Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kendileriyle konuştum: “Öfkeli Genç Türkler” neye ve niye öfkeli?

“Hudut namustur” pankartlarıyla dikkati çeken “Öfkeli Genç Türkler” kim, ne istiyorlar, neye ve niye öfkeliler? Kendilerine sordum.

Yayına hazırlayan: Sara Elif Su Balıkçı 

Merhaba, iyi günler. “Öfkeli genç Türkler…” Bu tanım bir süredir Türkiye’nin gündemine girdi. Özellikle, başta İstanbul olmak üzere, değişik yerlerde astıkları pankartlarla. Bu pankartlarda, “Hudut namustur” diye yazdılar, bazı pankartlarda da “Ülkemizde mülteci istemiyoruz” yazıldı. Gözaltına alınanlar oldu, bunlar serbest bırakıldılar, serbest bırakılanlardan birisi daha sonra, evinin önünde sopalı saldırıya uğradı vs.. Ve Türkiye’de şu anda gündemde böyle bir olgu var. Bu neye işaret ediyor? Bu ciddi bir hareket mi? Yoksa marjinal bir hareket mi? Bunu merak ettim birçokları gibi ve doğrudan kendileriyle konuşmak istedim. Tanıdığım birileri aracılığıyla birkaç kişi bir araya geldik, bayağı uzun bir sohbet ettik. Burada tabii, ilginç birkaç husus var. Bunlardan birisi, Medyascope hakkında geçtiğimiz günlerde, tam Kurban Bayramı öncesi yapılan karalama kampanyalarının başlatıcılarının büyük bir kısmı da bu akıma yakın kişiler ve birtakım internet siteleriydi; yani bize de öfkeliydiler — öyle diyeyim. Bu, Batı’dan aldığımız fonlar gerekçesiyle, öyle diyelim. 

Diğer yönüyle de bu kişiler, yani bu yaklaşım, kişisel olarak bana uzak bir yaklaşım, siyasî olarak benim duruşuma uzak bir yaklaşım; ama kendilerine de söylediğim gibi, benim gazetecilik hayatım zaten siyasî olarak benden uzak olan kesimleri anlamaya çalışmak ve anlayabildiğim ölçüde de kamuoyuna anlatmaya çalışmakla geçti: İslamcılık, ülkücü hareket, Kürt hareketi üzerine çalıştım. Kendimi bildim bileli solcuyum; ama sol üzerine doğru dürüst pek bir gazetecilik çalışması yapmadım, özel olarak da bunu tercih etmedim. Dolayısıyla da öncelikle anlamaya çalışmak, anlamaya çalıştıktan sonra da anlayabildiğim kadarıyla bunu sizlere aktarmak — ne anladığımı ve bunları nasıl yorumladığımı. Sağ olsunlar, geldiler, sohbet ettik. Bayağı samimi bir sohbet oldu. 

Sonuçta, daha önceden gözlediğim birtakım şeylerin doğrulandığını gördüm; bir de tabii ki birtakım önyargılar ve ön kabuller vardı, bunların da kırılmış olduğunu gördüm. Bunları biraz aktarmak istiyorum. Bunun öncesinde Yaşar Altundağ, bir grup farklı farklı kişilerle konuşup bir haber yapmıştı Medyascope’ta, bayağı da bir ilgi görmüştü. Ben kendileriyle konuştuğumda, isterlerse kendileriyle yayın yapmak da istediğimi söyledim; fakat bunu şu aşamada istemediklerini, bir şeylerin soğumasını tercih ettiklerini söylediler. Burada kastedilen herhalde, pankartlar sonrası yaşanan gözaltı, açılan soruşturma, daha sonra saldırı gibi olaylar. Birazcık tansiyonun düşmesini bekliyor olabilirler –ki anlaşılır bir şey–; fakat ben onlar hakkında, isimlerini vermeden, onlarla konuştuklarımdan bazı şeyleri ve tabii birtakım izlenimleri, tabii kendi açımdan anlatacağım. Umarım, izlerlerse –ki izleyeceklerini tahmin ediyorum–; onları, anlattıklarını tam olarak anlayabilmişimdir. Tabii ki farklı şeyler, hoşlarına gitmeyen şeyler de olabilir; ama burada esas olarak bir gazetecilik faaliyeti yapmaya çalıştığımı özel olarak vurgulamak isterim. 

Öncelikle, sohbette en çok dikkatimi çeken husus: Bu kişiler kendilerini anlatırken, seküler milliyetçilik tanımını kullanmaları dikkatimi çekti. Seküler, yakın zamanda literatüre, siyasî literatürümüze girdi biliyorsunuz. Daha önce laiklik olarak konuşurduk. Laiklikle sekülerizm aynı şeyler değil; ama çok iç içe şeyler bir yönüyle, ama farklılıkları var. Kabaca şöyle de deniyor: Fransa tipi yerlerde laiklik, daha Anglo-Sakson dünyada sekülerizm. Her neyse, bu tanımı bir kenara bırakalım; ama şunu özellikle vurgulamak istiyorum: Laiklik meselesi Türkiye’de son yıllara damgasını vurdu ve kavram olarak bazı çevreler tarafından aşırı sahiplenilip bazı çevreler tarafından da aşırı bir şekilde hedef hâline getirildi. Dolayısıyla bu kişilerin, bu gençlerin seküler milliyetçilik demelerini anlayabiliyorum. Şahsen ben laikliği savunan birisiyim. Seküler bir hayat tarzını benimsiyor olabilirim; ama siyasî duruş olarak laiklik savunuculuğunu ısrarla vurgulamak isteyen birisiyim; fakat milliyetçi cenahta birilerinin laiklik yerine sekülerizmi kullanıyor olmasını anlıyorum. Tabii seküler milliyetçilik kullanımında bir başka husus var — ki bu daha önemli bence: O da neredeyse 20 yıllık AKP iktidarına bir tepki. 

Bu gençlerin hayatı AKP’yle geçti. Yani, yirmili yaşlarındalar, en fazla otuzlarının başlarındalar ve hayatta Türkiye’de AKP iktidarı dışında bilinçli bir şekilde bir siyasî iktidar görmediler ve iktidara bir tepkileri var. Dolayısıyla, bir anlamda İslam dinine olmasa bile İslamcılığa tepkileri var. Onu net bir şekilde görmek mümkün. Dolayısıyla kendilerini tanımlarken, seküler sıfatını özellikle tercih ediyorlar. Hem bir taraftan, laiklik üzerine tartışmalara dahil olmuyorlar; ama diğer yandan İslamcılık karşıtı bir duruş sergiliyorlar. Burada tabii, Türkiye’de hâlâ Türk milliyetçiliğinin merkezi MHP olduğu için –en azından geleneksel olarak öyle görüldüğü için–, MHP ve Ülkü Ocakları olduğu için, onlara alınan bir tavır aynı zamanda bu; onlarla aralarına mesafe koyma, çünkü MHP bir süredir açık bir şekilde AKP’yle ve Erdoğan’la ittifak yapıyor, dolayısıyla ona karşı bir tavırlarını da vurgulamış oluyorlar. Zaten sohbetimizde çok ciddi, çok vurgulu bir siyasî iktidar eleştirisi gördüm. 

En çok kendini gösteren husus, mâlûm, mülteci meselesi. Öfkeli Genç Türkler’in öfkelerini en çok dile getirdikleri husus mülteci meselesi. Buradan, mülteci istemediklerini söylüyorlar; fakat bir araya geldiğimiz gençlerin hepsi ısrarlı bir şekilde kendilerinin mültecilere yönelik saldırıyı –Altındağ örneğinde olduğu gibi– asla onaylamadıklarını, bazı siaysetçilerin bu konuda çok provokatif birtakım çıkışlar yaptıklarını, bunu suiistimal etmek istediklerini, ama kendilerinin böyle bir pozisyonu olmadığını, fakat ülkede mülteci istemediklerini söylüyorlar. Burada tabii ki olay biraz karışıyor. Sonuçta şu noktayı net bir şekilde vurguluyorlar: “Türkiye Cumhuriyeti Devleti düzensiz göçü önlemekle mükelleftir, kim niye geliyor nasıl geliyor bütün bunları bilmek zorundadır ve ülkede birtakım dengeleri bozmamak için bunları kontrol etmek ve izin vermemekle yükümlüdür”. Kendilerinin idealinin, ülkedeki mültecileri kendi ülkelerine geri yollamak olduğunu söylüyorlar. Tabii o kadar uzun, bunu nasıl yapacakları meselesi üzerine uzun uzun konuşma imkânımız olmadı; fakat şöyle bir olay gördüm: Mülteci istemiyoruz ve siyasî iktidar bunun önüne geçmeli ve yine siyasî iktidarlar ne yapıp ne edip mültecileri kendi ülkelerine geri yollamalı; ama bunu yaparken de bütün bu süreçte provokatif olmamak, provokasyonlara gelmemek, mültecileri doğrudan hedef almamak –saldırı anlamında, bunu vurguluyorlar–; ama tabii bu açık bir mülteci istememekle mülteciyi karşısına almamak meselesini beraber yürütebilmenin çok zor olduğu kesin. 

Bir diğer husus da, bunun çok, provokasyona, her türlü yönlendirmeye açık bir pozisyon olduğu da kesin. Dolayısıyla onun da farkına vardıklarını sezdim. Çok ciddi bir meseleye hızlı bir şekilde dalmış durumdalar ve dikkat çekmiş durumdalar. O mesele Suriyeliler’le beraber zaten vardı, şimdi Afganistan’dan gelenler ve gelmesi söz konusu olanlarla beraber tekrar gündemin en can alıcı konularından birisi. Burada tabii şu hususu özellikle vurgulamak lâzım: Bu “Hudutlar namustur!” çıkışının ardından CHP ve İYİ Parti’nin de kelimeleri birazcık değiştirerek –hudut yerine sınır diyerek vs. –, aynı şekilde pankartlar açmaları belli ki bu çevreleri biraz rahatlatmış. Çünkü ne oluyor? Sonuçta bir avuç gencin yaptığı varsayılan bir olay, daha sonra ülkenin en güçlü iki muhalefet partisi tarafından sahiplenilince ana akım hâline geliyor. Burada tabii olayın bir dayanışma boyutu var; bir de kendi gündeme getirdikleri hususun ana akım muhalefet tarafından benimsenmesi hususu var. 

Bu tabii, bir anlamda kendilerine bir özgüven vermiş; fakat işin hiç de kolay olmadığı ortada. Zira, o, “Hudut namustur!” pankartı iktidara yönelik. Tabii burada “namus” lâfının kullanımının bir erkek egemen söylemi var, onu özellikle vurgulamak lâzım. Kadınlar haklı bir şekilde bunu eleştirdiler –bunu özellikle vurgulamak lâzım–, ama şu hâliyle bakıldığı zaman bu pankartlar, bu çıkış, iktidara –AKP ve MHP, Erdoğan ile Bahçeli olarak düşünün–, onlara yönelik çok ciddi bir meydan okuma bu. Neden meydan okuma? Çünkü bu iktidar uzun bir süredir Türkiye’de her şeyi milli güvenlik ekseninde tarif ediyor ve insanları bu iktidarı desteklemeye milli güvenlik kaygılarıyla davet ediyor ve bunun üzerinden toplumu kutuplaştırıyor vs.. 

Ama “Hudut namustur” ya da namus lâfını pek kullanmak istemiyorum ama, hudut meselesine dikkat çeken milliyetçi –yine iktidarın da iddiası milliyetçi olmak–, milliyetçi bir çıkış tam da iktidarın altındaki halıyı çekiyor, zemini çekiyor. Ne diyor? “Siz milli güvenlik diyorsunuz, güvenlik diyorsunuz; en önemli güvenlik sorununu halledemiyorsunuz” –ki onlara göre en azından şu aşamada en önemli güvenlik sorunu mülteci meselesi–, “bu konuyu halledemiyorsunuz; hatta belli anlamlarda da teşvik ediyorsunuz, önünü açıyorsunuz”. Bu anlamda bu çok ciddi bir meydan okuyuş. O nedenle Buğra Kavuncu’ya yapılan saldırıdan bir gün sonra, bu olayı gerçekleştirenlerin “Semir” adlı –şu anda soyadını hatırlamıyorum kusura bakmasın–, Semir adlı kişinin uğradığı saldırıların peş peşe gelmiş olması hiç de yabana atılacak bir husus değil. Buğra Kavuncu demişken; konuştuğum kişilerin iktidar eleştirilerini gözlemek, açık bir iktidar karşıtlığını gözlemek çok mümkün.

 Öte yandan, tam angaje olmasalar da İYİ Parti konusunda çok daha pozitif yaklaştıklarını da gördüm; ama bu İYİ Parti’yle organik bir ilişkileri olduğu anlamına herhalde gelmiyor. En azından benim konuştuklarım öyle değillerdi; fakat şunu da görmek lâzım: İYİ Parti’nin de mülteciler konusunda söyledikleri üç aşağı beş yukarı aynı. Onların da o pankartı asmış olmaları var. Bir diğer yönden de, MHP’den koptuktan sonra İYİ Parti’nin merkez sağa yerleşmek istiyorsa nasıl bir milliyetçilik iddiasında olacağı hep tartışılagelmişti. İşte bu gençlerin yaklaşımıyla İYİ Parti’nin yaklaşımının birçok yerde benzeştiğini görmek mümkün. Tabii, İYİ Parti daha kozmopolit bir parti; içinde başka başka kişiler de var, başka akımlardan kişiler de var; ama MHP’den kopup gelmiş İYİ Partililer’le bu gençlerin duruşlarının birçok yönden benzeştiğini görüyoruz. 

Bir diğer husus, Türkiye’de uzun bir süredir çok fazla gündeme gelmeyen, en fazla bayram zamanlarında, Türkçülük bayramı zamanında gündeme gelen Türkçülük konusunun bu gençler tarafından çok ciddi bir şekilde yeniden gündeme getirildiğini gözledim. Eski birtakım isimlerin yeniden okunmaya başladığını gördüm; çünkü Türkiye’deki milliyetçi-ülkücü hareket Türkçülük temelli başlamakla birlikte, uzun bir süredir Türkçülüğü daha bir geri plana iten, çok da fazla telaffuz etmeyen bir harekete dönüşmüştü; özellikle AKP’yle kurulan ittifaktan sonra daha pragmatist bir milliyetçilik çok öne çıkmıştı. Şimdi burada, tekrar Türkiye’deki o milliyetçi hareketin özüne de dönüş arayışını gördüğümü söyleyebilirim. Bir diğer husus da çok kuvvetli bir Mustafa Kemal Atatürk sevgisi ve takipçiliği var. Zaten, öteden beri Türkiye’de milliyetçi hareketlerin ve Türkçü hareketlerin Atatürk’le olan ilişkileri genel olarak olumludur — benim bildiğim kadarıyla, tabii uzmanları bunun çok istisnalarına da dikkat çekeceklerdir; ama bakıldığı zaman olumludur. Burada, gençlerin Atatürk’ü yeniden keşfetmeleri ya da yeniden sahiplenmeleri var; fakat bütün bunu yaparken, özel olarak ulusalcılarla aralarına mesafe koymaya çalışıyorlar. Ulusalcılık kavramını, Avrasyacılık kavramını, bunları hep böyle uzaktaki, sevmedikleri bir şey gibi, hani bir potansiyel müttefik gibi değil, apayrı bir dünya olarak tanımlıyorlar ve zaten o çevrelerin de kendilerine yönelik çok ciddi birtakım karalama kampanyaları yaptığını söylüyorlar; birtakım örnekler verdiler, bunları uzun uzun anlatmaya gerek yok. Sonuçta, aslında söylenecek çok şey var, ama yeni bir eğilimin, öteden beri var olan bir eğilimin şimdi yeni kuşaklar tarafından daha yüksek sesle ve elverişli bir zeminde; özellikle mültecilerden duyulan rahatsızlığın toplumun çok farklı kesimlerinde ayrı ayrı yeşerdiği bir ortamda, bu yeni tip kentli orta sınıf ya da alt orta sınıf, belli bir eğitim düzeyine sahip, meslek sahibi genç kuşakların yeni bir milliyetçilik yorumunu şu anda yaşadığımızı düşünüyorum. 

Burada, ilk tavır alışlar, ilk çıkışlar, birtakım internet siteleri, o internet sitelerinin tahmin ettiklerinden daha hızlı bir şekilde popüler olması, dikkat çekmesi var — ki bu internet sitelerinin büyük bir kısmı, sayıları üç beştir, ama bazıları özellikle mülteciler konusunda çok provokatif yayınlar yapıyorlar. Benim konuştuğum kişiler, belki benimle konuştukları için mi böyle yaptılar bilmiyorum ama, o gördüğüm internet sitelerindeki provokatif dile çok yakın gelmediler bana. Hangisi aldatıcı bilmiyorum; ama o sitelerin bazılarının çok ciddi bir şekilde provokatif şeyler yaptığını görüyoruz. Tabii, bu arada, birkaç gün içerisinde kurulacağı ilan edilen Zafer Partisi, Ümit Özdağ’ın partisi var. O konuda da çok mesafeli olduklarını gördüm; yani aynı temaları dile getiriyor olmaları var; hatta Ümit Özdağ’ın bu son pankart meselesine sahip çıkması da var; ama kendilerinin onunla beraber, o hareketle beraber anılmasını pek istemediklerini gördüm. Zaten demin de söylediğim gibi, İYİ Parti’ye daha yakın gibi duruyorlar. İYİ Parti’den çok olaylı bir şekilde, partiye zarar verircesine ayrılan –ki ama veremedi, onu daha önce çok değerlendirmiştik; tam tersine Meral Akşener’in işine geldi Ümit Özdağ’ın o çıkışı ve ayrılması–, bu kişilerin de Ümit Özdağ’la –benzer şeyler söylüyor görünmelerine rağmen– onuna aynı dalga boyunda hareket etmediklerini ya da onu böyle ifade ettiklerini vurgulamam lâzım. 

Evet, ilginç bir şey, gözlemeye, izlemeye değer bir şey. Daha doğrusu, var olan birtakım birbirinden farklı akımların günümüzde bir tür birleştirilmesi söz konusu. Bu tür hareketlerde, normal şartlarda bir tür entelektüel faaliyet, tartışma vs. olurdu; ama son pankartlar örneğinde gördüğümüz gibi, teoriden pratiğe geçme eğilimi de olduğunu gördük. Dolayısıyla önümüzdeki günlerde bunun üzerine daha fazla konuşacağımızı düşünüyorum. Evet, benimki doğrudan –ki gazetecilik hayatımda hep yaptığım–, doğrudan olayların, akımların aktörleriyle konuşarak, onları kamuoyuna; izleyicilere ya da okuyuculara aktarmaktı, burada da Öfkeli Genç Türkler hakkında ilk yaptığım yüz yüze görüşmelerden çıkardığım sonuçları ve izlenimleri aktarmaya çalıştım. Önümüzdeki dönemde de bunun devamı, başka yayınlar, tekrar olacaktır ve umarım belli bir zamanda bizzat kendileriyle bir canlı yayında, Medyascope stüdyosunda doğrudan kendilerini sizlere anlatmalarını da sağlayabiliriz. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.