Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (45): İktidarın yeni seçim yasa tasarısı hesapları tutar mı?

Cumhur İttifakı’nın ortakları AKP ve MHP tarafından hazırlanan ve seçim yasalarında değişiklik öngören 15 maddelik yasa teklifi, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanlığı’na sunuldu. Teklifte yüzde 10’luk ülke geneli seçim barajının yüzde 7’ye düşürülmesi öngörülürken, seçim sürecinde cumhurbaşkanının devlet imkânlarını kullanarak seçim propagandası yapmasının önü açıldı.

Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek“Adını Koyalım”da iktidarın yeni seçim yasa tasarısını değerlendirdi, “Yeni seçim yasasıyla iktidar neyi hedefliyor?”, “Küçük partiler nasıl etkilenecek?” sorularına yanıt aradı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Adını Koyalım”la karşınızdayız. Bu hafta yine Burak Bilgehan Özpek, Ayşe Çavdar ve Kemal Can’la bir konu üzerinde yoğunlaşacağız. Bu haftaki konumuz AKP ve MHP’nin birlikte hazırladığı yeni seçim yasa tasarısı. Bunu bütün yönleriyle ele almaya çalışacağız. Arkadaşlar, merhaba. 

Çavdar-Özpek-Can: Merhaba.

Ruşen Çakır: Burak, sen annenin rahatsızlığı nedeniyle geçen hafta aramızda olamamıştın. Annenin sağlığı iyiymiş, öğrendik. Kendisine çok geçmiş olsun diyoruz. Seninle başlayalım. İlk turda şunu konuşalım: Bu tasarı hakkında değişik değişik yorumlar yapıldı; tabii ki beklenen ve şaşırtıcı olmayan bir şey çıktı. Ama birbirinden farklı yorumlar, birbirinden farklı akıl yürütmeler var. İlk turda hepinize şunu sormak istiyorum: Bu tasarıya baktığınız ve okuduğunuz zaman, hangi detaylar sizin için daha önemli? Tabii ki iktidârın bunu Türkiye demokrasisinin güçlenmesi için yapmadığını biliyoruz. İktidar ortaklarının olabildiğince daha fazla milletvekili çıkartmak istediğini de biliyoruz. Neden böyle bir şey yaptılar? Neden eski sistemde devam etmediler? Bu yeni düzenlemede ittifakların gerçekten anlamı kalmıyor mu? Ne dersin Burak?

Burak Bilgehan Özpek: İçeriğinden bağımsız olarak bu usûl ile ilerlenmesi, anti-demokratik bir duruma işâret ediyor. Her şey de kitaba uygun. Yani demokratik geri gidiş literatürüne baktığınız zaman, zâten kaybetmekte olan hükûmetin seçim kanununa müdâhale etmemesi mümkün değildi. Biz bunu bekliyorduk. Ama burada ilginç olan taraf, meşrûluğu yine oydan devşirmeye çalışma ihtiyâcı. İktidârın aslında koalisyon olduğu ve Tayyip Bey’in kendi koalisyon ortaklarına karşı güçlü hissedebilmek için, oy getiren taraf olarak konumunu korumak zorunda olduğu meselesini daha önce bu programda çok konuştuk. Yine iktidârının meşrûluğunu oya dayandırmak gibi bir eğilim var. Bu, Türkiye’deki muhâlefet için umudun var olduğunu gösteriyor. 

Fakat bununla birlikte şöyle bir durum da var: “Rekabetçi otoriter” olarak adlandırılan rejimlerde, oyunun kurallarını sürekli olarak iktidârın belirlediği bir düzlemde oynuyoruz. Ortada objektif bir hakem yok. Kaybetmek zorunda kaldığı zaman, attığı bir golü iki gol olarak saydıran bir futbol takımı düşünün. Onun gibi bir durumla mücâdele etmek zorundayız. O yüzden hiçbirimiz, bütün şartların âdil olduğu bir seçime hazırlanmamalıyız. Bunu söylemek gerekiyor. Serbest seçim olabilir, serbest seçimin güvenliğini muhâlefet bir şekilde sağlayabilir; ama seçim sürecinin âdil olmayacağını kabul ederek ilerlemek gerekiyor. 

Nasıl böyle ilerlemek gerekiyor? Kamu kaynaklarının ağırlıklı olarak medyaya aktarıldığı, medyanın da AK Parti propagandası yaparak ilerlediği bir sistem bizi bekliyor. Bu zâten yıllardır da böyle. Bununla birlikte, iktisâdî kaynakların “sosyal yardım” adı altında keyfî olarak dağıtılacağı bir durum bizi bekliyor. Bununla birlikte keyfî tutuklamaların, keyfî gözaltıların yaşanabileceği bir dönem bizi bekliyor. Yani önümüzde çiçekli bir bahçe yok, bir gül bahçesi yok. Bu sistemlerin alâmet-i fârikası bu. Bütün koşulları kontrol altına alarak bir serbest seçimde bulunma iddiası var. Oy kabinine girinceye kadar bir insanın tercihlerine etki edebilecek bütün koşulları hükûmet lehine yorumlayarak, bir vatandaşı sâdece oy kabininde yalnız bırakan, sâdece orada bir irâdeye kavuşabildiği bir sistem üzerinden ilerliyor. Bu son seçim yasası da biraz bununla alâkalı bir şey.

Bu açıdan içeriğini tartışmayı reddediyorum. Bunun içeriğinin demokratik olup olmaması meselesini insanlar tartışacaklardır. Ama öncelikli olarak bu usûlü tartışmak gerekiyor. Türkiye’de hangi ihtiyâca binâen bu seçim yasası değişikliği oldu? Meselâ Türkiye’deki hangi toplumsal grup, hangi siyâsî grup, hangi entelektüel tartışma seçim sistemine dâir bir söz söyledi, bu konu gündeme geldi de biz bunu tartışıyoruz? Seçim sisteminin adâletsizliğine dâir bir kamusal tartışma ya da beklenti yoktu ve AKP ve MHP, kendileri bunu gündeme dayattılar. O yüzden bu, başlı başına anti-demokratik bir durum. 

Fakat Vedat Okyar’ın Beşiktaş için söylediği, “Gerekirse hakemi de yenmemiz lâzım” diye güzel bir sözü vardır. Bana sorarsanız muhâlefet için de aynı söz geçerli. Bunlar karşısında gözüne far tutulmuş tavşan gibi şaşırmamak, böyle kalmamak gerekiyor. Bunlar olacak. Zâten olması gerekiyor. Kitap bunların olacağını söylüyor. Buna nasıl reaksiyon verildiği, bu yapıda nasıl tutunulacağı önemli. AK Parti ve MHP, aslında birer seçim makinesi. Ülkeyi yönetemiyorlar, ama seçimleri ısrarla kazanmak istiyorlar. Bu tasarıyı getirdikleri zaman partilerin nasıl tepki vereceğini tahmin etmiş olmalarını da bilmemiz gerekiyor. Aslında “Partiler buna nasıl tepki verecek?” diye düşünerek böyle bir öneride bulundular. Dolayısıyla muhâlefet partilerinin, kendilerinden beklenen tepkinin ne olduğunu ve nasıl tepki verirlerse bu beklentiyi boşa çıkartacaklarını da düşünmeleri gerekiyor. 

Ruşen Çakır: Sen her ne kadar detayları tartışmak istemediğini söylesen de, bir istisnâ yap. Çünkü muhâlefet bölümünü ikinci bölümde konuşacağız. “Seçim yasası küçük partilerin aleyhine” deniliyor. Sen siyasetbilimci olarak baktığın zaman, bu tasarıda “Bir önceki uygulamada küçük partilerin önü daha açıktı, şimdi iyice kapatılıyor” gibi bir olay görüyor musun?

Burak Bilgehan Özpek: Açıkçası, ben içerikle alâkalı demokrasi açısından olumsuz bir şey görmüyorum. Çok büyük bir fâcia görmüyorum. Küçük partiler şu anda ne kadar oy alabiliyorlarsa, ya da illerden ne kadar milletvekili çıkarabiliyorlarsa, bu onların performansı zâten. Bu yeni durumla birlikte, DEVA ve Gelecek partileri, Saadet ve Demokrat partileri zâten hâlihazırda kazanabilecekleri milletvekili sayısının altına düşmüyorlar. 

Bence buradaki mesele şu: Muhâlefetin çok renkli bir skalası vardı. Muhâlefet içerisinde, iktidardan memnun olmayan bir insanın oy verebileceği çok parti var. Bu renklilik de kötü bir şey değil aslında, iyi bir şey. Dolayısıyla “Kime oy verelim? Oy verecek kimse yok. Yine Tayyip Erdoğan’a oy veriyoruz” diyen bir muhâfazakârla karşılaştığınız zaman, ona önerebileceğiniz çok alternatif vardı. Bu mesele, küçük partilerin büyük partilere muhtaç olduğu, dolayısıyla muhâlefetin renkliliğinin öldüğü ve siyâsetin ciddî anlamda biz-onlarkutuplaşmasına sıkıştığı bir mesele olacak. Kendi özerkliklerini bir anlamda devretmek zorunda kalacaklar. Dediğim gibi, bunun benim açımdan siyâseten kötü olan tarafı, muhâlefetteki renkliliği, özerkliği yok etmesi ve siyâseti tekrar çok kısır, yüzeysel bir iki kutupluluğa hapsetmesi. 

Ama mevcut içeriğe baktığımız zaman, “DEVA Partisi çok başarılıydı, 25 milletvekili çıkaracaktı. Bu düzenlemeden sonra bu sayı 17’ye indi” veya “Gelecek Partisi 30 milletvekili çıkaracaktı, 27’ye indi” gibi bir şey de söyleyemem açıkçası. 

Ruşen Çakır: Ayşe, genel olarak değerlendirmeni soracağım da, Burak’ın bıraktığı yerden devam et. Bu “küçük parti” meselesi, insanların en çok dillendirdiği hususlardan birisi. Açıkçası ben de, Burak’ın dediği gibi “Eski sistemde alacakları milletvekilliklerini bu sistemde alamayacaklar” gibi bir olayı küçük partiler için görmedim. Ama şöyle bir şey var: Küçük partilerin milletvekili çıkarmayan oylarının, ittifakın daha büyüklerine yaramasının önü kesiliyor. Yani ittifaka değil de partilere dağıtmak. D’Hondt Sistemi’nin, eskisi gibi sadece partilere dağıtılması. Bu anlamda da artık oylar meselesi var. Ne diyorsun?

Ayşe Çavdar: Ben seçim sistemlerinden çok anlamam. Dün gece Aysuda Kölemen’le “Geniş Zaman”da biraz bunu konuştuk. Ben daha çok, metnin hâletirûhiyesine, nasıl bir zihinle hazırlandığı meselesine odaklanmaya çalıştım. Bu arada, bugün her zamankinden çok kekeleyebilirim, seyirciler kusura bakmasın. Çünkü kafamı yeni toparlamaya çalışıyorum.

Ruşen Çakır: Bu arada geçmiş olsun Ayşe. İki program arasında bir COVID yaşadın ve hâlâ yaşıyor gibisin, ama atlattın değil mi?

Ayşe Çavdar: Yorgunluk ve kafa karışıklığı dışındaki belirtiler zâten azdı, onlar gitti. Ama kafa karışıklığı ve cümle tamamlayamama hikâyesi hâlen devam ediyor. O yüzden dersimi biraz fazla çalıştım, sabah oturup notlar aldım. Bu notlar daha çok, bu tasarının nasıl bir zihniyetle hazırlandığı üzerineydi. 

Ben 2018’de, Erdoğan’ı kastederek, “O kaybettiğini biliyor” başlığıyla bir yazı yazmıştım. O yazıda, 7 Haziran 2015’ten itibaren aslında tek bir seçimi bile kazanmadığını, her seferinde oyunun kurallarını kendine yontacak biçimde çeşitli düzenlemelerle bir şekilde kazanmış numarası yaptığını, dolayısıyla bu numarayı yapma ihtiyâcında olanın da kaybettiğini aslında en iyi bilen olduğunu iddia etmiştim. Şimdi de orada kaldığım yerden devam edeceğim. 

Niye böyle bir yasa ve bu usûlle bir yasa taslağı hazırlandı? Bu usûl ne anlama geliyor? Bu usûlün kendisi, 7 Haziran 2015’ten beri, “Ben seçim kaybettim; ama bu, gideceğim anlamına gelmiyor” demek. Onun 2017’de referandumda, 2018’de genel seçimlerde, 2019’da İstanbul’da çeşitli fazlarını gördük. İstanbul’da, kendisi açısından bu oyunun, bu usûlün işe yaramadığı bir deneyim elde etmiş oldu, ama vazgeçmedi. Çünkü başka çâresi yok. İktidarda kalmak için ille de bununla oynamak zorunda. O yüzden Burak son derece haklı. Hani ders kitaplarında, “Rekabetçi otoriter sistem nasıl olur?” diye târif etseniz öğrencilere, işte böyle olur. “Peki, hangi aşamalarda kaybeder? Şu aşamalarda kaybeder” diye de 7 Haziran 2015’ten beri olup bitenleri anlatabilirsiniz. 

Bir konuda derslerini çok iyi çalışarak yapmışlar. Neye odaklanmışlar? Elbette demokrasiye değil, “Biz, muhâlefette oluşmakta olan ittifakları, nasıl daha oluşmadan nasıl dağıtırız?” stratejisine odaklanmışlar. İkincisi de, “Muhâlif seçmen açısından, bu ittifakları umut verir olmaktan, bunlardan umut hisseder olmaktan nasıl alıkoruz?”a odaklanmışlar. Dolayısıyla, seçimli bir demokrasi fikrine, yani seçim ve demokrasinin yan yana olacağı fikrine, seçimle nasılsa gidecekleri fikrinin gerçekleşmeyeceğine yatırım yapmışlar. “Biz öyle bir şey yapalım ki, muhâlefet partileri ittifak kuramasınlar. Sadece ittifak kuramamakla kalmasınlar, özellikle Millet İttifakı’nın iki büyük partisi İYİ Parti ve CHP, ayrıca HDP de, kendi içlerinde kendileriyle ve birbirleriyle uğraşsınlar. Partilerin içlerindeki rahatsızlıkları ortaya çıkaralım” diye okudum ben bu yasa tasarısını. Bunu niye yapıyor? Çünkü ittifak oyunun dağıtılmasıyla olmayan, dolayısıyla her partinin kendi oyu kadar milletvekili çıkaracağı bir sistemde, kimi adayların, zaten hâlihazırda %7’nin üzerinde olan büyük partilerin listelerine yazılması gerekecek. Öyle olunca da o kontenjanlar için parti içlerinde birtakım kavgalar çıkacak. Onlarca yıldır muhâlefette olan, bir türlü iktidar fırsatı yakalayamamış bir CHP için bu, içeride, tam iktidar olacakken, kontenjanların bir zamanlar AKP’de olan birtakım isimlere açılması demek olacak. İçeride çıkabilecek rahatsızlıkları, seçmenin homurtularını duyabiliyorum. Dolayısıyla buraya oynamış.

HDP için de aynı şey söz konusu. Üçüncü İttifak, yani sol ittifak olursa, HDP seçmeni sürekli olarak TİP’e ve diğer partilere, “Geleceksiniz, yine bizim oylarımızı alacaksınız ve onlarla milletvekili olacaksınız. Sonra kendi yolunuza gideceksiniz. Bunu daha önce de yaptınız. Bir daha niye yapasınız, parti buna niye izin versin?” homurtusu, zâten ittifak projesi dile getirildiği andan îtibâren vardı. Bu homurtulara oynamış.

Bir şey daha eklemem lâzım: Dün Aysuda programda orijinal bir şey söyledi: Bir partinin Meclis’te grubu olması hâlinin, seçime girmeye yetmemesi hikâyesinde, “Muhtemelen orada kendi içinden çıkacak yeni bir partiye de izin vermek istemiyordur” dedi. Yani şunu söylüyor: AKP’nin içerisinde de, o hep bahsedilen, hoşnutsuz –politikalarından hoşnutsuz değil de, böyle giderse AKP’nin kaybedeceğini düşündüğü için hoşnutsuz– olanların da ayrılıp, bir blok halinde seçime girmesini engellemek istiyor olabilir. Ayrıca HDP’nin, kapatılma ihtimâlini, partiyi lağvetmekle, ortadan kaldırmakla bertaraf etmesi gibi bir senaryo da ortalıkta dolaşıyor. Dolayısıyla bu senaryonun gerçekleşmesini engellemeye çalışıyordur.

Peki, bütün bu ihtimaller, veriler ve dayanaklar üzerine yapılmış bir yasa ne söylüyor? Başta söylediğim şeyi söylüyor. AKP diyor ki: “Ben zâten kaybettim, kazanmayacağımı biliyorum. Zâten uzun zamandır kaybediyorum. Tutunabileceğim kadar tutunmaya çalışıyorum. Bu tutunma hâli, ancak rakiplerimin içerisindeki rahatsızlıkları belertmekle, onları provoke etmekle olacak. Ona yatırım yapıyorum. Elimde başka da bir argümanım yok. Başka hiçbir şeyim yok, bu kadar.” Bu yeni bir durum değil. Yeni olan şu: Bunu bu kadar açıkça söylemesi. Seçim yasası bunu açıkça söylüyor. Bunu seçmenin de okumaması ihtimâli yok, hele şu koşullar içerisinde, rakiplerin de okumaması ihtimâli yok. Rakip tarafın bunun karşısında ne yapıp ne edeceğini ikinci aşamada konuşacağız sanıyorum 

Bu metin bir şey daha söylüyor: “Devlet olanaklarını ve yargıyı kendimi korumak üzere kullanacağım” diyor. Zâten bunu eskiden beri söylüyordu. Dolayısıyla teknik birtakım düzenlemelerle seçime girecek. “Ben ‘devlet’ oldum, devlet partisiyim. Dolayısıyla devletin bütün olanaklarını kendime yontacağım. Buna eşlik etsinler diye rakiplerimi zayıf noktalarından vuracağım. Gördüğünüz gibi ben seçim kazanıyorum” diyor. İçerideki rahatsızlara da, “Hiç umutlanmayın. Benden ayrılırsanız bir ikbaliniz olacağını düşünmeyin. Ben yine kazanacağım. Gördüğünüz gibi bu düzeneği kurma gücüne hâlâ sahibim.” Ben buradan şunu okuyorum: Hem devletlû olmanın kibri, hem de özellikle AKP’den çıkan partilere yönelik bir aşağılama var. İkinci bir aşağılama da, özellikle CHP ve İYİ Parti’ye, sonra da HDP’ye yönelik: “Ben sizin zayıf karınlarınızı biliyorum, dolayısıyla oralarla oynayarak sizi bir kez daha alt ederim” gibi bir aşağılama var. Ben bunun, AKP’nin geldiği ve içinde bulunduğu vaziyette, nihilist bir dekadans epizodu olduğunu düşünüyorum. Bu metnin ve bu metni ortaya koyan zihnin, içinde bulunduğu hâli çok fazla bilmeyen, tam bir çözülme ve tam bir çürüme hâlini yansıttığını düşünüyorum. Teşekkür ederim.

Ruşen Çakır: Sağol Ayşe. Kemal, aynı soruyu soracağım. Ama bir detay olarak sana şunu sormak istiyorum: Baraj yüzde 7’ye indiriliyor. Yüzde 7 deyince akla MHP geliyor. Ama biliyoruz ki, MHP de zâten Cumhur İttifakı’yla hareket ediyor. Bu yüzde 7 meselesinin MHP’yle ilişkilendirilmesi bir acayip. Açıkçası, kendimce yaptığım hesaplara göre, yeni ittifakın artan oylarının başkasına yaramaması meselesinden, MHP’nin çok kötü etkilenebileceğini düşünüyorum. Çünkü son anketlere baktığımız zaman, oy oranı yüzde 6-7 civârında bir parti olarak, MHP’nin geçen seçimde çıkarttığı kadar milletvekili çıkartabileceğinden çok emin değilim. Hele Cumhur İttifakı’nın toplam oylarından yararlanma imkânı iyice azalırsa. Ne dersin?

Kemal Can: Önce senin soruna cevap vereyim: Teknik olarak bâzı noktalarda bu risk var. Ama MHP oyu, daha lokalize bir oy. Yani bütün ülke sathına dağılmış oy değil. Bazı yerlerde bloklaşmış oylar. Dolayısıyla o kadar da çok olmayabilir. Bütün yurt sathına ve bütün seçim bölgelerine yayılmış oy desteği olan partilerle, belirli bölgelerde yoğunlaşmış ve o seçim çevresinde yüksek oy kapasitesine sâhip partiler arasında bir eşitsizlik yaratıyor. Meselâ HDP de, başka sorunlar çıkmasa, seçimlere rahat girebilse, bir seçim bölgesinde birinci parti çıkmaya daha yakın ya da birinci partiye yakın oy almaya aday olduğu için, bu düzenlemeden bir avantaj elde edebilir. Dediğin bu risk var. 

Ama bu tasarının arkasında büyük ölçüde muhâlefetin hareket alanıyla ilgili tasarruflar belirleyici. İktidar tarafı, bu konuda elinin çok daha rahat olduğunu düşünüyor. Şimdi, hem geliştirilecek taktikler açısından hem yapılan ilk yorumlarda, muhâlefet cephesinin, tek partide ya da büyükçe bir partide, onun listesinden girmeye mecbur bırakıldığı bir durum ortaya çıktı. İktidar, muhâlefet blokunun tek partiden seçime girme ihtimâlinin içlerinde çok sorun çıkartacağını bilerek bunu yapıyor ve onları buna zorluyor. Ama bunu kendilerinin yapması çok kolay. Açıkçası, teşkilâtlara bile ihtiyaçları yok. Bahçeli ile Erdoğan birlikte oturup ortak bir liste çıkartabilirler ve tek parti hâlinde seçime girseler, partilerinden bir tâne îtiraz eden adam çıkmaz. Bu kadar açık bir rahatlıkla davranıyorlar. Bu, muhâlefetin geliştirebileceği taktikler karşısında onların elini rahatlatan bir şey. Çünkü öyle bir problemleri yok. Muhâlefet cephesinde hem çok çeşitlilik var, hem her partinin düşünmesi gereken şeyler var. Yeni kurulan partilerin varlık bulabilmek için kimliklerini gösterme ihtiyaçları var. Mesela önceki seçim İYİ Parti’ye bir fayda sağlamıştı. Çünkü ittifaklı seçim getirildiği için kendi ismiyle seçime girme şansını yakalamıştı. Eğer o ittifaklı seçim düzeni olmasaydı, İYİ Parti’nin durumu yüzde 10 barajı açısından bir risk oluşturabilirdi. İktidar, şimdi muhâlefet açısından tersi bir durumu yaratmaya çalışıyor. Bir kere işin böyle bir tarafı var.

Senin soruna cevap olduysa, kendi söyleyeceklerim açısından şunu söylemek istiyorum: Birincisi, hem Burak’ın hem Ayşe’nin söylediği gibi, iktidârın, kitapta yazıldığı gibi davranmasını özel bir çâresizlik, bir yenilgi alâmeti saymaktan vazgeçmek gerekiyor. Hem analiz yaparken hem karşısında bir siyâset geliştirirken bundan kaçınmamız gerekiyor. Kitaba bunun böyle yazılmış olmasının nedeni zâten bu. İktidar, muhâlefeti, kendisini yıkmak gibi bir kötülük yapmakla suçluyor ve sanki muhâlefet, iktidarı değiştirmek istememesi gereken bir aktörmüş gibi davranıyor ya? Tersinden bakarak, iktidârın, kendisini iktidarda tutmak için her şeyi yapacağını, kitapta yazan bir realite olarak görmeden siyâset de kurulamaz, analiz de yapılamaz. Bunu yaptığı her hamleyi de çâresizlik alâmeti saymamak gerekiyor. 

Ayşe’nin söylediği gibi bu iktidar, defâlarca iktidârı kaybetti. Ama sonra, bazen siyâset dışı imkânları kullanarak, bazen siyâsetin imkânlarını kullanarak, bâzen hukukî düzenlemelerle, bâzen hukuku zorlayarak bunu değiştiren hamleler yaptı. Siyâsîlerin de bilmek zorunda olduğu ve bizlerin de, durumu değerlendirirken dikkate almamız gereken bir şey var: İktidar iktidarda kalmak için her şeyi yapabilir. Ama bu, zâten bir realite olarak, sâdece onun zayıflığını gösteren bir alâmet olarak denkleme sokulduğunda, yanlış sonuçlar çıkartılıyor. “Bitti, bu gidiyor. Dolayısıyla böyle olmadık çârelere başvuruyor.” Bu, doğru olabilir. Gerçekten de pek çok siyâsî düzenleme, seçim yasası düzenlemesi, yapan iktidarlara istediği sonuçları getirmemiştir. Ama bu bir otomatik durum değildir. Bunun örneklerini birkaç gecedir televizyonlarda anlatan, “Aslında bakın, iktidar kaybettiğini nasıl îtiraf ediyor” diyen yorumcular duyuyorum. Siyâsetçilerin bunu söylemesini anlıyorum. Çünkü onlar böyle demek durumundalar. “İktidar acayip bir şey yaptı, biz de ne yapacağımızı bilmiyoruz” demeleri çok saçma. Tabii ki onlar, “Evet, biz yine gümbür gümbür geliyoruz” diyecekler. Ama bunun rasyonel analizinde, “Tamam, zâten kaybettiğini söylüyor. Bunun için yapıyor” demek bir analiz değildir. Bundan vazgeçmek gerekiyor. Bu bir realite. Tıpkı kitapta yazdığı gibi bir realite. Dolayısıyla bunun sonuçlarına bakmak gerekiyor. Ben bu açıdan düşündüğümde, en temel meselenin, “Siz muhâlefet bloku olarak kendi kendinize bir formül geliştirerek, bir ortak siyâset zemini kurmaya kalkabilirsiniz. Ama bunun bile kurallarını ben koyarım” hamlesini yapmış olmasında görüyorum. Bu çok belirleyici bir şey. 

Birtakım analizlerde simülasyonlar yapılıyor. Ben, Nezih Kuru ve Tanju Tosun’un analizlerini gördüm. Başkaları da birtakım simülasyonlar yaptı. 2018 sonuçlarına veya bugünkü anket ortalamalarına göre, bu değişen sistemin milletvekili sayılarını nasıl etkileyebileceğine ilişkin simülasyonlar var. Bu simülasyonların hepsinde şunu görüyoruz: Küçük partilerin, evet, aldıkları destek oranında milletvekili çıkartıp çıkartmamaları, bağımsız olarak girip girmemeleri açısından kritik riskleri büyüten ve onları büyük parti listelerine iten bir şey. Bunun “Zâten alabilecekleri oy neyse onu alacaklar” diye yorumlanması zor. Çünkü bu partilerin muhâlefet ittifakındaki varlık nedeni, büyük ölçüde, iktidardan şu âna kadar koparttıkları değil, bundan sonra kopartabilecekleri üzerine beklentilere dayalıydı. Onları böyle bir seçeneksizliğe itmek, bu potansiyeli öldüren bir şey. Yani mevcut durumda zaten üç alıyorlardı, bu tasarıyla bir şey değişmiyor. Ama beklenen neydi? Bu muhâlefet blokuna katıldıklarında, o üçün beşe çıkması; kararsızlarda ya da hâlâ iktidar blokunda olan erimenin hızla bu tarafa akması. 

Bir süredir hep konuşuyoruz, iktidârın temel yaklaşımını ekonomi hamlelerinde de gördük, başka meselelerde de gördük. Onun şu anda yaratmaya çalıştığı temel şey, hep iddia edildiği gibi kendi oy tabanını genişletmek değil. Oy kaybını kontrol edilebilir bir sınırda yavaşlatmak, mümkünse durdurmak. Daha fazla olmasını engellemek. Bunu engellemek için, kendi politikalarında birtakım değişikliklere giderek yapabileceği fazla bir şey yok. Bunu engelleyebilmek için yapacağı şey, bu kaymanın gideceği adreslerin câzibesini kırmak ya da onları sorunlu hareketlere zorlamak. 

Yapılan simülasyonların hiçbirinde şunu görmüyorum: İktidar önemli ölçüde oy kaybetmiş olmasına rağmen, bu düzenlemeyle, muhalefet bloku, seçime, HDP’nin de dâhil olduğu tek parti, bir bütün olarak girmediği takdirde, şu andaki verilerle 360’ı alamadığını gösteriyor. 360’ı alamamak şu demek: İddia ettiği ve beraber deklarasyon hâlinde açıkladıkları şeyi yapamamak demek. Bu çok temel bir şey. Toplumun önüne “En güçlü formül, ortak zemin” diye koyduğu şeyi yapamayacak bir muhalefet bloku yaratmış oluyor. Tersinden bakarsak, seçim sonuçları îtibâriyle Meclis’teki çoğunluğu sağlayabilmek de, ancak HDP’nin de iktidâra ortak olmasıyla mümkün olabiliyor. Bunu daha önce de konuştuk, muhâlefetin bir arada olmasını aslında iktidar zorluyor. Ama bunu sorunlu bir birliktelik hâline getirme konusunda bu yasanın önemli bir katkısı olduğunu düşünüyorum. Zâten bunu tasarlayarak kurgulanmış bir şey olduğu çok anlaşılıyor. 

Bu hazırlığın bununla kalmayacağını, bunun içerisinde HDP’yle ilgili yapılacak bazı devam hamlelerinin olduğunu düşünüyorum. Burak’ın kısaca temas ettiği gibi, baskı aygıtlarının daha aktif kullanımıyla ilgili ciddî devam hamleleri olacağını düşünüyorum. Seçim atmosferine yaklaşıldığında, bu çok daha belirleyici hâle gelecek. O yüzden ben, “İktidarda kalmak için her şeyi yapar” meselesini bir çâresizlik etiketi olarak kullanmaktan çıkıp, bunun, ciddîye alınması gereken bir realite olarak öne koyulması gerektiğini düşünüyorum. Durumu analiz ederken de böyle, buna karşı siyâset, strateji ya da taktik geliştirirken de böyle. 

“Yüzde 7 baraj MHP’yi kurtarmak için geliyor” hikâyesi aylarca anlatıldı. “Seçim yasasında da bir şey yok” dediler. Ama çok küçük iki hamleyle, muhâlefetin kurduğu o çok sesli ve herkesin kendi rengiyle bir arada olabileceği, HDP’nin de kısmî bir mutâbakatla dışarıda üçüncü ittifak kuracağı bir düzenin güzel güzel işlediği ve bu blokun önemli bir oy potansiyeli için câzibeli bir hâle gelmeye başladığını görüyorduk. Ama bu böyle işlemedi. Şimdi getirilen şeyle, buradaki küçük aktörlerin buraya katkısı iyice düşecek. Çok açık. Yani CHP’nin ve İYİ Parti’nin performansına, HDP’nin oylarını korumasına bağlı bir şey. İktidar, diğer partilerin, özellikle muhâfazakâr seçmendeki erimedeki katkısını bir biçimde durdurmuş olan bir hamle yapmış oluyor. Bu onların kaç milletvekili çıkartacağıyla ilgili bir şey değil. Muhâlefet blokuna iktidardan akış için bir kapı olup olmadıkları meselesiyle ilgili. Onlar açısından da, tabii ki siyâsî geleceklerini de riske sokan, onların hevesini de düşüren bir durum; onu da söylemek lâzım. Çünkü onlar, muhâlefet blokunda yer alıp, birkaç milletvekilini ve birkaç kadrosunu Meclis’e sokmakla ilgili bir siyâsî gelecek kurmuyorlardı muhtemelen. AKP sonrası için önemli bir aktör olma gibi bir iddiaları vardı. Bu iddiayı zayıflatan bir durum olduğunu görmemiz lâzım. 

İkinci tura da pas olsun — iktidar şunu da yaratmış oldu: Muhâlefet bloku, toplumun sorunlarına çâre üretmekten çıkıp, acayip bir matematiğin içerisinde, herkesi memnun edecek formüllerle uğraşmaktan başka bir şey yapamaz hâle gelecek. Yani geçecek olan bir yıllık süreyi böyle bir şeyin içine itiyor. Hem Burak’ın söylediği çeşitliliği ve kendi taktik hamlelerini rahatça yapabilmesini engelliyor, hem de onları başka konulara yoğunlaşmaktan daha zor bir matematik denklemin içine itiyor. 

Son bir şey daha söyleyeceğim: İktidârın önemli oy kaybı, erimesi hâlâ devam ediyor. Ama şunu da kabul edelim: Bundan üç-dört ay önce ortaya atılan, “Bu gidişatla büyük bir kopma yaşanacak ve birkaç ay içerisinde iktidar oyları yüzde 30’lara düşecek” iddiası da henüz gerçekleşmiş değil. Bunu da bir kenara koyalım. Gelecek hamleleri konusunu da, Çiller’li, Fatih Erbakan’lı formülleri AKP listelerinde gördüğümüzde yeniden konuşuruz.

Ruşen Çakır: Burak, seninle devam edelim.“Muhâlefet ne yapabilir?” meselesine gelelim. Kemal’in dediği gibi, muhâlefetin seçime tek partide birlikte girme ihtimâli var. Çok zor, ama imkânsız değil. Bir de şöyle bir husus var: Milletvekili seçimleri üzerinde çıkartılan engeller, muhâlefetin daha yoğun bir şekilde cumhurbaşkanlığı seçimine odaklanmasını ve o çok renkli ittifakı, milletvekili seçiminden öte, cumhurbaşkanlığı seçimi için kurma seçeneğini artırıyor sanki. Davutoğlu’nun ya da Babacan’ın milletvekili seçilmesi, CHP ya da İYİ Parti listelerinden olmadığı müddetçe mümkün gözükmüyor. Ama bir cumhurbaşkanı adayının adayı olabilirler ya da bir cumhurbaşkanı adayının yardımcısı olarak şimdiden deklare edilebilirler, küçük partilerin temsilcileri kabinede yer alabilirler. Böyle çeşitli seçenekler ortaya çıkıyor. Ne dersin? 

Burak Bilgehan Özpek: Ruşen Abi, siyâsette oy almak her şey. Bir siyâsetçi oy almadığı takdirde, oy almamış bir siyâsetçi oluyor. Yani bugün Tayyip Bey eğer oy almasaydı, İstanbul’un semt takımlarından birinde futbol oynamış, Kasımpaşa’da esnaflık yapan birisi olacaktı. Ahmet Davutoğlu, oy almadığı zaman, Stratejik Derinlik kitabının yazarı bir akademisyen olacaktı. Tek başına seçilemeyen, milletvekili seçilme yeterliliğine sâhip olmayan siyâsî parti liderleri, başka parti listelerinden Meclis’e girmeye çalışacak. Bu, oy alamadıklarını gösterir. Dolayısıyla burada nasıl bir simetri kurulacağını ortaya koymamız gerekiyor. Bu partilerin iddiası, hoşnut olmayan muhâfazakâr kesimleri temsil etmek. Soyut, henüz var olmayan bir toplum kesimine sesleniyorlar ve onları temsil ettiklerini düşünüyorlar. Ama bunun için, ortada bir oy olması lâzım.

Ben bu yasa tasarısıyla berâber, “altılı masa”daki o simetrik tablonun ciddî bir yara alacağını düşünüyorum. İYİ Parti ve CHP bir tarafta yer alacak, bu dört parti bir tarafta yer alacak. DEVA ve Gelecek partilerindeki arkadaşlar beni yanlış anlıyorlar, sanki gönlümden geçen buymuş ve bundan çok mutluymuşum gibi düşünüyorlar. Alâkası yok. Siyâsetin realitesi bu. Siz, oy alamadığınız zaman masaya eşit şartlarda oturamazsınız. Eğer CHP’nin veya İYİ Parti’nin listesinden girecekseniz, artık altılı masada cumhurbaşkanının kim olacağına dâir eşit söz hakkınızın olması çok da mantıklı gelmiyor. 

Kemal Can: Burak, sana katkı olsun diye bir şey söyleyeceğim: Onlar, alamadıklarını “alma ihtimâli”ni masaya koymaya çalışıyorlardı. Bu yasa tasarısı, potansiyelle pazarlık imkânını kaldırdı. 

Burak Bilgehan Özpek: Onu da kaldırıyor, evet. Üstelik bu partiler için riske atılamayacak da bir durum. Siyâset oyununda kalmaları lâzım. Saadet Partisi, DEVA Partisi, Gelecek Partisi, üçü yüzde 7’yi geçebilir, bir blok kurabilir ve seçimlere girebilir dediğiniz zaman da, çok az sayıda milletvekili çıkartıldığını görüyorsunuz. Yani var olmayan bir toplum kesimini temsil etmek ve temsil etme iddiasıyla masaya oturmak, çok ciddî, gerçek ve doğru bir şeyse, insanlar, yüzde 7 ile ayrı bir blok olarak çıkıp seçime girmesini tavsiye edebilir bu partilere. Olmayacağını hepimiz biliyoruz. Fiilî olarak durumdan bahsediyorum. Siyâsetin doğası, oy alan partilerle, alamayan partileri ayrıştırmamız gerektiğini söylüyor. Hükûmetin yaptığı bu hamlenin hesap edilmeyen sonuçlarıdır bunlar. Muhâlefet içerisinde yavaş yavaş kendisini gösteren, bir huzursuzluk yaratan krizi de hükûmet bu hamlesiyle çözmüş oldu bence. Bunu hiç hesaplamamışlardı bana sorarsanız. Zaten bu tasarının çok eksikleri var: Bir tânesi, 2018 yılında doğmuş bir oy potansiyeli üzerinden analiz yapıyorlar. İkincisi, anket ortalamaları denen veri bana hiç inandırıcı gelmiyor. Seçimlere daha 1 sene var. Partilerin oy oranlarının dinamik olduğunu düşünürsek, bir sene sonra nasıl bir tabloyla karşılaşacağımızı bilmiyoruz. Dolayısıyla, çok âfâkî konuşmalar muhâlefette de dönüyordu. Hükümet bu tavrıyla bu âfâkîliği ortadan kaldırdı ve 2018 senesi ve anket ortalamaları gibi çok daha somut parametreler ortaya koydu. Bu, hatâlı ama somut. Bu açıdan, ben muhâlefetin tekrar CHP-İYİ Parti eksenine oturacağı kanaatindeyim. İYİ Parti ve CHP’nin ortak bir listeyle girip girmeyeceğini bilmiyorum. Ama küçük partilerin o altılı masada pazarlık şansı artık azaldı. Dolayısıyla, altı liderin mutâbakatıyla cumhurbaşkanı adayının seçilmesi, siyâsetin doğasına çok uygun gelmiyor. Orada karar verici olan aktör, yine iki partinin, İYİ Parti ve CHP’nin liderleri olacak.

Ruşen Çakır: Bu söylediklerin çok önemli. Özellikle AKP’den kopan küçük partilerin muhâlefet blokunda etkisizleştirilmesi ihtimâli, bu partilerin tekrar AKP’ye destek vereceği anlamına gelmiyor. Çünkü partiler kuruldu, seçime katılma yeterlilikleri de var. Kaç oy alacaklarını bir kenara bırakalım. Onların etkisizleştirilmesi iktidârı mı güçlendirir, yoksa iki partili muhâlefeti mi güçlendirir?

Burak Bilgehan Özpek: Küçük partilerin pazarlık güçlerini daha da yitirmesinin, iktidârın amaçladığı bir şey olduğunu söylemiyorum. Ama iktidârın eyleminin sonucunun bu olduğunu söylüyorum.

Ruşen Çakır: Tamam, bunu anladım. Ben de buna yol açtığını düşünüyorum. İktidârın niyetini bir kenara koyarak bakalım: O küçük partilerin pazarlık güçlerinin azalması iktidârın lehine bir durum mu olacak? Bu kimin işine yarayacak sence?

Burak Bilgehan Özpek: Siyâset sahnesinde çok fazla parametre var ve her şeyi kontrol edemiyorsunuz. Meselâ İYİ Parti ve CHP’nin birbirini destekleyerek Anadolu şehirlerinde kazandığı milletvekilleri var. Bu yasa tasarısının amacının, bir şekilde bunların önüne geçmek olduğunu düşünüyorum. Fakat bu amaca hizmet etmek için atılan adım, cumhurbaşkanlığı seçiminde zaman içerisinde ortaya çıkabilecek ihtilâfların çözümüne yardımcı oldu. Muhâlefete böyle bir yardımı olur. Çünkü bu altılı masa ve açıklanan geçiş programı, umulan bir şekilde heyecan uyandırmadı. Dolayısıyla küçük partilerin eşit ağırlıklamasada olmasından duyulan bir rahatsızlık var. Bunun da adını koyalım: CHP tabanı bundan çok rahatsız. İYİ Parti, bu partilerle aynı kategoride değerlendirildiği için rahatsız. Önümüzdeki dönemde bir sorun çıkabilirdi. Hükümet sağ olsun bu hamlesiyle bu sorunu çözdü. Tekrar iki eksenli bir muhâlefet görebileceğimizi düşünüyorum. Çünkü küçük partilerin sistemde kalabilmeleri için ya CHP ile ya İYİ Parti ile pazarlık yapmaları gerekiyor, ama pazarlık güçleri yok. Saadet ve Demokrat Parti’yi ayrı tutuyorum. Çünkü onlar CHP tabanında çok alerji gösterilen partiler değil. Temel Bey’e duyulan bir saygı var. Ama DEVA ve Gelecek partileri, CHP tabanında çok sorgulanan partiler. Bu insanların CHP listelerine gelmesi, CHP tabanıyla CHP yönetimi arasında da bir sorun çıkartabileceği için, bu pazarlık sürecinde CHP bu işi tek başına yüklenmek istemeyebilir. Bu da, ekseni tekrar CHP-İYİ Parti üzerine kurmamızı berâberinde getirecektir. Yani iktidar bu hamlesiyle büyük bir sorun çözmüş oldu. 

Ruşen Çakır: Ayşe, sen ne diyorsun?

Ayşe Çavdar: Hem Kemal’in bir önceki turda söylediklerinden hem Burak’ın söylediği yerden devam edeyim. Bu yasa tasarısına baktığımda, muhâlefete ne demek kalıyor? Nietzsche’nin “Beni öldürmeyen acı, güçlendirir” lâfında olduğu gibi, muhâlefetin daha radikal bir muhâlefet yaklaşımı geliştirmesi, bu aşamadan sonra kartlarını daha açık oynaması ve tam olarak ne istediğine karar vermesi gerekiyor. Kemal, “Kaybediyor, kaybettiğini de biliyor” derken haklıydı. Ama bu, iktidardan vazgeçtiği anlamına gelmiyor. Kaybettiği durumda iktidarda kalma irâdesi daha da güçleniyor; çünkü daha büyük kayıp ihtimalleri beliriyor. Onu otoriterleştiren şey de zâten kaybediyor olması, demokrasinin ona artık kazandırmayacak olması. Dolayısıyla bir kaybeden var, ama bir kazanan yok. Bunu Bekir Ağırdır çok sık söylüyor. Bir kazanan yok, ama kazananın kendisini örgütlemesi lâzım. Bu kaybın delili, bir kazanan olmasıyla mümkün. Dolayısıyla tedbirin de bu yönde alınması lâzım. O tedbir de, çok radikal bir açıklık gerektiriyor bence. 

Seçimler, milletvekili hesapları, seçmen hesapları matematik hesaplara indirgendiği zaman, önümüzdeki problemlerin birtakım formüllerle çözülebileceği düşünüldüğü zaman, esâsında AKP ile aynı şekilde düşünmüş olunuyor. Bunun şimdiye kadar kimseye bir şey kazandırmadığı, AKP’ye de kaybettirdiği ve devlet imkânları elinde olduğu için orada kalmasına yol açtığı çok belli. O zaman başka bir yaklaşım belirlenecek. Belki komik ya da fazla hayâlci gelecek, ama bir alternatif olarak, radikal demokrasi ve bir tür radikal kapsayıcılıktan başka bir yol yordam kalmadığını düşünüyorum. Çünkü muhâlefetin önünde şöyle bir şey var: AKP’nin 2002’deki hâlini düşünün; önünde engeller vardı, ama aşılabilir engellerdi bunlar. Zâten sistem hem o engelleri koyup hem de aşabileceği mekanizmaları yarattı: Baykal eliyle, Erdoğan’ın Siirt milletvekili seçilerek geri dönmesi ve aslında bütün o engellerin, Erdoğan’ın popülaritesini artırmasını hatırlarsınız. AKP ve Gülencilerin de içinde bulunduğu o dönemin sağ ittifakı, bütün siyâsî ahlâkını ve örgütlenmesini, 99 krizinin, 2001 krizinin yarattığı fırsatlar üzerine kurmuştu. 

Şimdi, başta CHP, İYİ Parti ve HDP olmak üzere bütün muhâlefet partilerinin önünde yağmalanmış bir enkaz var. Bu enkazı yönetmeye tâlipler. Böyle bir şeyin iktidârına tâlip olmak zâten rasyonel bir şey değil. Muhâlefetin arada bir bunun çelişkisini yaşadıklarını da görüyoruz. Peki, bunun üstesinden nasıl gelinir? Bir enkaz varsa, bu enkaz zâten yağmalanmışsa ve bize kalan bundan başka bir şey değilse, nasıl olacak? Elbirliği ve işbirliği yapılacak. Herkes bir ucundan tutacak ve bunu toparlamaya çalışacak. Önce enkazın üzerindeki kargalar bertaraf edilecek, sonra da tutulacak. Bu hayalmiş gibi geliyor, ama Türkiye’nin başka çâresi de yok. Dolayısıyla bu hayâli ne kadar ortaklaştırabilirse, sâdece liderlere değil, bütün teşkilâtlarına, bütün partilere… Sadece liderler, elitler arasındaki bir ittifak yeterli değil. Toplum kesimleri arasında bir ittifak oluşturulması gerekiyor. Kürtler, Türkler, Alevîler, Sünnîler… Gidecek başka yeri olmayanların bir aradalığı üzerine kurulmuş ve onların, yan yana durabilmek için tahammül geliştirmek üzere yaptıkları fedakârlık üzerine kurulmuş, siyâsî, toplumsal, sosyal bir ittifak örgütlenmesi gerekiyor. Muhâlefet bunu yapabilir. Elindeki tek veri bu. Çünkü herkes bir şeylerini kaybetti. O kayıplarını telâfî etmek kısa vâdede mümkün olmayacak. Ama hiç değilse, daha radikal ve daha büyük kayıpları engelleyebilecek bir siyâsî birliktelik sağlanabilecek.

Ben başından beri, İYİ Parti dâhil olmak üzere sağ partilerin, CHP’yi, yüzde 25 oya sâhip olması dolayısıyla, bu yeni dönemin kuruculuğuna atadıklarını söylüyorum. Şimdiye kadar, onun çatısı altında buluşmamışlardı. Onun kurduğu masanın etrafında yan yana geliyorlardı. Onlara benzemeyen bir tarafın hakemliğinde buluşarak, CHP’yi, yeni dönemin, AKP sonrasının kuruculuğuna, bu yağmalanmış enkazdan yeni bir şey çıkarma yolculuğuna atadılar. Şimdi AKP, özellikle kendisinden kopmuş diğer siyâsî partilere, üstelik de aşağılayarak… “Benden gittiniz, ne oldunuz? CHP’nin çatısı altına girdiniz. Bir de bununla uğraşacaksınız” tavrında büyük bir aşağılama görüyorum. Sağ ve AKP’nin içerisinde CHP’nin kısaltmasının (CeHaPe) nasıl yankılandığını hepiniz biliyorsunuz. Bu, özümsenmesi, hazmedilmesi gereken bir şey. Bu sâdece bir siyâsî atraksiyon, bir tür teknik mesele değil, aynı zamanda, gidenlere, kararsızlara, kararsız muhâfazakârlara yönelik bir hakaret lafzı da. Hazmedilmesi ve mücâdele edilmesi gereken bir şey.

Kaybettiğini bilmesi, kaybettiği ya da vazgeçeceği anlamına gelmiyor — Kemal bu söylediğinde haklı. AKP, rehin alma siyâseti –sâdece HDP’ye yaptığı gibi, cezaevinde tutmaktan bahsetmiyorum–, felç etme taktikleri uyguluyor. Önümüzdeki dönemde toplumun üzerinde daha da büyük bir baskı kuracak, daha fazla şeyle tehdit edecek. Özellikle bölücülük kartını, yerli-millî kartını ve başka kartları çok kullanacaktır. Bütün bunlara rağmen, muhâlefetteki liderler ve lider adayları, radikal bir kapsayıcılık içerisinde, teşkilâtlarını da bu işe katarak birbirleriyle diyalog kurmalarını sağlayarak hareket edebilirlerse, bundan kurtulacaklar ve bir kazanım elde edebilecekler. Bu da şu anlama geliyor: Hakîkaten, “Beni öldürmeyen acı güçlendirir”. Bu son hareketiyle, bir zamandır yapmaya başladığı gibi, serdettiği baskı ve o baskının şiddetiyle yarattığı fay hatlarını neredeyse kapanmaya zorluyor diye düşünüyorum. Dolayısıyla bundan sonra bakacağımız yer, muhâlefetin ne yapacağı ve muhâlefetin temsil ettiği toplumsal kesimler arasında diyalog kurmak için ne türlü mekanizmalar üreteceği. 

Ruşen Çakır: Kemal, sen nasıl değerlendiriyorsun? Demin konuya bir giriş yaptın aslında, oradan devam et.

Kemal Can: Ayşe’nin söylediği, “Beni öldürmeyen acı, güçlendirir” meselesinde aynı şeyi iktidar için de düşünebiliriz. İktidar, Batı ile ilişkiler ve dünya dengesi içerisindeki pozisyonundan, Türkiye’deki krizin ona yaptığı muamele açısından da, iki noktada, içeride ve dışarıda, aynı şeyi iddia olarak ortaya koyuyor ve meseleye konjonktürel bir sorun olarak bakıyor. Bunu daha önceki “Adını Koyalım”lardan birinde konuşmuştuk galiba. Kendi siyâsî krizine devrevî bir durum olarak bakıyor ve ona göre formüller geliştiriyor. Zorlukları zaman zaman inkâr ederek, zaman zaman “Onu da ben çözerim” diyerek, zaman zaman birtakım saçma polisiye tedbirlerle, gücünü ve etkinliğini hâlâ canlı tuttuğunu ve o kibrin… Gerçekten işin bir kibir tarafı va,r ama kibirden vazgeçememesinin nedeni, bu gösteriye mecbur olmasında. Bunu devam ettirerek aslında şunu söylüyor: “E, ne oldu? Hani ben gidiyordum? Hani 1 ay içerisinde silinip süpürülecektim. Hani bu sürdürülemez bir şeydi? Hani bütün Batı sırtını bana dönmüştü? Hepsini sıraya dizdim.” Bunun gerçek olup olmamasının bir önemi yok. Ama şu hakîkati de biliyoruz. Bundan bir fırsat çıkarıp çıkartamayacağını Ukrayna meselesinde konuşmuştuk seninle de. Nereden bakarsan bak, onun çıkarttığı fırsat değil, ama şu anda bütün otoriterlere savaş açmış bir Batı’dan değil, bir otoriterle meselesini çözerken, başka bir otoriterle gerçekten uzlaşabilecek bir süreçten geçiyoruz ve bunun çok açık örneklerini de görüyoruz. Aynı şekilde, yaşadığı ekonomik ve siyâsî krize dönemsel bir durum olarak bakıyor. Bütün muhâlefetin beklediği gibi, daha da kötü olacağını öngörmüyor. Burada tutulduğu takdirde, bunun yönetilebilir bir şey olduğunu ve süreç içerisinde karşısında bir câzibe üretilmediği sürece, durumunu koruyacağına inanıyor. Bütün stratejisini de karşıda bir câzibe üretilmemesi üzerine inşâ etti. Bunu da yeni inşâ etmedi. Daha önce söylediği, “Beş benzemez. Bunlar bir şey yapamaz” sözünü hatırla. Şimdi, “Birlikte olsalar da bir şey yapamazlar” sözü ve sonra, kurulamaz dediği masa kurulduğunda da, masayı anlamsızlaştıran ikinci bir hamleyle, sürekli siyâsete şu müdâhaleyi yaparak davranıyor: “Ne yapacaksanız yapın; kendiniz, benim dışımda bir şey olarak bunu geliştiremezsiniz. Benim kurallarımla bunu oynayacaksınız ve benim kurallarım sizin hareketlerinizi belirler.” Bunu, HDP’yi kullanarak hamle ettiğinde İYİ Parti’nin düştüğü tuzakta da gördük. Şimdi, benzer bir durumda da görebiliriz. 

Mesele şu: Seçim Yasası değişikliğinde bile muhalefet, “Zâten bizim yeterli sayımız yok. Onlar getirsin, çâresine bakarız” dediği anda, bunu kendisi açısından bir tartışma meselesi olarak ortaya koymadığı için, birdenbire o kurallara çâre üretmesi gereken bir pozisyona düşmüş oluyor. Burak’ın dediği gibi, bundan avantajlı durumlar da çıkabilir. Birtakım lüzumsuz çapaklar kendiliğinden de temizlenebilir. İktidârın yaptığı bu hamle, beklediğinin dışında, ayağına dolaşan bir şey de olabilir. Oy dengesi ve bugün üstüne hesap yapılan aritmetik tamâmen değişebilir. Ama o zaman, yine kuralları değiştirme opsiyonu onun elinde. Bu seçim yasası ile gitmemek de onun elinde, yeni bir yasa getirmek de onun elinde. AKP ve MHP’nin seçime birlikte girme hamlesini yapması, muhâlefetin yapmasından çok daha kolay. Meselâ, seçime birlikte girdiklerinde oyları yüzde 40 civârında tuttuğu takdirde, muhâlefet, İYİ Parti-CHP ortaklığı yüzde 45’i alsa bile, Meclis’te azınlık kalabilirler; aritmetik buna izin veriyor. Çünkü onlar bir sürü yerde birinci parti olacaklar. Ve birinci partinin, ekstra milletvekili kazanma şansı var burada. Çünkü diğerleri ayrı ayrı partiler olarak yüzde 45’i tamamlayacaklar. Ayrı partiler olarak sayıyı daha büyük çıkarmak avantaj olmuyor. Bu, çok temel bir şey. Yüzde 40- 60 olsa bile, HDP denkleminden dolayı sandığa asla böyle yansımayacak. Buna benzer pek çok değişken var.

İlk turda da konuştum, ama şimdi de tekrar etmem gerekir: DEVA’ya Gelecek Partisi’ne gitmeyenler AKP’ye mi dönecek? Dönmeyebilir. Ama burada, verilen oylar kadar, verilmeyen oyların çok önemli payı var. İstanbul seçimini AKP’ye kaybettiren şey, sâdece verilen oylar değildi. Gidilmeyen sandık oyları da çok belirleyici bir faktördü. Muhâlefetin bütün seçmenini motive edecek bir sinerji üretilmesiyle, AKP’den kopmuş seçmenin kendine gidecek yer bulmayıp, seçime ilgi göstermemesinden dolayı uğranılacak kayıp da küçük bir şey değil. Şimdi çok gerçekçi bulunmayan o kararsız seçmenin, sâhiden kararsız olan bir bölümü var. O kararsızlık, “AKP’ye mi döneyim, burada mı kalayım? değil, “Ben ne yapayım?” kararsızlığı. Bu denklem, “Ben ne yapayım?” kararsızlığını kışkırtan bir şey. 

Muhâlefet bloku seçmeninin vereceği desteğin iki gerekçesi var. Birincisi, bu iktidarla ilgili gördükleri sorunlar. Bununla ilgili kararını verenler verdi zâten; koptular. Ama bunların hepsi henüz muhâlefet blokuna geçmedi. İkincisi, muhâlefet blokunun, bu sorunlarını çözeceğine ilişkin… hattâ daha da ileri giderek, muhâlefet blokunun sistemi bir daha sorun olmayacak bir biçimde değiştirme iddiası… Bunların hiçbirini yapamayacak bir “topal ördeğe” dönüştüren, Meclis’te azınlıkta kalabilecek, anayasayı değiştirme yeterliliği olmayan, hiçbir şeyin hesâbını soramayan, hiçbir şeyin değişikliğini yapamayan biri olarak gösterebildiği takdirde, bunun kaybı, şu andaki oy ortalamaları veya iktidârın biraz daha oy kaybıyla dengelenemeyecek bir sorun olabilir. Muhâlefetin şimdiye kadar yapmadığını bundan sonra yapması gerekiyor. İktidârın atacağı adımlara bakıp ona cevap üretmek, çok güçlü bir siyâset perspektifi değil. İktidar bunu sürekli yaptırıyor. Bu Seçim Yasası değişikliği ile de böyle geldi. 

Muhâlefet, “MHP’yi kurtarmak için yüzde 7 baraj teklifini getiriyorlar” diye tartıştı bunu. Muhâlefetin bugün Meclis’e sunabileceği, kendi geliştirdikleri, aralarında uzlaştıkları ve “Türkiye’nin demokrasisi için bu daha iyi” diye sunacakları bir teklifleri bile yok. Bunların siyâsette bir karşılığı var. Burak’ın dediği doğru: Oy temel pazarlama, ama o oylar da bu aktörlerin hareketlerine göre oluşuyor. Niye o partiler henüz yüzde 7 sınırına gelememişlerdi? Dev bir muhâfazakâr bloku temsil iddiasıyla, çok şikâyetçi… Çok şikâyetçi oldukları bütün anketlerde çıkıyor. Ama o şikâyetçileri temsil etme iddiasında karşılık bulamıyorlar. Çünkü iddia ettikleri şeyle kurdukları ilişkide bir sorun vardı. Bunu da defâlarca konuştuk. Bu, bütünü için de geçerli. 

Şimdi gelen seçim yasasıyla ilgili ortaya çıkan şey, Burak’ın dediği gibi, bazı pürüzleri temizleyip, muhâlefeti daha somut adımlar atmaya götürebilir. Ama bu somut adımları atarken yapılacak hatâların, temel motivasyonu ve genel motivasyonu bozma riski de var. Çünkü “Sistemi değiştireceğiz. Bizi bunun için seçin” iddiasıyla çıktıkları için, “bu iddianın karşılığını yerine getiremeyecek” görüntüsü, kendi başına büyük bir belâ yaratacak. Bu önemli bir şey. Sonrası için de, muhâlefet, ya bütün bu iddialarından vazgeçecek ve “Biz kuvvetli bir cumhurbaşkanı seçeceğiz. O da aynı mevcut cumhurbaşkanı gibi her şeyi yapacak ve Meclis’i de umursamayacak. Biz bunu böyle yapacağız” demek zorunda kalmamak için, çok ayrıntılı ve dikkatli bir karşı strateji geliştirmesi gerekiyor. Buna ilişkin çok kafa yorulduğu kanaatinde değilim. 

Ruşen Çakır: Dün Erdoğan’ın konuşmasında, “Biz aslında İstanbul ve Ankara’yı kaybetmedik. Belediyeleri kaybetmiş olabiliriz, ama meclisler bizde olduğu için, başkanları denetliyoruz” demesinin çok mânîdar olduğunu düşünüyorum. 

Burak, programı seninle bitirelim. Sen geçen hafta yoktun. Bu hafta da, yine her zaman olduğu gibi, ortalamanın altında konuştun. Sen ne düşünüyorsun?

Burak Bilgehan Özpek: Bence Kemal Abi’nin söylediği son seçenek en kuvvetli seçenek gibi görünüyor. Öyle bir tablo karşımıza çıkabilir ki, Parlamenter Sistem’e dönmek istemeyen, bugünkü muhâlefetin ta kendisi olabilir ve mevcut cumhurbaşkanının yetkilerini kullanmak zorunda kalabilirler. Dolayısıyla, seçimlerden önce sistemin değiştiği, yüzde 40 oyla Meclis’in yüzde 55’ini domine eden bir Cumhur İttifakı eğer cumhurbaşkanlığını kaybederse, herhalde Millet İttifakı parlamenter sisteme geçmek için bir çaba sarf etmeyecek — etmemesi lâzım. Parlamenter Sistem ve Başkanlık Sistemi tartışmasının ötesinde, soyut bir iktidar kavramı üzerinden konuşuyorum. İktidârı, götürüp Cumhur İttifakı’na verecek değil herhalde. 

Parlamento’yu kazanma meselesinde de, muhâlefetin tek listeyle çıkacağını da düşünmüyorum açıkçası. Çünkü partilerin kendi içinde işleyen mekanizmalar var. Her şeyden önce, partilerin aldığı Hazine yardımları var. Seçime tek bir listeyle girdikleri zaman büyük bir kaynaktan mahrum oluyorlar. Bu insanların maaş ödemeleri, parti çalışmalarını finanse etmeleri gerekiyor. Maalesef siyâsetin gerçekliği bunlar. Bununla birlikte, partiler aslında oylarını görmek isteyecekler. Tek listeyle girildiği zaman, bir partinin müstakil oyunun ne kadar olacağını biz göremeyeceğiz. Diyelim ki tek bir listeyle girildi. Tek bir liste önerisi, “altılı masa” önerisi gibi bir şey. Herkes başka bir partinin listesinde giriyor. Bu çok kabul edilecek bir şey gibi gelmiyor bana. Ben iki büyük partinin müstakil olarak seçime gireceği kanaatindeyim. 

Ruşen Çakır: 91 seçimlerinde, Refah Partisi, Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP) ve Islahatçı Demokrasi Partisi (IDP) ittifak yaparak Refah Partisi çatısı altında birleştiler. Ben o dönemde serbest gazeteci olarak onları epeyce izlemiştim. Hepsi de damgayı kendilerinin vurduğunu söylüyordu, ama bence damgayı vuran Refah Partisi’ydi. Sonuçta barajı birlikte aştılar. Bir süre sonra da MÇP milletvekilleri ayrıldı. İttifakta kimin ne kadar oy aldığı bilinmediği için, hepsi de kendi sâyelerinde barajın aşıldığını söylüyordu. Bunu da hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz, en fazla akıl yürüteceğiz. Şimdi de, tek liste meselesiyle seçime girilirse, yine bu durum olacak.  

Burak Bilgehan Özpek: Doğru. Bir de, sosyal medyada insanlar genel îtibârıyla sivil muhâlifler. Bir sosyal hareketin dijitalleşmiş hâli gibi davranıyorlar. Siyâset ise kurumlar üzerinden ilerlediği için, o kurumlara vakit harcayan, enerji sarf eden, para harcayan, bir kariyer hesaplaması yapan, oradaki ilişkiler içerisinde var olmaya çalışan yüzlerce binlerce insan var. Siyâsetin kurumlar üzerinden ilerlemesi gerekiyor maalesef. Kurumların da kendi iç işleyiş mantıkları var. Bunları göz ardı ederek analiz yapmamamız gerekiyor. O yüzden, ben tek liste olayını olası görmüyorum. 

Cumhurbaşkanlığı seçimi artık çok daha önemli bir hâle geldi. Biraz önce Kemal Abi’nin söylediği gibi, mevcut şartlar içerisinde, bu sistemle AKP ve MHP tarafından Meclis’in çoğunluğunu oluşturması muhtemel gözüküyor. En azından, CHP ve İYİ Parti’nin çoğunluğa ulaşması biraz zor gibi. Çünkü orada bir HDP faktörü de var. Dolayısıyla, o “Güçlü Cumhurbaşkanlığı” meselesi tekrar öne çıkıyor. Bu da, hem küçük partilerin azalan rolü ve pazarlık güçleri, hem de Cumhur İttifakı’nın Meclis’te çoğunluğu yakalama şansının artmasıyla mümkün oluyor.

Ruşen Çakır: Peki, toparlayalım artık. Ayşe, söyleyeceğin bir şey var mı?

Ayşe Çavdar: Hayır, teşekkür ederim.

Ruşen Çakır: Kemal, senin var mı?

Kemal Can: Belki bir seçenek, şu andaki anketlerin ya da AKP’nin durdurabildiğini zannettiği konjonktürel durumu bozan yapısal büyük kopma için daha kuvvetli bir siyâsî müdâhale. Yani, şu andaki aritmetik açısından, Cumhur İttifakı’nın ya da muhâlefetin Meclis’te çoğunluk kazanabilmesinin böyle mühendislik çabalarla olamayacağı netlikte bir siyâsî motivasyon üretmesi gerekiyor. Bu da bir seçenek. Mevcut durum dengesinde böyle ama, bu, hep olacağı iddia edilen şey oldurulabilirse. Ama bu da taktik hamlelerle olacak iş değil.

Ayşe Çavdar: O yüzden radikal bir yaklaşım geliştirmeleri gerektiğini söyledim. O radikal yaklaşımın ne olduğunun da adını koyayım: HDP’yi, sol partileri vs., büyük olan ittifaktan dışlayarak olacak bir iş değil. En başa dönüyoruz: AKP’nin ürettiği “kırmızı çizgi siyâseti”ni –ki felç eden, rehin alan siyâsetin adıdır bu– bir kenara bırakıp, geleceğe odaklı bir strateji belirlemeleri gerekiyor. Şimdiki verilerle değil, gelecekte üretmek istedikleri siyâsî manzarayı veri alarak, tümdengelimler değil tümevarımla yaratıcı bir şekilde düşünmeleri lâzım. O potansiyel var mı? “Zor, oyunu bozar” diyorum. Belki de, AKP’nin bu işleri bu kadar “öyle” ele almasının sonucu, muhâlefeti buna zorlamak olur. Bu hayalcilik midir? Hayalcilikse de hayalciliktir. Çünkü başka çâre yok. 

Ruşen Çakır: Evet, yine her şeyin “adını koyduk”. İyi bir yayın oldu. Burak Bilgehan Özpek, Ayşe Çavdar ve Kemal Can’a çok teşekkürler. İzleyicilerimize de teşekkür ediyoruz. Haftaya buluşmak üzere, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.