Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Pascal Chabot: “İçine kapatıldığımız baloncuklarda, mekân ile zamânın iç içeliğini yitirdik”

  • Erwan Cario Libération — 11 Ocak 2022

Belçikalı filozof Chabot son denemesinde farklı zaman tasavvurlarımızı tahlil ediyor; çevresel felâketin tersine, değişmez kader tasavvurlarımızı. Pandeminin dayattığı, zamansallıkla bu yeni ilişkide, bedenin, kentin ve doğanın ritmiyle yeniden bağ kurmanın önemini vurguluyor — bilhassa gezinerek.

Haldun Bayrı çevirisi…

(Xavier Lissillour)

Pascal Chabot’nun son kitabı, “Zamânı Olmak” (Avoir le temps, PUF, 2021) adlı denemenin kapağını süsleyen salyangoz bir tuzak aslında. Elimizden kayıp giden bir zamânı tekrar yakalamak için, ülküselleştirilmiş bir yavaşlığın simgesini bu karındanbacaklıda (gastropoda) görmekte acele edersek, kabuğundaki sarmalın bu kitabın eninde sonunda hakîkî mafsalını teşkil ettiğini unutuveririz. “Sarmal, zamânı temsil ettiğinde, çizgisel tersinmezlik boyutuyla döngüsel tekrar boyutunu birleştirir” diye açıklıyor Belçikalı filozof. Böylelikle Pascal Chabot, “kader” ile onun değişmez zamânından, gelmekte olan felâketle aramızdaki “mühlet”e varıncaya kadar, tarih boyunca zamâna yakıştırılmış farklı çehrelerin kabuğunu sıyırmaya odaklanıyor. Fakat evlere kapanmanın üzerinden iki yıl geçtikten sonra, pandeminin neden olduğu o benzeri görülmemiş zaman kopukluğunun anısı, bu konudaki sorgulamalarımızı çoğalttı.

Kitap başlar başlamaz, hepimizin ağzından düşmeyen o cümleyle yüz yüze bırakıyorsunuz bizi: “Zamânım yok”. Bu sözün kendisiyle çeliştiğini açıklıyorsunuz; çünkü eninde sonunda, elimizdeki tek şey zaman.

İlk büyük çelişki bu; üstelik çözülmez bir çelişki, aporia [bir muammâ karşısında kilitlenme] diye adlandırılanlardan. Zamânımız vardır; sadece zamânımız vardır. Hayat da dâhil olmak üzere, artakalan her şey bununla mümkündür. Aynı zamanda da, bu sâhip olduğumuzun sâhibi değilizdir. Bu sâhip olamayışın yorumları üzerine başlı başına düşünme lüzûmu vardı. Paranoyak yorumu biliriz: Zamânımızı çalıyorlar, sistem bunu elimizden alıyor, zamâna muhtâcız. Bu açıklama tipi de kendince ilginç; ama ben, zamânın niteliği ve devâsâ olabilen niceliğiyle yüz yüze kaldığımızdaki seçimlerimize de yer bırakmak istiyordum. Bu yüzden, bildiğimiz kum saatlerinden varoluşu ölçen kum saatlerine [Pascal Chabot, 50 ilâ 90 ton kadar kumu kaldığını tahmin ediyor, FR. Y. N.] kadar varan bir genellemeden sonuç çıkarma cüretini gösteriyorum. Melankoliyi yeniden tanımlamayı zorunlu kılıyor bu.

Yumurta haşlarken kullanılan kum saatinin önünde, üzerimize hızla hüzün çökebilir gerçekten; benim belki de biraz abartılı bir iyimserlikle kendime atfettiğim tonlarca kum ise, bununla meydana getirilecek nitelikle yüz yüze bırakır bizi. Nesnel, niceliksel zamânın ruhsal bakımdan parçası olamayız. Zamânın nesnelliği, içinde düşündüğümüz ortamdır; fakat düşüncemiz onunla uyum içinde değildir.

Zamânı inşâ edişimiz çağlar boyunca nasıl bir evrim geçirdi?

Farklı zaman kayıtlarını hep tutmuşuz ve tutuyoruz; bunları tasvir etmek için, hayli geometriye dayalı eski bir felsefî sözcük olan örüntü’yü (schème) kullandım. Uygarlıkların o farklı zamanlarını adlandırmak için aldım bunu. Olan her şeyin şartlarını geçmişin belirlediği, kaderin o ilk zamânına, pek az etkileşime girebildiğimiz kökenin zamânına bir çehre verebildim. Karşısında insanın ufacık kaldığı güçlü bir zamandır bu. Ne tuhaftır ki, pandemiyle hissettik bunu. O çok eski zaman, kaderin zamânı, bizim çağdaş uygarlıklarımızda da kendini dayatmayı sürdürebilir demektir bu. Bazen kendimizi Descartes gibi doğanın efendisi ve sâhibi zannetsek de, en nihâyetinde rahatlatıcı bir yanılsamadır bu. Ufacık bir virüsün varoluşsal bakımdan bize kaderin gerektirdiği tavrı, yani sabretmeyi nasıl dayattığını iyi görüyoruz.

Tam da Descartes, zamânı denetim altında tutmaya yönelik o irâdeyle, ikinci zamânın, ilerlemenin zamânının başlatıcılarından biri…

Evet, denetlenemez olanı denetim altında tutma arzusu bu; en nihâyetinde geleceği varoluşa dâvet etme arzusu. İlerlemeye bağlı ideolojinin hastalarından değilim, ama geleceğin, arzu edilir olması hasebiyle düşünme çabasına sökün ettiği ve eylemimizi şartlandırdığı fikri, kat’iyetle fantastik bir modern fikirdir. Aynı zamanda hayli risklidir de; zamânın döngüselliğinden çıkılır, tekrardan çıkılır –olan, hep olmayacaktır–, mümkün çatallanmalar olduğunun bilincine varılır. Dünya yenilik yaratabilmektedir. Bir tek doğanın elinde olan o yenilik yaratma gücünü insan sâhiplenmektedir.

Ve şimdiki zamânı varoluşun tek önemli zamânı hâline getiren o “hiperzaman”.

Zamânın beni en çok büyüleyen çehrelerinden biri bu. Bugünün zamânı bu ve çok teknolojik bir zaman, ekranların zamânı bu. Simondon’un teknik felsefesiyle yetiştim (Simondon’un eserleri tekniğin kültürel bir olgu olduğunu merkeze alır; dolayısıyla teknik, kültürün bir parçasıdır – Ç.N.). Bilinçlerimizin kullandığımız âletler tarafından, bu durumda ekranlarımız tarafından şartlandırıldığına inanıyorum. Ekran, saatin kaç olduğunun sürekli hatırlatıldığı ve geçen zamânın geriye doğru sayıldığı yerdir, en nihâyetinde tersine bir zamandır bu. Varoluşsal bakımdan hayli anlaşılmaz ve arzu edilmez bir şeydir. Bize kalan zamânı siz de ben de bilmek istemeyiz. Oysa her makine herhangi bir işlem için gereken zamânı ölçmekle işe başlar. Çağımızdaki tüm sorun, bize kalan zamânı unutan canlı şimdimizin, geriye sayım şeklinde işleyen makinelerle ilişkimiz tarafından nasıl değişime uğratıldığıdır.

O şimdinin içinde hakîkaten yaşanabilir mi?

O şimdiyi hissetmek karmaşıktır, çoğu zaman mekânsızdır ve maddesizdir. İşâretin, ekranın zamânındayız; mekânsızlaştırılmış bir zaman bu. İçine kapandığımız baloncuklarda, doğrudan çevremiz ne olursa olsun, aynı şekilde davranırız. Mekân ile zamânın iç içeliğini yitirmişizdir. Mekânda gezinirken çok daha saf bir zamanda olunduğuna inanıyorum. Gezinmekte olan her kişi zamânı farklı biçimde unutur, bedenin ritmindedir, şehrin ritmindedir, doğanın ritmindedir. Maddesizizdir de. Teknolojiyle ilişkimiz çoğu zaman şımarık bir çocuğun ilişkisidir ve maddesiz maddecinin ilişkisidir. Çünkü madde, yavaşlatır.

Mart 2020’de, her şeyin doğrudan olması gerektiği o hiper-zamanda, başka bir şeye girildi. O anda zaman değişti mi?

2020 İlkbaharı’nda, bir sayfayı çevirmeye ve zamansallıkla başka bir ilişkiye girmeye zorlandığımız izlenimine kapıldık. Âciliyet karârının daha az etkili olduğu bir ilişki. Gerçeklik artık bizim hızlı gitme arzumuza uymuyordu. Doğanın efendisi ve sâhibi insan, zamanın hakîkî efendisi hâline gelen bir virüsün onun da efendisine ve sâhibine dönüştüğünü gördü. Unutulmuş bir erdemin, kaderin erdemi sabrın yeniden öğrenilmesi bundandır. “Sonrası” diye adlandırılan bir şeyi düşlememizi sağladı bu. Zamanın dört ya da beş ay boyunca büyük düstura dönüşen bir çehresi daha. Bizi doğaya yakınlaştıran kader örüntüsü o zaman geleceğe yansıtıldı; sanki gelecekte daha çok doğa, daha çok ekoloji olacakmış, daha çok nefes alınacakmış gibi. O hayal gücü gelişti. Hem sonra, büyük bir ders bu; başına gelene hâkim olmak isteyen bir insan varlığının daha ilerici veçhesinin de öne çıkması gerektiğinin farkına vardık. Dolayısıyla ikinci evreye ekolojiden ziyâde teknolojiler damga vurdu. Ekranın teknolojisi her yerde kendini dayattı. Aşırı pratik bir şeydi de. Bu tür bir eve kapanmadaki umutsuzluğu, hiç ekransız hayallemeye cüret edemem. Sayısız yalnızlığı yatıştırmanın ve bâzen çalışmayı sürdürmenin olağanüstü bir şekli oldu bu. Diğer teknoloji ise elbette aşı teknolojisidir.

Sonranın dünyası ilk kapanmadan îtibâren ortadan kaybolmadı mı?

Sokağa çıkma yasağındaki soluk varoluşlarla çok aşağı düştük diyelim. Muayyen bir hüzün var. Sonrası, o andan îtibâren ve her şeyden önce bir normallik arzusu hâline geldi. Bu normallik pek matah bir şey değil, ama muazzam bir şey hâline geldi. Serbestçe görüşebilmek, ilişkilerde artık seçici davranmamak… Sonrası üzerine büyük düşler, hayâtı geldiği gibi yaşama zevki tarafından normalleştirildi. Fakat sonrasını bir kanaatle verimli kılmayı sürdürebileceğimize inanıyorum: Bir tür değişimi hakîkâten istediğimiz zaman, hızlı, çok hızlı ilerleyebiliyoruz. Yasalları da dâhil olmak üzere araçlar çabucak tesis edilebilir. Bunu lüzumlu ve olumsuz anlamda yaşadık; hoşlanmaksızın yaşadık, ama şâyet bu istisnâîlik daha çabuk bir karbonsuzlaşmayı ya da daha güçlü demokratik geçişler düşüncesini esinleyebilse, iyi bir şey olurdu bu. İnsan eylemine daha bir güven kazandığımızı düşünmekten de hoşlanıyorum; bu güven iklimsel bir adalet anlamında yönlendirilmeli; kirliliği ve güvencesiz çalışmayı başka yerlere nakleden yeni-sömürgeci bir zihniyete son vermeye yönlendirmeli.

Covid’in benzeri hiç görülmemiş, akla hayâle sığmaz, kâbusvâri ve acayip bir şey gibi algılandığını söylüyorsunuz. Ama aynı zamanda da düpedüz gerçek…

Zamanla ilgili tasavvurlarımız, bağlantımızı koparan, bize hayli şeyi unutturan, şartlandıran, bazen de bizi sistemin emir dinleyen askercikleri hâline getiren zihinsel zarflar aynı zamanda. Bu sistemin durduğunu görmek, bir dizi başka zaman anlayışını tekrar döndürme, özellikle de, hâkimi olmadığımız bir şeyi ağırlama imkânı sağlayabilir — ki o da gerçeğin ta kendisidir. Gerçek, zaman gibidir, tanımlanamaz, dipten gelen bir güçtür. Bu güç üzerine kafa yormanın varoluşlarımızı da dönüştürebildiğine inanıyorum. Hannah Arendt’in o büyük cümlesi, “Normal insanlar her şeyin mümkün olduğunu bilmezler” ancak bilinçlerde yankılanabilir. Felâket ise, imkânsız olduğuna inanmak istediğimiz bir mümkünün gerçeğe sökün etmesidir. Onu istediğimiz gibi yorumlayabiliriz, ona sadece mâruz kalmak ve altından kalkmak zorunda kalacağızdır.

Kitabınızı çok özel bir zamanla, fırsat zamânıyla sonuçlandırıyorsunuz?

Varoluşun boyutlarından biri, zamandan kurtulmak için zamânın kullanılmasıdır. Bir sinemacı her saniyesi üzerine düşündüğü bir film üzerine yıllarca çalışacaktır. Film başarılıysa, seyircinin 1 saat 50 dakika boyunca saatine bakmamasını sağlayacaktır. Zamânın hesap edilmeyeceği bir akşam sofrası için yemek yapmakla geçirilen zaman da aynıdır. Zamânın iptâli, sanatın, sohbetin, yaşamda büyük olan her şeyin amaçlarından biridir. Fırsat demek, zamandan bu çıkışa bizim eylemimizin, ama bâzen de sürprizin, bâzen tesâdüfün, ya da düşüncenin yol açabildiğini söylemenin bir şeklidir. Fırsatın bu çehresi, Yunanca kairos, zaman üzerine tüm bilgimizi seferber ederek onu farklı bir şeye dönüştürür. Onun çatallandığı andır da bu. Kairos dâima bir yenilik, yeni bir izlek, bir seçim, bir karar yaratma ânıdır.

Zamânı olmak, ondan çıkmayı da becermek mi?

Elbette. Zaman üzerine tefekkür, bunun mahpusu olmamanın yolları üzerine bir tefekkür olmalıdır. Zamanla ilişkinin bir bilgeliği vardır. O bilgelik, kum saatini seyre dalmadaki melankoliyi aşmaya çağırır.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.