Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (82): Ali Erbaş ve Diyanet, Gelecek ve DEVA partilerinin geleceği & HDP’nin tutum belgesini beklerken

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler, “Haftaya Bakış” ile karşınızdayız. Yine her hafta olduğu gibi, “Kemal Can’la haftanın öne çıkan olaylarını değerlendireceğiz” dedim ve Kemal, haftanın çok öne çıkan olayı olmadığını fark ettim. Daha doğrusu biliyoruz, şimdi yine de bir şeyler oluyor tabii. Bir de olacak olan var, onu şimdiden söyleyeyim: HDP’nin Tutum Belgesi hazırlıkları sürüyor, onu da konuşacağız, onu yayının sonuna bırakalım. Önce bir şeyi konuşalım, Gelecek ve DEVA partilerini konuşalım. Ben bu konuda biraz daha çalışıp yarın biraz da kapsamlı tek başıma bir yayın yapmayı düşünüyorum, ama sanki Gelecek ve DEVA’nın Millet İttifakı’nda yerleri garanti, koltukları garanti altına almasında bir sorun var gibi. Yani çok spekülatif olacak ama, mesela Davutoğlu kalktı “beyaz sayfa”dan bahsetti, Erdoğan’la beyaz sayfa açmaktan bahsetti. Ali Babacan bu yaşam tarzına müdahale konusunda o vals meselesinden hareketle bir şeyler söyledi, o bizim hep konuştuğumuz “endişeli muhafazakârlar” meselesini gündeme getirdi — ki gündemde böyle bir şey olduğunu sanmıyorum. Yani yaşam tarzına –ki Çarşamba günü bunu uzun uzun konuştuk– Ali Babacan gibi birisinin –AKP’nin ve Erdoğan’ın ya da Erdoğan’a destek veren medyanın falan böyle bir şey dile getirmesi anlaşılır ama–, Ali Babacan’ın bunu gündeme getirmesi bir garip oldu, çünkü o iki partiden de hâlâ bir özeleştiri bekleniyor. AKP dönemiyle hesaplaşmaları bekleniyor; ama onlar sanki böyle bir özeleştiri yapmak yerine, hep bunu yapıyorlar; zaten biliyorsun: Kendilerine kadar olan dönem iyiydi, sonra bir şeyler bozuldu ve sanki bir fabrika ayarları varmış gibi davrandılar. Ne dersin burada? Bir de hatta en son Saadet Partisi ve Gelecek Partisi liderleri bir araya geldi ve Temel Karamollaoğlu da aslında Cumhur İttifakı’na kapalı olmadıklarını söyledi. Bunu Millet İttifakı nezdinde el yükseltmek için mi yapıyorlar, yoksa tekrar Erdoğan’la ya da AK Parti ile, belki de Erdoğan’ın olmayacağı bir AK Parti ile beraber hareket etmeyi mi düşünüyorlar? Yani önlerindeki tek seçenek Millet İttifakı değilmiş gibi duruyor sanki, ne dersin?

Kemal Can: Ya, galiba iki tane yönü var; yani bir senin söylediğin gibi, onların açısından bir stratejileri vardıysa onu bir yeniden gözden geçirme ihtiyacı doğurmuş olabilir; çünkü bekledikleri sonuçların işaretlerini onlar da kimsede görmüş değil. Dolayısıyla “Bir şeyi herhalde yanlış yapıyoruz, eksik yapıyoruz” diye düşünmeye başladıklarını ve şimdi düşündükleri değişikliklere ilişkin, verdikleri işaretlerde yanlıştan dönmekten çok, yeni bir yanlışa doğru yol almaya niyet ettiklerini gösteriyor. İşin diğer tarafını da konuşmak lâzım. Muhalefet cephesi açısından da, bu partilerin ortaya çıkmasının iktidar blokunu çatlatacağı ve onlara daha yakın, daha tanıdık isimlerinden oluşan bu partilerin önemli bir gedik açarak oradan çözülmeyi muhalefet blokuna taşıyacaklarını, yani orada açılan gediğin muhalefet blokuna doğru kuvvetli bir akış yaratacağı varsayımına dayanıyordu — o da çok doğrulanmadı. Yani hem DEVA ve Gelecek partileri muhalefet cephesinde ya da Millet İttifakı’nda kendilerinin yerini çok garanti görmüyorlar, diğer Millet İttifakı’nın ana aktörleri olan CHP ve İYİ Parti çevreleri de DEVA ve Gelecek’in getireceği konusunda beklentilerini biraz düşürmüş durumdalar — çıkan anket sonuçlarına bakınca. Yani işin iki tarafı var. Şimdi bu çerçevede herkes yapılan hesabı bir yeniden gözden geçiriyor; ama şu anda bütün siyaset üzerine yapılan hesaplar, adı üstünde hesap ve hep aritmetik üzerinden gidiyor, yani bir siyasî aritmetik üzerinden. Yani bu partiler ne kadar oy kopartırlar AKP’den ya da iktidar blokundan? Bu muhalefet blokunda nasıl bir sonuç doğurdu? Dolayısıyla böyle partilerin aldıkları oylar, kopartabildikleri parçalar filan üzerinden aritmetiği okumaya ve dolayısıyla toplam dört işlem üzerinden de bir siyasî analiz yapmaya çalışıyor herkes. Burada yanıltıcı birtakım taraflar var. Zaten DEVA’nın ve Gelecek Partisi’nin şimdi hafif hafif dönmeye çalıştığını, yeniden tanzim etmeye mi gayret ettiğini tam anlamadığımız stratejisinin temel dayanağı, “Ya, bu AKP ilk ivmesini kaybetti, o taşıdığı iddiaların hepsini kaybetti, kadroların da önemli bir kısmını kaybetti, Erdoğan burada yalnızlaştı ve çok küçük bir kliğin eline geçti iktidar” idi. Dolayısıyla bu AKP’nin liyâkat ya da temel başlangıç iddialarına dönen bir çıkışın bu toplumsal kesimde, yani daha önce AKP’yi destekleyen kesimde otomatik bir karşılığı olacağını, oraya küsenlerin blok olarak bu tarafa kayacağı varsayımına dayanıyordu; ama böyle işlemedi süreç. En azından anketlerin bize gösterdiği böyle kuvvetli bir kayma yok. Yani İYİ Parti’nin başlangıçta yavaş, ama sonra hızlanan etkisinin bir benzerini DEVA ve Gelecek’te görmüyoruz, onu yaratabildiklerini görmüyoruz. İYİ Parti daha hemen kuruluş aşamasından hemen sonra girdiği seçimde %10 barajını tutturabildi, hemen sonrasında da ivmesini devam ettiren bir oy hamlesi yaptı. Bunun ne kadarı MHP’den ne kadarı AKP’den ne kadarı CHP’den tartışma götürür, ama bir bloku tuttu, bir karşılığı oldu, aritmetik bir karşılığı. Ayrıca siyasî olarak da bir alanı hâlâ tutmaya devam ediyor, orada iddiasını sürdürüyor. Ama DEVA ve Gelecek için aynı şeyi söyleyemeyiz. Hem aritmetikte zayıflar hem de siyasî iddialarında zayıflar. Hatta bir iddiaları yok. Yani geçen “Adını Koyalım”da da konuştuk ya. Yani tam olarak böyle bir özeleştiri vermek, kuvvetli bir iktidar eleştirisi yapmak, kendilerini tarif etmekle filan ilgili önemli zaafların yanı sıra, tam olarak hangi iddianın karşılığı olan bir siyasî hareket olduklarını anlatmıyorlar. Yani senin de dediğin gibi Gelecek Partisi iyice şey, hani zaten aslında eski AKP’ye dönmek gibi bir perspektif. Yani o AKP’yi neredeyse kuruluş aşamasından itibaren genel bir siyasî çizgi olarak eleştirmek değil, birtakım insanlarla ilgili bir mesele. Sanki bir parti içi hizip gibi bir parti pozisyonu aldı. DEVA daha böyle bir merkez partisi olacağım iddiasndaı, daha hani AKP’nin aslında hiç olmadığı ama başlarda dillendirdiği o muhafazakâr-demokratlık, hatta muhafazakârlık dozunu da bayağı indirerek bir merkez partisi tarif etmeye çalıştı; ama orası, hem çok adayı olan bir yer, yani çünkü aslında CHP de, İYİ Parti de o alanı zaten dolduruyor ve iddiaları da onun üzerine, üstelik de daha sağlam bir kendi destek kitlesini de buna ikna etmiş görünüyorlar şimdilik en azından. Büyük bir direnç yok. Direnç olan şeyler koparak dışarı çıkıyor, zaten o partilerin dışında çıkıyor. Orada öyle bir durum var. Yani orası çok boş bir alan değil. Hani kimsenin oynamadığı bir alana girecekler, dolayısıyla muhafazakâr olan, iktidar blokundan da bu kutuplaştırmadan, bu sertleşmeden rahatsız olanlar da, hepsi buraya gelecek. Bu olmamalı, bu çok net biçimde. Şimdi bunu şöyle okuduklarını anlıyoruz; yani son çıkışlarından anladığımız, bunu şöyle okuyorlar: “Ya, bu muhafazakâr kimlik tarafını iktidar sağlam biçimde tutuyor; burada bu alana, bu alanın dışına çıkarak buradan bir kopma yaratma imkânına sahip değiliz. O zaman biz bunlarla sertleşmeden” –ki baştan itibaren hiç sertleşmediler– “daha da dozu düşürüp iyice suyuna giden bir çizgiye gelirsek, hem bir gelecek umabilir, hem de iktidar blokunda şimdi reform denilen ya da birazcık manevra ihtiyacı duyan iktidar bloku açısından bir odak haline döner miyiz?”

Ruşen Çakır: Burada şöyle bir araya girmek istiyorum, bu arada şöyle bir husus var senin söylediklerinden ki benim düşündüklerimle büyük ölçüde örtüşüyor: Bu tür “muhafazakâr” çıkışları Millet İttifakı’ndaki yerlerini güçlendirmek ve Millet İttifakı’nı daha cazip kılmaktan ziyade, Cumhur İttifakı ya da Erdoğan ve benzeri ya da Cumhur İttifakı demeyelim de AK Parti diyelim, belki MHP’yi dışarıda tutan bir AK Parti’ye yakınlaşmanın aracı olarak görmek daha doğru sanki. Yani böyle bir muhafazakâr dille… Sonuçta şimdi Ali Babacan hangi meseleden hareketle lâf etti vals olayında, değil mi? Vals olayını kim yaptı? Ekrem İmamoğlu yaptı. Yani İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin bir şeyi. Öyle abartılacak falan da bir şey yoktu. Orada ona karşı çıkarak Millet İttifakı’nı nasıl güçlendiriyor ki? Çok bir mantığı yok. Sanki mesaj Millet İttifakı’na değil de diğer tarafa veriliyormuş gibi okumak bana da gerçekçi geliyor — ki sen de anladığım kadarıyla benzer düşünüyorsun.

Kemal Can: Evet, bence böyle bir okuma yapıyorlar. Yani “Biz niye beklenen sonucu alamadık? Çünkü işte, bu yaygın ve aslında birazcık da mesnetsiz olan muhafazakâr tedirginler”, ya da ne diyorduk?

Ruşen Çakır: “Endişeli muhafazakârlar”.

Kemal Can: …endişeli muhafazakârlar, çünkü endişeye kapıldılar, biz de muhalefet blokunun bir aktörü olarak davranırsak böyle devam edecek, biz sonuç alamayacağız. Bizim birazcık onlarla konuşur, onlarla yakın olduğumuzu gösterir olmamız lâzım, her ne sonuç alacaksak. Muhalefette bir gücümüz olacaksa bu lâzım, çünkü akış olmuyor; iktidarla pazarlık edebileceksek de bu lâzım. Ama bence bu yanlış bir okuma. Bu yani daha önce çokça kullanılan ve artık neredeyse bir ezbere dönüşen, muhafazakârları tutan, hatta onları tutsak eden iktidar stratejisinin, bu kimlik siyasetinin ya da tanıdık, otantik temsil meselesi açısından en önemli hâdise olduğuna ilişkin siyaset üretme tarzından vazgeçmemekten çıkıyor. Yani yine aynı ezberlere geri dönüyorlar, diyorlar ki: “Ya, bu muhafazakârlar bu kimlik aidiyetini çok önemserler, buna bir halel geleceğini hissettiklerinde de yerlerinden kıpırdamazlar, iktidar blokunun etrafında kenetlenirler. Bunları ancak rahatsız etmeyeceğine ikna ederek başka bir şeye razı edebilirsin.” Aslında bu uzunca süre sadece DEVA, Gelecek değil, CHP’de de önemli bir tezdi. Hatta bunu hâlâ savunanlar var. Muhafazakâr birtakım isimler arayarak çözüm bulmaya çalışılan, onlara hoş gelebilecek adaylar bulmaya çalışan stratejileri denedi daha önce muhalefet. Hatta daha önce, mâlum, cumhurbaşkanlığı seçiminde meşhur Ekmelledin İhsanoğlu formülü de bu formülden çıkmış bir şey. Bunların kısmî bir sonucu var, ama aslında çok da doğru bir okuma biçimi değil, çünkü bu blok seçmenin, bu kimlik aidiyetine bağlı olan seçmenin şu anda iktidarla ilişkisi bu kimlik çevresindeki sorunlardan kaynaklanmıyor, başka bir yapısal çözülme süreci var. O yapısal sürece kimse konuşmuyor, kimse bunun üzerine siyaset üretmiyor. Hâlâ o kimlik bloklarını var kabul ederek ve bunun üzerine aritmetiği inşa ederek formüler üretmeye çalışıyorlar. Ve dolayısıyla DEVA ve Gelecek de yine aynı okumayı yapıyor. Ve muhtemelen onların danışmanları, danıştıkları ya da fikirlerine yakın durdukları çevreler de daha önce bu muhafazakâr tabanın böyle kendiliğinden demokrat olduğunu, o meşhur merkez-çevre –biraz değinmiştik “Adını Koyalım”da–, hani, “Ya, bu kendiliğinden demokrat sosyoloji” gibi tezin sahibi, böyle bir şeyi var, taktisyen arka planı var bu iki partide de. Hatta bu partinin üyelerinin bazıları hâlâ o akımla, o mantıkla benzer bir okuma yapıyorlar ve şunu öne çıkarıyorlar: “Biz bu muhafazakâr tabanı yeniden o kendi özcü –iddia ettikleri– sosyolojik reflekslerine geri döndürmeliyiz. Dolayısıyla onları hoş tutarak, onları karşımıza almadan, hatta bu hassasiyetlerin yeni koruyucusu olarak, hatta bu hassasiyetleri korumanın biraz daha yumuşayarak mümkün olacağını söyleyerek sonuç alabiliriz” tezine yaklaşıyorlar. Ama bu bence sonuç alacak bir okuma değil; ama iktidarın işine yarayabilecek bir okuma. Çünkü iktidar, bu kimlik siyasetinin fazla değiştirilmez olduğu inancı üzerine siyaset kuruyor. Ne kadar bu mümkün olursa, ister bu sertleşerek ister yumuşayarak…, yani kimlik siyaseti sadece şöyle beslenmiyor: Hani hep söyleniyor ya, kutuplaştırma nasıl oluyor? Karşısında da karşı tezler çıkıyor, bu sefer rövanşist bir sert laikçilik çıkıyor, bu çatışmadan da iktidar faydalanıyor. Evet, doğru, böyle bir şey var. Ama ikinci bir faydalanma yolu var bu kutuplaştırma ve kimlik siyasetinde. Bu kimlik bloklarını değişmez kabul ettiğin zaman, onlarla uyumlanıp onların gerçeğine göre davranıp böyle bir “gerçekçilik siyaseti” kurarak da aslında kimlik blokları canlı tutuluyor. Yani kimlik blokları sadece kavga ile beslenmiyor, bazen de aşırı uyumlanma ile besleniyor. Çünkü siyaset dediğin şey birbiriyle temasta olmak, müzakere etmek demek; birbirini dönüştürmek, birbirini bazı adımlara itmek demek; bundan vazgeçmiş oluyorsun. Bu da aslında kimlik siyasetini besleyen bir şey. 

Ruşen Çakır: Burada karşı tarafta çok büyük bir çatışma ortamı yaratılmayıp… yani bir tuzak varsa sanki bu tuzağa özellikle DEVA düşmüşe benziyor. Yani o çıkartılan yaşam tarzı üzerinden kavgayı muhalefetin diğer unsurları –CHP, İYİ Parti– zaten yapmıyor, CHP de gelmiyor, ama buradan bu oyun gerçek oyun buradaymış gibi, esas mesele buradaymış gibi orada pozisyon alıyorlar. Burada şöyle bir husus var tabii: Millet İttifakı’nın DEVA, Gelecek, Saadet gibi partileri yanında görmek istemesi, aritmetikten sonra sembolikti. Yani şöyle, AKP’den kopmak isteyenlere, “Bakın, size benzeyen insanlar burada da var” diyebilmekti. O sembolizmden mahrum kalırsa, yerine ne yapacak, bunda çok zorlanacaklar mı açıkçası çok emin değilim. Yani Kılıçdaroğlu’nun özelikle son dönemdeki söylemi, Meral Akşener’in kendisine baktığımız zaman, orada muhafazakâr tabanı çok da ürkütecek bir liderlik söz konusu değil aslında. Yani pekâlâ kendileri de bunu halledebilirler gibi. Tabii bu tür birtakım profillerle beraber yaparlarsa belki işleri biraz daha kolay olabilir. Ama şu anda ortalık birazcık karışmış gibi. İstersen buradan, kimlik meselesindeki en kutuplaştırıcı ya da kutuplaştırmaya çalışan kişi olan Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’a değinelim. Bazıları dedi ki: “Ayasofya Baş İmamı gibi onun da ipi çekilecek, kendi başına işler yapıyor” vs. diyenler oldu. Bu genellikle, hani var ya, iktidara yakın çevrelerden sızdırılan kulisler… bunun bir bilgiye dayanmadığı ve temenni olduğu ortaya çıktı, daha doğrusu yeniden Diyanet İşleri Başkanı olarak atandı. Yine biliyorsun, en son “günaydın”a taktı, daha önce midyeye, istiridyeye takmıştı. Ama en önemlisi laikliğe taktı yani, doğrudan laikliği hedef aldı. Ve bir yalın kılıç gidiyor, toplantılar yapıyor; Diyarbakır’a gidiyor, orada insanlarla toplanıyor falan. Bir tür, nasıl söyleyeyim, Şeyhülislam’a mı denk geliyor? Tam da emin değilim aslında, yanlış yaparsam tarihçiler beni düzeltsin, ama bir tür günümüzün Şeyhülislamı gibi yapmaya çalışıyor. Aslında yaptığı tamamen siyasî bir şey. Yani Diyânet İşleri Başkanı olarak üstüne vazife olmayan şeyler yapıyor ve kendisinin esas işinin de bu olduğunu düşünüyor. Bu meseleyi daha önce de konuştuk, çok konuştuk; ama yine daha konuşacağa benziyoruz. Mesela AKP döneminde iki tane Diyânet İşleri Başkanı vardı, Ali Bardakoğlu ile Mehmet Görmez. Onların performansı ile Ali Erbaş’ın performansı arasında bayağı bir fark var. Yani onlar daha az ilâhiyatçı vs. oldukları için değil herhalde; onların duruşu ile de alâkalı bir şeydi tabii ki, ama aynı zamanda siyasî atmosferle alâkalı bir şeydi, öyle değil mi? Yani bu Ali Erbaş’ın bugün böyle yapıyor olması, Ali Erbaş’ın sadece Bardakoğlu ve Görmez’den farklı olmasından kaynaklanıyor olamaz. Çünkü hepimiz gördük, yani gazetecilik hayatımızda gördüğümüz Diyânet İşleri başkanlarını düşün, mesela Mehmet Nuri Yılmaz. Bunların hepsi verili konjonktürün kendilerine çizdiği sınır içerisinde kalmış kişiler, öyle değil mi? Onlara belli bir özerklik verilir, bir iktidar verilir; ama onun dışında, çizili sınırlar içerisinde kalmaları söylenir. Buradaki sınırı Erdoğan bayağı bir genişletmişe benziyor. Yani onun kendi başına rol çaldığını ben açıkçası hiç düşünmedim, ne dersin?

Kemal Can: Ben de düşünmüyorum; yani daha önceki Diyânet İşleri başkanlarının bir kısmı AKP iktidarının kendi devreleriyle ve o dönemleri içerisinde ihtiyaç duyduğu politikalarla da ilgili olarak bazı özellikler taşıyorlardı bence. Bu TRT Genel Müdürü’nden al Borsa Başkanı’na kadar…

Ruşen Çakır: YÖK Başkanı.

Kemal Can: Maliye Bakanı’ndan mahkemelere atanan üyelere kadar her alanda bunu görebiliriz. Yani yirmi yıllık AKP iktidarı sırasında atanan büyükelçilerden bakan tercihlerine kadar yayılan bir alanda AKP’nin yürüttüğü siyaseti içeride ve dışarıda nasıl etiketlemek istediğine bağlı olarak birtakım vitrin unsurları, birtakım aktörler, birtakım kurumlara yapılan muameleler zaman içerisinde değişti. Dolayısıyla oradaki aktörler de değişti. Yani bunu RTÜK Başkanı’nda da görebiliriz, dediğim gibi TRT Genel Başkanı’nda da görebiliriz. Tabii Diyânet daha özellikli bir şey; çünkü Diyânet İşleri Başkanlığı diğer icracı kurumlar ya da bakanlıklar gibi bir şey değil. Devletin çok önemli ve ideolojik bir misyonu olan bir parçası ve başlangıçta, geçen “Adını Koyalım”da da uzunca konuştuğumuz gibi, o özel dizayn edilmiş ve kurulmakta olan rejimin önemli bir parçası. Ve dolayısıyla Diyânet İşleri Başkanı bu anlamda devletten bağımsız değil ve bugün devletle çok iç içe girmiş ve neredeyse parti devletine dönüştürme sürecine ulaşmış olan AKP için artık kendi bir parçası, kendi bir uzvuna dönüşmüş durumda Diyânet İşleri Başkanı, Diyânet İşleri’nin kendisi de. Dolayısıyla burada sadece Ali Erbaş’ın bağımsız davranıp davranmadığından değil; zaten onun bağımsız davranıp davranmamasına izin verilip verilmeyeceğiyle ilgili bir tarafı var. Bence o açıdan da yani Ali Erbaş tarafından değil iktidar tarafından, Erdoğan tarafından, hatta Bahçeli tarafından da baktığımızda da çünkü sadece Erdoğan desteklemiyor Ali Erbaş’ı, geçen seninle konuştuğumuzda da sen işaret etmiştin, Bahçeli de destek verdi Ali Erbaş’ın açıklamalarına. Yani sessiz kalmadı. Bazı şeyleri sessizlikle geçiyor Devlet Bahçeli, ama burada açıkça destek verdi. Yani dolayısıyla bütün devlet nezdinde kabul görmüş bir strateji yürütüyor Ali Erbaş şu anda. Dolayısıyla sadece Erdoğan’ın ve AKP’nin değil bir tür Devlet’in de çünkü geçen de konuştuğumuz gibi Yargıtay açılışında Yüksek Yargı Organı başkanlarının ellerini açıp onun duasının yanında yer alması, dediğim gibi Bahçeli’nin destek vermesi filan silsilesiyle devam ediyor. O yüzden de uygun aktör; Ali Erbaş anladığım kadarıyla ikinci kez atandığı için Ayasofya İmamı gibi olmadı, o biraz, o belki hani sınırları ölçüleri karıştırdı, yöntemi biraz zorladı filan, onun için kolay harcandı filan belki — harcandı mı o anlamda emin değilim, ama en azından çok işe yarar bir şey olmadı. Ama anlaşılan, Ali Erbaş istenen işi doğru yapıyor ki yeniden atandı ve henüz güçlü biçimde destekler devam ediyor, buradan bunu anlayabiliriz. Yani Ali Erbaş’ın kendi başına bir şey yapmadığı gibi, aslında kendisine verilmiş görevi de hakkıyla yaptığı sonucunu çıkarabiliriz iktidar açısından.

Ruşen Çakır: Kemal, son olarak HDP’den biraz bahsedelim. HDP’nin bir Tutum Belgesi bekleniyor ve burada tabii ki en çok merak edilen husus: İttifak meseleleri hakkında neler söyleyecekleri. Şu âna kadarki duruşlarını bir şekilde dile getirdiler, ama yine de çok bağlayıcı bir metin çıkacak; onun için burada ne olacağı önemli. Bizim Ferit Aslan, Mahmut Alınak’la bir yayın yaptı ve Mahmut Alınak diyor ki: “Büyük bir ihtimalle bu Tutum Belgesi Millet İttifakı’na göre HDP’nin konumlanmasını gösterecek” — ki çok anlaşılır bir şey. Fakat işin içerisinde birtakım başka şeylerin de olacağını düşünüyorum. Çünkü bu 31 Mart öncesinde, biliyorsun birdenbire iktidar devreye Öcalan’ı sokmaya çalışmıştı mesela — başaramadı, ama bayağı denedi. Hatta kardeşini Kürtçe televizyona çıkartılar vs.. Ben bunun hâlâ bir şekilde, iktidarın Kürt sorununu çözme iddiası ile değil de, birtakım aktörleri kullanmaya çalışarak, birtakım dengelerle oynayarak bir şeyler yapmak isteyebileceğini düşünüyorum — böyle bir olay var. Bir diğer olay da, hâlâ HDP-Selahattin Demirtaş ilişkisi konusu böyle bir belirsiz. Aslında iki taraf da bu konuda bir sorun yokmuş gibi davranıyor, öyle değil mi? Hem Demirtaş cezaevinden yaptığı açıklamalarda HDP’yi hep öne çıkarıyor, diğer taraftan HDP de Demirtaş konusunda bence çok fazla değil, ama yine de iyi konuşuyor diyelim. Ama ortada şöyle bir şey var: Demirtaş HDP’nin kendisinden daha ileride bir konumda — yani popülarite olarak, şu olarak, bu olarak. Bir diğer husus da, HDP tabanı partiden daha farklı bir yerde duruyor. Yani nasıl söyleyeyim? Biraz zor bir şey, yani ayrı yerlerde değiller, ama HDP’nin kendi başına hareket edebilen bir tabanı var, güçlü bir politik tabanı var. Yani HDP’nin genel başkanları, eş genel başkanları değişiyor ediyor vs., bunlar da ne derece memnunlar, politikalardan ne derece memnunlar o da çok şey değil; ama HDP’ye, yani bu harekete sâdık olan bir tabanı var. Biraz böyle bakınca, belgenin bir yere kadar anlamlı olacağını, ama bir yerden sonra da belgede yazılanlardan söylenenlerden ziyade, bu farklı aktörlerin ve tabii ki tabanın bu farklı çıkışlara nasıl tepki vereceği ile alâkalı bir şey olacak. Yani şöyle söyleyeyim: Çok abartılı olacak, ama mesela diyelim ki HDP bir şekilde şu ya da bu şekilde karar verdi, biz seçimde şunu yapacağız diye…, bu otomatik olarak HDP tabanının onu yapacağı anlamına gelir mi açıkçası çok emin değilim.

Kemal Can: Şimdi şöyle bir durum var, senin dediğin gibi HDP seçmeni, HDP’yi destekleyen seçmen –bütün araştırmalarda da çıkıyor zaten– partisine en sadık seçmen olarak görünüyor. Yani defalarca bunu seçimlerdeki performansı ile göstermesinin yanı sıra, bugün yapılan anketlerde de parti tercihlerindeki değişim noktasına baktığımızda, HDP seçmeninin büyük ölçüde yine partisine sadakat gösterdiğini anlayabiliyoruz — anketler ne kadar bizi doğru yönlendiriyorsa. Ama bu senin dediğin gibi, şu anlama gelmiyor: Yani parti sadakati, partisine bağlı, partisinin siyasî varlığı ile ilgili bir meselesi yok; ama parti politikalarına aynı şekilde bağlı olmak ya da parti yöneticileri ile –hani hep tartışılan şey var ya? Lider partileri filan tartışması hani Türkiye’de–, o kısmı biraz tartışmalı. Çünkü bazen parti –şimdiye kadar böyle bir örnek görmedik ama– parti o seçmeni çok rahatsız eden bir tavra zorlarsa başka bir tür bir irade de gösterebilecek özellikleri olduğunu, kendiliğinden bir siyasî karar verme yeteneğine sahip bir politik tabanı olduğunu da biliyoruz. Yani ne dendiğine bakarak hemen onu yapan değil, kendisinin de yapılacaklar hakkında bir fikri olan bir taban bu. Ve bu süreç içerisinde de birçok açıdan ilerledi. Yani siyasî bilinç anlamında da ilerledi, ulusal bilinç anlamında, yani Kürt siyasetiyle ilgili gelişmesi yanında reel politik performans konusunda da temas ve seçenekler konusunda daha da ilerlemiş ve pek çok parti seçmenine göre daha çok boyutlu düşünebilme yeteneği kazanmış diyebiliriz. Şu anda bu Tutum Belgesi meselesinin yaratacağı şöyle bir etki olacağını düşünüyorum ve sanıyorum da asıl olarak HDP’nin de derdi bu. Bu Tutum Belgesi HDP’nin kendisini ve seçmenlerini bağlamak üzere üretmeye çalıştığı bir metin olmaktan çok, şimdi son derece sorunlu olan ve iktidar tarafından daha sorunlu hale getirilmeye aday olan bu muhalefet ittifakı meselesinde yan yana durmayı mümkün kılacak bir aparat üretme ihtiyacı sanıyorum. Yani bir Tutum Belgesi yaratarak HDP diğer muhalefet aktörlerinin doğrudan kendisiyle temas ve gelmesi zorunluluğunu ortadan kaldıran o mutabakat ya da o Tutum Belgesi’nin çerçevesini buluşma adresi yapan bir rahatlatma peşinde. Yani böyle bir imkân yaratmak, diğer muhalefet aktörlerine HDP ile yan yana gelme sıkıntısını bu Tutum Belgesi ile temas ederek ya da onun çerçevesine uyarak rahatlatma kısmı var. Yani bu “Ortak adaya açığız” denmesi filan. İkinci bir tarafı: Bu Tutum Belgesi ile bu tazyiki azaltmanın sağlayacağı şey, HDP seçmenini diğer muhalefet aktörleri tarafından bir tür böyle enfekte bir unsur gibi uzakta tutulmanın, bunun kırıcılığından sıyırılması. Çünkü bu kadar net biçimde –yani iktidarın da zorladığı bu zaten–, onu böyle tamamen tehlikeli, dokunulmaz, yan yana gelinmez bir şey olarak, hatta çok da olmasa da olur haline doğru itmenin yaratacağı gurur kırıklığı –sadece gurur meselesi de değil– bu bir motivasyon düşmesine neden olabilecek bir şeyi biraz yumuşatmak istiyor haliyle. Çünkü o zaman eğer o Tutum Belgesi çerçevesi muhalefet aktörlerinin bir ya da birkaçı tarafından temel ilkeler anlamında tamamen yok farz edilmezse, bu partilerin yan yana durup durmaması o kadar tartışılmaya açık bir şey olmaktan çıkabilir. Sanıyorum umulan şey bu. Yani Tutum Belgesi’ni diğer muhalefet aktörlerinin kendileri ile mâkul, kabul edilebilir ve kimseyi rencide etmez bir ilişki zeminine çekmek, kendi seçmenini bu rahatsızlıktan biraz arındırmak, bir de diğer muhalefet aktörlerine kendileriyle temas kurabilecek biraz dışarıda, ama çok da dışarıda olmayan bir ilişki platformu üretebilmek. Eğer bu üretilebilirse ya da böyle bir sonuç alabilirse bir rahatlama yaratılabilir. Çünkü iktidarın, anladığım kadarıyla hep dedikodu olarak kulislere salınmasına rağmen, HDP seçmenini birtakım taktik hamlelerle avlaması filan gibi bir şey çok mümkün değil. Yani Diyarbakır gezisi ile, yok “reform gelecek”, “çözüm süreci geliyor” filan hikâyeleriyle yeniden sadece vaatlerle ikna etmesi pek mümkün görünmüyor. Burada işte Diyânet İşleri Başkanı filan gibi dinî figürleri, HDP’nin kapatılma davasını kullanacak, ama asıl olarak HDP stratejisi yine büyük ölçüde dönüp dolaşıp muhalefete ittifakının içerisinde HDP’nin oynayacağı role dönecek. Orada iktidar HDP’yi bir ayrıştırıcı olarak kullanırken, bu tarafta da HDP kendisinin bu biçimde kullanılmasını zorlaştıracak ya da bu tür kullanımın zararlarını azaltacak bir formül olarak bu Tutum Belgesi’ni çıkartmaya çalışıyor diyelim.

Ruşen Çakır: Orada şöyle bir husus var tabii, çok önemli bir şey: İttifak esas olarak milletvekili seçimlerinde kuruluyor ve böyle bir şeye ne HDP’nin ihtiyacı var ne diğer partilerin ihtiyacı var. 

Kemal Can: Böyle bir ihtiyaç var; ben onu biraz bahsetmeye çalıştım daha önceki bir yazıda, seçim güvenliği açısından bu çok kritik bir şey. Yani HDP’nin bölgede yalnız bırakılması.

Ruşen Çakır: O işbirliği olur, yani ittifak denen olay esas olarak %10 barajı ile falan alâkalı bir şey. Buna rağmen CHP ve İYİ Parti ittifak hâline girip baraj sorunları olmamasına rağmen bir güç gösterisi yapabilirler; ama HDP’nin böyle bir ittifakın içerisinde yer alması gerekmiyor, zaten baraj sıkıntısı yok, kaldı ki barajın %7’ye bile indirilmesi söz konusu. Esas husus cumhurbaşkanlığı ya da başkanlık seçiminde ne yapacağı meselesi. Burada da işte sen de bahsettin, ortak aday olup olmaması meselesi. Ama anladığım kadarıyla bir ortak adaydan ziyade, hatırlarsan Muharrem İnce bile HDP’den bayağı bir oy almıştı. Yani Selahattin Demirtaş’ın aldığı oy ile HDP’nin aldığı oy arasında, tıpkı İYİ Parti ile Meral Akşener’in aldığı oyda gördük –ki bunu Muharrem İnce kendi başarısı olarak sunmaya çalıştı ama–, o aslında seçmenin rasyonel bir arayışının sonucuydu. Ben öyle okuyorum en azından.

Kemal Can: Bir de şu oldu: Akşener geçenlerde katıldığı televizyon programında ortak adaya yakın olduklarını belirtti, ama ilginç biçimde orada şunu da söyledi: HDP’nin de aday çıkartması ihtimalinden bahsetti. Yani şöyle bir şey: Biz ortak adayla ikinci tura kalmayı garantileyecek, hatta belki ikinci tura en çok oyu almış aday olarak sokulacak bir CHP-İYİ Parti adayı ve AKP’nin adayının eğer Erdoğan olacaksa –ki şu anda öyle görünüyor–, Erdoğan’ın da ikinci olarak ikinci tura kaldığı ve HDP’nin de alabileceği maksimum oyu alarak iktidar blokunun şeyini kırdığı ve ikinci turda da kendilerini desteklediği bir formülün kafasında olduğunu anlattı.

Ruşen Çakır: Evet, onun şöyle bir detayı da var galiba anladığım kadarıyla: Nasıl Muharrem İnce bile normalde Selahattin Demirtaş’a gitmesi gereken oyları –diyelim ki, şimdi rakamları bilmiyorum, iki üç puanı– alabilmişse, bu dönemde de diyelim ki Kemal Kılıçdaroğlu Millet İttifakı’nın adayı olarak çıktığında ilk turda en azından HDP adayına gitmesi beklenen oyların bir kısmını da alabilir ve sonra birinci parti olarak ikinci tura kalırlarsa, bu sefer geri kalanını da alır gibi bir hesap daha çok yapılıyor anladığım kadarıyla. Yani HDP’nin de baştan destek verdiği bir ortak adaydan ziyade, HDP’nin bir şekilde kademeli bir şekilde kendilerine yöneleceğini…

Kemal Can: Yani şöyle bir “win win” hesabı: Eğer dediğin gibi HDP seçmeni stratejik davranır ve kendi partisi yerine ortak adaya yüklenir, zaten ilk turda 50 +1’i geçerse zaten kazanıyor, ama ikinci tura kalması durumunda, HDP’nin de bir blok tutarak ve milletvekili seçiminde de muhalefet blokunun kesin üstünlüğünü kazanmış bir ikinci turu kazanabileceği hesabı yapılıyor. Benim Akşener’in anlattığı formülden anladığım bu. Yani HDP’nin seçime girmediği bir ortak adayın faydası olmadığını düşünüyor, onun risk yaratacağını düşünüyor. Yani iktidarın şeyi kullanacağını, zaten onu kullanmaya başladılar şimdiden galiba, AKP’nin bir iki sözcüsü, Bülent Turan bir tanesi şey demiş: “HDP kimi söylerse Millet İttifakı onu aday gösterecek” filan. Hani şimdi bunu kullanacaklar. Dolayısıyla aslında Akşener’in en azından istediği şey, HDP kendi adayı ile ilk tura girsin, dolayısıyla bize yapışmasın, HDP’nin de dâhil olduğu bir ortak aday etiketi yapışmasın. Bu formül üzerine kurguladığını anlıyorum.

Ruşen Çakır: Burada tabii HDP’nin diyelim ki böyle bir seçime çıkaracağı aday Selahattin Demirtaş dışında herhangi birisi olursa, ilk turda HDP’ye gidecek oyların azalma ihtimali de artar diye bir akıl yürütüyorum. Çünkü ilk akla gelen isim Demirtaş, Demirtaş da olabileceğini söyledi anladığım kadarıyla, değil mi? Öyle tekrar şey olursa. Ama sonuç olarak yine dönüp dolaşıp en azından başkanlık seçimi için anahtar partinin HDP olduğu çok açık ve net. HDP de bu Tutum Belgesi ile bu gücünü bir şekilde çok da fazla rahatsız etmeden göstermek isteyecek herhalde. Ve çok ciddi bir demokrasi vurgusu olacağını tahmin ediyorum, temel hak ve özgürlükler vurgusu olacağını tahmin ediyorum. Ama şöyle bir şey var tabii: Hâlâ medya kendilerine büyük ölçüde kapalı. Kendi imkânları sınırlı. Ama yine de bu hareketin en önemli özelliği, her şeye rağmen, en zor şartlarda bile kendini gösterebilmiş olması. Evet, Kemal burada noktayı koyalım. Sen Pazartesi günü yayın yapamayacaksın galiba, öyle gözüküyor. 

Kemal Can: Evet, işlerim dolayısıyla o gün. Ben de bir gün…

Ruşen Çakır: Çarşamba günü “Adını Koyalım”da buluşuruz diye tahmin ediyorum. Tamam, izleyicilerimize de çok teşekkür edelim. “Haftaya Bakış” bu hafta böyleydi, haftaya buluşmak üzere, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.