Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Transatlantik: Türkiye-BAE ilişkileri, kur krizi & ABD’de enflasyonla mücadele

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz 

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Transatlantik”le karşınızdayız. Geçen hafta yapamadık, özür diliyoruz; ama mümkün olamadı. Bu hafta Ömer Taşpınar ve Gönül Tol Washington’da ve birçok konuyu konuşacağız. Arkadaşlar, merhaba.

Gönül Tol: Merhaba Ruşen. 

Ruşen Çakır: Şimdi, geçen hafta yapamadık, telâfî etmemiz lâzım ve en önemli konu bence, –Türkiye’de kamuoyu çok fazla ilgili değil gibi, ama– Birleşik Arap Emirlikleri Veliaht-Prensi şu anda Türkiye’de; bayağı ağırlanıyor ve çok büyük yatırımlar yapacağı söyleniyor. 100 milyar dolar gibi lâflar ediliyor ve bayağı bir “kardeşlik” fotoğrafları veriliyor; ama biliyoruz ki –daha önce de konuştuk, sizler orada çok daha iyi biliyorsunuz ki– Birleşik Arap Emirlikleri ile Türkiye’nin arası hiç ama hiç iyi değildi. Ankara, Birleşik Arap Emirlikleri’ni 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin sponsoru, azmettiricisi olmakla, hatta belki de organizatörü olmakla suçluyordu. Ne oldu ne bittiyse göstere göstere oldu. Daha önce Milli Güvenlik Danışmanı gelmişti, o zaten bir şeyin değiştiğini gösteriyordu. Bunu bir ele alalım Ömer, sen daha yeni oralardaydın galiba, değil mi? Zaten geçen hafta yapamamamızın nedenlerinden birisi senin Birleşik Arap Emirlikleri’nde olmandı; herhalde bu konu da gündemine bayağı gelmiştir: Ankara ile yakınlaşma. Tam olarak ne oluyor? Yani burada, iki taraf da birbirine doğru mu yanaşıyor? Yoksa birisi diğerine bir şey mi dayatıyor?

Ömer Taşpınar: Evet, geçen hafta ben Abu Dhabi’de bir konferansa katılmıştım Ruşen, bu konu daha yeni gündeme geliyordu. Ziyaretin bu kadar çabuk ve bu kadar üst seviyede yapılması sürpriz oldu. Şimdi konjonktür değişti diyelim; en önemli gelişme, konjonktürün değişiyor olması, senin dediğin gibi birkaç yıl öncesine oranla şartlar değişti. Birleşik Arap Emirlikleri bence Türkiye’ye oranla daha istekli normalleşme, işleri düzeltme konusunda; fakat Türkiye’nin de çok işine geliyor tabii. Türkiye de belirli konularda geri adım attı diyebiliriz. Konjonktür nasıl değişti? Temelde belki de Ortadoğu konusunda çok gözükmeyen, fakat alttan ve derinden giden bir mesele var; o da Suudi Arabistan ile Birleşik Arap Emirlikleri arasındaki sorunlar. Suudi Arabistan normalde Birleşik Arap Emirlikleri’yle beraber hareket eden bir ülke; özellikle Veliaht-Prens Muhammed Bin Salman uzun zaman Abu Dhabi Veliaht-Prensi Muhammed Bin Zayed’in etkisi altında gözüktü. Bu iki ülke Yemen’de beraber hareket ettiler, Katar konusunda beraber hareket ettiler, Müslüman Kardeşler konusunda aynı endişelere sahiplerdi. Fakat son iki yılda –COVID sonrası diyelim–, önce petrol fiyatları konusunda bir anlaşmazlık çıktı. Suudi Arabistan petrol fiyatlarının biraz daha düşük tutulmasını istiyordu; Birleşik Arap Emirlikleri ise daha yüksekten satmak istiyordu petrolünü. Fakat daha önemli mesele, Suudi Arabistan artık petrole bağımlı olmaktan çıkıp birazcık Birleşik Arap Emirlikleri’nin kalkınma modeli olan hizmet sektörü, bankacılık, turizm alanlarına geçmek istiyor. Yani bu petrole bağımlılık Suudi Arabistan ekonomisinin en ciddi yumuşak karnı, en ciddi zâfiyet yeri. Dolayısıyla, özellikle bankacılık sektörüne ve Suudi Arabistan’da farklı sektörlere dış yatırım çekmek istiyor Suudi Arabistan; fakat bölgenin en büyük yatırımını çeken ülkesi şu âna kadar Dubai nedeniyle ve Abu Dhabi nedeniyle Birleşik Arap Emirlikleri oldu. Bu nedenle yatırımlar konusunda iki ülke arasında bir rekabet başladı. Sonra gümrük duvarları konusunda bir sorun yaşandı. Birleşik Arap Emirlikleri yavaş yavaş Abu Dhabi’ye ve Dubai’ye şu mesajı verdi: “Sizin oradaki şirketler Suudi Arabistan’la iş yapacaklarsa merkezlerini Dubai’den Suudi Arabsitan’a çekmek gerekiyor. Biz de serbest ticaret alanı oluşturacağımız yeni bir şehir kuruyoruz Dubai’yi model alan. Bu büyük şirketlerin Suudi Arabistan’a gelmeleri gerekiyor” mesajını verdi. Dubai birden afalladı, çünkü bütün dış yatırımlar Dubai’ye geliyor, büyük şirketler Dubai’deydi; bu yatırımlar üzerinden de kavga başladı. Sonra Katar meselesinde, Suudi Arabistan yavaş yavaş Katar’la normalleşmeye karar verdi, düzeltmek istedi arayı. Buna Birleşik Arap Emirlikleri pek yanaşmadı. Yani neden bunları anlatıyorum? Bir sürü alanda Suudi Arabistan’la sorun yaşamaya başladı. Bunun üzerine Birleşik Arap Emirlikleri son bir yıldır bölgede ve uluslararası platformda daha geniş adımlar atmaya, daha önemli radikal adımlar atmaya başladı. Mesela İngiltere’yle, Japonya’yla, Endonezya’yla serbest ticaret anlaşmaları, yeni yatırımlar yapmaya başladı. Yani Suudi Arabistan’a bağımlılıktan kurtulmak istiyor. Suudi Arabistan’la bir rekabet içinde ve Suudi Arabistan’a bağımlılıktan kurtulmak istiyor. Türkiye konusunda da, Türkiye’nin bir şekilde bölgedeki rolünü kabullenip, birazcık da geri adım atarak, Türkiye ile barışma konusunda sinyaller vermeye başladı ve Türkiye’ye de yatırım yapmak istiyor. Türkiye’nin Katar politikası üzerinde etkili olabilecek bazı adımlar atmak istiyor. Bunun bir de Katar boyutu var. Şöyle bir duyum aldım ben Abu Dhabi’deyken: Suudi Arabistan Türkiye ile masaya oturup Katar’la ilişkileri düzeltmek istiyor. Yani şöyle söyleyeyim: Suudi Arabistan bir şekilde bir arabuluculuk yapmak istiyor ve burada Birleşik Arap Emirlikleri devreye girerek aslında Katar’la daha fazla normalleşme yaşamak istemediği için Suudi Arabistan’ın da önünü almak istiyor ve Türkiye’ye yatırım konusunda çok istekli gözüküyorlar. Türkiye’nin Suriye politikası, Türkiye’nin İsrail politikası üzerinde bazı değişiklikler yapmak istiyor Birleşik Arap Emirlikleri. Bütün bunlar bu ziyareti açıklıyor. 100 milyar dolar rakamı çok yüksek — bana göre doğru değil. Benim duyduğum rakam 20 milyar dolar civarında ve bu yatırımların tabii Türkiye’ye kısa dönemde gelmesi gerekecek, kısa dönemde yatırım yapması gerekiyor. Türkiye’nin ihtiyacı olan şey şu anda –birazdan konuşacağız– Merkez Bankası’na rezerv girmesi, Merkez Bankası’na dolar girmesi. Dolayısıyla bir Swap anlaşmasını Türkiye tercih edecektir, buna da yanaşabilir Birleşik Arap Emirlikleri. Yeter ki Türkiye üzerine bazı isteklerini yerine getirebilsin. Bunların önemli bir kısmı Türkiye’nin bütünüylee Katar’a oynamaması. Katar konusunda, dediğim gibi Katar’ın önünü almak; çünkü Katar Suudi Arabistan’la arasında arabuluculuk yapmak istiyor; Katar’ı bir şekilde ikinci perdeye itmeye çalışacak gibi geliyor bana Birleşik Arap Emirlikleri. Türkiye’nin Suriye politikası üzerinde etkili olmaya çalışacak. Birleşik Arap Emirlikleri Şam’la ilişkileri düzeltti. Şam’ın Arap Birliği’ne dönmesini istiyor. Türkiye’nin de Şam’la barışmasını isteyecektir. Çünkü amaç burada Şam’ı İran’a kaptırmamak. Yani İran konusunda bazı korkuları var Birleşik Arap Emirlikleri’nin; hep derinden gelen, geçmişten gelen ve Türkiye’nin Suriye ile arasını düzeltmesi, Suriye’nin bir şekilde İran karşıtı kampa geçmesini sağlamak için bir adım olarak görüyorlar. Tabii ki bu çok gerçekçi değil; çünkü Suriye-İran ilişkileri derin bir ilişki. Fakat o alanda da bazı adımlar atmak istiyorlar. Bir de Türkiye’nin İsrail’le de ilişkilerini düzeltmesini tercih edeceklerdir. Dolayısıyla Birleşik Arap Emirlikleri bir yandan bu tür diplomatik açılımlarla Türkiye’ye geliyor diyebiliriz.

Ruşen Çakır: Gönül, şunu biliyoruz ki Washington’da çok etkiliydi Birleşik Arap Emirlikleri. Hatta orada sızıntılar da oldu — Büyükelçi’nin falan. Sadece o değil tabii ki etkili olan; ama daha önceki yayınlarda hep şunu konuştuk: O bölgede, Körfez’de bir stratejik akıl var diyorduk. Ve bu stratejik aklın en önemli perspektiflerinden biri, Müslüman Kardeşler vs. gibi konularda, radikal İslâm’a ve İslâmcılığa geçit vermemek gibi bir olay. Tabii bir diğer olay da İran meselesi. Şimdi bu anlamda bakıldığı zaman, Türkiye ile aralarında sorun olması anlaşılır bir şeydi. Ama şimdi Erdoğan, aynı Erdoğan, konjonktür değişti belki, ama Birleşik Arap Emirlikleri kendi stratejisinde bir revizyona mı gidiyor? Yoksa şöyle bir mantık mı var: Erdoğan zaten ekonomik olarak kötü durumda, dolayısıyla bütün bu ideolojik şeylerin hiçbirisinin bir anlamı kalmadığını mı düşünüyor?

Gönül Tol: Şimdi, aslında Körfez ülkelerinin siyasal İslâm konusundaki tehdit algılamasında ciddi bir değişiklik var Ruşen. Şimdi mesela Ömer konjonktürden bahsetti; konjonktürün çok önemli bir rolü var, nedir o konjonktür? Arap Ayaklanmaları’nın tetiklediği bir siyasal İslâm endişesi vardı. Fakat bugün tabii bu da Türkiye’yle gerginliğin ana eksenini oluşturuyordu; Türkiye’nin Arap Ayaklanmaları sonrası izlediği siyasetin önemli bir ayağıydı bu: Müslüman Kardeşler’e destek. Bu da özellikle Körfez ülkeleri için varoluşsal bir tehdit içeriyordu. Şimdi gelinen noktada, Tunus’ta dahi olanları görüyoruz, artık Müslüman Kardeşler çok büyük bir tehdit olarak görülmüyor bence — özellikle Körfez’de, Birleşik Arap Emirlikleri de görmüyor. Tabii ki Müslüman Kardeşler’i artık normalleştirmiş bir düşünme şekli yok; fakat konuştuğunuzda şunu söylüyorlar: Yani artık bugün gelinen, içinde bulunduğumuz yıla baktığımızda, Müslüman Kardeşler çok ciddi bir tehdit arz etmiyor. Bence Türkiye ile Birleşik Arap Emirlikleri’ni yakınlaştıran da bu konjonktürel faktörlerden bir tanesi. Şimdi Ömer bu ilişkide daha fazla normalleşmeyi isteyen tarafın Birleşik Arap Emirlikleri olduğunu söyledi; ben çok öyle düşünmüyorum, bence aynı şekilde Erdoğan da. Çünkü Erdoğan çok ciddi dönüşler yaptı politikasında ve bu da Birleşik Arap Emilikleri’nin hesabının içerisinde önemli faktörlerin bir tanesi; yani Müslüman Kardeşler konusunda da adımlar attı, ama zaten bugün bölgesel siyasete baktığınızda, artık o ayaklanmalar başladıktan hemen sonraki gibi siyasetini dayandırdığı bir şey de yok, Müslüman Kardeşler varlığı da yok. Libya’da var, ama o ideolojik olmaktan çok pragmatik sebeplerle — Türkiye onlarla çalışıyor. Dolayısıyla Erdoğan’ın da geri adım attığı çok şey bâriz. Ve şunu da söylüyorlar: Erdoğan’ın da aslında eli çok sıkışmış durumda; içeride yaşanan ekonomik buhrandan tutun muhalefetin ivme kazanmasına kadar Erdoğan’ın içeride bir sıkışmışlığı söz konusu ve bunu da bölgedeki aktörler şöyle okuyor: Bu nedenle bir geri vitese takmak zorunda kaldı bölgede. Yani 2019’da mesela izlediği kadar militarist, agresif bir politika izlemiyor. Biden’ın gelmesiyle birlikte söylemini değiştirdi; bölgedeki sorun yaşadığı ülkelerle daha normalleşme söylemi içerisinde; yani Erdoğan’ın da elini zayıf görüyorlar, o yüzden orta noktada buluşacak bir konjonktür olarak okuyorlar bugünkü konjonktürü. Bir de şöyle bir şey var: Hem Suudi Arabistan’da hem Birleşik Arap Emilikleri’nde ayaklanmalar sonrasında izledikleri o çok agresif siyasetin hiçbir işlerine yaramadığını, tam tersine altlarını oyduğunu, kendi çıkarlarının altını oyduğunu düşünüyorlar. Yani bakalım: Yemen’e bakalım, Katar ablukasına bakın. O izledikleri agresif siyaset ya da mesela Irak’ı izole etme politikası direkt İran’ın nüfuzunu artırmaya yaradı; onun dışında bir işe yaramadı. Bir de Ömer’in söylediği gibi, çok agresif bir yatırım çekme politikası var bu iki ülkenin de; Suudi Arabistan’ın da 2030 vizyonunun bir parçası olarak öyle. Dolayısıyla bu da imajlarını değiştirmelerini gerektiriyor. O kadar askerî angajmanla, Yemen’de binlerce sivili, çocuğu öldürerek bu imajı düzeltemiyorsunuz, yatırım çekmek için gerekli olanı yapamıyorsunuz. O nedenle de bölgeyle ilgili artık askerî odaklı bir dış politika izlemekten çıkıp diplomasiye öncelik vermek ve COVID’in yarattığı ekonomik problemler nedeniyle de yatırıma öncelik vermek gibi bir siyasî dönüşüm içerisinde — hem Suudiler hem Birleşik Arap Emirlikleri. Ömer bundan bahsetti, şunu da ekleyeyim: Bence Muhammed bin Zayed’in Türkiye’ye gelmesindeki en önemli sebep, bu jeo-stratejik kaygılardan çok daha önemlisi yatırım meselesi. Yani uzunca bir zamandır hem Suudiler hem Birleşik Arap Emirlikleri ekonomilerinde petrolün rolünü azaltmaya çalışıyorlar. Birleşik Arap Emirlikleri Suudiler’den çok daha az bağımlı petrole; ama yine de agresif bir şekilde ekonomilerini çeşitlendirmeye çalışıyorlar. Mesela İngiltere ile de bir mutabakata vardı Eylül ayında Birleşik Arap Emirlikleri — ki İngiltere ile de Müslüman Kardeşler’e karşı yeterince agresif olmadığı için gerginlikler vardı, Yemek konusunda gerginlik yaşıyordu; onların hepsini unutmaya karar verdi ve İngiltere’ye 10 milyar dolarlık bir yatırım sözü verdi, teknolojik altyapı, yenilenebilir enerji konusu gibi alanlara yoğunlaşıyor iki ülke de. Bir yatırım dalgası başladı, böyle bir hareketlenme söz konusu. Bütün bunlar şundan kaynaklanıyor: Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan’ın ticarî ilişkilerine baktığınızda, yatırım anlamında ticaret hacmine baktığınızda, Birleşik Arap Emirlikleri çok daha muhtaç Suudiler’e. Yani Suudiler’in atacağı adımlar bu anlamda Birleşik Arap Emirlikleri ekonomisini çok etkileyecek durumda ve bu bağımlılıktan kurtulmak için ilişkilerini çeşitlendirmek istiyor. O çerçeveden de görmek lâzım Türkiye’ye yatırım sözünü bence ve normalleşme adımlarını.

Ruşen Çakır: Evet, şimdi bu bahsi kapatırken, tabii bu arada 15 Temmuz da kim yaptırdıya gitti oluyor. Burada Türkiye’de sıradan ilkokul öğretmeninden hamile kadınlara kadar FETÖ’cülükten içeri atılıp ellerinden işleri alınırken, bir diğer yandan darbeyi tezgâhladığını çok emin bir şekilde söyledikleri ülke ile… ve herhalde esas olarak Veliaht-Prens’i suçluyorlardı, esas beyni o olduğu için, onun da…

Ömer Taşpınar: O konuyu Ruşen, sorduk, yani birkaç yıldan beri soruyorum her gittiğimde Abu Dhabi’ye. Şöyle bir cevap veriyorlar: “Ya, Türkiye bu kadar ciddi suçlamalar yapıyor, bunları hep basın üzerinden yapıyor” diyorlar bana. “Yani böyle resmî olarak bize bu konuda bir protesto, bu konuda bir nota, bu konuda ciddi bir suçlama hiçbir zaman gelmedi; basın üzerinden böyle suçlamalar var. Bir şey biliyorlarsa söylesinler, biz bu işin arkasında yokuz” diyorlar. “Bizi niye suçluyorlar?” diyorlar. Benim anladığım kadarıyla Washington’daki büyükelçileri, Abu Dhabi ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin Washington’daki büyükelçiliği çok ciddi bir lobi faaliyeti yürütüyor ve İsrail ile beraber hareket ediyorlar. Yani Türkiye’de, “Bölgede bir şekilde Erdoğan’dan kurtulmak isteyen ülkeler kim?” diye bir mantık yürütülüyor, “İsrail” deniyor, “ama İsrail’den daha sinsi ve bölgede böyle operasyonel şeyler yapabilen Abu Dhabi var, Birleşik Arap Emirlikleri var” diyorlar. Böyle bir mantık üzerinden gidiyor. Fakat bunun arkasında böyle bir delil, ciddi bir suçlama, resmî bir suçlama yok; o nedenle “Devlet ciddiyetine de yakışmıyor” diyorlar. Nitekim bugün geldiğimiz noktada, tam senin de dediğin gibi, bu mesele halının altına süpürülecek, birden tekrar kardeşlik havası yaratılmaya çalışılacak. Bir de son şunu söyleyeyim Amerika boyutu açılmışken: Demin Gönül de ben de bahsettik, “konjonktür, konjonktür” diyoruz, konjonktürün belki de en önemli boyutu: Ortadoğu artık Amerika’sız bir Ortadoğu’ya hazırlanıyor, Amerika’nın çıktığı bir Ortadoğu’ya doğru hazırlanıyor. “Bu bölgede en büyük sorun İran; İran konusunda tek başımızayız. Amerika diplomasiden bahsediyor, ama bugün var yarın yok, Amerika’nın ipiyle kuyuya inilmez, bölgede biz İran konusunu nasıl halledeceğiz?” diyerek bunu da konuşmak istiyorlar. Yani Türkiye bölgenin bir gücü. “İran konusunda Türkiye’nin pozisyonu nedir? Suriye konusunda Türkiye’yi yanımıza alabilir miyiz? İsrail ile Türkiye’yi barıştırabilir miyiz?” diye düşünüyorlar. Bütün bunları da bir post-American, Amerika sonrası Ortadoğu’nun hazırlığı olarak atılmış jeo-stratejik bir adımı olarak görebiliriz.

Ruşen Çakır: Evet.

Gönül Tol: Ruşen, bir şey söylemek istiyorum: Tabii Türkiye Birleşik Arap Emirlikleri’ni suçlarken, Darbe Girişimi’nin arkasında derken, aslında Muhammed Dahlan üzerinden suçlama yapıyordu. Muhammed Dahlan biliyorsun Gazze’deki El Fetih’in başıydı. Şimdi Türk tarafı şey diyor, artık o kadar da aktif değil, dolayısıyla “Bizim çekilmemizi gerektirecek durum ortadan kalktı” diyor; ama bölgedeki darbelere bakarsan, öyle de bir şey var. 2013’teki Mısır darbesine nasıl tepki verdiğini düşünelim Türkiye’nin; bir de son yıllarda yapılan darbelere bak: Tunus’a sesini çıkardı mı? Çıkarmadı. Yani Ömer Çelik falan üç beş şey söyledi, ama çok böyle yumuşak şeyler söylendi. Sudan’daki darbeye sesini çıkardı mı Türkiye? Yüksek perdeden çıkarmadı. Neden? Çünkü o kadar eli sıkıştı ki, daha fazla bu tür kuvvetli agresif çıkışları yapmaması gerektiğini anladı Türkiye. O çerçeveden de okumak lâzım bence bu Birleşik Arap Emirlikleri ile yakınlaşmayı. Türkiye çok sıkışmış durumda. Yani sadece Birleşik Arap Emirlikleri’yle darbe üzerinden olan hamâsetinde değil, bölgedeki diğer darbelerde de tutumunu çok yumuşatmış durumda Türkiye. 

Ruşen Çakır: Gönül, seninle devam edelim, konuyu değiştireceğim. Şimdi Türkiye’nin kur krizini sona saklıyorum, ama önce sizin krizinizi konuşalım. İktidar yanlısı medya Amerika haberleri yaptı biliyorsun: “Büyük enflasyon var, temel gıda maddelerine ulaşılamıyor” vs.. Daha önce konuştuk bunları, ama şu anda ABD’nin bir ekonomik sorunu var, enflasyon sorunu var, bütçe meselesi var, yatırımlar meselesi var, orada yaşananlar var. Biden bayağı bir uğraşıyor, bir şeyleri de başarabiliyor sanki; ama hâlâ önünde zorlu bir süreç mi var?

Gönül Tol: Altyapı bir kere, gıdaya erişim, yani çikolatalı süt dâhil her şeyi bulabiliriz. A Haber’de ben de bu sabah gördüm, “Temel gıdalara erişimde çok ciddi problem yaşanıyor” diye. Şimdi, “Biden’ın hâlâ işi zor mu?” konusuna gelince, evet, yani ekonomik olarak ciddi problemler yaşanıyor; ama geçen hafta elini rahatlatan şöyle bir şey oldu. Biliyorsun, bunu daha önce de konuşmuştuk, siyasette en önemli gündemi neydi? İki paket geçirmeye çalışıyordu Kongre’den; bir tanesi altyapı, bir diğeri de daha sosyal politikaları içeren –çocuk bakımından sağlık sigortasına kadar bir sürü ilerici şeyi içeren– bir paket geçirmeye çalışıyordu. Şimdi bu altyapı ile ilgili olanı geçirdi. Ve hem Senato’da hem Temsilciler Meclisi’nde Cumhuriyetçiler’in de desteğiyle geçti bu. Şimdi bir kere inanılmaz bir rakam bu, yani geçen paket 1 trilyon, değil mi Ömer?

Ömer Taşpınar: 2 trilyon.

Gönül Tol: 2 trilyon. Ve daha yüksekti, 2,8 trilyondu galiba; Biden’ın ondan geri adım atması gerekti, çünkü uzlaşıya varması gerekti. Şimdi bunu Washington dışına satarak, gelecek haftalarda şunu söylemeyi düşünüyor: “Bakın, işte ben size söylemiştim, artık ülkede bu kutuplaşmanın önüne geçmemiz gerekiyor, Cumhuriyetçiler ve Demokratlar olarak bizim el ele verip çalışmamız gerekiyor ve ben bunu başardım, yani Cumhuriyetçiler’le de çalışabiliyorum” mesajı verecek ve bu önemli bir şey. Özellikle ara seçimlerden önce önemli bir mesaj veriyor, elini de rahatlatacak bir şey. Tabii daha önemli olan sosyal paketi geçirmek için de bunu söyleyebilecek, kendi partisi içerisinde bile hâlâ bu pakete şüpheyle bakanlar var. “Bakın Cumhuriyetçiler bile bizim programımızın arkasında durabildi” diyerek onları da ikna etme konusunda elini güçlendirmiş oldu bu adım. Ama tabii bu, yani bir kere Ameirka’nın altyapı sorununu çözebilecek büyüklükte bir paket değil. Hep söylenen şey de o zaten; yani bir taraftan çok önemli bir rakam, ama diğer taraftan da çok sembolik bir rakam. Yani temel sorunları çözme konusunda çok bir şey başaracak bir paket olmamakla birlikte, çok kan kaybettiği bir dönemde Biden’a, “Bakın, benim iç siyasetteki en önemli gündemim konusunda çok önemli bir yol aldık” deme fırsatı verecek, o anlamda da Demokratlar için büyük bir başarı.

Ruşen Çakır: Ömer, sen ne diyorsun, karnınız doyuyor mu?

Ömer Taşpınar: Vallahi burada bir enflasyon meselesi var, o kaçınılmaz. 1970’lerdeki gibi bir enflasyon değil, Carter döneminde %10-15’lere çıkan bir enflasyon vardı Amerika’da, bugün %5’lik bir enflasyon var. Ve faiz hadleri de çok düşük %0,5 ve %1 civarında. Dolayısıyla faizlerin artırılması gibi Türkiye’dekine benzer bir tartışma da aslında burada yaşanıyor bazen, kimisi “Faizlerin artırılması lâzım, Merkez Bankası’nın bir an evvel bu enflasyonu gündemine alması lâzım” diyor; fakat Hazine Bakanı ve Merkez Bankası Başkanı diyor ki: “Bu enflasyon konjonktürel”. Bugün hep konjonktürden gidiyoruz, konjonktürel bir enflasyon. Niye? Çünkü şu anda, COVID sonrası arz zincirinde bazı sorunlar var, bazı malların rıhtımlardan gümrüklerden geçip piyasaya gelişi gecikiyor. O malların gecikmesi ve insanların bazı tüketim mallarına ulaşamıyor olması arzı etkiliyor. 

Ruşen Çakır: Adamlar doğruymuş, “ulaşamıyor” dedi bak.

Ömer Taşpınar: Şöyle söyleyeyim: Geçen hafta süpermarkete baktığımda, bir ara baktım, iki üç gün bazı temizlik maddelerinin reyonları boştu; ama yani böyle bir et meselesi yok, işte gıda maddeleri, onlarda bir sorun yok. Ama bazı maddelerde devre devre arz sorunu oluyor ve fiyatlar yükseliyor. Amazon’dan bir mal almak istediğinde iki üç hafta sürdüğü oluyor. Mobilya, bilgisayar, araba fiyatları… her şeyde bir artış.

Gönül Tol: COVID’le alâkalı bir durum ama.

Ömer Taşpınar: Neyle?

Gönül Tol: COVID’le.

Ömer Taşpınar: İşte arz zinciriyle alâkalı. Malların akışı Amerika’ya, altyapı konusunda gümrüklerde, rıhtımlarda, özellikle bu deniz ticareti, yani bunlar konteynırlarla gelen mallar. Konteynırlar Los Angeles rıhtımında, New Orleans’ta bir sürü yerde birikiyor ve Amerika’da özellikle taşımacılık alanında bu altyapı sorunları olduğu için ve deniz ticaretinin bir şekilde ülkeye girişi konusunda, konteynırların, bu arz zincirinin bu gümrüklerden geçişleri geçici olarak fiyat artışına neden oluyor diyorlar; yani bu geçici enflasyon tezi üzerinden diyorlar ki: “Şu anda talep yüksek, arzda bazen sorun oluyor, enflasyon aslında kalıcı bir enflasyon değil. Şu anda Amerika’nın temel ekonomik göstergeleri gayet iyi durumda, ülkede bir ekonomik kriz yok” diyorlar. Bir de Gönül’ün bahsettiği, bizim de işte haftalardır söylediğimiz, Biden’ın hem fiziksel altyapı hem de sosyal devletin güçlendirilmesiyle ilgili altyapı yatırımlarının geçmesiyle Demokratlar’ın biraz morali düzeliyor. Çok bozuktu moralleri; çünkü biliyorsun burada seçimleri kaybettiler, valilik seçimlerini kaybettiler, iki eyalette ciddi sürpriz yaşadılar. Bu nedenle 2022 yılında, yani önümüzdeki yıl Kasım ayında ara seçimlerde Kongre’yi ve Senato’yu kaybetme ihtimalleri var Demokratlar’ın. Bir an evvel Demokratlar, önümüzdeki yıl Kasım ayındaki ara seçimlere kadar ekonomide bir düzelme yaratmak istiyorlar. En önemlisi de Cumhuriyetçiler’e ve Trump’a oy veren seçmen tabanına destek vermek istiyorlar. O seçmen tabanı, yani Trump’a oy veren seçmen tabanı muhafazakâr eyaletlerdeki mavi yakalı sendikalı işçiler. O işçilerin maaşlarının artırılması, dar gelirli kesimin Cumhuriyetçiler’e, Trump’a oy vermesini engelleme politikaları, stratejileri var. Yani bir tezat var Amerika’da şu anda. Fakirlerin Trump’a oy vermesi tezatı; fakirlerin aslında vergileri düşüren zenginlerin partisi olan Cumhuriyetçiler’e oy veriyor olması. Trump’ın popülizmine oy veriyor olmaları. Halbuki Demokratlar solda bir parti olarak en azından Amerika standartlarında sosyal-demokrat bir parti olarak bu alt kesime, dar gelirli kesime, işçi kesimine ve zorlanıp sosyal devletten doğru dürüst pay alamayan kesimlere hizmetler götürmek istiyorlar; eğitim hizmetleri, sosyal hizmetler, sağlık hizmetleri, çocuklarına kreş konusunda yardım etmek istiyorlar. Bütün bunları başarabilirlerse, Biden’ın stratejisi Trump’ın oy tabanı olan mavi yakalı, dar gelirli beyaz işçileri Demokrat Parti’ye çekebilmek. Bunu yetiştirebilirler mi önümüzdeki ara seçimlere, 2024’e? Emin değilim. 2024’te Trump şu anda bana göre şanslı durumda; yani 2024’te gelme ihtimali ve Senato’yu ve Kongre’yi de, Temsilciler Meclisi’ni de Cumhuriyetçiler’in önümüzdeki yıl alma ihtimali çok yüksek. 2024’te de, baktığımızda, belki şimdiden spekülasyon yapmak zor ama, eğer Başkan Yardımcısı Kamala Harris aday olursa –ki normal şartlarda onun aday olması beklenir–, karşısında Trump’ı bulacak. Trump ve Harris’e kamuoyu yoklamalarına baktığımızda, Trump %10-15 önünde Harris’in. Yani Trump çok rahat kazanabilir 2024 seçimlerini, bundan korkuyor Biden. Ve kendisinin de 2024’te aday olmayacağına burada benim konuştuğum herkes kesin gözüyle bakıyor. Yani 2024’te Biden’ın şu anda sağlık durumu artı enerjisine baktığımızda… yani nasıl bir başkan? Önümüzde tekrar bir seçim kazanabilir mi? Biden istekli gözükse de, kendisinin etrafındakiler ve analiz yapanların çoğu Biden’ın aslında parti açısından, kazanma açısından geri adım atması gerektiğini ve başka bir adayın ön plana çıkması gerektiğini söylüyorlar. Bana göre gidişat ilginç bir şekilde Bernie Sanders-Trump gidişatı. 2024 Bernie Sanders ve Trump arasında geçebilir. O da bana göre zor bir seçim olur; çünkü Bernie Sanders ülkeyi bütünüyle sola taşımak isteyecek.

Ruşen Çakır: Ömer, bunları daha sonra uzun uzun konuşuruz, daha 2024’e var; ama Trump’ın yeniden hevesinin artmış olmasını zaten birkaç haftadır kayda geçmiş olalım. Gönül, bizdeki son kur krizi orada yankı buldu mu? Çünkü dolar kazanan insanlar olarak, herhalde Türkiye iyice câzip, yoksullaşan bir ülke haline geldi. Nasıl izleniyor? Ne diyorsun? Sen kişisel olarak da ne düşünüyorsun?

Gönül Tol: Burada benim en dikkatimi çeken yorumlardan bir tanesi, yine Türkiye’yi yakından izleyen uzmanlardan biri, özellikle muhalefetin stratejisini çok yakından izliyor, buradaki Washington’daki think-tank’lerden bir tanesinde ve bana hep şunu söylüyordu — Ömer de buna kısmen katılıyor aslında, diyordu ki: “Tükriye’de o kadar çok problem var ki, ben muhalefetin seçime giderken ana gündem meselesinin güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönmek olduğuna inanamıyorum, bu kaybeden bir strateji bence” diyordu. Yani “İnsanlar ekmek götüremiyor, aç, işsizlik var, ümitsiz gençler var, böyle bir ortamda muhalefet neden daha fazla gerçek problemlerden bahsetmiyor da, güçlendirilmiş parlamenter sisteme dönüşten bahsediyor?” diyordu. Dün onunla yaptığım bir konuşmada söyledi bunu. Benim ona karşı söylediğim şey şuydu: “Aslında ülkenin bugün karşılaşıp yaşadığı sorunların hepsinin özünde o bağımsız kurumların içini oyan, hukukun olmadığı, denge ve denetleme mekanizmalarının olmadığı başkanlık sistemi yatıyor. Her meselesinin özünde o yatıyor; o nedenle de muhalefetin sürekli ‘şu rejimi değiştireceğiz’ söylemi aslında çok anlamlı” demiştim, dün yaptığımız konuşmada da şunu söyledim: “Yani gördün mü bak? Her şey ondan ibaret. Aslında başkanlık sisteminin yarattığı bir kriz bu. Bu kur krizi de o aslında ülkenin sorunlarının özünde başkanlık sisteminin yattığı görüşünü güçlendiriyor” dedim. “Kesinlikle katılıyorum” dedi. Yani bir adamın ağzından çıkanlarla, bir adamın sanrıları ile yönetiliyor ülke. Hiçbir iktisadî akıl yok, kurumlar yok, hukuk yok; böyle bir ortamda yeni bir ekonomik modelden bahsediyor Erdoğan. İşte, “Faizleri düşürtüp kuru yükselteceğim” diyor, “ihracat artacak ithalat azalacak böylece kur kendiliğinden düşecek, enflasyon doğal olarak düşecek ve yatırımcı gelecek” diyor. Ama şimdi tabiii burada temel mesele, yatırımcıların herhalde en kıymet verdiği şey istikrar, değil mi? Çünkü politik riski görebilmeleri gerekiyor, istikrara önem veriyorlar ve bu kadar istikrarsızlığın olduğu, bu kadar her şeyin bir adamın ağzından çıkana göre şekillendiği bir ülke, tabii yatırımcının da geleceği bir ülke değil; o yüzden de muhalefetin parlamenter sistem vurgusunun altındaki motivasyonun anlaşılması açısından bence önemli oldu. Onun dışında bütün gazeteler… yani Financial Times’ta yazı çıktı, Bloomberg’de, New York Times’ta, Washington Post’ta… hepsinin söylediği şey şu: “Bu yaşanan ekonomik kriz bütünüyle Erdoğan’ın yanlış politikasından kaynaklanıyor”. Hiç kimse yapısal problemlerden bahsetmiyor, daha büyük konjonktürel sorunlardan bahsetmiyor; herkes meseleyi Erdoğan’ın verdiği yanlış karara indirgiyor. Bu da işte, “Aslında mesele bir sistem krizidir; bu rejimin değişmesi gerekir, tek adam rejimin değişmesi gerekir”in altını çizmiş oluyor, o bana çarpıcı geliyor.

Ruşen Çakır: Ömer, şimdi Gönül’ün de bahsettiği, yeni ekonomik model meselesinde bayağı ısrarlılar anlaşılan ve işte bu, senin de demin bahsettiğin COVID’le beraber, koronavirüs olayından sonra tedarik zincirinde yaşanan sorunlar vs., ucuz işgücü, Türkiye’nin yatırım için câzip olması ya da Türk Lirası’nın değeri düşünce, Birleşik Arap Emirlikleri örneğinde olduğu gibi, artık toprağın da, binanın da ucuzlaması… Böylece Türkiye’ye bir ekonomik hareketlilik gelme varsayımı. Dünyada değişik örnekleri, değişik zamanlarda yaşandı, hâlâ yaşanan ülkeler var. Türkiye böyle bir modele uyabilecek bir ülke mi sence?

Ömer Taşpınar: Değil, çünkü enflasyonu çok yüksek. Yani bir Vietnam’a, bir Filipinler’e baktığında, bu derece bir enflasyon yok. Orada bir politika var; o politika gerçekten bir şekilde kendi para birimlerini düşük tutma ve yatırım çekme konusunda. Bu arada bazı otoriter rejimler vardır ki orada otoriter rejim ve diktatörlük vardır ve dolayısıyla yatırımcı kimle muhatap olacağını bilir, “On yıl sonra da bu adam iktidarda olacak” der. Türkiye öyle bir ülke değil, “Türkiye seçime gidecek mi gitmeyecek mi?” tartışması yapıyor. Türkiye bir diktatörlük değil. Her ne kadar otoriter olsa da, Türkiye seçimle iktidarın değişebileceği bir yer hâlâ. Dolayısıyla belirsizlik var. Enflasyonun bu kadar yüksek olması aynı zamanda Türkiye’de şu anda geçici olarak bir ucuzluk yaratıyor, ama enflasyon artıkça Türkiye’de fiyatlar da artıyor ve bir şekilde gayrimenkul arsa fiyatları da dolara endeksli olarak artmaya başlıyor. Dolayısıyla Türkiye’nin bir Filipinler, bir Vietnam, bir şekilde böyle o tür modelleri arkasına alıp götürebilmesi çok zor. Yani Türkiye’nin yapması gereken şey şu aşamada daha ciddi bir para politikası izlemek. Şu anda boğulan bir hasta var, boğuluyor hasta. Yani denizde boğuluyor, bu hastaya yüzmeyi öğretmek bence gerçekçi değil. Yüzmeyi öğretmek, işte, şu demek: Güçlendirilmiş parlamenter sistem getirelim Türkiye’ye, yüzmeyi öğretelim. Şu anda boğulan bir hasta var, kanayan bir yara var, bu yarayı kapatmak lâzım, nasıl kapatacaksın? Faizleri artırmamız lâzım. Yani Türkiye’nin şu aşamada o yarayı kapatması için faizlerin artırılması, ekonomideki bu gidişatın durdurulması gerekiyor; aksi takdirde kolay kolay istikrara kavuşmayacak. Ve muhalefetin de çıkmazı burada. Yarın seçimler olsa muhalefet iktidara gelse ne yapacak? Güçlendirilmiş parlamenter sistemle bunun düzeltilmesi aylar sürecek, belki de bir yıl, iki yıl sürecek bir süreç. Ama ilk yapılması gereken şey faizlerin artırılması olacak. Faizler artırıldığında ne olacak? Yani sıkı para politikası ve kemer sıkma politikası izleyecek, Türkiye’de kalkınma hızı düşecek, istihdam daha da azalacak. Yani Türkiye aslında tam dibe henüz batmadı. 2001’deki gibi bir dibe batış IMF’yi getirdi Türkiye’ye ve IMF ne yaptı? Bir sürü yapısal reform getirdi. Bu yapısal reformlar zor reformlar. Dolayısıyla benim korkum yarın bir gün seçimler olursa…, sen diyorsun ya, seçimler olacak ve iktidar gidebilir diye.

Ruşen Çakır: Benden başka diyen pek yok, ama ben çok ısrarcıyım.

Ömer Taşpınar: Yani ben de ümit ediyorum, olsun, gelsinler; ama korkum şu: “Enkaz devraldık” deyip faizleri artırmaları gerekecek. Faizler artırılınca da daha kötü bir döneme girecek Türkiye, daha bir dibe vurması gerekecek. O zaman da diyecekler ki: “İşte, geldiniz, ne yapıyorsunuz?” Yani şu anda dibe vurduk mu? Henüz vurmadık. Dibe vurulması, Türkiye’nin bir istikrara kavuşması için para politikasının değişmesi gerekecek ve yapısal reformların yapılması gerekecek. Normalde yapısal reformlar ülke ekonomisi iyi giderken yapılır; yani onlar zor reformlardır, katmadeğeri, vergi politikasını, sanayi politikasını geliştirecek şeyler ülkenin ekonomisi belirli bir düzlüğe kavuşmuşken yapılır. AK Parti bunları 2003-2013 yılları arasında çok iyi yaptı. 2015 sonrası yavaş yavaş bir mâlî disiplinden kopuş başladı, son iki üç yılda bütünüyle koptu. Ve bütün bunları en iyi anlayan kişi Ali Babacan aslında. Yani Ali Babacan şu anda bakıyor duruma ve bir an evvel muhalefetin artık bir şeyden kurtulması gerekiyor, hani “Acaba kim aday olacak? Nasıl seçim olacak mı olmayacak mı? Kabinede kim olur? Aday kim?” konusundan çıkıp, “Biz bir kabine oluşturduk, bizim gölge kabinemiz şu, ekonomi bakanımız da bu kişidir ve şu anda yapılması gerekenleri madde madde söylüyoruz” demesi lâzım. Ve çok zor bir şey bu, ama halka çok parlak gelecekler vadetmek yerine, “Ülkeyi batırdılar, biz geldiğimizde toparlamamız gerekecek, ama size maalesef hemen çok güzel tozpembe bir şey vadetmiyoruz. Bunların getirdiği yer çok kötü bir yer, fakat zararın neresinden dönersek kârdır” deyip, ciddi bir ekonomi politikası ile, kim aday olacaksa artık –İmamoğlu mu,? Kılıçdaroğlu mu? Meral Akşener mi? Mansur Yavaş mı?– bu kişinin arkasında kenetlenmiş bir ekonomi ekibin oluşması lâzım. Bunları göremiyoruz henüz. “Seçim yapalım, seçim yapalım” diyorlar, ekonomi konusunda atacakları adımları güçlendirilmiş parlamenter sistem çerçevesinde değil, âcil atılacak, “Yarın iktidara geldiğimizde faii politikamız şu olacak, para politikamız, vergi politikamız bu olacak, sanayi politikamız bu olacak” demeleri gerekiyor. Bir de şunu söyleyeyim: Mesela Washington Post’ta en son sorulan soru, dün Washington Post’tan biriyle konuştum, sordukları soru şu: “Ya, Erdoğan delice bir şey yapıyor, irrasyonel bir şey yapıyor; ama bunun bir mantığı var mı? Yani bunun arkasında bir mantık var mı?” Kendisi mantıklı bir şey yaptığını söylüyor; ama bunun tek mantığı bana göre şu: Mayıs ayında turizm sezonu başladığında ülkeye çekebilecekleri tek şey şu anda yatırım değil turist. Yani ülkeye milyonlarca turist gelir de dolar bugün 12-13’ten tekrar 9’a düşerse, bir ivme kazanmış gibi gözükecekler, sanki bak toparlanıyormuş gibi gözükecekler, o zaman o ivmeyle belki işler tam düzelmeden ama geçici bir ivmeyle belki de bir seçim kazanabileceğini düşünebilir. Yani bana göre onun dışında bir mantığı yok. Turizm sezonu gelsin, dolar düşsün bir anda, işte enflasyon da biraz düşer, “Bak her şey iyi gidiyor” sloganı ile ülkeyi belki senin dediğin erken seçime yaz döneminde Eylül ayında filan götürebilirler — dolar 9’a, 10’a düşerse. Yani dolar 8’de iken yapmadıkları şeyi, doları bir 13’e 14’e çıkaralım, yani bir 15’i görsün, 15’ten 9’a indirelim sonra, “Ha bak, işler nasıl iyi gidiyor?” diyerek belki de böyle bir mantıkla seçime götürebilirler. Bunun dışında ben bir rasyonel mantık göremiyorum.

Ruşen Çakır: Evet, burada noktalayalım “Transatlantik”i. Ömer Taşpınar ve Gönül Tol’a çok teşekkürler, izleyicilerimize de teşekkürler, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.