ama Türkiye’nin Batı ile ve özellikle ABD ile kötü ilişkiler içerisinde olduğu yolundaki bir imaj, başlı başına kötü olan ekonomiyi daha da kötüleştirebilir. Şimdi bakıyorum, Amerika Birleşik Devletleri’nin Ortadoğu meselesine ilgisi giderek azalıyor. Bunu biz “Transatlantik”te düzenli bir şekilde ele alıyoruz, biliyorsun. Ömer ve Gönül ayrı ayrı anlatıyorlar. Türkiye’nin önemi, ABD için eskisi kadar fazla değil. İncirlik meselesi, birtakım üsler meselesi var, radar üsleri vs.. Onların da aslında pekâlâ gözden çıkarılabileceği ne zamandır söyleniyor. Türkiye’nin bir zamanlar olduğu gibi, ‘‘ılımlı İslam, İslam dünyasına örnek olsun, model olsun’’ gibi bir olay çoktan bitti. AKP’ye ve Erdoğan’a bir anlam atfeden bir Amerikan yönetimi yok. Hatta tam tersine, şimdiki yönetimin, Biden dahil birçok kadrosunun, Erdoğan’dan bir hesapları da var. Özellikle Trump döneminde yapılıp edilen, söylenenlerden hareketle… Açıkçası bana çok zor geliyor. Ama tabii ki Amerika Birleşik Devletleri, Türkiye’yi ve Erdoğan’ı böyle kolaylıkla harcayacak ve yok sayacak değil. Fakat Türk iç politikasının çok daha fazla Biden’ın gündeminde olacağı söyleniyor. Yani hangi amaçla, ne kadar samimi olur? O ayrı. Ama demokrasi, basın özgürlüğü gibi konuların çok daha fazla gündemde olacağı söyleniyor. Çok zor bir olay olacak ve Erdoğan tabii bunu olabildiğince pürüzsüz bir şekilde yansıtmaya çalışacak. Ben birçok Türk-Amerikan lider görüşmesi izledim. Washington’da da çok izledim — özellikle oğul Bush zamanında, Erdoğan’ın ziyaretlerini. Her birinin öncesinde birtakım gerginlikler, gerilimler olmuştu, ama bu galiba Erdoğan açısından en zoru olacak gibi geliyor bana. Amerikan Başkanı görüşmelerinin en kritiklerinden biri olacakmış gibi geliyor. Tabii başlı başına S-400 gibi çok somut birtakım sorunlar da var. Onların nasıl çözülebileceği meselesi apayrı bir sorun. Ama bir bütün olarak bakıldığı zaman, gerçekten kritik bir görüşme olacak. Ne dersin?

Kemal Can: Zaten bu görüşmenin kritik ve zorlu olacağı, bu görüşmenin aylar boyunca öncesindeki tabloda çok net biçimde ortaya çıkmıştı. Bir türlü gelmeyen telefon… “Bu telefon gelmez ki” den yapılan çok doğrudan açıklamalar… Son toplantı kararı alındıktan sonra yapılan açıklamalar… Bütün bunlar, senin söylediğin gibi, pek çok uzman ismin yorumları… Amerika’dan gelen bilgiler… Aslında burada giderek iktidarın, özellikle Erdoğan’ın sıkışması, süreci zaten çok sıkıntılı hâle getirdi. Dolayısıyla bu toplantıda, Erdoğan’ın bu süreci değiştirecek bir hamle üretebilmesi hiç kolay değil. Tam tersine kendisinin sıkıştırılması, senin söylediğin başlıklarda sıkıştırılması muhtemel bir gündeme oturmak zorunda kalacağı anlaşılıyor. Burada şöyle bir açmaz var, Erdoğan açısından şöyle tuhaf bir zorluk var: Türkiye’de uzunca bir süredir Erdoğan iktidarını belirleyen temel strateji, beka stratejisi. Yani son süreçte bile, artık neyin üzerine inşa ediliyor? Erdoğan saldırı altında. Erdoğan’ı bütün dünya, içeride ve dışarıda bütün nifak unsurları, hainler, düşmanlar yıkmak istiyorlar ve onu korumak gerekiyor. Bu, şunu mecburî kılıyor: O dış tehdidi sahici biçimde büyütmek ve ona karşı tepkiyi canlı tutmayı gerektiriyor. Bu işin bir tarafı… İşte, Haçlılar, Batı, şu bu, her türlü oradan gelen reaksiyonu ve sıkıştırmayı bu paketin içerisinde kullanmak mümkün. Ama şu andaki ekonomik kriz ve diğer şartlar dolayısıyla, çok temel başka bir ihtiyaç var. O ihtiyaç da ne? Aslında o kadar da kötü değil ilişkiler, Avrupa ve Amerika ile biz –Erdoğan’ın sık sık söylediği gibi– yeni bir sayfa açabiliriz. Mümkün bu. Şimdi bunu sağladığında da iç politikada bir karşılığı var. Çünkü şu anda, AKP seçmeni de dâhil olmak üzere pek çok seçmen için birinci öncelik, içinde bulunduğumuz sıkıntılardan çıkacak bir hamle görmek, bir ışık görmek. Bu iktidardan hâlâ bir şey bekleyen seçmen açısından, böyle bir birikmiş talep var. Şimdi bu ikisi arasında çok temel bir çelişki var. Erdoğan şimdiye kadar Batı ile ilişkilerinde, gerek Merkel ile gerek Trump ile, şu dengeyi biraz görüntüyle kurtarıyordu. Nasıl yapıyordu bunu? İkili ilişkileri çok öne koyarak onlardan pek çok şeyi alabiliyordu. Onlarla uzlaşabiliyordu. Onlarla pazarlığa oturuyordu. Ama buna karşılık, tâbir yerindeyse, onlara hava yapmasına bu liderler izin veriyorlardı. Yani sanki gücüyle onlardan bir şey almış lider rolü oynamasına izin veriyorlardı. Trump da Merkel de… Yani iş yapabilmek için, onunla ortaklık zeminini sürdürebilmek için, Erdoğan’a iç politikada, bu havayı verebileceği imkânlar sağlıyorlardı. Sanki, Erdoğan böyle çıkartma yapıp Amerika’ya gitmiş, korumalarıyla gösterici dövüp filan… Sonra da işte, “En iyi durumdayız” diye dönerken; Amerikan karşıtlığına halel gelmeden “Amerika ile aramız iyi” demenin yolunu bulabiliyordu ,ya da Trump’ın mektubundan sonra bile bunun imkânını bulabiliyordu. Çünkü onunla birebir ilişkisi var. Şimdi Avrupa’yla da, ama asıl olarak Amerika’yla ve Biden’la da böyle bir hava yakalaması çok zor. Muhtemelen Biden ona bu imkânı vermeyecek. Yani bir uzlaşma zemini yaratılıp, Erdoğan bazı tavizlerle dönüp, burada ise “Ben önemli şeyler aldım ve onlara da ağzının payını verdim” demesine izin vermeyecek. Bence en kritik zorlanma noktası bu. Ama buna karşılık, bence pek çok noktada, aslında tıpkı Doğu Akdeniz’de sessiz sedasız, bütün o gürültünün sonrasında nasıl geri adım atıldıysa, burada da geri adım atılacak. Büyük ihtimalle S-400 meselesi öylece unutturularak dolaba kaldırılacak ve tıpkı 128 milyar gibi, tüm muhalefetin ve herkesin, S-400’e ödenen paraları “Kim ödedi?” ve “Geri ödesin” demesinin yolunu açacak bir zemin oluşacak. Bunları büyük ihtimalle göreceğiz. Olmayabilir de. Bu başka bir kilitlenmeye yol açabilir. Ama şu andaki Erdoğan’ın ihtiyacı açıkçası, diklenmek ya da kendi söyleyişiyle “diklenmeden dik durmak” değil; bir uzlaşı zemini bulmak. Bir daha bu şansı yakalayabilir mi bilmediği için, bence, buradan mümkün olan en fazla şeyi vererek, en az hasarla dönmeye çalışacak diye tahmin ediyorum. Bunu dış politika açısından söylemiyorum; iç politikadaki ihtiyaçlar açısından… Yani iç politikada, “Ben Amerika’ya posta koydum geldim” demesinin, ya da “Batı bizi devirmek istiyor, Biden muhalefetle birlikte” filan demesinin, ona hiçbir faydası yok. Şu anda ihtiyacı olan şey, iyiyiz havasıyla dönebilmek. Ama onu kolay yaptırmayacak muhtemelen karşı taraf. 

Ruşen Çakır: Burada tabii şöyle bir husus da var: Erdoğan’ın yapmak istediğini az buçuk kestirebiliyoruz da, Amerikan tarafının bir reel politika mı uygulayacağını, yoksa işin içerisine başka şeyleri mi karıştıracağını bilmiyoruz — bu kadar eşitsiz olan bir ilişkide… Yani bunun üzerine bir şeyleri düşünseler, yapabilecekleri… Erdoğan’a rahatsızlık verebilirler. Onu yapıp yapmamaya nasıl karar verecekleri de önemli. Bunun için beklemekte yarar var. Bekleyip göreceğiz tabii de… Hakikaten çok ilginç bir olay. Bazı böyle görüşmelerde beklenmedik olaylar olmuştur. Bakalım bunu gayet normal bir şekilde göreceğiz. Her zaman olduğu gibi, “Kaç dakika sürdü? Kaç dakikası çeviriyle geçti?” vs. gibi detaylar olacak. Ayrı ayrı açıklamalar yapılacak. Bir taraf bir şey söyleyecek, öteki taraf bir şey söyleyecek. Her halükârda bayağı ilginç bir olay olacak ve muhtemelen biz yine adını koyamadığımız yayını, salı ya da çarşamba günü yaparsak, bu olayın eğer yankısı çoksa bunun üzerinden konuşuruz. Orada en son ne konuştuk? Muhalefetin ortak adayı meselesini konuştuk bayağı. Sedat Peker’e ek olarak… Şimdi oradaki temel husus, tartışmayı başlatan husus Meral Akşener’in çıkışı oldu tabii ki. Ne dedi? “Biz, Millet İttifakı olarak bir aday çıkaralım. HDP kendi adayını çıkarsın. Cumhur İttifakı…” Bunu bayağı bir tartıştık. Şimdi burada, böyle bir tabloda, onda da büyük ölçüde hepimiz mutabık kaldık herhalde, böyle bir olayda diyelim ki üç aday… başka bağımsız, yeterli imzayı toplayanlar da çıkabilir tabii, o ayrı. Ama “Cumhur İttifakı, Millet İttifakı, artı HDP’nin; üç temel adayın olduğu bir seçim ikinci tura kalır. İkinci turda da HDP seçmeni belirleyici olur ve HDP seçmeni de muhtemelen Erdoğan karşısındaki adaya verir,” gibi bir şey hâkim oldu. Benim dün, MetroPoll Araştırma’nın başındaki Özer Sencar’a sorduğum bir soru var. Bence o soru hâlâ önemli. Birazcık konuşalım istiyorum. Millet İttifakı, HDP’nin de desteklediği bir adayı gösterecek olursa… Yani HDP’li birisini göstermeyecek tabii, ama şöyle bir şey olacak: Bu adaya HDP de destek veriyor ilk turda. Bu hakikaten, Cumhur İttifakı’nın eline verilmiş çok muazzam bir koz mu olacaktır? Şimdi böyle bir genel okuyuş var, biliyorsun. Böyle bir şey olacak diyorlar, sonra, “Vay! Siz terörle işbirliği yapıyorsunuz!” diyerek Bahçeli de, Erdoğan da burayı çok iyi bir şekilde kullanacaklar ve orada gedik açacaklar. İşte, “İYİ Parti’nin, hatta Saadet Partisi’nin, Gelecek ve DEVA’nın, hatta CHP’nin içerisinde birtakım insanların aklını çelecekler,” gibi bir yaklaşım var. Ben bu olayın ne derece böyle otomatik olarak, “HDP varsa orası çöker” anlayışının ne derece sahici olduğundan çok ciddi şüphelerim var. Çok emin değilim açıkçası, ama… Mesela bu yerel seçimler bence çok çarpıcı bir örnekti. Beka dediler, HDP dediler, vs. dediler ama kaybettiler. Çok büyük bir kayıp yaşadılar hatta. Öyle değil mi? MHP’nin ve AKP’nin elindeki bütün önemli büyükşehirler gitti. Adana, Mersin, Antalya dahil ve İstanbul, Ankara tabii en önemlileri. HDP’nin örtülü bir desteğiyle… Biliyorduk ki HDP aday göstermedi buralarda ve CHP’nin adayına destek verdi. Bunu biliyorduk. Selahattin Demirtaş’ın açıklaması vardı vs.. Ama buna rağmen, bunu kullanmış olmalarına rağmen engelleyemediler. Yani bu yerel seçimdi; cumhurbaşkanlığı seçiminde farklı mı olur? Aslında bu çok bereketli bir tartışma konusu. Bunun cevabı budur diyebileceğimiz bir olay yok ama… Sen ne dersin?

Kemal Can: Ben şöyle düşünüyorum: Üslûp, birtakım siyasi semboller açısından ya da bazı seçmenlerin kimlik aidiyetlerini kırma açısından yapılacaklar; işin bir tarafı. Ama büyük ölçüde, şu anda birkaç yıldır her şey aritmetik üzerinden kuruluyor. Mesela bir önceki cumhurbaşkanlığı seçimi aritmetiğine bakarsak, aslında orada senin çok sık işaret ettiğin gibi, Muharrem İnce’nin bir tür “karşı tek adamlık stratejisi” filan gibi meseleleri bir kenara koysak bile, kabaca cumhurbaşkanlığı seçiminde muhalefet ve iktidar blokunun oyları, aşağı yukarı 48-52 gibi bir şeyle çıkmıştı. Aşağı yukarı öyleydi hatırladığım kadarıyla. Peki o denklemde o gün eksik olan neydi? Şimdi çok küçük bir aritmetik olmasına rağmen, DEVA ve Gelecek partileri yoktu. 

Ruşen Çakır: Evet.

Kemal Can: Yani 5 puan… İYİ Parti de henüz çok taze bir aşamadaydı. Bugünkü ivmesini yakalayıp, MHP’den ve AKP’den alacağının tamamını almamıştı. Aslında üç aşağı beş yukarı, aritmetik aynı gibi görünüyor. Hatta o zamanlar ben şeyi hatırlıyorum. Ben çok adayla seçime gidilmesinden yana tezi savunuyordum… Hatta bunu yazdım. Ama orada Abdullah Gül’ün de Saadet Partisi üzerinden, hani o çatı adaylığı kabul etmeden sonra bir arayış oldu ya. “Acaba Abdullah Gül, Saadet Partisi üzerinden bir bağımsız adaylık denemesi yapsa mı?” diye. Mesela onun da denkleme, eğer iddiası öyle bir çatı adaylığını götürebilecek kadar AKP’den oy koparabilecek bir potansiyeli varsa, Saadet Partisi’nden de çok yüksek bir oy almasa bile, yüzde 5 oy koparsaydı. Bir anda 2018 seçimi de aslında ne olurdu? İkinci tura kalırdı. Ama orada gördük ki; hem HDP’nin hem de İYİ Parti’nin seçmeni, iddia edildiği gibi kendi adaylarına daha yüksek bir performansla, motivasyonla destek vermediler. Selahattin Demirtaş da daha düşük oy aldı, kendi partisinin altında; Meral Akşener de kendi partisinin altında oy almıştı. Bu, cumhurbaşkanlığı seçimi meselesinde seçmendeki eğilimin –ben de daha önce aksini düşünüyor olmama rağmen, ki o dönemde bence ortak aday daha da düşük bir oya neden olabilirdi; o ayrı bir tartışma– Cumhurbaşkanlığı seçiminde temel kriterin, yapabilirlik –hem yenebilir anlamında yapabilirlik, hem kazandığında iktidar olabilirlik– anlamında bir beklentinin belirleyici olduğunu gösteriyor. Bu çok temel bir şey. Aslında muhalefetin yerel seçimlerde de sonuç alabilmesi, kazanabileceğini göstermesi ve kazanınca da yapabileceğine iknâ etmesi… Çoğu başka ilçe belediyelerinden gelmiş adaylar göstererek, bunu biraz zorladılar. Bunu biraz görünür hâle getirdiler. Yerel seçim iyi bir ölçü değil; ama seçmene bakıldığında –ister şu andaki muhalefet blokunun seçmeni olsun, ister kopacağı beklenen, rahatsız, memnuniyetsiz iktidar seçmeni olsun–, bunların baktığı temel mesele: olabilirliği ve yapabilirliği. Her kim kazanacaksa, kazanacağını göstermek zorunda, kazandıktan sonra da iddiasını yerine getirebileceğine iknâ etmek zorunda. Bu açıdan bakıldığında, HDP’nin yani tıpkı 2018’deki gibi “dışarıda olmasıyla… aritmetik olarak onlar da yeterince yüksek oy alırlar, böylece ikinci tura kalır” hesabı doğru olabilir. Ama şunu değiştirmesi zor: Yine muhalefetin birlikte davranma yeteneğinde bir problem var. Ayrıca hâlâ bunu iktidar yönetiyor görüntüsünü verip –yani senin sorduğun soruya cevaben– bunu derler diye yapamamaları, birlikte duramamaları, davranamamaları böyle bir efekt yaratacak. Şimdi bu efektin yaratacağı zararla, iktidarın kullanacağı, “Siz terörle birliktesiniz, HDP sizinle” filan demelerinin yaratacağı zararı iyi tartmak gerekiyor. Burada bence ikisinde de bir sıkıntı var. İkisinde de bir zarar olacak. Hangisinin daha az hasara neden olacağı, ama daha önemlisi geleceğe dâir hangisinin daha fazla umut içerdiğini göstermek gerekiyor. Yani ileriye doğru bir şey söylemek için, mevcudu halletmek için, “Tamam, en az hasarla burayı geçelim” iknâ edici bir formül olabilir. Ama burayı geçtikten sonra ne yapılacağı konusunda…  Geçen günkü oturumda da söylediğim şey; yani şimdi birlikte davranamayanın sonra nasıl davranacağını açıklaması daha zor olacak. Bir talihsizlik var. Rize’de Akşener’e yönelik saldırıdan sonra, bunun Akşener tarafından açıklanması, tuhaf bir zamanlama olarak üst üste geldi. Çünkü orada, hatırlarsan, Erdoğan dedi ki: “Bak, eğer böyle devam edersen, daha başına gelecekler var”. Hemen çok taze bir zamanda da Akşener dedi ki: “Burada bir ayrı durmakta fayda var”. Bu rasyonel bir matematik, ama seçmendeki algılanışı böyle olmayacak diye düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Şimdi burada bir şey var. Bunu dün Özer Bey ile de konuştuk. Gelecek ve DEVA partilerinin bir türlü bir ağırlık koyamamaları, güçlü bir şekilde ortaya çıkmamaları da hesapları bayağı bir etkiliyor sanki. Onlar şu hâliyle şöyle bir yaklaşımı benimsediler, biliyorsun: Kendi rüştlerini ispatlamak amacıyla, kasıtlı bir şey… Millet İttifakı’nın çok da fazla yanında gözükmek istemediler. Yani, biz parti olarak önce kendi kimliğimizi oluşturalım, vs.. Ama bir türlü çok büyük bir çıkış, ilk başlardaki ilginin çok gerisinde bir yerde, özellikle Ali Babacan söz konusu olduğunda… Benim gözlemim öyle. Bilmiyorum, katılıyor musun? Şimdi böyle bir durum olunca, bence artık Gelecek Partisi’nin de DEVA’nın da ayrı ayrı, bir şekilde bu Millet İttifakı’nın bir parçası olduklarını ve olacaklarını sanki göstermeleri gerekiyor. Böyle bir husus var sanki. Çünkü onlara atfedilen, onlardan beklenen; AKP’yi yıpratmak, AKP’den bir şeyler kopartmak, kendi başlarına olmuyor bir şekilde. Mesela dün Özer Bey onu söyledi. Sedat Peker’in kamuoyunda bu kadar etkili olabilmesinde, muhalefetin çok etkili olamamasının birinci derece rolü var. Bir diğer husus da, Sedat Peker kendisini de suça dâhil ediyor. Yani bir yanlış varsa, yanlışın parçası olarak gösteriyor. Ama Gelecek ve DEVA partileri hâlâ, eleştiriden özeleştiri boyutuna geçmediler. “Biz doğru yapıyorduk, sonra bir şey oldu, biz dışlanınca olaylar bozuldu” gibi bir şey söylüyorlar ve o da inandırıcılığı kırıyor sanki. Ne dersin? Burada Gelecek ve DEVA partileri meselesi sanki bu Millet İttifakı’nın geleceğinde çok dikkat çekmiyor belki, ama bana göre önemli bir yer işgal ediyor. Yani hep biz HDP üzerinden konuşuyoruz ama, şunu biliyoruz: İYİ Parti ve CHP yan yana duruyor. Onda bir arıza çıkmıyor. HDP’yi ne yapacakları konusunda kafaları karışık olabilir; ama diğer potansiyel unsurların, Gelecek ve özellikle DEVA’nın, kısmen Saadet’in durumları da önemli aslında. 

Kemal Can: Elbette. Birkaç soru üst üste tartıştık ya seninle. Bir oturum yaptık. Ben yazı yazdım sonra. Bu Erdoğan karşıtlığı meselesi. Yaptığımız yayınlarda konuştuğumuzu hatırlıyorum. Bence DEVA ve Gelecek Partisi’nin ilk kuruldukları anlarda da… Yine tırnak içinde söylüyorum, bir “ihânet” cesareti göstererek başlayamamaları. Yani yolu nereden ve kimden ayırdıklarını ifade etmekten sakınarak. Yani şöyle bir strateji, demin konuştuğumuz gibi, muhalefetin, “Aman, aleyhimize kullanılacak bir koz vermeyelim” refleksinin, kuruluş sürecinde çok belirleyici olduğu ve şimdi yavaş yavaş, doğrudan kime ve ne için karşı olduklarını söylemeye başladılar. Biraz da mecburiyetten… Özellikle Davutoğlu doğrudan işin içine çekildiği ve onun tarafı olduğu bazı tartışmalar olduğu için mecbur kaldı. Ali Babacan da şimdi biraz başladı; ama bu çok geç başlamış bir şey. Yani tam olarak, şunun gibi bir parti davranışı, arkasına çok insan toplamıyor: “Ya, aslında biz AKP’nin içerisinde kalıp, mevcut AKP’de liyâkatli ve önemli insanlardık. Bizi biraz kenara ittiler. Biz yapsaydık daha iyi yapardık”. Şu anda hani tartışılıyor ya? “Erdoğan’ın etrafını kim sardı? AKP içerisinde rahatsızlar vs.” Yani “partiden çıkmış rahatsızlar” konumunda kaldılar. Bu netlikte bir fark koymayıp, yani kendin nereden ayrıldığını ve niçin ayrıldığını net koymayıp, farkını işaret etmediğin zaman, arkana çok fazla bir şey toplayamıyorsun. Ancak kendin kadar memnuniyetsizle devam etmek zorunda kalıyorsun. Şu anda onların yaşadığı kriz bence bu. Buna çok geç döndüler ve “Baştan çok ürkütmeyelim” tercihi, bence doğru bir efekt olmadı. Çünkü hatırla, AKP’nin Erbakan’dan kopuşu, Erdoğan’ın Erbakan’dan kopuşu, “Yenilikçiler hareketi, Ak saçlılar vs.” tartışmasında çok net bir kopuş… “Olmuyor, bununla yürümüyor, başka bir şey lâzım” çıkışının çok belirleyici olduğu ve onun arkasına insanların toplandığını görüyoruz.

Ruşen Çakır: Gömlek çıkartmışlardı, biliyorsun. “Millî Görüş gömleğini çıkarttık” diyordu.

Kemal Can: Evet. İşte CHP’den de bir sürü küçük küçük partiler çıktı. Hiçbirisi bir şey olmadı. Yani onları benzetmek için söylemiyorum. Aynı vasıfta partiler olduğu için değil. Ama partinin çizgisini… Şimdi Muharrem İnce de aynısı… Yani kendi partisine muhalefet ederek önemli bir siyasî aktör olmak mümkün değil. İktidara muhalefet etmek zorundasın. İktidarın da doğrudan odağındaki insana… Şimdi aynı şeyi, muhalefetin bütünü de yaşıyor. Bir şey daha söyleyip bitireyim. Şu 55-45, geçen de konuştuk ya? O denklem var ya?… Muhalefet 55-45. Bu 55-45, evet böyle oluşmaya başladı artık. Ama 55’in 55 olarak davranacağı ve 55 olarak bir şey yapacağına dâir ortada hâlâ bir program yok. Yani o 55, tamamen sanal bir 55. Gerçekten var olan, ama ne yapacağı belirsiz bir 55. Hatta Millet İttifakı’nın tek başına Cumhur İttifakı’nı yakalamasının da çok bir anlamı yok. Çünkü Millet İttifakı da hâlâ bir seçim işbirliği. Bunu kendileri de öyle söylüyorlar. İş şuna geldiğinde, “Hadi bakalım, iktidarı belirliyoruz… sandığa gidiliyor” dendiğinde, buradan seçmenin önüne başka bir resim çıkartmıyor. Bu aritmetik, evet iktidara çok büyük bir tepki olduğu için, muhalefetin… Mesela Amerika’da Trump nasıl yenildi? Trump, oylarını artırıyor olmasına rağmen yenildi… Muhalefeti, tam da bugün burada tartışılan temalarla suçlamasına rağmen, medyaya hakaret etmesine rağmen, “Bunlar Çinliler’le birlikte, bunlar teröristlerle birlikte, bunlar dine karşı, bunlar size karşı” gibi her şeyi söyleyerek. Bir arada bulunmasını, daha küçük marjinal kimlik gruplarını suçlu göstererek, siyah karşıtlığını kışkırtarak, sonunda Kongre’yi bastırarak… Bütün bunları yaptı. Yapmadı değil. Hep Amerika’da da bu tartışıldı. “Aman, acaba böyle radikallerle yan yana durmamak mı lâzım? Acaba daha ürkütmeden mi davranmak lâzım? Trump’ın popülizmiyle nasıl mücadele etmeli?” Sonunda kazanan şu oldu — ucu ucuna bir kazanç oldu ama: Sonuna kadar birlikte durabildiklerini gösterdikleri için, Trump oy artırmasına rağmen karşı taraftaki motivasyon daha yüksek olduğu için kazanabildiler. 

Ruşen Çakır: Şimdi bir şeyi vurgulamak istiyorum. Bugün gördün mü bilmiyorum. 32. Gün, bizim 99 seçimlerinden sonra Devlet Bahçeli ile yaptığımız yayını tekrar yayınlamış. Mehmet Ali Abi’nin yönettiği, ben, Ahmet Sever yan yana… Biz arkada duruyoruz. Önde Çiğdem Toker var. Enis Berberoğlu, Cüneyt Özdemir filan. O bayağı bir paylaşıldı hatta. Böyle şey gibiyiz. Ahmet’le yan yana… Acayip gençmişiz. Benim çok dandik bir kravatımla filan… Orada aklıma geldi. Devlet Bey’in o seçim başarısı, 99 seçimi biliyorsun… Şöyle bir husus var: Roj Girasun Diyarbakır’da izlemiş baştan sona. Ben orada Bahçeli’ye şeyi sormuşum. “Fazilet Partisi’yle de koalisyon yapmayı düşünür müsünüz?” diye. Şöyle cevap vermiş: “Onların dinlenmesi lâzım, onlar toplumda gerginlik yaratıyor”. Çünkü Refah Partisi yeni kapatılmıştı, biliyorsun. Şimdi bir not düşeceğim. Bugün HDP’nin kapatılmasındaki, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın üslûbu, zamanında Refah Partisi ve ardından Fazilet Partisi’ne yönelik üslûbuyla birebir aynı. Yani devlet refleksleri aynı. İktidarda da bugün Refah Partisi’nin devamı gibi bilinen bir iktidar var. Ama aynı üslûplarla Cumhuriyet Başsavcılığı gidiyor. Bir diğer husus tabii, beni daha çok ilgilendiren, Devlet Bey’in en son grup toplantısında Ahmet Şık hakkında söyledikleri. Biliyorsun, Ahmet Şık meselesi de bizim yaptığımız yayından mütevellit oldu. Onu özellikle vurgulamak istiyorum. Can’la da konuştuk onu geçen yayında, görmüşsündür. Hani yan yana durmak söz konusu olduğu zaman tabii ki yan yana duracağımız kişi Ahmet Şık. Hatta ben “Gomaşinen”in yarın çıkacak olan bölümünde, Ahmet-Nedim sürecini anlattım nihayet. Biraz zor oldu. Neden zor olduğunu tahmin edersin. Diğerinden dolayı, ama… Neyse. Onu özellikle vurgulamak istiyorum yani. Ahmet’in duruşu ve onun hedef gösterilmesi hususu… Sen de o konuda bir şeyler söylemek istersen…

Kemal Can: Evet. Hem bu kapatma davası hem Ahmet’e ilişkin Devlet Bahçeli’nin yaptığı açıklama, gruptaki konuşması filan… Geçen oturumda da söylediğim gibi, o siyasî bir ifade olarak kınama filan değil; aslında doğrudan suç teşkil eden bir konuşma. Bunu daha önce de yaptı. Buna benzer şeyleri… Ama artık bu meselenin, aslında bu paket biraz daha büyük. Yani Bahçeli’yi değil; Erdoğan’ı da dahil etmek isterim böyle bir şeye. Çünkü her zaman tek tek insanları, üstelik de yargı ve güvenlik bürokrasisini talimatla yönlendirerek, ama pek çok insanı da hedef haline getirecek biçimde dile getirildi — işaret etti, onları hedefe koydu. Yani mesela şu cümlenin hakikaten kime yöneldiğinden bağımsız olarak, “Devlet eğer cinayet işlemek istese, senin yerin Meclis değil; mezarlık olur” demek, bunun mümkün olabildiğini, mümkün olabileceğini ve aslında zihninde böyle somutlandığını ifade etmek anlamına gelir. Bu da sahiden sadece bir insanı hedefe koymak değildir. İçinde bulunulan pozisyon ve devletle ilişkili algıyı aslında gösteren bir şey. 

Ruşen Çakır: Bunu yapınca da adının “Devlet” olması ayrı bir husus olarak… Evet, bunu dile getiren de…

Kemal Can: Dolayısıyla bu, kendi başına çok sorunlu bir şey. Ama bu, toplam bir mesele yani bir yandan. Ahmet’e yöneldi ama… Bu, senelerdir kurumlar, insanlar, tek tek, bu bazen gazeteci, bazen Kılıçdaroğlu linçe uğrarken de, Akşener saldırıya uğrarken de… “Orada ne işin vardı? Bunu hak ettin ve bunlar iyi günlerin, daha neler göreceksin” denilen şeyin üzerine… Anladın mı? Sedat Peker’in şeyi vardı ya, “Korku iklimi lâzımdı ve kan banyosu lâfı buradan çıktı”nın… artık böyle birtakım karanlık insanlar ya da figüranlar eliyle değil; baş aktörler eliyle söylenmesi, gerçekten çok…

Ruşen Çakır: Süremiz doluyor; ama önemli bir not düşmek istiyorum. Hatırlarsın belki, ben İstanbul seçiminin tekrarlanmasından sonra bir yayında “iştigal” diyecekken dilim sürçtü ve bunun üzerinden bir kampanya yürüttüler. Ben “Türkiye nasıl işgal edilecek?” demişim. Aynı tarihlerde, Ahmet de galiba Ayşenur Arslan’ın yayınında bir şey söylemiş. İkimizi ayrı ayrı ve birlikte acayip bir linç kampanyasına tâbi tutmuşlardı. Hatırlıyorum o günleri. Acayipti. Böyle tamamen uyduruk bir şeydi ve yalandı yani. Yalan üzerine inşa edilmiş ve aynı anda Yeni Şafak, Sabah, Aydınlık, Ulusal Kanal vs. acayip bir şey yaptılar. Şimdi bu son Ahmet’le yaşadığımız olayda, çok daha somut bir şey var. Bir şeyler yapılmak istendi. O kadar zayıftı ki… yani şikâyet etmiyorum tabii ki. Ama bir önceki olayla kıyasladığımda, çok büyük bir düşüş var. Bu iyi bir şey. 

Kemal Can: İşte ben de onu diyorum. Eskiden figüranlarla yaratılan etki, şimdi en tepedeki kişilerle…

Ruşen Çakır: Evet, evet… Çok acayip bir şey var. Çok ilginç bir şey var. Yani trol mekanizmaları hâlâ var, şu var bu var, medyalar hâlâ var; ama bir tarafın artık mecâli kalmamış durumda. Bunu bir not olarak düşmek lâzım. Bunu özel olarak düşmek istiyorum. Çünkü özellikle sosyal medyada, bu olaylarla çok muhatap olmuş birisi olarak, trollerin bayağı bir seviye kaybettiğini görüyorum. Hem nicelik hem nitelik olarak… Hâlâ maaşlarını almaya devam ediyorlar diye tahmin ediyorum, ama ben olsam hepsini işten atarım. Yani bu kadar verimsiz…

Kemal Can: Ben de bir şey ekleyeyim. Bu tarafta böyle bir şey var. Yani artık zaten o linç kampanyalarına baktığında, maaşlı olduğunu anladığın cenahtan yürüdüğünü, onların dışında, kendiliğinden onların kışkırtmasına uyan çok az doğal katılımcı olduğunu görüyoruz. Ama buna karşılık, işin ters tarafında, yani bir ara Gezi zamanı filan yaşanana benzer bir başka sosyal medya hareketliliği ise, tam tersi bir cephede var. Muhalefette ise daha örgütlü kesimlerin çabaları dışında, tek tek insanların, küçük küçük… Yani çevre meselelerinden, özel bir mağduriyete; bazen doğrudan bir haksızlıktan, ekonomik sorunlara; hukuksuzluktan, eşitsiz ve adaletsiz düzene; kayırmacılıktan, eğitim sorunlarına kadar küçük küçük pek çok şeyi, aslında kendini ve daha önemlisi birlikte ifade etmeyi… Geçen hafta mesela #Hadi diye bir şey çıktı. Bu aslında siyasîleri de birlikte davranmaya çağırıyor. Biraz önce tartıştığımız şeyin, aşağıdan yukarıya doğru… Yani burada, iktidar tarafında yukarıdan aşağıya doğru bir hareket yaratmakta artık ne kadar zorlanıyorsa; bu tarafta da yukarıdan aşağıya bir hareket oluşmuyor, ama aşağıdan yukarıya doğru –bunu başka olaylarda da daha önce gördük– bir itme var. Ama bunlar hâlâ tam sonuç vermiş değil. Bu önemli bir fark. 

Ruşen Çakır: Burada artık bitirmemiz gerekiyor, ama bir anekdotla bitireyim. Ben geçen gün, Fatih Ürek’in ‘‘Hadi Hadi’’ şarkısını bir kere daha paylaştım. Bir kere paylaşmıştım, o meşhur FaceTime yayınından sonra.

Kemal Can: Hadi Özışık.

Ruşen Çakır: Evet. İkinci kez paylaştım, yine onun yaptığı, sözüm ona savunma videosundan hareketle. Meğer o gün de o #Hadi kampanyası olmuş. Denk geldi. Allah’ın işi diyelim. Burada noktayı koyalım. Haftaya, artık adını koymayı düşündüğümüz programda, herhalde yine buluşuruz diye tahmin ediyorum Kemal. İzleyicilerimize de teşekkür edelim. En uzun “Haftaya Bakış”lardan birisini yaptık. Şu anda bakıyorum kronometreye. Hadi bitirelim. Çünkü bir sonraki yayın devreye girecek. 

Kemal Can: Tamam. Bence bir dahakini stüdyoda beraber yaparız artık.

Ruşen Çakır: Tamam. İyi günler…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.