Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (43): Siyasetin yeni merkezi altılı masa mı?

Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek“Adını Koyalım”da altı muhalefet partisinin güçlendirilmiş parlamenter sistemle ilgili açıkladığı mutabakat metnini değerlendirdi, “Siyasetin yeni merkezi altılı masa mı?”, “Bilkent zirvesi beklentileri karşıladı mı?”, “Bu bir seçim ittifakı ilanı mıydı?” sorularına yanıt aradı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Adını Koyalım”la yine karşınızdayız. Yine Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’la bir konuyu ele alacağız. Bu haftaki konumuz, 28 Şubat Pazartesi günü Ankara’da bir araya gelen altı muhalefet partisi ve liderlerinin açıkladıkları Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Mutâbakat Metni. Zâten bununla ilgili birçok bilgi sızmıştı; neler olduğunu az buçuk biliyorduk. Ama sonuçta, mutâbakat metni bir kitapçık hâlinde basıldı, dağıtıldı ve onun önemli bölümlerini altı partinin genel başkan yardımcıları alfabetik sırayla okudular. Sonra da partilerin genel başkanları hep birlikte bu mutâbakat metnini imzâladılar. Benim de yerinde izlediğim bu toplantı, bir tür gövde gösterisi gibiydi. 

Bunu daha önce çok konuştuk, ama şimdi elimizde bir metin de var ve bunu yeni bir başlangıç olarak görmek doğal. 28 Şubat Pazartesi akşamı Güne Bakış ana haber bültenine, Burak, Ayşe, Kemal ve ben de Hıdır’la beraber Ankara’dan bağlandık ve ilk değerlendirmelerimizi yaptık. O zamandan bu zamâna neler oldu ve bundan sonra neler olabilir? Bu haftanın sorusu ve adını koymaya çalıştığımız mesele, “Türkiye’de siyâsetin yeni merkezini bu altılı masa mı oluşturacak?”

Tabii bu arada, iktidarın yaptıkları, yapmak istediklerini de konuşacağız.  Mesela Tansu Çiller’in birdenbire tekrar kareye girme çabasını da ele almak gerekir. İlk bölümde, Pazartesi gerçekleşen olayı ve ortaya çıkan metni konuşalım. Daha sonra da, burada hakîkaten bir merkez oluşuyor mu, oluşabilir mi? Bu merkez oluşursa neyi nasıl yapabilir, nasıl yapamaz? Bunları ele alalım. Ayşe, önce seninle başlayalım, Kemal ve Burak’la devam edelim.

Ayşe Çavdar: O günle ve metinle ilgili birkaç şey söyleyeceğim: Ben sonuçta o günü videodan izledim; sen oradaydın, o yüzden belki eksiklerimi tamamlayabilirsin. Metinden ayrı olarak, olayın çevrildiği gösteri, “Yeni kurulan veya genişleyen ittifak hakkında bize ne söylüyor?” diye düşündüm. Burak bana katılmayacak, muhtemelen “Bu, genişleme anlamına gelmiyor” diyecek; ama sonuçta o ittifak masasından kalkan da kendisine pek bir gelecek bulamayacak. Dolayısıyla, “Genişlemekte olan bir ittifak” diye ortayı bulmaya çalışayım. Pazartesi günkü altı muhalefet liderinin toplantısı, bize bu ittifak hakkında ne söylüyor? Bir kere, genel başkanların konuşmaması ve metin sunumunu metne sâdık kalarak genel başkan yardımcılarının yapması, bence gayet olumlu bir şeydi. Çünkü teşkilâtları ufak ufak işin içerisinde almaya başladıklarını gösteriyor. Ayrıca herkesin metne sâdık kalması, sürelerini aşmaması, alfabetik sırayla bir şeyler okuması, ittifakın kendi içinde de formal ve herkesin mecbûren uyabileceği, mecbûren uysa da yine de kabul edebileceği sembolik birtakım yasa ve düzen arayışında olduğunu gösteriyordu. Ben yine îtirâazımı söyleyeceğim: Bu işin 28 Şubat’ta yapılması fikri bence çok kötü bir fikirdi. Davutoğlu “Onu Pazartesi yapacaktık da…” vs. deyince, fikrin ondan çıktığını anladım. Çünkü Davutoğlu 28 Şubat buluşmasının bir gün öncesinde Erbakan anmasındaydı, orada böyle bir açıklama yapınca, fikrin ondan çıktığını böylece anlamış oldum. Bir tür sembolü geri çevirme akdi gibi. Ama tabii bunun muhâfazakâr kesimlerde, “Al sana, 28 Şubat ittifakı geliyor” şeklinde görülebileceğini herhalde hesaba katmadı. Sembolik siyâsetin riskleri arasında böyle bir şey vardır. Tersine çevirmek istediğiniz şey, bumerang gibi yüzünüzde patlayabilir, o yüzden çok dikkatli olmak lâzım. Bence hoş değildi.

Onun dışında, metne ve sunumlara baktığımda şunu söyleyebilirim. Partiler metnin sunumlarını alfabetik sıralamaya göre yaptılar; ama alfabetik sıra bile, CHP’nin bu ittifakın ev sahibi olduğunun altını çiziyordu. Çünkü CHP, bu sunumun genel çerçevesini çizdi. Dediğim gibi belki bir tesâdüftü veya metni ona göre mi düzenlediler bilemiyorum, ama DEVA Partisi bence kendine yakışanı yapıp, cumhurbaşkanlığı denetim ve yetki sınırlamalarından bahsetti. Orada çok ilginç bir şey söyledi: “Meclis bünyesinde Kesin Hesap Komisyonu kurulacak ve başkanı ana muhâlefet partisi olacak.” Yani bizi doğrudan doğruya ana muhâlefet partisi denetleyecek. Bu, şeffaflığı ve Meclis’in ne şekilde yetkinleştirileceğini gösteriyor. Çünkü Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem’de güçlü bir Meclis’e ihtiyâcımız var. Bütün fikir oradan geliyor. Meclis’in ne şekilde ve nereye kadar güçlendirileceği konusunda enteresan bir hedef koyuyordu. Demokrat Parti, Cumhurbaşkanı’nın siyâsete dönemeyeceğini söyledi. Bu, bize önümüzdeki dönem değil ama sonraki dönemde kimlerin Cumhurbaşkanı olup olamayacağı konusunda bir hayli fikir verdi. Demek ki bundan sonra cumhurbaşkanları ihtiyar insanlardan seçilecek diye düşünüyorum. Yürütmeye dâir esasları verdi. Gelecek Partisi yargıya ilişkin, İYİ Parti haklar ve özgürlüklerle ilişkin bilgiler verdi. İYİ Parti’den haklar ve özgürlüklerin gelmesi bana enteresan geldi. Gerçi konuşan Bahadır Erdem, arada bir öbür tarafa kaysa da, İYİ Parti içerisinde ayrıksı bir sîmâ olarak karşımıza çıkıyor. Saadet Partisi de, kamuda liyâkat ve yolsuzlukla mücâdele, siyâsî etik gibi şeylerden bahsetti. Metin bu alfabetik sıraya göre mi kuruldu, yoksa bu hikâye tamâmen tesâdüf mü bilmiyorum; ama metni kimlerin okuduğundan yola çıkarak şunu söyleyebilirim: Bunlar bana kompozisyon olarak, hangi partinin hangi konuda tâviz vererek ve o toplamdan hangi tâvizi kopararak aldığına dâir bir şeyler söyledi. 

Benim dikkatimi çeken iki önemli eksik var: Bir tânesi, İstanbul Sözleşmesi’nin olmaması. Mutâbakat Metni’ni okuyanlar arasında bir kadın yoktu. Medyascope’ta o akşam yaptığımız değerlendirmede de bunu konuştuk. Acaba hiçbirinde kadın genel başkan yardımcısı yok muydu? Dediğim gibi, bu metinde İstanbul Sözleşmesi yoktu. Tahmin etmek zor değil, zannediyorum ki Saadet Partisi karşı çıkmıştır. Saadet Partisi’ne de herhalde Gelecek Partisi destek olmuştur. İstanbul Sözleşmesi’nin geri getirileceği, sözleşmeden yapılan çekilmenin iâde edileceği, dolayısıyla İstanbul Sözleşmesi’nin tekrar yürürlüğe gireceğiyle ilgili bir vaat vardı. Kadınların ısrarla talep ettikleri ve büyük beklentileri olarak gördükleri İstanbul Sözleşmesi’nin orada olmamasının böyle bir arka planı olabilir. Fakat bu konuyu metne yayarak çevresinden dolaşmışlar. Gelecek Partisi’nin okuduğu bölümde kadın haklarıyla ilgili mevzû geçiyor. Orada aslında İstanbul Sözleşmesi’nin içeriğini kısmen de olsa görüyorsunuz. Şöyle bir ayıklanınca o içerikte nelerin eksik olduğu anlaşılır. Saadet Partisi’nin, geri çekilme sürecinde AKP’ye destek verdiği, LGBTİ ve toplumsal cinsiyet tanımlarına ilişkin her şey oradan çekilmiş ve yerine bir kadın hakları, kız çocuklarının eğitimi, âile içi şiddet, kadına yönelik şiddet gibi konularda alınacak tedbirler konulmuş. Geniş bir târif yapılmış; ama bu geniş târif, İstanbul Sözleşmesi kadar kapsayıcı bir çerçeve sunmuyor. 

Bir de tabii ki Kürt meselesi var. Orada HDP yok. Kürt meselesi “Kürt meselesi” olarak metnin içerisinde anılmıyor. O da, temel hak ve özgürlüklerle ilgili mevzûlara ve asıl, yerel yönetimlere yayılmış. Bence yayıldığı yerlerden bir tânesi, çünkü bu tür ayrımcılıkların en fazla tekrarlandığı, uygulandığı, hayata geçirildiği yerler, bürokratik mekanizmalara yapılan seçimler. Orada mülâkatın kaldırılacak olması, aslında dolaylı olarak Kürt sorununun içerdiği mevzûlarla ve eşitlik mevzûuyla da direkt ilgili. 

Biz daha evvel, “Kendi aralarında anlaşamadıkları şeyleri ertelesinler ve mümkün olduğu kadar anlaşabildikleri konularda birlikte fotoğraf vermeye, birlikte çalışmaya ve birlikte ortak söz üretmeye başlasınlar” diyorduk. Bu, burada bir aşama. Ama muhâlefet ve muhâlif seçmen açısından yeterli bir aşama mı? Elbette hayır. Bu metinde, düzgün çalışan bir Parlamenter Sistem, kuvvetler ayrılığı ne gerektirirse onlara dâir bir liste var. Oralarda anlaşamayacakları pek bir şey yok. İnce ayarlar yapmışlar. Mesela, yargının organizasyonu, Savcılar Kurulu’yla Hâkimler Kurulu’nun ayrılması gibi şeyler gayet ince ayarlar. Derslerini iyi çalıştıklarını görüyoruz. Özellikle bazı yerlerde DEVA’nın sesini duydum. Çünkü onlarda bir tür iktidar pratiği olduğu için –Gelecek Partisi’nde o kadar değil– ve bu işe biraz da teknik bir mesele olarak baktıkları için, orada neyin yolunda gitmediğini ve neyin nerede çürüdüğüne dâir birtakım işâretleri onlar görüp metne eklemişler gibi geldi. Bu biraz İYİ Parti’den de gelebilir, çünkü orada bir hayli emekli bürokrat var. 

Bu sunumun bana söylediği şey, “Olur da bu ittifak seçimi kazanırsa, biz, özellikle ara dönemde hangi konularda muhâlefet edeceğiz, hangi konularda bu ittifaka çekidüzen vereceğiz?” mevzûu. Çünkü bu ittifak, aynı zamanda şu nedenle önemli: Bence en fazla iki sene olması gereken geçiş süreci sonunda, bize bir anayasa teklifiyle gelecek. O anayasa teklifinin içerisinde bu idârî kompozisyon mutlaka olacak. Ama haklar, özgürlükler, yetkilerin sınırlanması, eşitlik gibi konularda, bizim daha aşmamız ve bu mutâbakat metninin genişletilmesi için zorlamamız gereken çok yerler var. Dolayısıyla bu mutâbakat metni bana, “Bunlar bu konularda anlaştılar, ne güzel yola devam ediyorlar” gibi bir düşünceden çok, “Daha gidecek çok yolumuz var, zorlamamız gereken çok şey var. Daha yapılacak çok muhâlefet eleştirisi var” gibi düşünceler söyledi. Dediğim gibi, bunların başında da İstanbul Sözleşmesi var. 

İstanbul Sözleşmesi şu nedenle önemli: AKP de İstanbul Sözleşmesi’nin içeriğini kısmen birtakım yasalarla sözüm ona yasal sistemin içerisine sokmaya çalışıyor. Tamam, eyvallah. Bu ittifak da bunu yapıyor, biraz kendisini farklılaştırması lâzım. Ama şunu kaçırıyorlar — ki galiba en çok Saadet Partisi bunun farkında: İstanbul Sözleşmesi, bırakın sözleşmenin kendisini, bir tamlama olarak kadınların mücâdele alanı ve aracı, bir referans noktası. Kürt meselesi de aynı şekilde. Mâdem sembol siyâseti yapıyoruz ve onlar üzerinden gidiyoruz, Kürt meselesi de bir tamlama olarak, eşit yurttaşlık talebinin nirengi nokralarından bir tânesi, elindeki araçlarından bir tânesi bunun bir mesele olması. Bu, yalnızca Kürtlerin meselesi değil, herkesin meselesi. İstanbul Sözleşmesi de yalnızca uluslararası bir sözleşmenin sistem içerisine konmasıyla ilgili değil, bunu talep eden bir siyâsî irâdenin tanınmasıyla ilgili bir mesele. Bu ittifak, bu irâdeleri tanımamayı tercih etmiş. Onun yerine, altı partinin kendi arasında kurduğu bir dil içerisinde eriterek çözmeye karar vermiş bunu. Demek ki, o geçiş sürecinde, anayasa yapılırken, bunların tekrar su yüzüne çıkmasını sağlamak zorundayız. Bu da şu anlama geliyor: O geçiş sürecinde anayasa yapılırken bu talepleri doğrudan dile getirebilecek ya da dile getirmemizde bize aracılık edebilecek ciddî muhâlefete ihtiyâcımız var. O muhâlefet de, -eğer kurulursa- sol ittifak olacak gibi görünüyor deyip burada bitireyim. Teşekkür ederim.

Ruşen Çakır: Kemal, Ayşe özellikle metin üzerine, olayın organizasyonu ve verilen fotoğraf üzerine bayağı kapsamlı bir girizgâh yaptı. Sen ne düşünüyorsun? Bunun artıları, eksileri, eksikleri ve doldurduğu yer ne? Tabii, “Buradan yeni bir merkez çıkar mı?” meselesini ikinci tura sakladığımızı bilerek…

Kemal Can: İkinci tura saklayın, tamam, ama ben yine de ondan bahsedeceğim. Ayşe’yi dikkatle dinledim. “Ama ne metin ne de semboller o kadar hesaplandı mı ve o kadar karşılığı var mı?” konusunda tereddütlerim var. Evet, siyâset sembollerle yapılıyor; ama bahse konu semboller siyâsette bir işe yarar mı çok emin değilim. Çünkü siyâsî dil daha kaba ve basit sembollerle işliyor. Ayşe’nin çok detaylarını okuyarak söylediği şey, muhtemelen o oturumlarda da gündeme gelmiş, tam da dediği gibi yaşanmıştır. Ama bundan murat ettiklerinin karşılığı olur mu çok emin değilim.

Özellikleri açısından da metnin şaşırtıcı bir tarafı yok. Ama ben merkezle bağını şöyle kuracağım: Türkiye’nin siyâsî geleneğiyle bağını sembollerden çok, bu çıkan metnin ve bu ortaklığın ortaya koyduğu iddia açısından ve temel çizgileri îtibâriyle neyi ifâde ettiğine bakarak, “Ne işe yarar ve buradan merkez çıkar mı?” meselesi üzerinden konuya bakayım. Bu muhâlefet ittifakının daha sağ bir ittifak olduğu konusunda, burada defâlarca konuştuk. O yüzden de eleştiriler aldık. Ama aslında bunu karakterize eden şey, niyetin ve hedefin kendisinde kristalize oluyor. Çünkü aslında şöyle bir şey: Siyâsî merkez dediğimiz şey, şehir merkezi gibi bir şey değil. Yani “Şuradan sağa döneceksin, bulvarı takip et, iki cadde sonra bir meydan, orası şehir merkezi” gibi, adresi verdiğinizde insanların gidip oraya vardıkları bir şey değil. Siyâsî merkez böyle bir yer değil. Bu değişken bir şey ve târif edildiği biçimiyle merkez hâline dönüşüyor. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri, 99 seçiminde MHP’nin şaşırtıcı galibiyetinden sonra uzunca süre konuşulmuştu. Bahçeli’ye, “MHP merkeze mi yürüyor?” diye sorulduğunda, “Bizim olduğumuz yer zaten merkezdir” demişti. Yine AKP’nin kurulduğu dönemde, muhâfazakâr-demokrat meselesinde merkez tartışmaları çok yapılmıştı. Sonuçta, merkezin yeniden târif olunduğu iddiası üzerine kurulmuştu. Ama o merkezin de yerinde durmadığı, merkezin, sürekli yeniden târif edilen bir şeye dönüştüğü, siyâsî merkezin biraz böyle bir karakteri olduğunu görmemiz lâzım. 

Bugün Türkiye’de, eksikleriyle birlikte ana bağlayıcısı mevcut iktidâra karşı olmak olan bu ortaklığın yeni merkezi oluşturup oluşturmadığına, bir kendi iddiaları, bir de oturdukları zemin açısından bakmak lâzım. Kendi iddiaları açısından baktığımızda, özellikle merkez sağın temel tezi olan, “Biz aşırılıklardan uzak olan ılımlı bir ortalamayı ifâde ediyoruz. Aslında temel güvencemizi de, herkesin bu aşırılıklardan uzak durması üzerinden oluşturuyoruz. Ama bunun dışında, ortaklığın temel çerçevesini ve meşrûiyet alanını târif ederken de,  büyük kalabalığın kabul sınırlarını geçerli kabul ediyoruz. Ona göre davranıyoruz” yaklaşımı. Yani aslında merkez sağın temel ortaya çıkış noktası şuydu: Mevcut rejimi topluma onaylatmak, ama toplumun bundan duyabileceği rahatsızlığın da hafifletilmesini, temel siyâsî misyon hâline getirmek. Aslında merkezi târif eden şey bu. Bu metinde, olan ve olmayan şeylerin tamâmı da bu temel yaklaşımla uyumlu. Yapılmak istenen nedir? Bu genel çoğunluğun, milliyetçi ve dindar hassasiyetlerinin halel gelmeyecek ve başka bir iddiayla, riske veya zorlamaya uğramayacağı güvencesini oluşturan, bunun karşısında da temel demokratik ortalamaların çizgilerini kuran bir çerçeve. Ama bu kendi başına bir siyâsî merkez iddiasını taşımaya müsâit mi? Ya da böyle kabul görür mü? Ben bundan çok emin değilim.

Şu kabul mümkün: Bu iktidârın değişmesi hedefine kurgulanmış bir ortaklığın ve bunu destekleyecek ve artık anketlerde bayağı belirleyici çoğunluk hâline gelmeye başlayan kalabalığın desteğini temine uygun. Dolayısıyla bu uygunluk üzerinden kurgulanmış bir şey. Yoksa kendi iddia ettiği, “Tamâmen yeni bir siyâsî meşrûiyet târif ediyoruz ve üstelik de bunu yeniden riske girmeyecek biçimde kurmayı taahhüt ediyoruz” iddiasını daha kuvvetli bir şeyle doldurduğunu söylemek ise pek mümkün değil. Eksiklerinden dolayı da mümkün değil, ortaya koyduğu temel iddiaların referansları açısından da bence mümkün değil. Bu yüzden, ortaya konulan metnin ve benim de katıldığım gibi, artık buna katılan tarafların çekilmesinin zorlaştığı ortaklık platformunun, kısa vâdeli bir hedef için isâbetli bir çıkış sağlayabileceğini, ama bu metnin kendi iddiasını henüz karşılamadığını düşünüyorum. İkinci tarafı da, seçmen açısından, bütün dinamikleriyle “yeni siyâsî merkez” olarak kabulünün de iddia edilmesi açısından şu anda erken bir seviyede olduğumuzu düşünüyorum. Çünkü yeni siyâsî merkezi, asıl olarak birinci hedef başarıldıktan sonraki performans belirleyecek. Şu anda merkezsiz bir siyâsetten bahsediyoruz. Bu, yeni bir merkez iddiasını değil, en fazla, geleneksel merkeze dönüş iddiasını söylüyor olabilir. 

Ruşen Çakır: Burak, sen ne diyorsun? Heyecan yarattı mı? 

Burak Bilgehan Özpek: Açıkçası bende yaratmadı. Ben Pazartesi günkü yayında karakter sorunundan bahsettim. Bu toplantı, muhâlefet partilerinin görüşmesi açısından önemli tabii. Ama toplantının karakteri hakkında kafamda ciddi soru işaretleri var. Daha önceki programlarda da söylemiştim: Bunun, bir hukukî metin üzerine varılmaya çalışılan bir uzlaşma mı ,yoksa siyâsî bir birlikteliğe mi işâret ettiği çok net değil. Eğer birincisiyse, yani biz bir kurum inşâ etmeye çalışıyorsak, yeni bir anayasa yapmaya çalışıyorsak, buradaki katılımın daha fazla olmasını beklerdim. Hem siyâset sahnesindeki diğer aktörlerin, hem sivil toplumun bu süreçte daha aktif olması beklenebilirdi. Şu anda altı tâne liderin kendi aralarında yaptıkları bir müzâkere var. Bu bir elit müzâkeresi. Bu elit müzâkeresinin sonucunda bize bir metin gösteriliyor ve “Siz muhâlifseniz, muhâlefet partileri olarak biz bu metnin üzerinde uzlaştık, siz de bunu kabul edin” deniliyor.

Fakat bu eksik bir tablo. Çünkü muhâlefet partileri sadece altı partiden ibâret değil. Diğer partiler de var. Üstelik diğer partiler, 2017’deki referandumda aktif bir şekilde “Hayır” kampanyasında bulunmuş partiler. Yani bir şekilde 2017’de risk almış, bedel ödemiş, iktidarın gadrinin soğuk nefesini enselerinde hissetmiş insanlar. Onlardan bir kısmı bu masada yok. Sivil toplum yok. Parti tabanları ne düşünüyor? Onların katkısı alınmadı. Meselâ 2011’deki anayasa yapım sürecini hatırlıyorum: Çok büyük nümâyişler vardı. Üniversitelerden, derneklerden, yerel aktörlerden bir şekilde katkı almaya çalışmışlardı. Günümüz dünyasında çok zor bir şey değil. İletişim teknolojilerinin ve forum kültürünün bu kadar gelişmiş olduğu bir dünyada, hakîkaten çok zor bir şey değil. Her akşam sosyal medyada görüyoruz, insanlar forumlar açıyorlar, Space odalarında birbirleriyle konuşuyorlar. Forumlar çok aktif bir şekilde işletilebilir ve daha demokratik bir hâle getirilebilirdi. Dolayısıyla bunun hukukî bir metin olması, onun daha demokratik olmasını berâberinde getirmeliydi. 

Öte taraftan, bu öyle değilse, yani siyâsî bir birlikteliği temsil ediyorsa, bu da biraz sorunlu. Çünkü masada oturan partilerden iki tânesi, Millet İttifakı’nın üyesi değil. Dolayısıyla, aynı anda siyâsî bir ittifaktan veya hukukî bir arayıştan da bahsedemiyoruz maalesef. O zaman burada başka bir şey var. Bu kompozisyonun işâret ettiği ya da kendisini tanımladığı başka bir kavram olmalı. İyi niyetle şöyle bir şeyler söylüyoruz: “Daha büyük işbirliklerine evrilebilecek ilk adım” diyoruz. Fakat onun siyâsette bir garantisi var mı bilmiyorum. Çünkü netîcede siyâsetkavramı dinamik bir kavram. Bu dinamik kavram, bir sene içerisinde çok farklı siyâsî gelişmeler ortaya çıkartabilir ve partiler siyâsî olarak birbirlerini bu şekilde bağlamak isterler mi ondan çok emin değilim. Seçimi kazanmak adına siyâsî bir birliktelik oluşturmak için, bu kadar iddialı, büyük metinlerle, büyük davalarla ortaya çıkmak gerekli mi? Yoksa gereksiz bir yük mü? Onu da sorgulamak lâzım. Netîcede eğer seçim kazanılacaksa, seçimin kazanılmasını îcap ettiren söylemler veya seçimden sonra halkın âcil beklediği sorunlara getirilecek çözüm önerileri sunmak, bunun üzerinde uzlaşmak bana yeterli gibi geliyor.

Yanlış anlaşılmasın, ben anayasa yapım sürecine karşı değilim. Başkanlık Sistemi’ni de savunmuyorum. Yapılan işin değerini de küçümsemiyorum, çok da takdir ediyorum. Ancak şunu anlamakta zorlanıyorum: Niçin altı liderden müteşekkil bir masa var da diğer aktörler yok? Eğer bu siyâsî bir arayışsa, niçin iki tâne aktör siyâsî bir ittifakın içerisine girmekten imtinâ ediyor? Çok basit bir soru bu. 

Ruşen Çakır: Burada istersen şöyle bir araya gireyim. Benim bunca zamanda gördüğüm şu: Özellikle CHP’nin Millet İttifakı’nı yeni katılımlarla geliştirme niyeti var ve bu sınır galiba altı parti olarak görülüyor. Ama o altı partinin özellikle iki tânesi henüz bu konuda alenen angaje olmak istemiyor. Bu arada kamuoyu da, “Hadi, ne yapacaksanız yapın, bir an önce görelim kimsiniz, nesiniz?” diyor. Kamuoyunun da taleplerini bir ölçüde giderebilmek ve diğerlerini de taahhüt altına sokmak için, mutâbık kalınabilecek bir başlık etrafında böyle bir formül bulunmuş. Senin dediğin olayla, ikisinin kırması bir şey: Hukukî bir metin üzerinden siyâset yapılıyor. 

Burak Bilgehan Özpek: Anlıyorum da, daha önce Türkiye’de ittifaklar kuruldu. Cumhur İttifakı ve Millet İttifakı kuruldu. Meselâ benim Millet İttifakı kurulurken, İYİ Parti ve Cumhuriyet Halk Partisi bir araya gelirken, böyle büyük bir mesele üzerinden birbirlerini iknâ etmeye çalışan iki parti olduğunu görmedim; farkında bile değildim. Bir anda kuruldu. Girdiler, çıktılar, “Millet İttifakı’nı kurduk” dediler. Niye? Çünkü seçimi kazanmak gerekiyor, bir aday üzerinde uzlaşmak gerekiyor. Adayın profili üzerinde ya da seçim sürecinde kullanılacak söylemler üzerinde uzlaşmak gerekiyor. İttifak budur. İlânihâye bizi bağlayacak, “Pazara kadar değil, mezara kadar” sürecek bir ittifakın olması ve bu tip büyük kurumlar üzerinden bunun bir şekilde oluşturulması, benim açımdan siyâsetin ruhuna çok uygun gelmiyor. Bunu, “Biz AKP ile pazara kadar değil, mezara kadar beraberiz” diye Devlet Bahçeli söylüyor.  O zaman niçin iki tâne ayrı partisiniz? İttifaklar seçim kazanmak için ya da bir politik değişimi tetiklemek için kurulur. O yüzden burada eksik olan bir şey var, onu anlatmaya çalışıyorum. Ya siyâsî pragmatizm eksik; bunu iddia ediyorum. Öte taraftan, daha idealist yaklaşmaya çalışıyorum. İdealist yaklaştığım zaman da katılım eksik. Bunu anlatmaya çalışıyorum.

Ruşen Çakır: O zaman şöyle bir şey çıkıyor: “Katılım eksik” dediğin partileri ittifaka katmak istemiyorlar. Onun için çağırmıyorlar. İttifaka katmak istedikleri partiler de, “Şimdi ittifak diye çıkmayalım, ama yan yana gözükelim” diyorlar ve böyle bir formül buluyorlar. 

Kemal Can: Aslında şöyle: İddiası fazla pragmatik, hedefi fazla muğlak. Pragmatizmin gerektiği yerde tersi, diğer yerde tersi var. İddiası son derece gevşek: böyle herkesi tatmin edip, Ayşe’nin söylediği gibi, “Laiklikten de bahsetmeyelim, onu sokmayalım, öteki istemiyor” yaklaşımı var. Ama hedefe dönük pragmatizmdeyse tam tersi bir şey var. Pragmatizmi yerleştirdikleri yer sorunlu galiba.

Burak Bilgehan Özpek: Doğru, aynen öyle. 

Ruşen Çakır: Aslında bu, başlığımızı tam da tartışabileceğimiz bir yer. Kemal, ikinci turda buradan da devam edersin. Ayşe sana söyleyeyim: İki arada bir derede hâli, eksikleri, gedikleri olan ve siyâsî olarak bir seçim ittifakı oluşturmalarını beklediğimiz ama bir türlü o ittifakı oluşturamayan partiler, bize Türkiye’yi yeniden yapılandırmayı vaat ediyor. Bu kadar, değil mi? Olayı böyle söyleyebiliriz. Daha seçim için bir araya tam anlamıyla gelememiş altı parti, “Bakın biz size böyle parlak bir Türkiye vaat ediyoruz” diyorlar; ama hâlâ seçime berâber girip girmeyecekleri belli değil. Muhtemelen berâber girecekler ama, “Bu, Türkiye’nin yeni merkezi olabilir mi?” sorusunu tartışalım.

Ayşe Çavdar: Sizi gülümseyerek dinliyorum, çünkü bu “Durun, sâkin olun, telâşlanmayın, acele etmeyin” rolünün bana düşmüş olmasına şu an inanamıyorum. Çünkü hayatım acelecilikle geçti. 

Sabah bir podcast dinledim: Âyetlerden, sûrelerden, İslâm geleneğindeki felsefî tartışmalardan yola çıkarak yazılmakta olan bilim-kurgu romanlarından bahsediyordu. Çok ilham vericiydi. Ben de, sizin karamsarlıklarınızdan yola çıkarak bilim-kurgusal bir şey yapacağım: “Azıcık yavaş olun. Çünkü döşenmeye çalışılan bir yol var” diyeceğim. Kemal haklı, bu metinde, şu anda olmakta olan şeyde, ittifakın kendisini şekillendirme çabasında pragmatik bir şey var. Eksik olan, bu pragmatizmin halka ve topluma yönelik olmaması. Henüz şimdilik birbirlerini iknâ etmekle, birbirleriyle yan yana durmakla yetinmekle, mümkün olduğunca yan yana duracak enerjiler buluşturmakla, fazla rahatsızlık vermemekle meşguller. Nerede? Siyâsî elitler arasında. Burak orada çok haklı. Ama bu bir aşama. Bu yalnızca aşama ve bu birlikteliği yan yana tutabilmek için de bir hukuk oluşturmak zorundalar. Ben bunun akıllıca bir şey olduğunu düşünüyorum. İki şey aynı anda oluyor: Birbirleriyle bir hukuk oluşturuyorlar ve bu birbirleriyle oluşturdukları hukuk, hepimizi ilgilendiren bir hukuk kurmayı hedefliyor. Yöntem, bu ortamda bir şekilde aktörleri de belirliyor. Eksikleri çok eksik; böylesine bir hukuk önerisinin içerisinde HDP’nin ve sol partilerin olmaması, hiç de kabullenilebilir bir şey değil. Ama bu şu demek değil — şimdi geleceğe dâir öngörü yapıyorum: Sol ittifak da kurulur. Sol ittifakla, genişlemekte olan Millet İttifakı arasında üçüncü düzey bir seçim ittifakı oluşur. Bunun olmayacağını henüz nereden biliyoruz ki? Daha çok erken.

Merkez hikâyesine gelince, elimizde şöyle bir durum var: Sağ ya da muhafazakârlık dediğimiz şey, önce kişinin –birey demeyeceğim, çünkü birey lâfını çok sevmezler ama çok bireycilerdir– sonra da, o kişinin dâhil olduğu cemaatlerin, kademe kademe hayatta kalma mücadelesiyleilgili. Sağ da şu anda ne halde olduğunun gayet farkında. Çünkü aşağı yukarı yetmiş yıldır iktidar çok büyük oranda onların elindeydi ve her dönemde ayrı bir batırma şekli buldular. Her dönemde farklı bir şekilde ülkeyi batırdılar. Bu, bizim ilk defa sağ yüzünden girdiğimiz açmaz, çıkmaz ya da dik kuyu değil. Şimdi, artık yeni bir nesil geliyor. Yeni ihtiyaçlar var. Bir kere dünya değişti. Şu anda Rusya’nın Ukrayna’yı işgali ve onun etrafında şekillenen yeni tartışmalar bile bize yeni bir dünyanın şekillenmekte olduğunu gösteriyor. Buna da uyum sağlayabilecek durumda değiller, böyle bir repertuarları yok, böyle bir düşünme biçimleri yok. Çünkü muhâfazakârlık;durumu korumak ve durumun içerisinde kendilerini korumak gibi bir dertleri var.

O açıdan bu ittifaka bakıldığında, CHP’nin ev sâhipliğinde ve CHP’yi sağa doğru çekerek, sağ içinde yeniden bir toparlanma ve sağı bu şekilde, yine siyâsetin merkezi olarak atama girişimi olarak da görebiliriz. Böyle düşündüğüm zaman, kendimle Millet İttifakı arasına bir mesâfe koymaya başlıyorum. “Yine mi? Bizim bundan başka çâremiz yok mu?” Niye olmasın ki? Toplum yeni, ihtiyaçlar yeni, koşullar yeni, dünya yeni, her şey yeni… Üstelik bir felâkete doğru giderken, savaşlar, iklim krizi, sınıf çatışmaları varken, şimdikinden daha büyük göçler varken, bunların hiçbirine hiçbir dönemde dişe dokunur bir çözüm bulamamış, hattâ çözüm bulamamanın ötesinde, bunların sebebi olmuş sağ ile mi devam edeceğiz? Ama işte bu da sağın hayatta kalma projesi. Sağın CHP çatısı altında, CHP’yi arabulucu olarak takdim ederek, görerek, görmek zorunda kalarak, buluşma ihtiyâcında olması bile bize esâsında sağın hayatta kalma konusunda kendisinden ne kadar büyük bir şüphe ve endîşe içerisinde olduğunu gösteriyor. Üstelik iktidarda da sağ varken. 

Buradan bakınca, “Burada bir merkez var mı? Bu merkez iş görür mü?” hikâyesi biraz çetrefilleşiyor. Niye? Çünkü kendi aralarında bir hukuk oluşturuyorlar, bir de bize bir hukuk sunuyorlar. Bu ikisi birbirini besleyen ve birbirini dönüştürecek mevzûlar. İki ayrı hukuk akışı diyelim. Birbirine karışacaklar. Bu bizi iknâ eder mi? Az önce birinci aşamada söyledim. İknâ olmayacağımız çok şey var. Bir mîmârî, bir omurgîa tasarımı konusunda, eh işte, çok kötü değil, aşağı yukarı üç yüz yıldır gelişen ulus-devlet, parlamenter sistem, temsîlî demokrasi gibi şeylerin genel ilkelerini o metin içerisinde görüyorsunuz. Zaten parlamenter sistem öneriyorsanız başka ne olacaktı ki? Tabii ki onu yapacaktınız. Ama bu parlamenter sistemin kimlere ne önerdiği konusunda baktığımız zaman, çok genel geçer şeyler dışında da fazla bir şey görmüyoruz. Demek ki uğraşacak çok şeyimiz var. O ittifak beş sağ parti, bir tânesi de hem arabulucu ve ev sahibi yapıp hem de sağa doğru çekmek istedikleri parti, bundan ibaret. Ama bu burada kalacak diye bir şey yok. Önü açık. Çünkü şurası açık: Onların elinde de, uyanık olmaları gereken birtakım gerçekler var. Bir, Kürt meselesini görmeden, HDP’yi hesaba katmadan hiçbir şey yapamazsınız. Bir seçim kazanamazsınız. Eğer Burak’ın söylediği gibi söylersek, bu hukukî bağıtı –bu bir bağıt; hem topluma hem birbirlerine bir söz veriyor– bir seçim ittifakı ile taçlandırmak istediğinizde, hesâba katmanız gereken bir şey var. Bu bağıtı gerçekleştirebilmek için, isteseniz de istemeseniz de zâten bir seçim ittifakıyla taçlandırmak zorundasınız. O zaman dışarıda kalanları eklemek zorundasınız. Onlar kimler? Kimi dışarıda bıraktınız? Kürtleri dışarıda bıraktınız. Hesâba katacaksınız. Belki Kürtler kendi ittifaklarını yapacaklar. 

Az önce söylemeyi unuttum: O hukukî metin içerisinde sınıfsal çelişkiler yok. Eşitlikle ilgili şeyler, devletin oluşturduğu hukukun karşısındaki eşitlikten ibâret. Onun dışında, bize mevcûdun alternatif olabileceği bir şey önermiyor. Sokakların grevlerle dolup taştığı böyle bir ortamda, bunu görmeden, bir seçim ittifakını nasıl kuracaksınız? Dışarıda bıraktığınız kişilerin desteğini ya da kösteğini nasıl hesâba katacaksınız?

Kadınlar meselesinin etrafından dolaşılmış. Onlara yine hak hukuk bahşeden bir dil var. İstanbul Sözleşmesi’ni oraya koymadınız. Onların siyâsî iraâdesini kabul etmediniz. Bu ne? Dediğim gibi, sağın kendisini tekrar merkez olarak atama girişimini de bütün bir sahnenin altında görüyoruz. Tamam, bu sahne CHP’nin ev sâhipliğinde oluşturuldu, ama diğerleri orada niye varlar? Sağı tekrar siyâsetin merkezine atama işi için varlar. Yapabilecekler mi? Bence biraz zor.

Başka bir öngörü daha söyleyeyim: Diyelim ki kazandılar. Ben CHP dışındaki siyâsî partilerin, geçiş döneminin fırtınalarından kurtulup geriye kalabileceklerini düşünmüyorum — ne DEVA’nın ne Gelecek Partisi’nin. Şu anda gelecek konusunda birtakım tahminlerde bulunuyorum. İYİ Parti’nin şöyle bir problemi olacak meselâ: Devlet Bahçeli’nin MHP’nin başından gitmesi hâlinde, İYİ Parti’deki MHP’lilerin “eve dönme”arzusu gibi bir derdi olacak. MHP’yi azıcık biliyorsam, MHP’lileri de biraz tanıyorsam, o evi başka birisine bırakmamak için geri dönmek isteyecekler. Saadet Partisi’nin oyu zâten yüzde 1, gayet sembolik ve çok çok ihtiyar, dede-nine kuşağını temsil eden bir parti. Dolayısıyla ondan bir beka beklemiyoruz herhalde. 

Dolayısıyla o geçiş dönemi, yeni enerjileri, yeni talepleri, yeni beklentileri dile getiren yeni siyâsî partilerin oluştuğuna şâhit olacağımız bir dönem olacak. Ve biz bu âfet manzarasından çıkarken, siyâsette yeni merkezin neresi olduğunu göreceğiz. Bunların hiçbiri kalmayacak, bu ittifak da kalmayacak. Seçim kazansalar da kazanmasalar da kalmayacak. Çünkü ellerinde o kadar krizli bir ortam olacak ki, onun altından kalkamayacaklar. Bu partilerin hiçbiri, öyle bir krizi yönetebilecek güçte değiller. Ama o deneyimden yeni bir siyâset çıkacak. Türkiye’nin siyâsî merkezini o zaman göreceğiz. O yüzden, “Bu rol bana mı kaldı?” dedim. Şimdilik enseyi karartmamanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Şimdi elimizde bu var. Bu, bir köprüyü geçene kadar dayanabileceğimiz bir şey. Açıkçası biraz katlanılması da gereken bir şey. Ancak tahammül edebileceğimiz bir şey. Arzu edebileceğimiz bir şey değil. Ama eldeki bu. Ve bu hamura başka hamurlar katarak veya bu hamurun içindeki birtakım kılçıkları temizleyerek bir merkez târif edeceğiz. Ama şu anda merkez yok. Çünkü Türkiye’de merkez tâsîrumar edildi, yağmalandı. Yok. O kurulacak. Ne zaman? Biz gerçekten anayasa tartışırken kurulacak. Teşekkür ederim efendim.

Ruşen Çakır: Bence soruya çok açık cevap verdin. Bu altılı masa, merkez için değil, belki de arazi temizliğini yapmada…

Ayşe Çavdar: El koymak için. Belki geleceğe kalırız umuduyla merkeze el koymak istiyorlar. Açık söylemek gerekirse, “çok beklerler” diye düşünüyorum.

Ruşen Çakır: Kemal, seninle devam ediyoruz.

Kemal Can: Bu metin çalışması çok uzun sürdü. Oturumlar yaptılar, gittiler, geldiler. Bir de herkese kapalı bir şeydi. Nihâyet metin çıktığında, bunun gizli kapaklı, iktidardan ve herkesten saklayarak yapılmasını gerektiren çok sürprizli ne gördük? Hiçbir şey görmedik. Bunun bu şekilde yapılmasının nedeninin, incelikli, salam-sucuk îmâlâtı gibi kamu ortamında yapılmamasını gerektiren bir kirliliği, gizliliği, özel ajandası yok. Bunun tek nedeni, kendi aralarındaki son derece başka bir pragmatiğe dayanan pazarlığın açıkta yapılamamasından kaynaklanıyor. Denklemin çok da küçük bir parçası olan Saadet Partisi’nin “İstanbul Sözleşmesi’ni koymayalım” demesinin, o metinden o bölümün çıkmasına neden olmasını, kamuoyu önünde yapamayacakları için. Ya da İYİ Parti’nin, herkesin bildiği gibi HDP’nin varlığına neden dolayı îtiraz ettiğini, açık tartışmada açıklamasının mümkün olamaması gibi. Kadınlar diye bir meseleyi, eşitlikdiye bir meseleyi, İstanbul Sözleşmesigibi bir meseleyi koyduğunuzda, laiklik diye bir meseleyi konuşmadan geçemezsiniz. O metinde laiklikten bahsetmeden geçemezsiniz. Bunu kamuya açık olarak yaptığınızda, bunu yapamazsınız. Sembolik olarak “28 Şubat’ı aştık” demeyi CHP’ye kabul ettirebildiğiniz bir noktada, laiklik de artık herkes için, hattâ “Bizim için de gerekli” diyen dindarların da kendi taraflarından bir adım attığını gösteremediğiniz için, bu tartışmayı açık yapamazsınız. Buradaki problem bu. Bunun elitler arasında yapılmasının nedeni de bu.

Ayşe itiraz ediyor ama, eğer 28 Şubat’a sembolik anlam yüklenip bir aşma iddiasıortaya konuyorsa, son derece temel bir gereksinimin, yani yeni meşrûiyet zemininin ve yeni siyâset alanının tanziminde çok kritik bir şey olacak laikliğin, bu metnin herhangi bir yerinde îmâen bile yer almaması ciddî bir problemdir.

Ayşe Çavdar: Bu fikre îtirâzım şu: 28 Şubat’ın kullanılmasında hatâ yaptıklarını ben de düşünüyorum, ama laiklik metinde geçiyor. “Din ve vicdan özgürlüğü” başlığı altında, “Din ve vicdan özgürlüğünü güvence altına alan demokratik, laik bir hukuk devleti, çoğulcu bir toplum düzeninin temelidir” diyor. Yani bir kez geçiyor, ama çok isâbetli bir yerde geçiyor, sembolik bir yerde de geçmiyor. Metni savunmak için söylemiyorum, ama var yani.

Kemal Can: Peki, tamam. En azından diğer temel başlıklardaki detaylandırmanın çok uzağında bir temel mesele olarak alınmış. Kürt meselesi hiç geçmiyor. Laiklik de bir temel anayasada geçtiği kadar geçiyor. Bugünkü anayasada da geçiyor zaten. Ama bunun asıl meselesi uygulamayla ilgili. Neyse… 

Şunu anlatmaya çalışıyorum: Bunun kapalı yürümesi ve bugün böyle ortaya çıkmasının gerekçeleri, iddialarıyla ilgili olan zemini kurma gayretindeki hesapçı tutumla ilgili. Burak’ın eleştirdiği şey, bir eksiklik olarak değil, kendileri için gerekli gördükleri bir şey olarak kurgulanmış durumda. Asıl mesele bence bu. Bu kapalılığa ihtiyaç duydukları için bu kapalılık var. Sâdece bâzı konularda anlaşamadıkları için, “Bunları şimdi geçelim” değil, zâten anlaşmanın gerekli olmadığını düşünerek bir zemin kurulabileceğine inandıkları için böyle ilerliyorlar. Bu vasatın şöyle bir şey yaratmasını umuyorlar: “Seve seve herkes gidecek ve iktidardan şikâyetçi olan bu platforma destek verecek.” Bunu sağlayabilmeyi yeterli gören bir perspektiften yürüdükleri için bu oldu.

Bence burada temel mesele, yine bugünü ortaya çıkartan siyâset algısıyla ilgili yenilenmiş hiçbir şeyin olmadığı ve AKP iktidârının yirmi yıldır Türkiye’ye yaşattığı temel vasatların hepsinin hâlâ geçerli olması. Bu yüzden, merkez sağ tartışmalarında, herkes anahtarı merkez sağa koyduğu için, mesela Erdoğan da Çiller’e bir maymuncuk rolü vererek, merkez sağ meselesini oradan çekmeye çalışıyor. Aslında iki kutup olarak oluşan siyâsette, herkes kendi bloğunu, o denklemi içinde barındıran bir şey olarak sunmaya çalışıyor ve onun, o eğilimleri birleştirme mekaniğiyle ilgili hiçbir önermesi olmadan, sâdece bir arada durabildikleri iddiasıyla yapıyor. Bence bu, siyâsî krizi seçim kazanmakla değiştirebilir; ama oluşacak tablonun sıhhati ve üretebilecekleri açısından, temel algıyı çok değiştirebilecek bir şey gibi gelmiyor. Zâten, bu sezgisel olarak seçmende hissedildiği için birdenbire bir blok, “Yeni merkez burasıymış, hadi biz buraya geçelim” şeklinde gelişmiyor. Bunun gelişmemesinin nedeni, o muğlaklığın, yeni odağın neresi olduğuyla ilgili belirsizliği kaldırmayı kimsenin istememesi. Sorun bu. Bir çerçeve çizme iddiasıyla, aslında bir muğlak alan târifinin herkes için en elverişli olduğu çıkarsamasıyla hareket ediliyor. 

CHP’nin, kendi misyonuyla, merkez sağı kendisinin de dâhil olduğu biçimde yeniden inşâ etme çabasına girmesi, aslında böyle bir şey. Bu, faydalı bir şey olabilir. Bu, asla kazanamayacağı düşünülen CHP’nin, bu seçimde göremeyeceği bir oy oranına ulaşarak kendi liderliğindeki ittifaka seçim kazandırabilir. Ama siyâsî merkezi değiştirmeyi tartışıyorsak, bunun artık Türkiye’de siyâsî merkezin değiştiği, yeni bir siyâsî merkezin oluştuğu, bunun dinamiklerinin de farklı işlediği iddiasını karşılayıp karşılamadığından emin değilim. Ama buna görevli mi bu heyet? Bu altılının yapmaları gereken iş bu mu? Hayır. O zaman, Burak’ın söylediğine dönüyorum: O zaman, daha seçim odaklı, daha çerçevesi belirli, daha net bir şey koysun önüne. Ne yapacağı konusunda kararsız, pragmatizmi nerede uygulayacağı konusunda mütereddit ve sonuçta bir heyecan yaratamayan bir durum karşımıza geliyor. Bence bu konuda kendilerini netleştirmeleri gerekiyor. Bu, herkesin de göreceği tabloyu kafasında netleştirmesine yarayacak. Çünkü ben hâlâ ne 28 Şubat toplantısından ne de çıkan metinden, bunu tam olarak görmedim. Ama bu, sonuç alır mı? Bu bir eşik mi, bir başlangıç mı? Evet. Zâten öncesinde de sorduğumuz soruların cevâbını buradan almayı pek beklemiyordum, aldığımı da söyleyemem.

Ruşen Çakır: Burak, dönüp dolaşıp bu heyecan yaratma meselesine geliyoruz. Kişisel olarak, toplantıyı başarılı buldum. Altı partinin düzenlediği böyle bir toplantıda Türkiye şartlarında çok ârıza beklersiniz. Öyle pek görünür bir ârıza olmadı. Ama sonra, yaptığım yayınlara izleyicilerden gelen tepkilere baktığımda, bâriz bir şekilde bu toplantının heyecan yaratmadığı çok belli. Belli ki insanlar artık, “Bu seçimi kazanacak mısınız? Nasıl kazanacaksınız? Bize artık bunu gösterin” beklentisinde. Bunu göstermenin yolu, yeni bir sistem vaat etmenin ötesinde, kim aday, ekip nasıl, temel sloganlar nedir gibi bir beklentinin olması. Özellikle iktidârın değişmesini isteyenlerde böyle bir beklenti var. Dolayısıyla, “Yeni bir merkez oluşturun, şöyle olsun, böyle olsun”dan ziyâde, sanki, “Bizi bu iktidardan kurtarın” beklentisi var. 

Başlıktaki sorumuza gelecek olursak: Şu anda Türkiye’nin meselesi, Türkiye’nin yeniden yapılanması mı, yoksa Türkiye’nin Erdoğan iktidarından kurtarılması mı? Böyle bir meseleyle karşı karşıyayız. Kimi zaman da, “Tamam, Erdoğan karşıtlığı değil, ama neyi vaat ettiğinizi söyleyin” diyoruz. Söylemeye çalıştıkları zaman da, bu çok fazla heyecan uyandırmıyor. 

Bu arada, daha önceki yayınlarda da çok konuştuk, kendisini bu ittifak konusunda naza çekenler var. Ne diyorsun? Burada bir merkez şekilleniyor mu? Tansu Çiller’in ortaya atılmasının bir karşılığı olabilir mi? Ben geçen gün yaptığım bir yayında “Tansu Çiller, ‘Parlamenter Sistem ihânet’ diyorsa, demek ki iyi bir şeymiş. Buna sâhip çıkmak lâzım” minvalinde bir şey de söylemiştim.

Burak Bilgehan Özpek: Ruşen Abi, söylediğiniz şeyler hakîkaten isâbetli. Bizi heyecanlandıracak bir metin ortaya çıkmıyor, zaten bir arada olmalarının şartı heyecanlandırmayacak metinlerdir. Heyecanlandırsa zâten bir arada olamayabiliriz, çünkü çok parçalı bir muhâlefet var. Merdivenin üst basamaklarına çıkmak gibi bir şey bu. Çıktıkça daha fazla araziyi görüyorsunuz, ama detaylara da daha az hâkimsiniz. İndikçe, daha kısıtlı bir alanı görüyorsunuz, ama detayları daha iyi görebiliyorsunuz. Bunun gibi bir şey. Merdivenlerin basamaklarını çıktığınız zaman büyük bir resim, büyük bir ittifak kurabiliyorsunuz; ama detaylar kayboluyor. Bu iş böyle.

Bu çaba, bence bir merkez kurma çabası. Çünkü merkez kavramı, güç kavramıyla çok karıştırılan bir kavram. İktidar kavramı, hakîkaten kaba güç ile çok özdeşleştirilen bir kavram. Ama iktidar kavramını merkez olarak tanımlayabilmemiz için, iktidar sâhibinin bir kurallar bütününe bağlı olması lâzım. Bu ilkel topluluklardan bu yana böyle. Fransız filozof Marcel Gauchet, ilkel topluluklarda Tanrı’nın niçin îcat edildiği sorusuna, “En güçlü olan, en barbar olan, diğerlerini mağdur etmesin diye, onu bâzı kurallar silsilesiyle bağlı kılmak îcap etti” diye cevap veriyor. Ataların ruhu oldu, Tanrı oldu, başka şeyler oldu; ama bütün mesele, kendinizi en güçlüden nasıl koruyacağınız meselesi. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin algılayamadığı şey de bu. Kuramadığı merkezin, Kemal Abi’nin söylediği savrulma hâlinin sebebi de bu. Sâdece güç sâhibi olarak bir merkez kuramıyorsunuz. Merkez olabilmeniz için sizin kendinizi de, yani en güçlüyü de bağlayacak belirli kurallar manzumesine sadâkat göstermeniz lâzım. Adalet ve Kalkınma Partisi, anlık çıkarları için herhangi bir kuralı hesaba katmayacak, hızlı bir şekilde ihlâl edebilecek bir parti. O yüzden güçlü, o yüzden muktedir, ama merkezde değil. 

Burada yeni bir merkez kurma teşebbüsünün iki parametresini keşfediyoruz: Birincisi, mevcut güçlü olanı bir şekilde mağlup etmek. İkincisi, yerine gelecek gücü de belirli bir disipline sokmak. Bugünkü metin, bu disipline sokma teşebbüsü, bir çerçeve. Yani yeni muktedir, kendisini bu yeni metnin kurallarıyla bağlayacak. Katılıyorum, merkezin objektif bir tanımı yok. Herkesin kafasında farklı bir merkez var. Ama merkez olma iddiasında olan bir aktörün –ilginç bir şekilde bunun illâ demokratik bir aktör olmasına da gerek yok, sosyalist olabilir, liberal olabilir, İslâmcı olabilir– kendisini bir kurallar sistemine tâbi tutması gerekiyor. Bu yüzden, elimizdeki metnin demokratik karakteri tartışılabilir. Ayşe’ye katılıyorum, dışarıda bıraktığı kümeler kuşkusuz doğru. Fakat netîcede, bir kurallar silsilesiyle yeni güç sâhibinin kendisine bağlı olacağını beyan ettiği bir şey var burada. Fakat bu kural sisteminin varlığı, bizim mevcut güçlüyü mağlup etmemiz anlamına gelmiyor. Orada bir necessary condition, yani zorunlu bir koşul var. Zorunlu koşul, bu gücü mağlup etmek ve yerine –gücü mağlup eden yeni bir güç ortaya çıkıyor– onu bağlayacak bir sistem getirebilmek. Bu sistemin varlığı, mevcut egemeni mağlup etmeye yeter mi yetmez mi ona bakacağız. Güçsüz olduğunuz takdirde, yani eğer seçimi kazanamazsanız, bu metin rafa kaldırılacak. Bizlerin yazdırdığı master tezleri gibi. Rafa kaldırıyoruz ve on beş sene boyunca bakmıyoruz ya; bunun gibi bir şey hâline gelecek. Ya da bir dönem anneanne evlerinin kütüphanesinde yer alan Adnan Oktar’ın (Harun Yahya) yazdığı Evrim Aldatmacası kitabı vardı hatırlarsanız; onun gibi bir şey. Merkez olmak için önce güçlü olacaksınız, sonra kurallar silsilesine bağlılığınızı söyleyeceksiniz. Kemal Abi’nin söylediği gibi, çelişki buradan doğuyor. Bunu kabul etmek bize seçimi kazandırmayabilir. O yüzden yeteri kadar pragmatik değil. Merkez olabilmek için bir şey daha yapmak lâzım. Güç, tek başına merkez olmaya yetmiyorsa, kurallar da tek başına merkez olmaya yetmiyor. Bu kadar. 

Ruşen Çakır: Ayşe, seninle bitireceğim çünkü fırça yiyorum. Seni az konuşturuyormuşum. Sen toparla. Bugün en optimist sendin, güzel şeyler söyle.

Ayşe Çavdar: Burak’ın son kaldığı yerden devam edeyim. Merkez olmak için hem kural hem güç gerekiyor; Burak haklı. Ama bu bir sarmal. Önce hangisini yapabiliyorsanız onu yapacaksınız. Kural çıkacak, kural etrafında bir oydaşlık yaratacak, oradan o oydaşlığın bir gücü olacak, oydaşlığın o gücünden yola çıkarak bir adım ileri gideceksiniz. Şunda haklı: Türkiye kamuoyu çok yorgun vaziyette. Seçmen çok yorgun. Bin türlü krizi aynı anda yaşıyor. Kimse geleceğinden emin değil. Kimse birbirinden de emin değil. Çünkü bu kadar parçalanmış bir muhâlefet olması bu anlama geliyor. Ve bu muhâlefeti parçalayabilmek için elinden geleni yapan bir iktidar var. Bu koşullar altında ben şöyle söyleyeyim: Bu metin ve bu manzara gerçekten gönlümden geçiyor mu? Hayır, asla, ne münâsebet, elbette değil! Ama o altı kişiye baktığımda, onlardan bunun çıkması da bir mucîze aslında. Beklentimizi nereye koyduğumuzla ilgili. O altı kişiden böyle bir metnin çıkmasını ben bayağı “Vay be!” diye karşılıyorum. Metnin kimi ayrıntılarında da “Allah Allah!” diyorum. Benim beklentim “bizle” ilgili. O yüzden öngörülere fazla yaslandım bu programda. 

Geçiş döneminde ne yapacağız? Elimizde bunlar var. Biz artık geçiş döneminde bunlara muhâlefet edeceğiz. “Bunlar bu işi yapamaz”dan çok, “Geçiş döneminde ne yapacağız? Hangi işbirliklerini yapacağız? Hangi çatlaklardan girmeye çalışacağız? Anayasa müzâkeresinde bizim taleplerimizi kim seslendirecek? Onu güçlendirmek için onun öncesinde, daha bu seçimde ne yapmamız gerekir?” gibi şeylere odaklanmamız gerekiyor. Çünkü bunların bir araya geldiklerinde yaptıkları şey bu. Bayağı da uğraşıp yaptıkları şey bu. “Muhâlefete muhâlefet yapmayalım gibi” bir şey söylemiyorum; muhâlefete muhâlefet yapmamız gerekir. Bu basınç altında bu işlerin yapılması gerekir. Ama bizim olayımız, beklentimiz, bunlarla ilgili bir şey değil.

Ruşen Çakır: Peki, o zaman“Adını Koyalım”a noktayı koyuyoruz. Ayşe Çavdar’a, Burak Bilgehan Özpek’e ve Kemal Can’a teşekkürler. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.