Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (90): Erdoğan-Karamollaoğlu görüşmesi & Lütfü Türkkan olayı

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Yine Kemal Can’la birlikte haftanın öne çıkan konularını konuşacağız. Kemal, hoş geldin.

Kemal Can: Hoş buldum. 

Ruşen Çakır: Gündemdeki konulardan biri Lütfü Türkkan olayı. Aslında çarşamba günkü “Adını Koyalım”da bu konuyu biraz konuşmuştuk, ama üzerinde konuşulması gereken bazı hususlar var. Bu konuyu sona bırakalım. Önce Temel Karamollaoğlu-Erdoğan görüşmesini biraz konuşalım, çünkü başlı başına önemli bir mesele. Zaten, dün bununla ilgili bir yayın yaptım — o fotoğraf meselesiyle ilgili. Her ne kadar bugün “Cumhurbaşkanının kabullerinde PCR testi yaptırmamış konuk, araya mesafe konularak kabul ediliyor” dense de, sonuçta o fotoğraf çıktı; ortada boş bir koltuk duruyor, üçlü kanepede Temel Karamollaoğlu oturuyor. O görüntü tuhaf. 

İkincisi, işin bir de siyasî tarafı var. Oğuzhan Asiltürk hayatını kaybetti; ama Erdoğan’ın hâlâ Saadet Partisi’ne ihtiyacı var. Bir de ne konuştukları önemli; özellikle, o konuşmaların içerisinde bir bölüm var ki… belli ki Saadet Partisi çevreleri tarafından medyaya sızdırılmış. Erdoğan, her şeyin iyi gittiğini, bir sorun olmadığını, başkanlık sisteminin de çok iyi bir sistem olduğunu, ama 50+1 konusunda yanlış yaptıklarını ifade etmiş. Sırayla üzerinden gidelim. Fotoğrafları da görüyorsun. Bu kareler beni rahatsız etti. Gerçekten salgın nedeniyle mesafe konulmuş olsa, bu fotoğrafı servis etmezler, çıkışta yan yana oldukları fotoğrafı verirler. Sence bu üzerinde konuşmayı gerektiren bir konu değil mi?

Kemal Can: Evet. Koltuk krizleri daha önce de yaşandı, üstelik uluslararası seviyede yaşandı. İşin iki tarafı var. Eğer böyle bir problem, hakikaten, basit, anlık bir durum olarak ortaya çıkıyorsa, onlarca, hatta yüzlerce danışmanla işlemekte olan Saray prosedürlerinin, gündelik ve anlık durumlara göre, üzerine konuşulabilen, pek çok anlam atfedilen, sahiden de öyle anlamlar çıkartılabilecek birtakım fotoğrafların oluşmasını hesaba katmayan, bunu düşünemeyen, hesaplamayan, beceremeyen, eline yüzüne bulaştıran bir yapı olduğunu varsayabiliriz. Üstelik bu sürekli tekrar etmekte olan ciddi bir problem — eğer böyleyse. Yok eğer, bunlar birilerinin bu resimleri vererek bir şey söylemek, birilerini küçümsemek gibi ya da farkları ve kendi yaklaşımını göstermek için bir yöntem olarak kullanılıyorsa, bu daha da vahim. “Yok, önemsizdi” deniyorsa da vahim bir tablo var. 

Ruşen Çakır: Öyleyse de vahim.Bu, son dönemin en çok kullanılan lâfı.

Kemal Can: Yok, değilse, maksatlı yapılmışsa, ayrı önemli. Oğuzhan Asiltürk olayını hatırlattın. Erdoğan bir süredir çok gayretli biçimde sistematik bir çaba hâlinde, Saadet Partisi’ni Cumhur İttifakı’nın bir parçası yapma çabası içerisinde.

Ruşen Çakır: En azından bir parçasını.

Kemal Can: Evet. Daha önce de konuştuğumuz gibi, muhalefete dönük saldırıların içerisinde onları hedefe koymuyor şu anda. CHP ve İYİ Parti çok sert saldırılara uğrarken, Saadet Partisi ve hatta diğer partilere iktidar cephesinden çok açık bir saldırı görmüyoruz. En azından diğerleriyle kıyaslayınca çok daha hafif. Dolayısıyla o tarafta bir tahkîmat arayışı var. Böyle bir arayış varken, üstelik de muhafazakâr olma iddiasındaki bir hareket ve bu hareketin partilerinden, aktörlerinden bahsediyorsak, bu tür saygı, hürmet gibi meselelerin çok daha sembolik karşılıklarının olması beklenir. Bunu gözetmeyen, en azından böyle niyetle yapılmasa bile, böyle niyet okuması yapılabileceği, böyle endişeler ve rahatsızlıklar üretebileceği, birilerinin bunu kullanabileceği varsayımıyla bile dikkat etmesi gereken bir şey. Ama bir yandan da, daha sonraki açıklamalarda –Temel Karamollaoğlu’nun açıklamaları da dâhil–, Saadet Partisi’nin bunu çok büyütme eğiliminde olmadığını, hatta partinin sosyal medyaya yansıyan bazı açıklamalarından, görüşmenin iyi bir havada geçtiği, kısa bir nezaket ziyareti değil, özellikle uzun bir görüşme olmasına vurgu yapılıyor. En azından, kapının kapanmamış olduğunu anlıyoruz. Daha önce Karamollaoğlu’nun çok sert biçimde kapattığı kapı, hem bu görüşme açısından, hem görüşmenin yorumu açısından önemli. Ama orada işaret ettiği taraf önemli. Temel Karamollaoğlu’nun konuşmasından, “Erdoğan sorun olduğunu kabul etse, üzerine konuşacağımız bir şey var” mesajını alıyorum. Erdoğan’ın o noktaya gelmesi durumunda, ortak bir zemin, konuşulabilir bir zemin olduğu varsayılabilir. Ama asıl problem, onun bu noktaya gelmemesi. 

Ruşen Çakır: Evet, bunu konuşalım. Erdoğan “Başkanlık sisteminde bir sorun yok, ama keşke yüzde 50+1 zorunluluğu olmasaydı” dedi. Buradaki mesele tavuk-yumurta ilişkisi gibi. Başkanlık sistemine geçerek Türkiye’yi uçuracaktı; ama şimdi tam tersine, kendisi aşağı doğru gidiyor. Başkanlık sistemine geçmiş olmasının bu aşağı gidişteki payını hiç saymıyor. Eski sistem olsaydı bu kriz bu kadar çetrefilli olmazdı bence. “Tekrar başkanlık sistemiyle devam edelim. Doğru yoldayız. Ama bu gidişle ben bu oyu alamayacağım. Onun için barajı indirmekte yarar var” diyor. Biz MHP’nin dayattığı barajın yüzde 7 ve daha aşağısına inmesine fazla odaklandık, bu konuyu çok konuştular. Ama Erdoğan’ın en büyük meselesi, “İlk turda en çok oyu alan kazansın” konusu. Ben “İlk turda yüksek oyu alan kazansın” perspektifinin, kendisi için çok daha tehlikeli olabileceği kanısındayım. Çünkü zaten yüzde 50+1 oydan vazgeçtiğin andan itibaren şu mesajı vermiş oluyor.

Kemal Can: “Ben o işin altındayım” demek istiyor.

Ruşen Çakır: Evet. Zaten gücünü kaybetmiş olduğunu kabul ediyorsun. Erdoğan’ın sandığa giderken en büyük iddiası, kendisine, olandan daha fazla bir güç atfetmesi. Şimdi, baştan yüzde 50+1’den vazgeçtiğin zaman, zaten bu oyu bulamayacağını söylemiş oluyorsun — ki son seçimde hiç zorlanmadan, ilk turda bu sonucu bulmuştu. Aradan bu kadar kısa süre geçmiş olmasına rağmen, nasıl oluyor da şimdi bu sonucun çok altında seyrediyorsun? “İlk turda en yüksek oyu alan kazanır” meselesinde, bence Erdoğan, muhalefetin çok güçlü bir aday çıkartıp ilk turda kazanmasının yolunu da açmış oluyor. Yani kendisi açısından da çok sakat bir şey yaratmış oluyor. Ama şöyle bir beklenti var: Üç aday, yani Cumhur İttifakı’nın adayı, Millet İttifakı’nın adayı, bir de HDP’nin adayı olacak. Belki arada Doğu Perinçek de olabilir. Sonra en yüksek oyu alan Cumhur ve Millet İttifakı’nın adayları girecek. Kim yüksek oy alırsa, dolayısıyla HDP kime yönelirse, o kazanacak. Böyle bir ihtimal olduğu zaman, HDP baştan itibaren tercihini bir şekilde yapmaya zorlanacak. İşler çok karışacak. 

Muhalefetin, HDP konusunda, “Nasıl olsa ikinci turda Erdoğan’a vermezler” rahatlığı var. Ama Erdoğan’ın söylediği, “İlk turda en yüksek oyu alan kazanır” meselesi, şu âna kadar yapılan hesapları değiştirebilir. Bence kendisi için tehlikeli bir şey yapıyor. 

Kemal Can: Zaten gelinen noktada bu 50+1 de kendisi için problem olarak işaret ediliyor. Ama bu iktidar, 50+1’i mutlak bir zafer garantisi yaratacak varsayımıyla getirmişti. Hesap neydi? Kendisinin alacağı oy meselesinin ötesinde, muhalefetin asla 50+1’i bulamayacağı tespitine dayalı olarak, mutlak ve dâimî bir zafer üretecek bir şey gibi konmuştu. Hatta muhalefet cephesinde de neredeyse böyle kabul edilmişti. 

Ruşen Çakır: “Biz hayatta bunu aşamayız” düşüncesi vardı. 

Kemal Can: Evet. Hatta “AKP’den birini mi bulalım, ne yapalım?” düşüncesiyle bu 50+1 âdeta aşılmaz bir duvar gibiydi. İktidar bunu böyle koydu. Muhalefet tarafından da büyük ölçüde böyle kabul gördü. “2018’de Erdoğan çok rahat aldı” dediğin şey, bu denklemin seçmende de kabul görmesinin sonucuydu. Erdoğan’ın 1. turda yüksek oyla seçimi kazanmasını sağlayan şey, karşı taraftaki, kimsenin bu oyu alamayacağına ilişkin kesin inanç. Seçmen bunu gördüğü için, orada bugün yaşadığımız türden bir kopma oluşmadı. “Acaba oluşur mu?” diye birtakım varsayımlar ortaya çıktı. Birtakım anketlerde, böyle bir kararsız blokundan yine bahsediliyordu. Ama kararsız blok, seçimde kararsız kalmadı. Çünkü o denklem öyle çalıştı. 50+1’i alabilecek tek aday Erdoğan’dı ve kendi seçmeni de tereddüt etmeden Erdoğan’a oyunu verdi. Öbür tarafta da bir dalga üretilmedi. Bu 50+1 kendisi için güvence oldu. 

Ama üzerinden 1 sene geçti. Yerel seçimin hemen sonrasında oluşan tabloda, Erdoğan, 50+1’in kendisi için aşılmaz bir duvar hâline geldiğini çok çarpıcı biçimde gördü. Hatta geçenlerde, partinin de araştırma biriminin başında olan danışmanlarından birinin söylediği rakamlar bile, artık Cumhur İttifakı’nın 50+1’in hayli gerisinde olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla 50+1, nasıl muhalefetin asla aşamayacağı bir baraj gibi, kendileri için bir garanti gibi getirildiyse, şimdi de ilk turda en çok oy alanın aşacağı iddiası, kendilerine aynı tuzağı üretebilir. “Yarışa girilse, her halükârda ben bütün adaylardan daha fazla oy alıyorum. Dolayısıyla, önümüzdeki yıl –ki yapmayı düşündükleri anlaşılıyor– seçim yasası değişikliği ya da bir anayasa paketinin içerisine, muhalefetin de en azından bir kısmını ikna ederek böyle bir şeyi koysak ve geçirsek, belki de hayatımız kolaylaşır. Bu 50+1 belâsından kurtuluruz” diye düşünüyorlar. Aslında Erdoğan bu “50+1 belâsı”nı çok erken fark etti: Hemen referandumdan sonra, “Biz bunu yanlış yaptık. İki turlu seçim hataydı” diye söylediğine ilişkin kulis bilgileri vardı zaten. Ama bu sefer aynı sonucu alması mümkün değil. Yani iddia ettiği gibi, evet, tek tek adaylar girdiğinde herkesten yüksek oy alıyor gibi görünebilir. Ama tıpkı 50+1 barajının bir garanti olmaktan çıkması gibi, en çok oy alan adayın –daha önce İsrail’de ve başka yerlerde de yaşandığı gibi– birdenbire tek aday blokunda bütünleşerek ya da ikinci turu hesaplayarak bir zemin oluşturup muhalefetin aşabileceği ve kendisi için yeniden bir imkân yaratacak operasyon, ayağına da dolanabilir. Yani bu yine bir garanti değil; çünkü iktidar artık bu türbülansa girmiş durumda. O yüzden de seçim yasası değişikliğini bir türlü yapamıyorlar. MHP ile AKP’nin anlaşmazlığından dolayı değil, hangi formülün işe yarayacağı konusunda ikna olmamalarından. Yani birbirleri arasındaki çelişkiden çıkmıyor olay. Anladığım kadarıyla şu anda sürekli, “Ne yapalım ki bu aritmetik meseleyi çözelim” hesabı yapılıyor. Çünkü giderek üzerlerinde, “Seçimden kaçabilir, kaçamaz” baskısı oluşmaya başladı. Seçimle halletme formülüne hâlâ yakın duruyorlar; ama onun en uygun çözüm cümlesini bulmuş değiller. Bence o yüzden de seçim yasasında nihaî bir karara varamıyorlar. 

Ama artık öyle bir noktaya geldi ki, bundan sonra ne yaparlarsa yapsınlar, muhalefet çok ciddi bir hata yapmadığı sürece ya da iktidar muhalefet blokunu birtakım siyasî manevralarla çatlatıp, oradan yeni bir formülasyon üretemediği sürece, buldukları her formülün cevabı da üretilebilir ve o, avantaj olmaktan çıkabilir.

Ruşen Çakır: Bir de bulduğu formül, kendi sonunu hızlandıracak formül olabilir.

Kemal Can: Bu ittifaklı siyaset formülü, büyük bir garantiydi onlar için. Yüzde 65’i arkalarına alacaklardı. Öbür tarafta da, 5 benzemez, asla bir araya gelemeyecek ve iki üç kışkırtmayla kolayca dağıtılabilecek bir blok. Bu, garantili sonsuz bir iktidar serüveniydi. Ama öyle olmadı.

Ruşen Çakır: Başkanlık sistemi de öyle. Eski sistemde AKP, oyları azalsa da uzun bir süre hep birinci parti çıkma ihtimali en yüksek parti olarak kalacaktı.

Kemal Can: Evet. Üstelik bunları basit çözümlerle, küçük formüllerle geçmeye çalıştıkları için, tıpkı memleketteki bütün krizleri yok farz ederek halletmeye yöneldikleri gibi, kendi krizlerini de böyle çözmeye çalıştıkları için, her seferinde daha zor bir duruma düşüyorlar.

Ruşen Çakır: Erdoğan, “Aslında sorun yok, işler yolunda” demiş. Bu, aldatıcı bir şey. Bugün yayına girmeden önce gözüme çarptı: Maliye Bakanı Lütfü Elvan Meclis’te, “Hükümetimizin ihracatı desteklemek amacıyla yüksek döviz kuru hedeflediğine yönelik yorumlar doğru değil” açıklamasını yaptı. Dolar 10 TL’ye yükseldi. İktidarı eleştirenler bile olayın kontrollü olduğunu düşünüyor. Ama yönetemiyorlar işte. Mesela ABD’de enflasyon yüksek çıktı, ABD doları değer kazandı. Tüm dünya bundan etkileniyor, ama Türkiye daha fazla etkileniyor. Hâlâ ekonomiyi kontrol edebildiği duygusu muhalefette de var. Doların yükselmesinde komplo arıyorlar. Halbuki bilerek çıkartmıyor iktidar. Bakan da, “Vallahi biz bilerek çıkartmıyoruz” demek zorunda kalıyor. Konuştuğumuz şey hep aynı: Erdoğan bir yerde duruyor, “Ben güçlüyüm aslında” diyor. Halbuki gücü yok ve giderek eriyor. Ama karşısındakilerin bir bölümü de hâlâ ona bir güç atfediyor. Dolar yükseliyorsa, “Ekonomiyi beceremiyorsunuz, kurlar yükseliyor” demek yerine, “Burada bir tezgâh yapıp kurları yükseltiyorsunuz” gibi tuhaf eleştiriler yapıyorlar. Ben şahsen yıllardır, “Erdoğan’ın krizi” diye bir şey söylüyorum. Erdoğan da hâlâ ortada bir kriz olmadığını savunuyor. Demin senin söylediğin şey çok önemli bir ayrıntıydı: Erdoğan, referandumun hemen ardından yüzde 50+1’in yanlış olduğunu düşündü. Bir de hatırlarsan, yerel seçimin yapıldığı gece, “Türkiye İttifakı” kavramını kullandı; ama sonra karışıklığa geldi o lâf. İlk verdiği reflekslerde, aslında olayın farkına vardığını görüyorsun. Erdoğan yakın zamana kadar, “Evet, birtakım sorunlar var, ama bu bizden kaynaklanmıyor. Bunu ‘faiz lobisi’, ‘dış güçler’, şunlar bunlar yapıyor” diyordu. Şimdi onları da söyleyemiyor; çünkü onların inandırıcılığı kalmadı. Bu sefer, “Bir sorun yok” demek zorunda kalıyor. 

Kemal Can: Yılını tam hatırlamıyorum, 2004- 2005 olabilir; Erdoğan, Kürt meselesiyle ilgili olarak, “Sorun var diye inanmayacaksın. Yok diye inanacaksın. Sorun var diye inanırsan sorun olur. Sorun yok dersen, sorun ortadan kalkar. Biz böyle bir sorun yok diyoruz” diye bir açıklama yapmıştı.

Ruşen Çakır: 2002’de, Moskova ziyareti sırasında yanına gelerek Kürt sorununun çözülmesini isteyen bir Kürt işçisine söylediği bir cevaptı bu. 

Kemal Can: Bu yaklaşım, bildiğimiz bir şey. Krizden bahsetmezsen, sorun olmadığını söylersen…

Ruşen Çakır: Demirel’in o meşhur “Meseleleri mesele etmezseniz, ortada mesele kalmaz” lâfı vardır. 

Kemal Can: Bu bir yaklaşım: Sağ pragmatist siyasetçilerin müracaat ettikleri, sorunu bir süreliğine gündemin dışına çıkartmak ya da senin söylediğin gibi sorunun kaynağı hakkında bulanıklık yaratarak meseleleri halletmek. Sorunu çözmekle ilgili enerji harcamak yerine, böyle yöntemlerle yürütmek. Aslında bu yeni bir şey değil. Hani hep “ileriye itmek, geleceğe kaçmak” diye söylediğim şey, ekonomik kriz tablosunda, dış politika meselelerinde, hepsinde, mevcut sorunları olduğu gibi kabul edip onu çözmeye çalışmak yerine, başka bir gündemle ileriye doğru ya da onu hem perdeleyen hem de yokmuş gibi yürümeye çalışan bir strateji devam ettirildi senelerdir. Bu strateji ekonomide bir miktar işledi aslında. Ekonomik kriz tablosunun 2018’de böyle ilerleyeceğine ilişkin öngörüler gayet belirgindi. 2018, henüz kriz şartlarının bütün ülkeyi sardığı bir tablo üretmemişti. Ama aklı başında ekonomi yorumcularının öngördüğü şey, bir iki yıl içerisinde hızlı bir sürecin başlayacağı idi. Hatta hatırlarsan, iktidar, kampanyasını bunun üzerine kurmuştu: “Kriz geliyor, sorunlar büyüyecek. Maceraya girmeyin. Bildiğiniz yoldan ayrılmayın” tezini kullanmıştı. Ama pandemiyle birlikte bu çok hızlandı. Çünkü sadece bizim sorunumuz değil ki bütün dünyanın sorunuydu. Üstelik onlar, Batı’da, gelişmiş ülkelerde olup biten kötü şeyleri örnek gösterip, sanki onların başına gelen kötü şeyler, buranın başarısı sayılacakmış algısını yaratmaya çalıştılar. 

Şimdi ekonomide de aynı şeyi yapıyorlar: “Avrupa’da benzin kuyrukları var. Market rafları boş” gibi argümanlar kullanıyorlar. Ama bu bir zorunluluk. Eğer krizin ve sorunların varlığını kabul edersen… Zaman zaman da kabul ediyor aslında; tanzim satışlar kurmaya kalktı mesela. Ama sorunu kabul ettiği her durumda, erimesi ve reaksiyonu büyütüyor. “Kriz yok” dediğinde, sokak röportajlarında gençlere telefon soran insanların argümanı olabiliyor hâlâ. Ama “Sorun var” dediğinde, onun yarattığı türbülans, onun yarattığı erime, reaksiyon, kendi tabanı dâhil, birilerinin, “Sorun var, bunu çöz” diye feveran etmeye başlaması, engelleyemeyeceği bir şey. Onun için buna mecbur. Bu böyle siyaset bilmezlik, aymazlık, beceriksizlik meselesi değil, bir mecburiyet. Krizi kabul edip, “Kriz var, bunu da ben çözerim” dediğin anda, çözmen için üzerine gelecek baskıyı ve çözemediğinde oluşup büyüyecek itirazı kabul etmek zorunda kalırsın, kendini bunun parçası hâline getirirsin. O yüzden bunu kabul etmemek zorunda ve o yüzden de yok farz ediyor. 

Mesela döviz meselesinde de, sistemli bir döviz artışı değil, ama bu iktidarı destekleyen bazı ekonomi blokları ve güç merkezleri, bu döviz artışından çok rahatsız değil. Bundan nispî olarak kazançlı çıkıyorlar. Bu, genel olarak ülkenin krizini çözmek anlamında bir şey değil. Ama bir grup insan bundan memnun oluyor, hatta bunu talep ediyor. Aslında oradaki beceriksizlik, burada bir komplo yaparak doları yükseltip yükseltmediği değil. Bu tür çeşitli çıkar gruplarının, hatta küçük, dar çıkar gruplarının manipülasyonlarına direnemez hâle gelmesi. Yani bütünlüklü bir ekonomik program yürütemiyor olması. Daha önce, nasıl Naci Ağbal’ın gelişini bir lobi zorladı ve faiz artışıyla onun devamı geldiyse, sonra başka bir lobi, başka bir tazyikle, onu görevden aldırıp, bu sefer faiz indirimini yaptırdı. 

Ruşen Çakır: Hani sadece bizim jenerikte kalan Berat Albayrak var ya, onun tekrar geri döneceği söyleniyor. Ben öyle olacağını düşünmüyorum, ama her şey o kadar kısır bir durumda ki. Ekonomiyle ilgili nasıl bir alternatif bulunur, ne yapılabilir deyince insanların aklına hâlâ Berat Albayrak geliyor. 

Lütfü Türkkan meselesine gelelim: Bugün, Lütfü Türkkan’ın dokunulmazlığının kaldırılması talebiyle hazırlanan fezleke Meclis Başkanlığı’na sunulmuş. Bir şey çıkacağını sanmıyorum. Daha önce de konuştuk, ama tekrar konuşmakta yarar var. Olayın birkaç boyutu var: Biri, Lütfü Türkkan’ın yaptığı yanlış; ikincisi, iktidarın bu olayın üzerine atlaması; üçüncüsü de, bu olaydan fazla ekmek bulamaması. Katılır mısın bilmiyorum. Yakın bir zamana kadar, bundan çok daha küçük, olmayan şeylerden ciddi gündem belirleyebilen bir iktidar, troller, havuz medyası filan vardı. Şimdi çok büyük bir koz yakaladılar. İşin içerisinde şehitler var, küfür var. Yükselişte olan bir muhalefet partisinin kurmayı var. Buna rağmen, üç yıl önce böyle bir olayı bir İYİ Parti İlçe başkanı yapsaydı bile kopartacakları kıyameti şimdi kopartamadıkları kanısındayım. Kendileri çalıp kendileri oynuyorlar. Şunu da çok açık söyleyeyim: Türkiye demokratik bir ülke olsaydı, özgür bir medyası olsaydı, Lütfü Türkkan’ın bu yaptığının karşılığında alacağı ceza ya da uğrayacağı zarar çok daha ağır olurdu. Bu olaya yönelik bütün eleştiriler iktidar kaynaklı olduğu için, gücünü kaybediyor. Normal şartlarda, herhangi bir ülkede, herhangi bir partinin üst düzey yöneticisi sokakta bir vatandaşa küfrettiği zaman başına bir şey gelir. Tamam, Lütfü Türkkan görevinden istifa ettirildi; ama çok daha ciddi bir konu olurdu bu olay. Şimdi öyle bir ortam yarattılar ki, kendileri çalıp kendileri oynuyorlar ve bence çok da etkili olamıyorlar. 

Kemal Can: Evet, bir tarafıyla doğru. Uzunca bir süredir böyle. Bence, muhalefette karar verici noktada ya da kadro düzeyinde, bu tür meselelerde iktidarın yapabilecekleri ve bundan alacakları sonuç konusundaki endişe ile, gerçekte, toplumun içerisinde bunun yaratabildiği etki arasında bir açı, epey uzunca bir süredir var. Kendi tabanı dâhil, genel kamuoyunda bu tür şeyleri çok fazla kullandığı için, üstelik de şimdi daha sahici bir mesnet yakalamış durumdayken, olay, tıpkı “yalancı çoban” hikâyesine dönüyor. Bir şeyi o kadar çok kez, olmayan bir suçlamanın konusu yapmışken, sahiden olan bir şeyin etkisini de zayıflatıyorsun aslında. Olur olmaz şeyler için bunu o kadar çok kullanmışsın ki; İYİ Parti için, CHP için, Kılıçdaroğlu için, Akşener için, şunun için, bunun için sürekli kullanmışsın, sürekli uyduruk şeylerle bu suçlamayı tazelemişsin ki; artık suçlamanın kendisi bir şeye dönüşmüş. Sonra sahici, herkesin gözü önünde kayıtlı, problemli bir mesele olduğunda da o kadar büyük bir etki yaratmıyor. Bu, genel kamuoyunda o kadar büyük etki yaratmıyor, seçmen tercihlerini değiştirecek bambaşka bir dalga üretmiyor; ama partilerin merkezleri üzerinde buna yüksek cevaplar verme ihtiyacını doğuran önemli bir etki yaratıyor. Mesela Akşener’in Meclis konuşmasında, şimdiye kadar kurduğu dilden daha başka türlü bir dil kurduğunu gördük. Daha meydan okur bir tarzda, ama son dönemde tutturduğu ritmin dışına çıktığını görüyoruz. Muhtemelen başkalarında daha fazla var. İYİ Parti şimdi büyük ihtimalle kendi yöneticilerinin, sözcülerinin bu konuda daha fazla konuşmasını engelleyerek durduruyor meseleyi; ama yakın bir zamanda görürüz. Özellikle iktidar partisi medyasının kontrolünde, İYİ Parti içinden birtakım haberler görebiliriz. “Bu çok fazla tartışılıyor. Daha fazlasının yapılması isteniyor. İsmini vermek istemeyen bazı İYİ Partili yöneticiler, Lütfü Türkkan konusunda daha fazla şey yapılması gerektiğini söylüyorlar” gibi birtakım kulisler çıkartacaklar. Ama bu çok yerleşik bir şey. 

AKP’nin 20 yıllık iktidarının neredeyse 10 yılında, özellikle 2011-2012 sonrasında, iktidarın “yerli ve millî” târifinden sonra, muhalefet “İktidar bizi suçlar. Bu da seçmen nezdinde güvenilirliğimizi bozar” travmasını yaşadı. Çarşamba günü “Adını Koyalım”da İYİ Parti’yi tartışırken konuştuğumuz gibi, kurulduğu andan itibaren sürekli savunma ve kendini anlatma zorunda bırakılmış bir parti durumunda. CHP de tüm geçmişin hesabını vermek zorunda olan bir parti. Birtakım adımlar attığında, daha kuvvetli bir şeyler söylemeye başladığında, önüne hep kendi geçmişinden bir şeyler konuluyor. “Endişeli muhafazakârlar”, “Helâlleşirler mi, helâlleşmezler mi?” tartışmalarına konu olan, son yıllarda, başta ekonomi olmak üzere içinden çıkılmaz hâle getirdiği pek çok sorun konusunda “Kriz yok” deyip sıyrılabilen iktidar karşısında, hâlâ kendisini savunmak zorunda kalan bir muhalefet resmi, bugünün meselesi olmaması gerekiyor. Senin dediğin doğru. Ama böyle bir tabloya da zaman zaman neden olabiliyor; iktidar bunu yaratabiliyor. 20 yıllık iktidarın tahrîbatından sonra, hâlâ savunma yapmak, kendini anlatmak, cevap vermek zorunda kalan bir muhalefet görüyoruz. Kriz tablosu karşısında, “Bir şey yok. Bu memlekette bir sorun yok” diyen birine hesap soramıyorsun. Onu savunmaya itemiyorsun. Hatta savunma yapma ihtiyacı bile duymuyor. 

Ruşen Çakır: Ama son dönemde, muhalefetin inisiyatif aldığı zamanlar oldu. O dönemlerde de Erdoğan’ın savunmaya geçtiğini görüyoruz.

Kemal Can: Ama her savunmaya geçtiğinde, zararı büyüdü. Onu gördüğü için de inkâr politikası yürütüyor. 

Ruşen Çakır: Belki de, Kılıçdaroğlu’nun hiç evinden çıkmayıp, doğrudan topluma seslenen o videoları yapması gerekiyor. Geçenlerde Ankara’dan bir arkadaşımla konuşuyordum. Bu konularda kulağı deliktir. Eskiden de devlette görev yapmış birisi. Kılıçdaroğlu’nun sözlerinin etkisinin bayağı büyük olduğunu söyledi. Bunu değişik yerlerden de duyuyordum.

Kemal Can: Bürokrasiyle ilgili söyledikleri, değil mi?

Ruşen Çakır: Evet. Hepsi olmasa da insanlar bayağı temkinli olmaya başlar. Her halükârda doğrudan hitap etmek iyi bir şey. “Sen fotoğraf karesine girme, biz baş başa konuşalım” der gibi, insanlara doğrudan hitap ettiğin zaman, o kişiye doğrudan bir şey söylemiş oluyorsun. Şimdiye kadar hep iktidar üzerinden topluma bir şey söylediler. İktidar üzerinden bir şey söylendiği zaman, aslında iktidarın propagandasını yapıyordu. Şimdi benzer şeye Erdoğan çok sık düşüyor; söylenen her şeye cevap verme zorunluluğunu hissediyor. Geçenlerde Meclis’teki grup toplantısında Kılıçdaroğlu’nun linç görüntülerini gösterdi ya. O videoda da Kılıçdaroğlu’nun konuşmalarından cımbızlanmış bölümler vardı. Artık günümüzde görüntü önemli. Altyazı koysan bile okuması zor. Sonuçta, o videoyu yayınlayarak, Kılıçdaroğlu’nu izlemeyen insanlara bile Kılıçdaroğlu’nun varlığını hatırlatıyor. Hatta dört beş dakikalık bir video yaparak ona önem verdiğini göstermiş oluyorsun. Onu muhatap aldığın zaman, bir değer atfetmiş oluyorsun. Muhalefet uzun bir süre hep bunu yaptı. Muhalefet tabii ki iktidarı eleştirir. Ama eleştirirken kendisini anlattığı zaman bir değeri oluyor. Ötekisi üzerinden, “Şunu yanlış yapıyor, bunu yanlış yapıyor” diye eleştirdiğinde, insanlar hep ona bakıyorlar. Ama kendini anlattığın zaman iş değişiyor. Mesela CHP, elektrik faturalarından TRT payının kaldırılması için kanun teklifi vermişti. Kılıçdaroğlu bunu ısrarla gündeme getirdi. Sonunda Erdoğan kaldırdı. Şimdi sorsan, “Zaten Erdoğan bunu düşünüyordu” derler. Ama belli ki bir karşılık buldu. Kılıçdaroğlu somut bir şey söyledi, toplum bunu bir şekilde aldı. İktidar toplumun bunu aldığını gördü ve ilk akıllarına gelen şeylerden birisi elektrik faturalarındaki TRT payının kaldırılması oldu. Burada etkili muhalefeti görebiliyorsun. Mesela Lütfü Türkkan olayına bakalım: Senin bir yöneticin yanlış bir şey yapmış. Bunu yok sayamazsın. Yok sayarsan samimi bulunmazsın. Ama bunu yaparken, Meral Akşener’in o çıkışını birçok insan çok beğendi. “Erkek kadın” diye yorumlarda bulundular. Ama çok yanlış bence. Senin söylediğin gibi, Akşener’in tutturduğu o ritme aykırı. İnsanlar şöyle algılıyor: “Tamam, hani böyle yüksek çıkışlar yapıyor, söyledikleri de yanlış değil ama rahatsız olmuş belli ki.” Aslında bir zaafı gösteriyor.

Kemal Can: Ritmi tutturmak çok önemli. Hani futbolda oyunu bozmak dediğimiz bir şey vardır ya; çok iyi oynayan ve diğerinden çok daha güçlü olan bir takım vardır. Ya da oynadığı rakip çok zayıftır, oyunu etkileyecek hamleleri veya bir oyun planı yoktur. Ama kötü bir takım, bazen sertlikle, bazen saçma bir oyun düzeniyle, diğerinin oyununu, ritmini bozar. İyi oynayan takım da birden saçma sapan şeyler yapmaya başlar, o türbülansın içinde gol de yiyebilir. Bu da böyle bir tablo. O yüzden kendi oyununu oynayabilmek, kendi ritmini tutturmak ve onun ritim bozucu hamlelerine direnmek de bir beceri işidir. Futbolda da, siyasette de bu iş böyle. Mesela bu ritim bozukluğu, “128 milyar dolar” konusunda yaşandı. Kılıçdaroğlu’nun bürokratlara seslenmesi konusunda da yaşandı. Erdoğan bürokrasi meselesindeki tehlikeyi gördü ve yüksek bir reaksiyon verdi. Ama o yüksek reaksiyon, bence Kılıçdaroğlu’nun çıkışının etkisini de büyüttü. Çünkü orada, demin Akşener için söylediğin şeyin aynısı oldu: “Demek ki burada bir sahicilik var. Burada sahiden bir sorun olabilir. Gidebilme ihtimali olduğu için tedirginlik var” hissini doğurdu. Şimdi, Erdoğan’ın oralardan biraz çekilmeye başlayacağını düşünüyorum. Eğer “Türkiye’de bir kriz yok, sorun yok” tavrını devam ettirmesi bir mecburiyetse, asıl olarak muhalefetin kurduğu ve tutturmaya başladığı ritmi bozmaya dönük hamlelerini daha çok artıracağını düşünüyorum. Burada muhalefetin birlikte olması çok önemli olacak. Ama muhalefet bu ritmi hâlâ liderler üzerinden yürütüyor. Henüz bütün kadrolarına, bütün teşkilatlarına yayabildiği bir ritim değil bu. Hâlâ liderlerin uyumu üzerinden gidiyor. İktidardaki merkezî, şahsîleşmiş şeyin bir benzeri var muhalefette. Muhalefetin bunu biraz daha yayabilmesi lâzım. Ancak o zaman daha etkili bir şeye dönüşecek. 

Ruşen Çakır: Evet, burada noktayı koyalım Kemal. Stüdyoda olunca iyi oluyor. Sen yayınları açık havada yaptığın zaman, etraftan gelen gürültüler yayını zorlaştırıyordu. Bir de, senin meşhur ezan seslerin vardı.

Kemal Can: Evet, bir de hep ezan saatine denk geliyorduk. 

Ruşen Çakır: Stüdyoda birlikte yayın yapmak iyi oldu. Evet, “Haftaya Bakış”ı burada bitiriyoruz. İzleyicilerimize çok teşekkürler. Haftaya görüşmek üzere, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.