Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (75): Boğaziçi direnişinin zaferi, 15 Temmuz’un sönük geçen beşinci yıldönümü & TRT’ye Pelikan atamaları

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Ruşen Çakır: Merhaba. İyi günler. “Haftaya Bakış”ta karşınızdayız. Yine Kemal Can’la birlikte haftanın olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba. 

Kemal Can: Merhaba, Ruşen.

Ruşen Çakır: Tabii ki bu haftanın en önemli olayı Boğaziçi meselesi. Ama onu sonraya bırakalım diyorum. Çünkü önce, 15 Temmuz’un beşinci yılı… Aslında çarşamba günü biz bunu, “Adını Koyalım”da konuştuk. Ne demiştik? “Sanki öyle çok fazla bir coşku kalmadı” demiştik. Sen de bu konuda bayağı bir şeyler söylemiştin. Biz onu bir gün öncesinde yapmıştık. Şimdi, 15 Temmuz’un bir gün sonrasında… Bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan Ayasofya’da cumayı kılmış; her zaman öyle yapıyor ya, cami çıkışı gazetecilerin sorularını cevaplıyor. Daha doğrusu kendisi önce bir şeyler söylüyor, sonra sorular geliyor. Orada sordular 15 Temmuz’u. Ama belli ki, sordurulmuş soru. Çünkü Erdoğan’ın önünde notlar vardı. Oradan okudu. Yani böyle bir soru gelsin… İşte şeyi sordular; nasıl anmalar vs.? Erdoğan önündeki notlardan okudu. “Yurtiçi ve yurtdışında şu kadar proje gerçekleştirildi…” Şafak Vakti diye bir film var. Hani, sinemalarda o vizyona girdi, şurada bilmem ne müzesi açıldı, şu kadar iyi oldu, bu kadar iyi oldu, diye… Çoğundan haberdar olmadığımız, kimsenin de fazla ilgisini çekmeyen… işte, toplantılar yapılmış, sergiler açılmış filan… Tam bir protokole dönüşmüş. Ama dün mesela, yine ben köprüden de geçtim. Orada bir kalabalık filan vardı, ama böyle olağanüstü bir kalabalık filan yoktu. Bu, 15 Temmuz’un beşinci yılı bir de hani… Beşinci yılının olmasının da çok ciddi bir anlamı olması lâzım. Beşinci yıl, onuncu yıl ya da yirmi beşinci yıl gibi… Açıkçası çok iddialı şeyler bekledim. Yani organizasyon yok. Birçok şeyi yapmışlar belli ki. Ama tam böyle, “dostlar alışverişte görsün” olmuş anladığım kadarıyla. Valiler, kaymakamlar, şunlar bunlar…, herhalde bir şeyler yaptılar sağda solda. Ama, olay artık bir toplumsal olay olmaktan tam anlamıyla çıkmış gözüküyor. Yanılıyor muyum? Yani iktidarda çok fazla öyle, “Hadi millet, sokağa çıkalım, analım, şunu yapalım, FETÖ’yü lânetleyelim” filan gibi çok büyük bir gayretkeşlik de yok — ki ilk yıllarda vardı biliyorsun. İnsanlarda da yok. Sosyal medyada da yok. Böyle zamanlar biliyorsun genellikle tâcize, lince, şuna buna çok elverişli bahaneler olur. Öyle bir resmî tatil olarak yapıldı ve geçti. Erdoğan’a da bugün sorulan soru – ki sorulması istenen soruya, verdiği düz bir cevapla… O cevapta şey söylemeye çalıştı işte: “Tüm Türkiye’de, yurtdışında, şöyle etkili oldu…” İşte bir müze varmış Ankara’da, dijital vs.. “Muhakkak görmeniz gerekir” filan dedi, ama yok. Sen gördün mü bir şey? 

Kemal Can: Öncesindeki yayında da konuşmuştuk. Zaten birkaç senedir yok. Bu senenin özel olarak, senin dediğin gibi, beşinci yıl olma özelliği var. Ama hani beş yıldır böyle her yıl dozu artan ya da en azından azalmayan bir şey zaten izlemiyoruz. Dolayısıyla bu sene niye birdenbire artsın? Şimdi geçen de konuştuk, iki şey düşünüyorum. Birincisi; bunu yapma, kalabalıkları bu anlamda seferber etme becerisini kaybetmiş durumda. Bu pek çok alanda böyle… Yani işte bu metal yorgunluğu, teşkilattan memnuniyetsizlik, şimdi seçime hazırlık için teşkilata yeniden, “Gidin, birilerinin kalbini kazanın, evlere gidin,” filan denmesinin arkasında da bu var. Bir siyasî organizasyon olarak, özellikle AKP –MHP zaten hem buna çok yetenekli ve meraklı değildir, alan çalışmasına hem de zaten siyasete bir uzaklığı vardır geleneksel olarak–, ama AKP’de tam tersi bir süreç vardı. Yani Milli Görüş hareketi, tam da böyle alanı hareketlendirebilen, bir motivasyon üretebilen, seferberlik yaratabilen bir siyasî makine gibi işliyordu. Bunun pek çok alanda artık becerilemediğini görüyoruz. Yani hamâset üretmekte de, seçim motivasyonu üretmekte de –işte, İstanbul’un yenilenen seçiminde de gördük bunu– bu tür böyle, “yerli-milli” dalgalar üretmekte de çok büyük hareketlilikler yaratamıyor. Bu konuda, bir yeteneğini kaybetmiş durumda. İkincisi; kalabalıkların bu konuya ilgisi ve duyarlılığı zayıflamış durumda. Bir kısmı, aşırı kullanımdan, yani çok istismar edildiği için; bir kısmı, inandırıcılığı kalmadığı için bazı konularda; bir kısmı da tam olarak kendisini onun içerisinde görmediği için bu tür yapay seferberlik zorlamalarına katılmıyor ya da böyle resmî düzeyde bir katılımla idare etmek zorunda kalıyor. Şimdi işin bir tarafı bu. Yapamazlık tarafı… Ama çok istemiyor mu? Ondan da emin değilim. Yani, yine geçen gün konuştuk, 15 Temmuz meselesinin, bu işte “Allah’ın lütfu…” Niye Allah’ın lütfu? Türkiye’nin sivilleşmesi, demokratikleşmesi, hani bir darbe girişimine karşı direnç göstermiş halk iddiası üzerinden, neden bir demokratikleşme, sivilleşme ya da en azından lafzî düzeyde bile olsa, böyle bir motivasyona çevrilmedi? Çünkü zaten bunu istemediler. Şimdi bir yapamazlık var, yani halka mal etme anlamında bunu becerememe var; bir de zaten bunu çok istememe var. Aslında 15 Temmuz’u, işte halka karşı, demokrasiye karşı… falan filan, ama asıl olarak “iktidara karşı” olarak kodladılar. Yani tıpkı diğer bütün meseleler gibi, 15 Temmuz’u bu iktidar, “Allah’ın lütfu” olarak tarif ettiğinde, kendisine karşı yapılmış bir mesele olarak kodladı. Burada da aslında halkın buna gösterdiği direnci –ki gerçekten insanlar öldü– direnci de halkın kendiliğinden, kendi iradesine sahip çıkma direnci değil; iktidara sahip çıkma motivasyonuna çevirmek istedi. Şimdi bu yüzden, 15 Temmuz’u halka mal etmeye dâir bir şey hiç yapılmıyor aslında. 

Ruşen Çakır: Ama şöyle bir husus var Kemal, biliyorsun: Her halükârda, bu FETÖ’yle mücadele, şu bu, iktidarın ideolojik-politik dağarcığındaki ender hususlardan birisi. Başı sıkıştığında başkasını FETÖ’cülükle suçlamak… Yani sonuçta bunu da yapamıyor, bunu da kullanamıyor; meselesini gündeme getirecek –ki böyle– geriye pek de bir şey kalmıyor. Yani neyi söylüyor? Mesela şimdi ne dedi Fethullahçılık konusunda? “Kimsenin dini istismar etmesine izin vermeyeceğiz” gibi acayip bir yere geldi aslında olay. Bence olayın şöyle bir boyutu da var: Aslında iki tane İslâmî iddialı yapının –çok daha fazla var; ama esas olarak, yani merkezî–  kıran kırana bir savaşı oldu. 

Kemal Can: Aslında orada kastettiği, başkasının istismar etmesine izin vermeyecek. 

Ruşen Çakır: Evet, tabii ki. Yani “Benden başkasına izin vermem,” diyor. O ayrı… Yarın yapmayı düşündüğüm bir yayın için biraz eski yazıp söylediklerime baktım. Şöyle bir şey söylemişim: Bu, sonuçta Türkiye’de bir bütün olarak, yıllar sonra dönüp bakıldığında, detayların çoğunu hatırlamayacağız, ama iki tane dinî yapının birbiriyle kıran kırana savaştığını hatırlayacağız. Şimdi de öyle oluyor zaten. 5 yılda da öyle oluyor. Teferruat, isimler, şunlar bunlar kalmıyor ortada. Birkaç sembol isim dışında… Ama bir çatışma ve bunun faturası aslında genel olarak, muhafazakâr camiaya çıkıyor. Bence o fatura çıkmaya başladı artık. Yani bunun bu kadar fazla telaffuzu, aslında o faturayla yüzleşmeyi gerektiriyor. O günkü yayında da söylediğimi hatırlıyorum: İslâmî hareketin Türkiye’deki en büyük iddiası nedir? “Laik düzenin dindarlara yaptığı zulüm…” Öyle değil mi? En büyük anlatı budur. Şimdi, şu son 5 yılda ya da biraz daha geriye al, darbenin biraz öncesinden itibaren al, AKP iktidarıyla Fethullahçılar arasında, birbirlerine verdikleri zarar, iddia ediyorum, tek parti dönemindeki CHP iktidarının dindarlara ya da cemaatlere verdiği zarardan kat kat fazla. Bütün bir anlatıyı aslında çökerttiler. Hep birlikte… Bu aslında acı bir gerçek. Kendilerinin önündeki acı bir gerçek. Sonuçta bu oyuncak, bu silah artık, kullanıldığı zaman kendisini vurduğunu da gayriihtiyarî bence hissediyorlar. Böyle bir boyutu olduğunu düşünüyorum. Yani bunu bilerek yapmıyor anlamında demiyorum, ama sonuç olarak bu bir “denize dökülen gâvur” vs. gibi bir anlatı değil ki. Sonuçta kime yapıyorsun? İnsanlar gözünün önüne geliyor işte. Aynı mahallede, aynı imam-hatipte, aynı camide namaz kıldığın adamlar, kadınlar… Fethullahçı olduğu için şu oldu, bu oldu. Hâlâ tam olarak insanların buna –ne denir ona? – ikna olabilmiş olduğundan emin değilim yani. Hâlâ orada çok ciddi bir şey var, boşluk var bence.

Kemal Can: Yine geçen günkü yayında da konuştuk. Evet, öyle bir inandırıcılık sorunu var. Çünkü bu insanlar, yani muhafazakâr câmia, dindar muhafazakârlar filan, uzunca bir süre bu birlikte olma hâlini bütün hayatlarında deneyimlediler. Yani birilerinden duydukları bir şey değil. Hani şimdi laik muhalefet, “Siz zaten beraberdiniz, Cemaat’le yan yanaydınız” filan hikâyesi anlatıyor; ama bu böyle bir anlatı değil ki muhafazakâr camia için. Muhafazakârlar bunu zaten yaşayarak gördüler. Yani o iç içeliği, bizzat içinden gördüler. Bu anlamda bir inandırıcılık kaybı var. Ama bir başka mesele daha var. Şimdi bu, “Allah’ın lütfu” açısından bakıldığında, şöyle düşünüldü, herkes böyle baktı, hatta iktidar da böyle olacağını varsaydı aslında: Bu, kendisini milli iradenin yerine koymanın, yani “Bana karşı yapılmış şey, aslında size karşı yapılmıştır” diyerek, bütün tabanı motive etme açısından bir imkândı. Ama bu imkânı kullanış biçimi tam tersi bir sonuç doğurdu. Çünkü şu gün, pek çok diğer alanda olduğu gibi bu alanda da, aslında iktidarın, milli irade ile hemhal oluşu, onun bir parçası oluşu değil; onu araçsal bir şey olarak gördüğünü sürekli hatırlatan bir tutum içerisinde. Yani milli iradenin ya da halkın önüne, kendisini savunma görevini yüklüyor. Davayı onların önüne koyuyor. Yani şimdiye kadar temel anlatı neydi? Hatta popülizmin, sadece muhafazakâr İslâmcı anlatının değil, genel olarak popülizmin dili ne? Büyük kalabalıklara diyor ki: “Ben sizi temsil ettiğim için birileri bana düşman.” Ama bu, şu andaki basit, gündelik pratikler… Bu tür meseleleri, yani kendisinin savunulması önceliğini her şeyin önüne koyması, bu şeyi kırdı. Yani hem inandırıcılık sorunu var, hem de aslında şunu gayet net bir şekilde insanlar hissediyor: “Bizi savunmakla filan ilgili bir şey değil, bizi sadece arkasında istiyor.” Yani: “Bize ihtiyacı, sadece araçsal bir ihtiyaç; yoksa bizim meselelerimizle bir ilgisi yok.” Çünkü birtakım sembolik çıkışlarla, onların önemsediklerinin temsilcisi gibi davranıyor. Ama onların başı sıkıştığında, bir zora düştüklerinde; mesela ekonomik krizde, mesela başka bir şeyde hiç de öyle davranmıyor. Hiç de onların meselesi onun meselesiymiş gibi davranmıyor. İnsanlar onu gayet net görmeye başladığında, bu kırılma yaşandı. Yani bu iktidarın yaşadığı kırılma, çözülme meseleleri konuşuluyor hep. O tepede olanların üzerine daha çok konuşuyoruz. Gündelik hayatta kulisler oradan akıyor; ama aslında en büyük çatlama, iktidarla onu destekleyen taban arasında. İlginç biçimde de 15 Temmuz, aslında bunu yapıştıran, kuvvetlendiren bir şey değil; tam tersi zayıflatan bir şey oldu. İktidarın, aslında kendisini destekleyen kalabalıkları son derece araçsal kullandığının bir göstergesi olarak kodlandı. Onu öyle kullandı. “Allah’ın lütfu”nu, o kalabalıkların birtakım ihtiyaçlarıyla ilişkilendirmeyip, sadece kendi savunmasıyla ilişkilendirdi. Geçen gün konuştuğumuz gibi… Yani cezalandırma süreci bile öyle yaşanıyor. Cemaat’in kalabalıklara, başkalarına yaptıkları değil; iktidara yaptıkları üzerinden yürüyor bütün mücadele. 

Ruşen Çakır: İlk bir-iki sene belki insanlarda gerçekten bir motivasyon, coşku vs. vardı ama…Toplumun belli kesimleri, hepsi değil tabii. Senin dediğin gibi, bunun aslında bir… hani deniyor ya? “Darbe girişimi tiyatro mu değil mi?” Darbe girişimi bence tiyatro değil, ama darbe girişiminin yıldönümleri bir tiyatroya, mizansene döndü. Ayrıca ona karşı insanların çok da bilinçli olmasa bile, mesafe koymaları… ve bunu da bu beşinci yılında gördük. Herhalde onuncu yılında çok da fazla üzerinde konuşulacak bir şey olmayacak. 

Boğaziçi’ne geçelim Kemal. Meğer neymiş? YÖK rahatsızmış Melih Bulu’dan. Gitmiş, saraya çıkmış. Demiş ki: “Alın bunu, bu adam beceremiyor,” demiş filan. Böyle anlatılar başladı. Zaten daha bu haberler çıkmadan… Yani kulis haber, değil mi? En sevdiğimiz, kulis haberler… 

Kemal Can: Evet, duyumlar…

Ruşen Çakır: Çıkmadan önce şöyle şeyler de vardı: “İyi güzel diyorsunuz da, ne olacak? Daha kötüsü gelecek, daha beteri gelecek.” Ama bunun ilk versiyonu neydi? “İyi güzel direniyorlar, ama Tayyip Erdoğan almaz” diyorlardı. Uzun bir süre böyle geçti, değil mi? 6 ay… İşte “Çocuklar iyi, hocalar iyi; ama bu sürmez, sürdüremezler, sürse de ne olacak?” Melih Bulu’nun söylediği, “6 ay içerisinde zaten bu olay unutulur, gider”in, bir başka sivil ve sözüm ona muhalif versiyonu vardı. Şimdi ardından şey başladı; “Ya, böyle diyoruz ama, bilmem ne… Aslında Melih Bulu şuydu, buydu” gibi… Pekâlâ olabilir. Daha serti gelebilir. Yine dışarıdan birisini atamak isteyebilirler ve daha acımasız şekillerde müdahalede de bulunabilirler. Ama ısrarla şunun altını çizmek gerekiyor: Melih Bulu’nun oradan bir geceyarısı kararnamesiyle görevden alınması, açık, net, bâriz bir zafer. Öyle değil mi? Yani o Erdoğan anlatısı… Şeyleri hatırla mesela: Zamanında tren kazaları olduğunda, Devlet Demiryolları Genel Müdürü’ne sahip çıkışını vs.. Kimseyi kurban vermeyen bir Erdoğan… En büyük özelliği de bu olarak biliniyordu. En son, Ticaret Bakanı’nı görevden aldı, ama hemen arkasından ona sahip çıktı bir şekilde, övdü vs.. Bu bence çok bâriz bir şeydi. Yani “direnişin kazancı”. Parantez açıp şunu da söyleyeyim: Biliyorsun, bugün de Ömer Faruk Gergerlioğlu tekrar başladı milletvekilliğine. Buna da şöyle diyenler var: “Zaten Erdoğan Diyarbakır’a da gitmişti” vs. Yani insanlar şunu neden kabul etmek istemiyorlar anlamıyorum. Birileri, bir şeylerin mücadelesini verip bir şey elde edebilir. Edemez mi? Ardından daha kötüsü, mesela, Ömer Faruk Gergerlioğlu’na ya da bir başkasına yine kötülük etmek isteyebilir iktidar ya da başkaları. Ama burada görünen bir şey var. Ömer Faruk Gergerlioğlu, sesini çıkarmayıp, boynu eğik bir şekilde gitseydi, bunlar olmayacaktı belki, ya da Boğaziçi öğrencileri, öğretim üyeleri ve mezunlar, ısrarla bu direnişi sürdürmeseydi, YÖK gidip de şikâyet etmeyecekti. Doğru olduğunu sanmıyorum, ama diyelim ki böyle… 

Kemal Can: Zaten bu önermenin şöyle bir tuhaflığı var. Diyelim ki daha beterini yapmak için aldı; diyelim ki Melih Bulu’yu istediği sertlikte bulmadığı için görevden aldı, daha beterini getirecek. Böyle varsayalım. Ama bu da mücadelenin bir sonucu. Yani, Melih Bulu niçin yetersiz? Çünkü karşısında bir direniş oldu ve o direniş bir şey gösterdi. İktidar, bundan geri adım atsın veya sertleşmek ihtiyacı duysun. Her durumda o direnişin bir sonuç ürettiğini görmüş oluyoruz. Bu aslında geçenlerde toplumsal muhalefet, siyasal muhalefet meselelerini konuştuğumuzdaki gibi, aynı şey. Bu kulisler, duyumlar üzerinden ve sürekli değişecek olan siyasî zemini iktidarın ne yapacağı üzerine okuma meselesinden kaynaklanıyor. Yani sürekli şöyle okunuyor her şey: Acaba bu durumda iktidar ne yapacak? Hatta daha da daraltıp, “Erdoğan ne yapacak? Erdoğan ne yapmak istiyor? Erdoğan bu durumdan kazançlı mı çıkar? Ne yapar, ne yapmaz?” Daha önce çeşitli oturumlarda defalarca tartıştığımız gibi, “Muhalefet işe girerse bunu kullanır”. Yine söyleyeceğim sana: “Konsolidasyon olur maazallah”, yok “Sokağa çekmek istiyor, onu yapmak istiyor, geri çekiliyor gibi gösterip gündem değiştiriyor, daha beterini yapmak için hazırlanıyor”. Sürekli okunmaya çalışılan şey: Erdoğan ne yapacak? 

Ruşen Çakır: Bir dakika, sözünü keseceğim. Burada şöyle bir şey var: “Erdoğan ne yapacak?” var, ama bir de, “Zaten bunu Erdoğan yaptı,” var. Yani, Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun milletvekilliği mi iade edildi? Zaten Erdoğan karar verdi… Melih Bulu böyle mi oldu? Zaten Erdoğan… Yani burada Erdoğan’ın mecbur kalması da değil. Buradaki bence en önemli fark bu. Bir direniş oluyor ve Erdoğan mecburen Melih Bulu’yu görevden almak zorunda kalıyor. Burada Erdoğan’ın mecbur ve çaresin kalması değil; irade olarak bunu yapıyor olması. Dün ben yayında şeyi söylemeye çalıştım: Türkiye’de Erdoğan dışında herhangi bir özne olabileceğini –Boğaziçililer, Ömer Faruk Gergerlioğlu, HDP, CHP, Meral Akşener… her neyse– olabileceğini asla kabul etmeyen ve bunu da muhalefet adına yaptığını söyleyen insanlar var. Öncelikle şunu diyorlar: “Bu yapıldıysa, Erdoğan bunu böyle istediği için olmuştur” ve ondan sonra –sözünü kestiğim yerde– şimdi de yine: “Bakalım Erdoğan ne yapacak?” Şimdi diyelim ki Erdoğan daha beter birini atayacak. Halbuki bakılması gereken; “Erdoğan daha beter birini atayacaksa, Boğaziçililer bunun üzerine ne yapacak?” olması lâzım. Ama insanlar hep iktidara bakıyorlar maalesef. 

Kemal Can: Ama bu bir durumu algılama problemi. Yani, her şeye böyle bakıyorlar üstelik. Merkez Bankası Başkanı ya da Berat Albayrak’ın istifasının kabulü ya da Soylu’nun istifasının kabul edilmemesi… İşte, bazen hem bu çaresiz, kuşatılmış, Bahçeli esir almış; hem de Bahçeli’yi yine o bırakacak. Hani, o kadar çaresiz ve eli kolu bağlı adam, birdenbire her şeyi değiştirmeye de aslında muktedir. Yani aslında bu kendi içinde de tutarsızlıklar içeren bir bakış yöntemi. Tabii şöyle bir kolaylığı var: Her şeyi böyle açıklayabiliyorsun. Çünkü, öyle yaptığında, “Öyle istemiş” diyorsun; sonra öbür türlü yaptığında, “Şimdi de öyle istedi” diyorsun. Dolayısıyla onun istediği üzerine kimse bir kanıt kuramayacağı için, her durumda haklı çıkabilirsin. Ama bu basit çözümleme yöntemi, aslında bir başka kirlenme ve zehirlenmeyle ilgili. İşte bu toplumsal muhalefet, siyasal muhalefet meselesi, oradaki ezberler, oradaki ezberleri kontrol etme gücü… Erdoğan’a bu şeyi sağlayan, yani ona yüksek bir siyasî beceri atfedilmesine neden olan şey de aslında, onun dışındaki aktörlerin bunu kabul etmeye çok teşne olması. Aslında problem bu. Yorumlarken de böyle oluyor, ona göre hareket eden diğer aktörlerin hepsi de öyle davranıyor. Bu mesela Gezi olayında da böyle yaşandı, ekonomi meselesinde de böyle yaşanıyor, dış politika sorunlarında da böyle yaşanıyor, iktidarın kendi iç çatışmalarında da böyle yaşanıyor. Ama böyle yürümüyor aslında. Üstelik Türkiye gibi dev bir ülkede, muhalefeti, çeşitli dinamikleri çok canlı ve etkili ve aslında Erdoğan dahil bütün aktörler, bu temel değişimleri ve buradaki potansiyele bakarak pozisyon almak zorundayken, tek bir merkeze, her şeyi ona bindirilen bir çözümleme yöntemiyle okumaya çalışıyor herkes. Bu, böyle bir zehirlenme yaratıyor. Bunun dışına çıkamayan, bunun dışında düşünemeyen, bunun dışındakini göremeyen bir tablo ortaya çıkıyor. Gezi zamanını da hatırla… Sonuçta, oraya Topçu Kışlası yapılmadı. Ama hâlâ, “Gezi ne işe yaradı?” filan diye konuşabilen, “ilk üç günü iyiydi, üç günden sonra bozuldu, sonrası böyle oldu” filan diye şeyler… Bir de çok ayıp bulduğum bir şey var. Şimdi mesela, Boğaziçi işinde de, kadın meselesinde de, başka meselelerde de önümüze geliyor. Burada, alınmış sonucu kabul edenler açısından da bir tuhaflık oluyor bazen. Birilerini bu alınmış sonuçtan temizleme, onları değersizleştirme hamlesi yapılıyor. İşte o Gezi’deki “İlk üç gün iyiydi, ama sonrakiler kötüydü” gibi. Yani, birilerinin “Birileri olmasaydı zaten bu sonuç alınırdı… her şeyi siyasîleştirmemek gerekir… Siyasî olmayan bir alana çekildiğinde işler daha kolay çözülür…” demesi. Hatta hatırlıyorsan, Boğaziçi direnişi başladığında birileri, “Melih Bulu’ya çekilecek alan bırakmak lâzım, çok da üstüne varmamalı” filan diye lâflar ettiler. Birtakım muhafazakâr muhalif çevreler… Bunları son derece ayıp buluyorum. Mesela bu, Taksim, 1 Mayıs meselesinde çok önümüze gelir. Senelerce oraya gidip sopa yiyen, küçük küçük grupçuklar filan var. Sürekli onları hakir gören, aşağılayan; ama onlar olmasa Taksim sanki açılacakmış, onlar işi bozdukları için, iktidara manipülatif ya da kullanılan fırsatlar verdiği için bu olmuyormuş gibi değerlendiren birtakım yorumlar yapılıyor. Boğaziçi’nde de hatırla; CHP’nin sözcüsü çıkıp, yok “Gökkuşağı bayrağı”, yok bilmem ne için neredeyse özür diledi yani. Neredeyse suçladı. Hatta Kılıçdaroğlu çıktı, “Velileri, çocukları çağırın” filan dedi. Şimdi nasıl yapacağız bunu? “O çocuklar onları yapmasalardı ya da o dayak yiyen çocuklar suçlu da, dayak yemeyen iyi çocuklar sonuç aldı…” Öğretim üyelerinin yönetime “faşist” diyenleri kötü de, “liyâkatsiz” diyenleri iyi filan… Bunlar son derece…, sadece yanlış değil, sadece ayıp değil, bu yanlış çözümlemenin ürünleri. Politik kararlar, politik müdahaleler politik cevaplarla değiştirilir. Değiştirilmesinin becerilebilmesi tamamen başka dinamiklere bağlı olabilir; ama verilen cevabın politik olması gerekir. Bu kadar açık bir şey bu. Politik olanın ne olacağı, onun yöntem tartışmaları, en doğru karşılık verme biçiminin ne olacağı filan, ayrı bir tartışma konusu. Ama “Her türlü meseleyi politikanın dışına çıkartırsak daha kolay çözeriz, aramızda bunu daha kolay hallederiz… bunu sokaklardan, toplumdan uzakta, daha kolay hallederiz” yaklaşımı doğru değil. Bunu defalarca konuştuk; geçen sefer kadın meselesinde konuştuk, İstanbul Sözleşmesi olayında konuştuk, Boğaziçi’nde konuştuk. Sonuçlar başka türlü oluyor, yine konuşuyoruz. 

Ruşen Çakır: Burada şöyle bir şey var: Hem kadın hareketi meselesinde hem Boğaziçi’nde birbirinden farklı eğilimler var. Birbirinden farklı, aslında yer yer çatışan, kimisi daha politize, kimisi daha az politize, kimisi olayı dar bir alanda tutmak istiyor, kimisi geniş alanda. Ama baktığımız zaman, bu hareketler kendi içlerinde tartışa tartışa, belki çatışa çatışa bir direnişi örgütleyebiliyorlar sonuçta. Bütün bu çelişkilerin hepsi var. Mesela ben, Boğaziçi’ndeki hocaları da biliyorum, mezunları, öğrencileri de az buçuk görüyoruz. Yani normal şartlarda, pekâlâ birçok konuda yan yana duramayacak insanlar. Bir kere öğrenci ve hoca ilişkisi… Düşünsene, başlı başına iki ayrı dünya aslında. Ama bunlar kendilerine bir ortak hareket zemini bulabildiler. Bütün çelişkileriyle buldular ve başarıya ulaştılar. Kolay olmadığına eminim. Sorduğun zaman, tek tek hocalarla ya da öğrencilerle konuştuğun zaman, anlatacakları ne öyküler vardır. Öyle değil mi? Direniş sırasında içeride yaşananlar, gözaltında… Ama dışarıdan baktığın zaman, bu hareketin ve mücadelenin kendisi, ortak dili oluşturabiliyor. Burada sorun büyük ölçüde, dışarıdan ahkâm kesmekte oluyor. Anlatabiliyor muyum? “Buraya şunu yapsanız daha doğru” gibi. İşte, CHP örneğini veriyorsun, başka örnekler var ve aslında baktığın zaman örneklerin çoğu, iktidarın direnişi itibarsızlaştırmak için kullanmaya çalıştığı argümanlarla aynı. 

Kemal Can: Hatta onu artıran, onu büyüten şeyler yani.

Ruşen Çakır: Evet. Halbuki insanlar şunu becerebilse, –ki o başlı başına bir şey olacak–, birçok harekette bu söz konusu… İşçi direnişinde de başka bir şeyde de… Yani tamam, uzaktan bakıp destekse desteğini verip, ondan sonra onların kendi çelişkilerini, çatışmalarını yaşayıp o hareketi sürdürebilmelerine izin vermek bile aslında başlı başına bir şey. Ama kalkıp dışarıdan konuşulan, yapılan değerlendirmeler… Mesela ilk günden, insanlar daha doğru dürüst sevinemeden… Boğaziçili gençleri, hocaları düşünsene. Adam gitmiş yani. Bu kadar basit. Neydi slogan? “Kayyum rektör istifa”, “istemiyoruz”.’ Kayyum rektör gitti. Önce bir şunun tadını çıkartsınlar, değil mi? Hemen, “Gitti, ama bakalım neden gitti? Şu mu oldu, bu mu oldu? Öyle diyorsunuz ama…” Bir de şey var ya: “Öyle diyorsunuz, ama şu da var… O da bir şey mi?” filan diyerek…, insanlarda bir garip… Neydi o lâf ? “Öğrenilmiş çaresizlik” mi? Öyle bir lâf var hani, insanlara atfedilen. Halbuki burada çaresiz olan, toplumun kendisi değil aslında. Çaresiz olan iktidarın kendisi. Yani burada meseleyi garip bir yerde, kendi kendine kilitliyor. 

Boğaziçi konusunda söyleyeceğin başka şeyler yoksa şu TRT olayına bir bakalım Kemal. Ne dersin? Bağlantıda bir sorun var galiba. TRT’deki bu “Pelikan” atamalarını konuşacağız, ama bu arada Kemal’in Boğaziçi ile ilgili söyleyecekleri olacaktır. Bağlantıda bir sorun oldu. 

Kemal Can: Bağlantı bir koptu, evet.

Ruşen Çakır: Şunu diyordum: “Öğrenilmiş çaresizlik” diye bir lâf var. Değil mi? Aslında diyorum, toplum değil çaresiz olan; iktidar çaresiz. Ama iktidarın çaresizliğini görmeye görmeye, gönüllü bir şekilde kendini çaresizliğe atan insanlar var.  Ama Boğaziçi örneği…

Kemal Can: İktidarın becerebildiği şey; kendi çaresizliğini kendisiyle beraber aynı oyun alanını paylaşanlara bulaştırabilmesi ve kabul ettirebilmesi. Hani hep söyleniyor ya? Kuralları o koyuyor, oyunu o kuruyor. İyi de, kuralları o üstün becerisiyle koymuyor. Diğer herkes onun oyununu kabul ettiği için oyunu o kuruyor. Evet, iktidarın birtakım güçleri, avantajları, kontrol imkânları var; ama bütün hayat ondan ibaret değil. Ama eğer, o kendi çaresizliğini ve o kendi küçük, dar oyun alanını size de kabul ettirirse… “Aman oraya girmeyelim! Aman buraya dokunmayalım! onun dışına çıkmayalım… oralar tehlikeli, sokaklar riskli… öyle derler, bize böyle derler” filan… Ne oluyor? O zaman oyunu o kuruyor. Aslında, oyunu o kuruyor değil; onun kurduğu oyunu siz kabul ediyorsunuz oluyor.  Yani bu, kademe kademe, önce siyasî aktörlerin, siyasî aktörlerden taşarak onların çevresinde öbeklenmiş yorum gruplarına, kanaat gruplarına, kanaat insanlarına, oradan da yavaş yavaş topluma… Bazı toplumsal dinamikler, kendi güçlerine güvenerek, kendi taleplerinin gücünün etkisiyle bunun dışında davranıyorlar ya da konjonktür, koşullar öyle bir dinamik yaratıyor. Mesela dağların, ağaçların, ormanın, köyüne su getiren derenin imha edilmesinin bir yaşam sorunu olduğunu artık hisseden köylü çıkıyor, bir direnişe başlıyor. Burada, “Hangi doğru hamleyi yapmak gerekir filan ya da bundan sonuç alınır mı?” değil. Bunun gerekli olduğuna inanarak bir şey yapıyor. İşte, kadınları geçenlerde konuştuk. Onlar çok kuvvetli biçimde, “İtaat etmiyoruz, vazgeçmiyoruz, kabul etmiyoruz” diyorlar. O kabul etmemenin, itaat etmemenin içerisinde, tıpkı senin az önce Boğaziçi’nde söylediğin gibi, birbiriyle çok uyuşmayacak dünya kadar şey var. Onların içinden birilerini ayıklayıp, “İtaat etmiyoruz, ama bunları edebiliriz” filan diye, kimse onları dışarı çıkartmaya çalışmıyor. Güçleri de oradan geliyor zaten. Yani “Halay çekenler dışarı çıksın” demiyor kimse, ya da “Bayraklılar dışarı çıksın” demiyor. Gökkuşağı bayrağını polis topluyor. Kadınlar birbirlerinin elinden almaya çalışmıyorlar. Aynı şekilde Boğaziçi’nde… Boğaziçi’nin dışındaki birtakım aktörlerin, “Oraya kim karışıyor? Acaba provokatörler mi var? Boğaziçi’nin içine sızmış birileri mi var?” Bunlar, Boğaziçi’ndeki iç tartışmalarda, dışarıda konuşulduğu kadar konuşulmuyor. Onlar, ortak meseleleri üzerinde birlikte yürüme konusunda daha fazla enerji harcıyorlar. Onların içerisinden birilerini ayıklamaya kalkmak, senin dediğin gibi, hariçten gazel okuyanların işi oluyor. Başka bir meselede, yine böyle davranılıyor. Ama şu açık: Toplumsal itirazlar politikleştikçe, politik alanı etkilemeye başladıkça, politik sonuçlar doğurur. Bu politik sonuçlar, Boğaziçi örneğinde gördüğümüz gibi, bazen iktidarları daha da sertleştirmeye itebilir. Daha da beter bir şey yapılmasına neden olabilir. Ama bu, etkisinin gücündendir. Onun etkisinde olmasından değildir. Çünkü Melih Bulu’ya itiraz olmasaydı, Melih Bulu yine de yetersiz bulunacak, daha sonra belki Erdoğan tarafından görevden alınıp yerine başka biri getirilecek biri olabilirdi. Ama çok açık biçimde, eğer kabul görseydi, mesela dediği gibi 6 ay içerisinde bu iş çözümlenseydi, büyük ihtimalle görevden alınmayacaktı. Biz 6 ay içerisinde şunu gördük: Bu direniş bu sonucu üretti. Bu sonucun devamında neyin geleceği ayrı bir tartışma. Ama devamında gelecek olan şey, yine direnişin haklılığını gösterir. Direnişin boş olduğunu göstermez. Zaten şu anda Boğaziçi’nde bu vekil atanan rektörün asil rektör olma ihtimaline karşı da, bütün öğretim üyeleri suç duyurusu hazırlığında bulunuyorlar. Üniversiteye verilen zararın sorumlusu olarak, hiç de onu kabul etmek, “O da Boğaziçi’ndenmiş madem, liyâkatine uygun birini kabul edelim, yine Cumhurbaşkanı atasın, ama bir uzlaşma zemini bulalım” şeklinde bir değerlendirmeye yakın olmadıkları görülüyor. Ayrıca bu siyasî direnç meselesini, “teknik, liyâkat”… bu ekonomide de böyle… Yani sürekli aynı şeyi yapıyorlar. İşte, “Babacan ekonomiyi idare etti, yaşanan ekonomik krize de bu kadar muhalefet ediyor. Niye kitlelerden destek almıyor?” Çünkü, aslında neye itiraz ettiğini söylemiyor. Diyor ki: “Liyâkatsizler yaptığı için oluyor bütün bunlar”. Çünkü özeleştiri meselesi öyle bir şey değil. Dolayısıyla bu böyle akademik özerklik, mesele akademik, mesele hukuki, mesele liyâkatle ilgili filan değil. Bu meselelerin hepsi politik. Tıpkı “Kadın cinayetleri politiktir” dediği için kadın hareketi haklı ve güçlü bir şey söylüyor. Yok bu işte, ‘‘kadınlarımız çiçektir, onlara iyi bakalım” filan gibi bir şeyle kurgulanmadığı için… Onun politik bir şey olduğu, taleplerinin de politik olduğunu bağırdıkları için kuvvetliler. Boğaziçi Üniversitesi direnişi, “Melih Bulu yeterince liyâkatli değil, çalıntı gibi işler de var… üstelik üniversitenin dışından…” Bunu daha önce tartıştı ve bundan sonuç alamadı Boğaziçi. Daha önce zaten o günahı işledi Boğaziçi ve o özeleştiriyi de yapıyorlar şimdi. Daha önce atamaya “he” dedik ve zaten iş buradan gitti. Aslında diğer üniversitelerin de öğreneceği bir şey var bu anlamda. 

Ruşen Çakır: Kulislere göre yine dışarıdan birisinin atanacağı söyleniyor, ama artık kimin atanacağından ziyade, yeni uygulamaya karşı Boğaziçililer’in ne yapacağını merak etmek lâzım. Yoksa, “Kim gelecek” değil; iktidarın hamlesine karşı Boğaziçi’nin direnişi nasıl sürdürüp, sürdürmeyeceği… Nasıl sürdüreceğine bakmak lâzım. 

Son olarak, şu TRT’den biraz bahsedelim. Pelikancılar’ı yerleştirerek tabanda bir konsolidasyon sağlamaya çalışmış. Yani ilginç bir şey. Daha önce SETA’yı konuştuk, biliyorsun. SETA’da bir grup gitti, başka bir grup kaldı. Baktığımız zaman, giden gruptan kişileri şimdi TRT’ye aldı. Böyle ilginç bir durum var. Bunların üzerinden aslında, az buçuk isimleri de bildiğim için… Şöyle bakıyorum, insanlar büyük analizler filan yapıyorlar. “Orada şunu yapıyor, burada bunu yapmak istiyor” vs.. Aslında bence böyle bir şey değil. Yani zaten insan malzemesi sınırlı, büyük ölçüde tükenmiş ve birilerini de değiştirmek durumunda… Mesela TRT Genel Müdürü yıllardır yapıyor. Önce Genel Müdür Yardımcısı’ydı, sonra Genel Müdür oldu. Adı mesela, İbrahim Eren’di değil mi? Hiç duyduk mu? Fotoğrafını görsen tanır mısın? TRT gibi bir kurumun Genel Müdürü’nü bilmiyoruz, bilmedik. Şimdi geleni de… Ben bir şekilde tanıdığım için biliyorum yeni geleni. O kadar ama yani. Artık buraların hepsi fonksiyonsuz yerler oldu ve “giden iyiydi ya da kötüydü; gelen ondan daha kötü ya da daha iyi” olayı olmaktan çıkmış durumda. Tabii ki orada birtakım isimler, çok öne çıkan isimler var. Başta Hilal Kaplan olmak üzere… Pelikan vs. bağlantısı… Bu arada Vedat Bilgin’in oğlu da girmiş. Biliyorsun. 

Kemal Can: Evet.

Ruşen Çakır: Yani ben onun, öyle birisinin olduğunu biliyordum da, Vedat Bilgin’in oğlu olduğunu bilmiyordum ve daha önceki şeylerden bildiğim kadarıyla, TRT’nin yönetim kuruluna girmesinin çok da… Bunu diyebiliyor muyuz hâlâ bilmiyorum ama? Yani hakikaten lâyık değil. Ne diyeyim yani? Hatırlasana, bizim çocukluğumuzun TRT’si, bütün itirazlara rağmen kurumdu ve kurumun bir ağırlığı vardı. Bu olacak gibi değil, ama oradaki yeni şekillenen yönetim –eskisi de çok matah değildi–, yenisi de aslında, iktidarın kötü bir durumda olduğunu, ama aynı zamanda Türkiye’nin öyle olduğunu gösteriyor. Yani “O niye gitti, bu niye geldi? Oradan attılar, burayı niye onlara verdiler?” filan… Bunların belki de çok basit bir cevabı vardır. Bunun derin siyasî anlamları olduğunu sanmıyorum açıkçası. Ama bu şeyi gösteriyor artık: Eldeki malzeme bu. Bunun ötesi yok. Neydi ki ne olacak yani?

Kemal Can: Bir de şöyle bir şey var. Bu TRT hikâyesinde, dediğin gibi SETA’da yapılan, Fahrettin Altun’un yaptığı söylenen operasyondan artakalanların hepsini Fahrettin Altun TRT’ye kaydırmış gibi bir tablo var. Ama mesela bu “çok maaşlar” tartışmasında da yaşanıyor ya? Yani aynı adam dört yerde, dört yönetim kurulunda filan. Şimdi bu işin bir, hani onları nemalandırmak, onlara kaynak yaratmak, para aktarmak tarafı var; ama biraz senin söylediğin tarafı da var. Aslında adam kıtlığından da yaşanıyor bu. 

Ruşen Çakır: Adam deme, eril dille konuşma!

Kemal Can: Evet. Ama onların çoğu adam olduğu için, adam denilebilir belki. Yani eldeki kadro sıkıntısı, bir görevdeki insanı birkaç yönetim kurulunda birden görevlendirmek, evet, böyle bir fazla para kazansın, maaşlar bağlansın filan tarafı var. Öyle bir kaynak transferi tarafı var, ama bir de kadro darlığı meselesi var. 

Ruşen Çakır: Bir de güvenilecek kadro. Hem kadro, hem de güvenilir…

Kemal Can: Evet, ikinci kısmı. Bir insan malzemesi azlığı, ikincisi: güvenilir, kontrol edilir ve yapılmak istenenleri yapan… Yani bizim aradığımız liyâkatle, onların aradığı sadâkat arasında bir sert açı var. Ayrıca, sadâkatin de gerektirdiği bir liyâkat var. Çünkü herkesin becereceği işler değil. Sâdık bir bende olmak, verilen tâlimatları hakkıyla yerine getirmek, kendiliğinden hangi tâlimatın yapılıp, hangi tâlimatın ağırdan alınacağının kararını vermek; herkesin yapacağı işler değil. İşte genellikle bunların aile çevresi olması bu yüzden. Bir aile çevresiyle ilişki kurulup, o aileden herkesin bir yerlere yerleştirilmesi ve o aile reisi üzerinden kontrolün sağlanması. Aslında geçen gün konuştuğumuz cemaatler meselesinde de bu var. Aslında en tepedeki şahsîleşme, aşağı doğru da yine şahsîleştirilerek iniyor. Yani o güven ilişkisi, kurumsal bir dengeyle, bir denetimle oluşmadığı için, şahıslar üzerinden… “Ben seni bilirim, sen de…” Aynı böyle eski tımarlı sipahiler gibi. Birtakım beyler ve o beylerin altında birtakım adamlar, onların çocukları filan… Onlar bir şey kuracaklar, “ama ben seni bilirim, onların yaptığı yanlıştan da seni sorumlu tutarım” anlayışı. Dolayısıyla mümkün olan en az şahsiyetle işi halletmek. Aslında mesela, bunun karşılığını dış politikada da böyle yürütmek istiyor ya Erdoğan? “Ya, teke tek yapalım bu işleri. Niye karıştırıyorsunuz devleti? Niye karıştırıyorsunuz kurumları? Dışişleri ne? Ekonomi bakanı ne? Biz konuşalım, işte, üç tane ihale var. Putin’le ben konuşurum. Trump’la konuşurum. Merkel’le konuşurum…” Şimdiye kadar pek çok dış aktör de bunu aslında elverişli buluyordu. “Türkiye’deki dinamikleri ne kovalayacağım? Erdoğan’ı bilirim, onunla hallederim. Hallettiğimiz zaman da hallediyoruz. Telefon açtığımızda, diğer sorunlar hariç ama spesifik bir mesele olduğunda halletmeye yetiyor. O zaman sorun yok…” Yani pek çok otoriter rejimle Batı aslında böyle ilişki kuruyor zaten ve aslında işine geliyor. Çünkü orada Kral’a, Emir’e ulaştığın zaman, meseleni çözüyorsun. Bunun mikro düzeyde, ülkenin bütün alanlarına yayıldığını görüyoruz. O yüzden de tuhaf biçimde akrabalık ilişkileri… Mesela bir tane rektör, üniversiteye dört tane akrabasını almış. Tabii burada bir “ahbap-çavuş” düzeni kuruluyor, ama bu da kendilerince bir denetim mekanizması. Çünkü kurumsal yapıları kırdığı için, o iktidar kılcallarına sirâyet etmeyi ancak böyle sağlayabiliyorlar. 

Ruşen Çakır: Şimdi Kemal, TRT gibi Türkiye’nin en büyük, önemli mi bilmiyorum ama en büyük kurumunun Yönetim Kurulu Başkanı olarak Ahmet Albayrak isminde birisi atanıyor. Biz de diyoruz ki: “Herhalde bu Karadeniz’deki Albayraklar’dan… Sadık Albayrak’ın mı, yoksa Yeni Şafak’çıların mı?” filan… Hiç alâkası olmayan, Kayserili, yani Erciyes Üniversitesi’nden bir ressam ya da çağdaş sanatçı çıkıyor. Bunu şu yüzden söylüyorum: Bunca yıldır gazetecilik yapıyoruz; TRT denince ilk akla gelen ne? Gazetecilik, yayıncılık. Böyle bir kurumun başına gelen ismin… Hani geldiği zaman en azından “şunu atamış” diyebilelim, değil mi? Yani böyle isimlerin bir iki tanesi dışında hepsini Google’dan aratıyoruz ve bir de isim benzerliği olunca bakıyorsun, acaba bu mu diye… Akıl yürütmeyle filan buluyorsun. Yani buradaki acayiplik aynı zamanda bu. Ama artık bunları geçtik. İşin acısı bu. Geliyor önüne bir liste. Aslında bu Anadolu Ajansı’nda da böyle, şurada da burada da böyle. Bunların hepsi normalde kamunun kurumları değil mi? Bunca yıllık gazetecilik yapıyoruz. Bir tanesini, iki tanesini de bilelim. Bir yerde beraber, aynı ortamda gazetecilik yapmış olalım vs.. Birden hakikaten şapkadan birileri çıkıyor. Ne şapkaymış yani? Acayip ama. Nereden buluyorlar? Nasıl buluyorlar? Niye onları buluyorlar? Şimdi, bilmem ne gazetesinin Ankara temsilcisini koysa, dersin ki “Yandaş gazeteci, oraya getirdiler” filan. Tamam, hepsi yandaş da, bâri bir karşılığı olsun. Anlamıyorum yani hakikaten. Anlamıyorum deyince şikâyet ediyor gibi oldu, ama alıştık. 

Neyse… Yavaş yavaş toparlayalım. Ama gerçekten de insan hayret ediyor. Hakikaten…

Kemal Can: Nasıl olabilir böyle bir şey? 

Ruşen Çakır: Evet. Nasıl oluyorsa oluyor. Burada noktayı koyalım. “Haftaya Bakış”ı sonlandırıyoruz. İyi tatiller ve iyi bayramlar diliyoruz.

Kemal Can: İyi bayramlar…

Ruşen Çakır: Ama bayram yapacağız, değil mi?

Kemal Can: Evet. Gerçi ben bayramdan önce “5 Soru 10 Cevap” yapacağım. Çünkü pazartesi henüz bayram olmayacak. Orada ben “İyi bayramlar” derim tekrar.

Ruşen Çakır: Ayrıca dersin, ama haftaya cuma günü yine yapacağız büyük bir aksilik olmazsa. “Haftaya Bakış”ı noktalıyoruz. Bizleri izlediğiniz için teşekkürler. Tekrar iyi bayramlar…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.