Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (106): Ukrayna savaşında Ankara’nın rolü, yeniden gündeme gelen mülteci sorunu

Ruşen Çakır ve Kemal Can“Haftaya Bakış”ın bu bölümünde Ukrayna savaşında Ankara’nın rolünü, yeniden gündeme gelen mülteci sorununu ve iktidarın seçim yasası hesaplarını değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Yine Kemal Can’la haftanın öne çıkan olaylarını ele almaya çalışacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen. 

Ruşen Çakır: Sen Ankara’da kaldın. Burası acayip karlı. Bakalım eve nasıl döneceğiz. 

Kemal Can: Öyleymiş, evet.

Ruşen Çakır: Anladığım kadarıyla orada yağmıyor, değil mi? 

Kemal Can: Yok, sadece soğuk var. Bildiğimiz Ankara soğuğu. Kar yok şu anda.

Ruşen Çakır: Kemal, aslında Türkiye’de çok şey olması gerekirken az şey oluyor. Dün, fâiz karârı beklendiği gibi artmadı. En çok konuşulan husus, Çarşamba günkü Adını Koyalımda da bayağı geniş ele aldığımız iktidârın seçim yasası tasarısı. Genellikle muhalefetten, “Bunlar sökmez, iktidar kaybediyor” gibi sözler duyuyoruz. Ama meselâ bugün, haber merkezimizden Okan Yücel, CHP Milletvekili, anayasa hukukçusu Prof. İbrahim Kaboğlu’yla bir yayın yaptı. Kaboğlu seçim yasası tasarısıyla ilgili, “Bu kadarını beklemiyordum” dedi. HDP’den de, özellikle partilerin ilçe teşkilâtlarına yönelik şeyler söyleniyor. Turgut Kazan, özellikle sandık başlarındaki devlet görevlileri konusunda çok ciddî uyarılar yapıyor. En son yaşadıklarımızdan sonra herhalde muhâlefetin Yüksek Seçim Kurulu’na güveni pek kalmamıştır. Bir de orada bayağı bir değişiklik de oldu. Böyle bir durum var. 

Dikkatini çekmiştir, Erdoğan çok ilginç bir şey söyledi: “Biz bu sâyede CHP’lilere iyilik yaptık. Onların yerine kontenjan diye başkalarını koyuyorlardı. Artık koyamayacaklar” diyor. Halbuki tam tersine, bu sefer kontenjan ihtimâli daha yükseldi gibi geliyor bana. Çarşamba günkü yayında da konuştuğumuz bir husus bu. Aslında önemli olduğu belli olan bir tasarı var; ama kimin neresinden nasıl tutacağının anlaşılmadığı bir olay da söz konusu. Çarşamba’dan bugüne, olayı hâlâ tam olarak anlayabildiğimizi sanmıyorum. Bir de zâten henüz bir tasarı. Ama büyük bir ihtimalle çok değişmeyecek ya da belki Erdoğan üzerinde birkaç rötuş yaptırır. Fakat iktidar, seçimi kazanabilmek için ya da seçimden en az zararla çıkabilmek için bunu yapıyor.

Bir diğer husus da şu: “Erdoğan, cumhurbaşkanlığını kaybettiğini anladı. Nasıl olsa kaybediyor, ‘Bâri Meclis’te güçlü olayım’ hesabı yapıyor” gibi kestirme bir yaklaşım var. Muhâlefetin cumhurbaşkanlığı seçimindeki “çantada keklik”yaklaşımını zâten öteden beri çok sorguluyoruz, ama son günlerde beni epey bir şüpheye düşürüyor. Birazdan dış politikayı da ayrıca konuşacağız. Dış politikada Erdoğan’ın bir anlamda elini güçlendirdiğini daha önce de konuşmuştuk. Biz seçim yasası değişikliğiyle başlayalım önce. Yeni seçim tasarısı nereye varacak? İktidar istediğini yapacak. Muhâlefetten de, “Bunlar bizi ırgalamaz, biz nasıl olsa başarıyla çıkacağız” yaklaşımının dışında bir gelişme bekliyor musun? Ne düşünüyorsun?

Kemal Can: Muhâlefetin verdiği tepkilerin mâkul ve anlaşılır bir tarafı var. Tabii ki öyle diyecekler. Bunun sadece retorik bir cevap olmasının ötesinde, sâhiden de biraz öyle davranmaları gerekli. Şimdiye kadar öyle davranmamaları belki eksiklik olarak kabul edilebilir. Yani iktidar her adım attığında paniğe kapılan ve ne yapacağını bilmez hâle geçen bir muhâlefet görüntüsü, iyi bir görüntü değil. Tabii ki siyâseten bunu demek gerekir ve öyle diyorlar: “İktidar ne yaparsa yapsın bu kötü gidişi değiştiremez, kendi âkıbetini engelleyemez”. Bunun anlaşılır bir tarafı var. Ama senin de söylediğin gibi, bir yandan da, bunun gerçeklik tarafını, sâhiden böyle olup olmadığını da tartışmak lâzım. 

Eskiden beri “Oyunu hep Erdoğan kuruyor. Siyâsetteki tek oyun kurucu Erdoğan” diye konuşulurdu. Şimdi ise, oyun kuruculuğu epeyce bir süredir tartışmalı. Gündemi ele geçirme imkânları da tartışmalı; oyun kurabildiğini de çok görmüyoruz. Ama oyun bozma yeteneğini hâlâ devam ettirdiğini, daha önceki adımlarında da gördük. Çünkü iktidar bir süredir, kendisi oyun kurarak, kendi sıkıntılarını yaratan koşulları değiştirecek adımlar atarak sonuç alamıyor. Bunu çok net biçimde görüyoruz. Düzenli, ancak yavaşlatabildiği bir trend hâlinde de bir güç kaybı var. Ama bu güç kaybını kabullenip teslim olmuş değil.

Burada, oyun bozma yeteneğini devreye sokarak ve başka siyâset dışı araçlar kullanarak bu güç kaybını dengelemeye çalışıyor. Şimdi de bu hamleyle, önemli bir oyun bozucu atak yapmış durumda. Nedir o oyun bozucu atak? Muhâlefette, iktidarın bütün yapıp ettiklerinden bağımsız olarak, kurallarını kendilerinin koymaya çalıştığı bir ortaklık zemini kurulmaya çalışılıyordu. “Altılı masa” böyle bir şeydi. O altılı masanın kuruluşu sürecinde yaratılan sıkıntılarda, iktidârın payı var; onu bir kenara koyuyorum. Ama genel olarak kendi bildiklerince bir çerçeve çizerek bir strateji kurmaya çalışıyordu muhâlefet. Şimdi iktidar buna bir tür müdâhale etmiş durumda ve bu müdâhalenin de, “Bir işe yaramaz, onları kurtarmaz” dense bile, önemli bir etki yaratacağı anlaşılıyor. Senin hatırlattığın Erdoğan’ın sözünde de, ağırlıklı olarak iktidar blokundan kopan partileri ya CHP’ye yapışarak devam ettirmek ya da yarıştan koparmak, kendi iddialarından uzaklaştırmak gibi bir açmaza itme derdi var.

Tabii ki bir yıl uzunca bir süre. Bir yıl içerisinde pek çok şey değişebilir. Bugünkü aritmetik tablo böyle kalmayabilir. Bu bir ihtimal. Ama şu açık: Bugün îtibâriyle, bugünün verileriyle taktik hamleler geliştirmek zorunda olan muhâlefet için, bu adımlar ciddî bir mesele ve bunun üzerine kafa yormaları gerekiyor. Üstelik de sâdece buna cevap olacak taktik atakları bulmak da yeterli değil. Çarşamba günü çok geniş biçimde konuştuğumuz için ayrıntılarına girmeyeceğim ama, bu pek çok katmanda, muhâlefetin temel iddialarını da yeniden güncelleme ihtiyâcı doğuran bir tartışma zeminini yaratıyor. Bundan şimdilik kaçınsalar bile, ister açıktan ister kapalı olarak, bunu konuşmak, pek çok şeyi yeniden târif etmek zorunda kalacaklar. Sadece basit matematik hesaplardan ibâret olmayan cevaplar üretmek zorundalar. Bu, işin bir tarafı.

İkincisi, sen de işâret ettin ve birkaç örneğini söyledin: Bu seçimde, iktidârın muhâlefeti bozma atakları dışında, bir süredir devletle kendini yapıştırma işini, seçime de neredeyse aynen taşıyacağını anlıyoruz. Muhâlefetin, “Devletle hükûmet ayrı şeyler. Devlet, iktidar demek değil” sözüne karşılık, iktidar bunu bir eleştiri ya da kaçınılması gereken bir şey olarak düşünmüyor. Tam tersine, her seviyede, gerekirse uluslararası normları, gerekirse Türkiye’nin kendi anayasasını zorlayarak, çok net biçimde kendisini devletle özdeşleştiriyor ve aslında seçime devleti sokuyor. Bu seçim yasasıyla ilgili yapılan düzenlemeler, diğer pek çok alandaki gelişmeler bize şunu gösteriyor: İktidar muhâlefete, devletle yarışmak, seçimde devletle karşı karşıya gelmek gibi çok sert bir durumla cevap vermek niyetinde. Bunun bütün adımlarını da oluşturuyor. Buna sâdece, “Devlet ayrı şey, devlet başka bir şey. İktidârı ayrı tutmak lâzım” demek doğru, ama bu yeterli bir cevap değil. Bu, verilmesi gereken bir cevap; ama her şeyi halleden bir cevap değil. Çünkü bu, önemli sonuçlar doğuracak. En önemlisi de seçim güvenliği konusunda sonuçlar doğuracak. 

Bir başka mesele de şu: Bunu çok fazla dile getirmeyi istemiyorum, çok da yüksek bir ihtimal olarak görmüyorum. Ama şöyle bir ihtimâli hesaba katmak gerektiğini düşünüyorum: Herkes bu seçimlere, “Çok tarihî, kritik bir seçim” diyor. Gerçekten de Türkiye açısından öyle. Ama bunu kritik yapan şeylerden en önemli tarafı, bunun geriye çevrilebilir ve basitçe kazanılmış bir seçimin aslında eksik bir zafer olarak tehlikede olduğu bir zeminde gerçekleşmemesi. Biraz net bir seçim olarak ortaya çıkması lâzım. Muhâlefet bu konuda biraz zorlanacak gibi görünüyor. Geçen Çarşamba günü yaptığımız programın altındaki bazı yorumlara bakıyorum. Biz yayında muhâlefetin Meclis çoğunluğunu elde etmeme riskinden bahsettik ya? “Zâten cumhurbaşkanlığı kazanıldığında Meclis’in ne önemi var? Ne fark eder ki, ne olacak ki?” diyenler var. Ne olacağını, olduğu zaman görmek pek iyi bir akıl olmayabilir. Çünkü bu, hakîkaten temel iddiayı çok zayıflatan ve cumhurbaşkanlığını kazanmayı da bir zaferden çok, problemli bir şey hâline getiren bir duruma dönüşebilir. Amerika’daki Trump’ın her an geri gelebileceği riskiyle yaşayan şimdiki Biden iktidârından daha sıkıntılı bir vaziyette olan bir muhâlefet tablosu görebiliriz.

Bunları bugünden konuşmak ve bugünden düşünmek gerekiyor — hattâ gerekiyordu. İktidar hamlelerini yapmadan önce, muhâlefetin bunlar üzerine cevaplarını ve seçeneklerini üretmiş olması gerekiyordu. İşin açıkçası böyle bir tarafı var. 

Ruşen Çakır: Kemal, biraz dış politika konuşalım. Ankara çok aktif bir şekilde Rusya-Ukrayna savaşıyla ilgili faaliyetlerini sürdürüyor: Arabuluculuk, garantörlük yapmaya çalışıyor. Mevlüt Çavuşoğlu oradan oraya gidiyor. Ardından Erdoğan Putin’le konuşuyor. İbrahim Kalın, Türkiye’nin Putin ve Zelenskiy’i bir araya getirmeye hazır olduğunu söylüyor. Ukrayna’yla Rusya arasındaki müzâkereler apayrı bir konu. Kimi zaman olumlu mesajlar, kimi zaman olumsuz mesajlar geliyor. Bir taraftan da savaş sürüyor.

Ankara buradaki pozisyonunu şu âna kadar benim tahmin ettiğimden daha az sorunlu bir şekilde yürütüyor. Şu anda orada zor bir savaş yaşanıyor. Ama diyelim ki, Ankara’nın da bir şekilde dâhil olduğu bu savaşın erkenden bitmesi hâlinde, Erdoğan’ın burada çok ciddî bir güç toparlayacağı açık. Ben, şu hâliyle bile kamuoyu nezdinde bir güç toparladığını görüyorum. Bu, seçimlere yansır mı, yansımaz mı bugünün meselesi değil. Ama bunu bir sermâye olarak kullanacaktır. Daha önce de konuşmuştuk, biliyorsun. Zâten kullanmaya da başladı. Her vesîleyle bunu özellikle söylüyor. 

Aslında bu, ilginç bir olay. Muhâlefetin Ukrayna Savaşı’yla ilgili zâten yapabileceği bir şey yok. Meral Akşener’in bir grup toplantısında açık açık Rusya karşıtı çıkışını saymazsak, bu konuyu genellikle izlediklerini de görüyoruz. Yapabilecekleri ne vardı bilmiyorum, ama en azından bir siyâset üretme, özellikle de birlikte siyâset üretme anlamında pek etkili olabildiklerini görmüyorum. Burada Erdoğan, Başkanlık Sistemi’nin de birtakım imkânlarını kullanarak, Meclis’e doğru dürüst bilgi vermeden, kendi başına hareket etti. Mesela Mevlüt Çavuşoğlu’nun Meclis’te yapılan kapalı toplantıda söylediklerinin hiçbirisinin kapalı toplantı gerektirmediği âşikârdı. Bu savaş vesîlesiyle ilginç bir dönem yaşıyoruz. Erdoğan’ın, bunu bir şekilde kendi lehine yontarak, birtakım gelişmeleri öne çıkartıp, olumsuzların üzerini örterek kullanma ihtimâli var. Ne dersin? 

Kemal Can: Evet, öyle görünüyor. Hattâ seninle birkaç kez daha önceki “Haftaya Bakış”larda konuşmuştuk. Sen daha olumsuz yaklaşıp, “Bundan pek fırsat çıkmaz” diyordun, ama şöyle bir şey var: Aslında bu, sâdece savaş sürecinde başlamadı. Hatırlarsan, daha önce de konuştuk: İsrail meselesi, Birleşik Arap Emirlikleri meselesi daha önceden oluşmuş şeyler. Doğu Akdeniz’deki o agresif politikasından vazgeçmeye başlamıştı, arama gemileri çoktan Antalya’ya çekilmişti… Ukrayna’nın işgaliyle başlayan süreçte, iktidârın, içeride daha çok ihtiyaç duyduğu enerjiyi sağlayabilmek için dış politikada hafif geriye çekilerek, bazı ilişkileri normalleştirerek ya da kendi iç politikasına çok faydası olmayan dış gerilimleri düşürerek, oradaki enerjiyi içeriye aktarmak gibi bir yaklaşımı vardı. Bu savaş tablosu, bunu kolaylaştırdı ve hızlandırdı. Sâdece Ukrayna’nın işgaliyle birlikte bir fırsat doğduğunu değil, zâten Erdoğan’ın girmiş olduğu dış politika rotasında, onun yürüdüğü yolu kolaylaştırdığını, bu anlamda bir şans yarattığını söyleyebiliriz. Bunun ne kadar büyük bir fırsat olduğu, bundan ne çıkar sağlamaya çalışacağı ve onun karşısında olan aktörlerin bunlara ne kadar râzı olduğuna ya da onların Türkiye’den istediklerini almak konusunda ne kadar sonuç alabileceklerine bağlı bu.

Ama şu açık: Neredeyse birkaç haftadır, birbiri ardına gelen ziyâretler, Türkiye’nin çeşitli temas noktalarında kritik roller üstlenmesi, Ukrayna’ya silâh satan bir ülke olmasına rağmen hâlâ Rusya’yla temâsını sürdürebilen ve Rusya’nın kısmen takdîrini görmeye devam eden bir ülke olması; öbür taraftan hiçbir Batı yaptırımına dâhil olmadan Batı’nın takdirlerini toplayabiliyor olması, bu görüşmeler vesîlesiyle bazı al-ver pazarlıklarına konu olabildiğini düşündürtüyor. Açıkçası bunlardan bazı sonuçlar da çıkabileceğini düşünüyorum. Bu çıkan sonuçlar, doğrudan iç politikada, “Vay! Bizim liderimiz yine dünyada süper bir aktör oldu” diye, iktidardan kopan seçmeni geri getirecek şeyler değil. Sâdece, bir süredir ısrarla söylediğim gibi, iktidârın bu “sürdürebilme”üzerine kurulu stratejisine faydası olabilmesi açısından önemli. Birtakım imkânlar yaratabilirse, sıkıştığı noktalarda kendisine birtakım çıkış kapıları önerilirse, bunları kullanabilirse, iktidârın şu anda sıkıştığı alanda, herkesin “sürdürülemez” olduğunu iddia ettiği bâzı konularda elini rahatlatabileceğini ve zaman kazanabileceğini görüyorum. 

Bu, doğrudan bir seçmen desteği değişimine yol açmaz. Ama iktidârın şu anda oynadığı strateji zâten şu: Yeniden büyük oy destekleri devşirmeye çalışmıyor. Şu anda karşısında yer alanların oyununu bozmak ve iddia edildiği gibi kendisinin işinin bitmediğini ve “sürdürülemez” denilen şeyi sürdürebildiğini, içeride ve dışarıda da göstermek. Dışarıdaki aktörlere de, hâlâ kendisiyle konuşmaları gerektiğini, kendileriyle pek çok meseleyi daha kolay halledebileceklerini söylemek ve onlarla, bu zeminde, şu anda yaratılmış fırsatlar üzerinden yeni bir ilişki pazarlığı geliştirebilmek. 

Ruşen Çakır: Kemal, sözünü kesiyorum ama, mülteci meselesi tam da buraya uyuyor. Mülteci tartışması tekrar gündeme geldi. Muhâlefetin içerisindeki bir grup, Zafer Partisi’nden Ümit Özdağ, kısmen Muharrem İnce de karşıt bir pozisyonda. Özellikle Suriyeli popülasyonun en yüksek olduğu, demografinin iyice bozulduğu yerlerden CHP’li Hatay, Mersin belediye başkanları peş peşe açıklama yaptılar. Kılıçdaroğlu, “Suriyeli misâfirlerimizi iki yıl içinde yollayacağız” derken, Erdoğan “Sığınmacıları yollamayacağız” açıklamasını yaptı. Bu, iç politikaya yönelik bir mesajsa, aslında zor bir iş. Çünkü kamuoyu araştırmalarında bakıyoruz ki AKP seçmeni de dâhil büyük bir çoğunluk, bu düzensiz göç meselesinden rahatsız. Sorulsa, referandum yapılsa, herhalde büyük bir çoğunluk, “Yollayalım” diyecektir. Ama Erdoğan burada, tam senin bıraktığın yerde, “Yok, ne demek? Tam tersine biz bunları muhâfaza edeceğiz” derken, aslında Batı’ya mesaj veriyor, değil mi? “Bakın, bunlar (muhâlefet) seçimi kazanırsa, ‘Suriyeli mültecileri yollayacağız’ diyor. Nereye yollayacak, nasıl yollayacak? Bunları size (Avrupa’ya) yollamaya çalışacak. Bunlar sizin başınıza sorun çıkartacak. Ama ben şu âna kadar tampon ülke olarak durdum. Bunların hepsini muhâfaza ediyorum. Siz bana vaat ettiğiniz paraları tam vermiyorsunuz” deyip, arada işin maddî boyutunu da hatırlatıyor. Mülteci meselesini, Batı’yla ilişkilerinde bir kart olarak kullanmaya ve “Ben gidersem, bu sorun sizin sorununuz olur” mesajını özellikle Avrupa’ya vermeye çalışıyor ve bence de o mesajı veriyor. Bu mesajları Batılı ülkeler de, Avrupa ülkeleri de alıyordur herhalde. 

Bu açıdan baktığımız zaman, Batı ülkeleri, “Mültecileri yollayacağım” ifâdelerini iç politikaya yönelik olarak söyleyen bir muhâlefetin iktidâra gelmesi hâlinde, zâten şikâyet ettikleri ve kendi iç politik dengeleri açısından çok tehlikeli gördükleri mülteci akınını durduracaksa Erdoğan’ı pekâlâ tercih etmeye devam edebilirler. Otoriter rejimmiş, şuymuş, buymuş çok da umurlarında olacağını sanmıyorum. “Tamam, keşke otoriter olmasa. Ama iki milyon mülteciyi orada tutuyor. Türkiye’ye demokrasi gelsin, ama demokrasiyle berâber, o mülteciler bana niye gelsin?” diyebilirler. Çok kabalaştırarak anlatıyorum, ama bu aklı pekâlâ yürütüyorlardır. 

Kemal Can: Muhtemelen öyle. Zâten göçmen meselesi ve Suriyeli göçünün arkasında, AKP’nin iç politikada bir destek sağlamaya ya da bunu dinsel referanslarla mâkulleştirmeye çalışmasının, kendi aldığı seçmen desteğinde bir karşılığı olduğunu sanmıyorum. Hiçbir zaman da böyle davrandığını sanmıyorum. Ne “Ensar” demagojisinin kendi seçmeninde bir karşılığı var, ne ümmet politikasının. Senin de söylediğin gibi, hem TÜSES’in yaptığı ankette hem MetroPOLL’ün yaptığı ankette ve bu konuyla ilgili yapılmış pek çok çalışmada, çok net biçimde görülüyor ki, AKP seçmeninin Türkiye’deki Suriyeli varlığına ilişkin pozitif bir algısı yok. Dolayısıyla bugün îtibârıyla da, “Yok, biz bunları göndermeyeceğiz” ifâdesi, “Ensar” dendiğinde bu seçmen desteği açısından hiç karşılığı olacak şeyler değil. Bunların böyle açıklanmasını, yani bunun dinî referanslarla kendi tabanına hoş görünmek için Erdoğan tarafından dile getirildiğini düşünmek için hiçbir nedenimiz yok. Çünkü böyle bir karşılığı olduğunu gösteren hiçbir veriye sâhip değiliz. Bu çok açık biçimde ortada. Hattâ tersi var: Bu konudaki rahatsızlığın AKP seçmeninde de gayet net olduğu görülüyor. Hattâ hatırlarsın, yaz aylarında, AKP’nin seçmen tabanını oluşturan birtakım yerlerde bazı reaksiyonlar çok daha şiddetle cereyan etti. İşin böyle bir tarafı var. 

İkincisi, bu mültecilerin, demografik yapıyı değiştirerek, bunların yurttaş yapılarak seçmene dönüştürülmesi iddiasının karşılığı olarak böyle şeyler söylediğini varsayıyorsak da, bunu açıktan söylemesinin faydası nedir? Diyelim ki bunu böyle yapmak istiyor, o zaman bunu böyle ilânen yapmasına lüzum yok. Zâten belirli bir periyotta, yanılmıyorsam 200 bin civarında Suriyeli vatandaş yapılmış. Diyelim ki bunu artırarak devam ettirmek gibi bir tasarım var. Velev ki böyle bir şey var, bunu ilân etmesinin bir anlamı yok. Bunu açıktan bu kadar çok dile getirip, kendisi için de politik riskler içeren bir şeyi tekrar tekrar söylemesinin daha mâkul anlamı, senin de belirttiğin gibi, bunun Batı’ya karşı söylenmiş olması. Çünkü onun yanına, hemen harcanılan parayı da koydu. Bu kadar kriz atmosferi varken, “Suriyelilere şu kadar para harcadık” demenin içeride pozitif bir karşılığı yok. Tam tersine, çok güçlü negatif bir karşılığı olacak bir şeyi söylüyor. Ama şu anda oturduğu masalarda, bir süredir yeterli koz olmaktan çıkan bu enstrümanı tekrar kullanmasının fırsatlarının doğduğunu düşünüyor bence.  Zâten hemen Merkel’in arkasından seçilen sosyal-demokrat başbakan da Türkiye’ye geldi ve Erdoğan’la, Merkel’i överek konuştu ve Merkel’in Erdoğan siyâsetinin Almanya’da devamının işâretlerini veren bir tutumla buradan ayrıldı. 

Bütün bunları bir araya koyduğunuzda, kendisi için iç politikada hem risk içeren, risk içermediğini varsaysak bile herhangi bir fayda getirmeyecek bir şeyi tekrar tartışma gündemine taşımasının, iç politika dengeleriyle değil, dışarıyla yürüttüğü pazarlıklarla ilişkisi olduğunu düşünüyorum. Senin demin yaptığın yorum doğru. Bu mesele, büyük ölçüde yeniden masaya gelen başlıklardan biri. Demin söylediğim gibi, kendisini sıkıştıran ekonomik krize ilişkin bâzı rahatlama hamlelerini ya da zâten zorlanmakta olduğu bazı alanlarda hayatını kolaylaştıracak destekleri temin etmek için bu kartı tekrar masaya sürüyor olabilir. 

Ruşen Çakır: Bir de şöyle bir husus var: Önemli olan, yapılacak ve her geçen gün daha tarihî hâle gelen seçimi kazanmak. O seçimi kazanmak için, kullanabileceği tüm kartları kullanmak istiyor. Yasaları değiştiriyor, şunu yapıyor, bunu yapıyor. Bu arada, bulabildiği yerden para bulmaya çalışıyor. Mültecilik kozunu tekrar kullanarak, Batı’nın hem siyâsî desteğini hem de belki ekonomik desteğini alacak. Ama diyelim ki, seçimden sonra Erdoğan, iç politika dengelerini düşünerek mültecilerin bir kısmını göndermek gibi bir söyleme de gelebilir. Çünkü Erdoğan’ın pragmatizmini biliyoruz. Ama şu hâliyle bakıldığı zaman, bütün hamlelerini, normal şartlarda bir yıl kalan seçimi kazanabilmek için yapıyor. Onu bir kere kabul etmek lâzım — ekonomide atmaya çalıştığı adımlardan, dış politikaya kadar bütün hamlelerini… Ekonomide sıkıştığı için, çok fazla bir şey yapamadığı için ve iç politika da ekonomiyle çok iç içe olduğu için, dış politikaya bu kadar fazla yöneliyor ve dış politikada bu kadar manevra yapabiliyor bence. İç politikada, ekonomide neyin manevrasını yapabilir? Herkesin ilk aklına gelen şey: Fâiz artırır, bir nebze nefes aldırır. Ama oradan, kendince çok büyük bir karizma çözülmesi hesâbı yapıyor herhalde. Mesela, normalde fâizi perşembe günü artırsaydı, en fazla, “Hani ‘nas’ diyordun, ne oldu?” diyecektik. Dolar birazcık düşecekti ve insanlar, “Erdoğan rasyonel oynamaya başladı” demeye başlayacaktı. Bence onu önümüzdeki dönemde pekâlâ yapabilir. Şu andaki bütün meseleleri seçimi kazanma ekseninde görebilmek lâzım. 

Öte yandan, muhâlefetin de seçimi kazanma yönünde –tabii ki alanı dar, elinde devlet imkânı yok– büyük bir mobilizasyon içerisinde olması gerekiyor. Şimdi DEVA Partisi’nin 27 Mart’taki ev sâhipliğinde düzenlenecek yemeği bekliyoruz. Bir tarafta, her türlü vaadi dışarıya veren, dışarıdan insanlar ağırlayan bir Erdoğan var. Bir tarafta da, ayda bir yemek yiyen bir muhâlefet var. Bu, klasik “muhâlefete muhâlefet etme” muhabbetine geliyor, ama normal şartlarda, özellikle ekonominin bu durumda olduğu bir yerde, çok daha güçlü bir şeylerin olması gerekirdi. 

Kemal Can: Çarşamba “Adını Koyalım”dan sonraki yorumlarda da, başka yerlerde de hep görüyorum: “Ne kadar karamsarsınız, ne kadar kötümsersiniz” diyorlar.

Ruşen Çakır: Özellikle de sana diyorlar.

Kemal Can: Evet, diyorlar. Çünkü insanlar haklı olarak şunu duymak istiyorlar: “Bir şey olmaz. Bunlar gidici.” Herkesin, izlediği televizyonlarda olduğu gibi, bunu söylemesini, bunu tekrar etmesini istiyorlar. İçleri rahatlasın istiyorlar. Bunda da çok anlaşılmaz bir şey yok, gayet haklı bir şey. Muhâlefet aktörleri de zâten bunu söylüyorlar: “Geliyor gelmekte olan. Dolayısıyla endîşe edecek bir şey yok. Ne yapsalar kurtulamazlar. Bunlar artık gidici” diyorlar. Tamam, böyle olsun. Hiçbir îtirazım yok. Bu olursa ve bu mukadderse, durdurulamaz bir şeyse, tamam. Boşuna konuşuyoruz. Ama şu ise: “Bunun olması için hâlâ birtakım problemler ortaya çıkabilir” üzerinden, bir şeyleri düşünmenin, ama daha önemlisi senin şimdi söylediğin gibi, “Bitiyor, gidiyor”un yerine konacak şeyin, tam da iddia edildiği gibi şeyler yapabilmesi için yapılacakları konuşmayı kötümserlik olarak algılamak, ya da bunu tartışmayı lüzumsuzluk olarak görmeyi bir türlü anlamıyorum. Tamam, bundan kolay ne var? “Zâten bu iktidârın sonu geldi, bitti, gidiyorlar. Tamam, televizyonları da kapatalım, yazıları da bırakalım. Yatalım. Bir sene sonra güzel günlerde uyanırız.” Böyle bir hakîkat yok. Şunu kabul etmek zorundayız, Çarşamba günü de söyledim: “İktidar, iktidarda kalmak için her şeyi yapar” cümlesini herkes gayet harcıâlem bir şey olarak konuşuyor; ama bunun kesinlikle negatif sonucu olacak. Bunu kullanmak, “Her şeyi yapar, ama o her şeyi yaptığı için sonuç alamaz” iddiasının söylenmesiyle bitiyor. Ama bunun hakîkaten bir karşılığı olduğunu ve kendi söyledikleri lâfı ciddiye almaları gerektiğini hatırlatmaya çalışıyorum. Söylediğim şey bu. Bu eğer bir kötümserlikse, karamsarlıksa, kötü ihtimallere karşı cevap üretme konusundaki uyarı böyle algılanıyorsa, tamam. Ben bu etiketten bir rahatsızlık duymuyorum. Ben televizyon programlarında izliyorum, her şey oluyor ve her şeyin sonu aynı cümleyle bitiyor: “Bir şey olmaz. Zâten bunlar gidiyorlar. Hiçbir şey bu durumu değiştiremez,” Peki, bu kadar şey niye oluyor ve bu olan şeylerden bir sonuç çıkmıyor mu? 

Ayrıca, iktidârın attığı adımlar, birçok alanda bozulmalara da yol açıyor. Meselâ yargı meselesini senelerdir yaşıyoruz. Son seçim yasasıyla da yeniden gördük ki, iktidârın, kuraya dayalı olarak Seçim Kurulu Başkanı seçmeyi kendisi için avantaj saymasını sağlayan ne? Orada artık bir çoğunluk oluşturduğunu, kendi kontrolündeki yargıç sayısının diğerlerinden fazla olduğuna inanıyor ki, kuradan kendisinin avantajlı çıkacağını düşünüyor. Yani iddia edildiği gibi AKP’nin kontrolündeki yargı son derece marjinal ve küçük bir grup olsaydı, kura esasına göre bir seçim yapılmasının ona bir avantaj getirmemiş olması lâzımdı. Herkese ne kadar getiriyorsa o kadar getiriyor. Ama böyle olmadığını görüyoruz. Buradan da neyi anlıyoruz? Bu geçen sürede, iktidârın, devlet kademelerindeki, yargı içerisindeki etkinliğini pekiştirdiğini ve buna ilişkin bir güven geliştirdiğini anlıyoruz. Evet, birtakım kuralları kendi lehine değiştirmeye çalışması bir zayıflık, ama değiştirdiği kurallara bakarak da şunu anlıyoruz: Nelere güveniyor, ne taraflarının zayıf olduğunu düşünüyor? Tamâmen serbest bırakılmış, barajların düşürüldüğü, millî irâdenin tam olarak Meclis’e yansıdığı bir tablonun kendine dezavantaj getireceğini görüyor. Tamam, ama buna karşı geliştirdiği şeylerin tamâmen sonuçsuz olacağı anlamına gelmiyor bu. 

Bugün “Yüzde 30’lara düştü” dediğimiz iktidar, zâten geldiğinde de yüzde 34’le geldi. Yirmi yıldır sürdürülen bir iktidar var. Zaman zaman azınlığa düşmüş olmasına rağmen, iktidârını korumuş. Bu yirmi yılda defâlarca değiştirilen bütün hamlelerin tamâmen boş olduğunu düşünmemiz, biraz saçma bir analiz noktası. Demin söylediğim gibi, muhâlefetin böyle demesi lâzım, tamam. Tabii ki seçmenlerin de umut konusunda daha hassas olmalarını anlıyorum. Ama bunun bir de hakîkat tarafı var. Geçmiş yirmi yıl var. Çarşamba günü de konuştuğumuz gibi, dünyadaki benzer iktidarların nasıl kendilerini devam ettirdikleriyle ilgili dev bir literatür var. Bunların hepsini yok sayarak, “Ne yapsalar çâre yok” demek, çok anlaşılır gelmiyor. 

İktidârın kaybı meselesindeki iyimser bakışların çoğuna katılıyorum. İktidârın oy kaybı trendinin devam edeceğine inanıyorum. O iddia edildiği hızda inip inmeyeceğini kestirmek zor. Hatırlanırsa, referandumda “evet”çıktığı andan îtibâren her şeyi kötümser yorumlayanlara karşı, tam tersine, iktidârın yapısal bir çözülme yaşamaya başladığını söylemiş biri olarak söylüyorum. İktidârın oy kaybedeceği, daha yerel seçim sırasında bile bir sürü insan tarafından kabul edilmeyen bir şeydi. Hattâ hatırla, o tarihteki sayısal analizlerle, aslında bu oy kaybının daha geriden başladığını iddia ettiğimde “Yok ya, belediye meclislerinde yine aynı oyu aldılar” yorumları yapılıyordu — ki iktidar hâlâ bunu savunuyor. Ama ben çözülmenin yapısal olduğunu söylüyordum. Hâlâ da buna inanıyorum. Ama beni kötümser yapan şey, muhâlefetin, sorunun yapısal olduğunu görmeyip konjonktürel bir durum olarak şu andaki avantajdan bir sonuç elde edeceğine inanması.

Ruşen Çakır: İktidârın dış politikadaki hamlelerinin, seçime ve iç politikaya da etkisi olabileceğine takmış durumdayım. Onunla ilgili bir yayın yapmayı düşünüyorum. İstersen bu konuyu kapatalım, yayını toparlayalım. 

Bugün, Ali İsmail Korkmaz’ın doğum günü. Onu sevgiyle analım. Ali İsmail bir semboldü. Berkin Elvan bir semboldü. Onları unutturmamak hepimizin boynunun borcu olsun. Bir de, Pazartesi günü Nevruz var. Beni çağırdılar, gitmeye de niyetlendim; ama havalar gerçekten çok kötü. Artık bir sonraki Nevruz’a diyorum. Daha önce birçok Nevruz’u Diyarbakır’da izledim. Oradaki heyecanı, coşkuyu orada görmek bambaşka. O zamandan bu zamana Kürt sorunu da aynı şekilde devam ediyor. Zaten şöyle bir şey oluyor: Kürt sorunu dediğin zaman hemen birileri, “Neymiş o Kürt sorunu? Anlatın da bilelim” diyorlar. Neyse… Umarım bir gün Kürt sorununun çözülmüş olduğu bir Türkiye’de hep birlikte bir Nevruz kutlaması da nasip olur. Ne dersin?

Kemal Can: Evet. 21’inde Ali İsmail’in davası da var. Bugün de 18 Mart, Çanakkale’nin yıldönümü. Bizim program pek çok dönüm noktasının ortasına geldi. Türkiye’nin temel yapısal sorunlarının hiçbiri, bugün bu kadar canlı bir siyâsî atmosferde kendi başına tartışılan meseleler olmuyor. İktidârın oyun bozuculuğu sâyesinde, hâlâ matematiksel ve aritmetik bir mesele olarak siyâseti konuşuyoruz ve konuşmak zorunda bırakılıyoruz. Bu bile aslında ciddîye alınması gereken bir problem. Yeni bir Türkiye için harekete geçmiş, bu kadar genişlikte bir muhâlefet ittifakının, gündem yakalamak, “Erdoğan’ı konuşturuyoruz, onun gündemine tâbi olmuyoruz”dan öte, dış politikadan ekonomiye kadar, bu anlamda bir gündem kurabilmesi gerekiyor. Açıkçası öyle bir zemini kurabildiğinde, dendiği gibi, iktidârın taktik hamlelerinin hiçbir sonuç vermeyeceği, hiçbir işe yaramayacağı bir zeminden sâhiden bahsedebiliriz bence. Ama hâlâ aritmetiklerle yürüyen işte, bunları konuşmak zorunda kalıyoruz.

Ruşen Çakır: Evet, “Haftaya Bakış”ı burada noktalayalım. Haftaya sen İstanbul’a geliyorsun, belki Cuma stüdyoya gelirsin.

Kemal Can: Evet, inşallah.

Ruşen Çakır: Ama Cuma günü bir İzmir programı var, biliyorsun. Gelecek misin? Ben İzmir’de olacağım, belki birlikte yaparız.

Kemal Can: Önce İstanbul’a ulaşayım da, ondan sonra bakarız.

Ruşen Çakır: Ben her halükârda galiba İzmir’de olacağım. Belki sen İstanbul’a stüdyoya gelirsin, ben İzmir’den bağlanırım, bakalım. 

Kemal Can: Bakalım, tamam.

Ruşen Çakır: Evet, programı bitiriyoruz. Kemal’le berâber sizlere çok teşekkür ederiz. Haftaya tekrar görüşmek üzere, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.