Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (107): Aydın Engin’e veda, Cumhur İttifakı ve Süleyman Soylu’nun geleceği, muhalefetin pazar buluşması

Ruşen Çakır ve Kemal Can, Haftaya Bakış‘ın bu bölümünde yaşamını yitiren usta gazeteci Aydın Engin’i andı, Cumhur İttifakı ve Süleyman Soylu’nun geleceğini, muhalefetin pazar buluşmasını değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Yine her hafta olduğu gibi haftanın öne çıkan olaylarını Kemal Can’la değerlendireceğiz. Kemal, merhaba. 

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Bu haftanın bence en önemli ve acı olayı, Aydın Engin’in hayâtını kaybetmesi. 81 yaşındaydı. Senin, Cumhuriyet’in son döneminde onunla bir müddet mesâî yapmışlığın da var. Hepimizin bir şekilde tanıdığı biri. Arkadaşlarımız şu anda ekranda da gösteriyorlar; Aydın Engin, Medyascope’un ilk ânından îtibâren çok sayıda programa konuk olmuştu. Gazetecilikten önce tiyatroculuğu var, biliyorsun. Sonra gazeteciliği, taksi şoförlüğü… Çok esprili, yaşam dolu birisiydi. Bir safra kesesi ameliyatının ardından yaşadığı komplikasyonlar sonucu 81 yaşında hayâtını kaybetti. Artık dayanamadı. Bugün defnedildi. Sen cenâzeye gittin. Biraz cenâzeyi, biraz da Aydın Abi’yi anlatırsan…

Kemal Can: Evet, cenâzeye katıldım. Zaten kendisinin ve âilesinin, yani Oya Baydar’ın ve oğlunun da isteği doğrultusunda bir tören yapılmadı. Kendisinin de arzusu böyleymiş. Mezarlıkta küçük bir törenle defnedildi, ama son derece yüksek bir katılım olduğunu söyleyebilirim. Pek çok tanıdığım sîmâyı Aydın Engin’in mezarının başında gördüm. 

Aydın Engin, senin de söylediğin gibi, çok renkli bir isim. Elli yılı aşkın bir gazetecilik geçmişi var. Kendi yaptığı gazeteciliğin dışında, kendisi yer alsın almasın, pek çok yayın kuruluşunun varlığında, devam etmesinde, tek tek insanların gazeteciliğinde, görünen ya da görünmeyen katkıları olan bir insandı. Yarım yüzyıllık gazetecilik döneminde, Yeni Ortam’dan başlayan, sonra 70’lerde, yaşı müsâit olanların hatırlayacağı Politika gazetesi, sonra Cumhuriyet… Sonra uzun bir mültecilik ve sürgün dönemi, sonra tekrar Türkiye’ye dönüşü ve BirGün’den Cumhuriyet’e kadar pek çok yerde bizzat gazetecilik yapması ve pek çok gazetecilik çabasına doğrudan ya da dolaylı destekler vermesi, orada rol oynamasıyla bilinen bir isim. 

Senin de söylediğin gibi tiyatroculuğu, tiyatro yazarlığı da var. Çok değişik kesimlerle temâsı olan, geniş bir çevresi olan, pek çok insana pozitif etkileri olmuş biri. Zâten şahsen tanıyanların hemen hepsinin bildiği ve sanıyorum mutâbık olacakları şey, onun güler yüzlü, iyimser tutumu. En zorlu durumlarda bile ondan bir mizah çıkartabilen, duruma güler yüzlü yaklaşabilen ve herkesle de ilişkisini genellikle böyle bir çerçevede kuran bir isimdi. Dolayısıyla hayâta kattıkları kadar gülümsemesi ve gülümsetmesiyle de hatırlanacak biri. En azından benim için öyle. Pek çok insan için de öyle olduğunu düşünüyorum. En zorlu zamanlarda –ki bu zorlukların çoğunu meslekî olarak bizzat yaşamış isimlerden birisi–, kendisinin ya da başkalarının yaşadıkları zorluklar karşısında da, hep umutlu ve pozitif bir gelecek arzusuyla, aslında son derece genç bir enerjiyi hep canlı tutan ve etrafına da yansıtan biriydi. Aydın Engin hayli yaşı olması ve çok yüksek bir meslekî kıdemi olmasına rağmen, gazetecilik mesleğinin genç insanlarından biriydi. O yüzden de bir genç kayıp, bir erken kayıp olarak düşünebileceğimiz birisi. Ama kattığı çok fazla şey var. Dolayısıyla o hep iyi ve gülümsemesiyle hatırlanacak biri. 

Cenâzesiyle ilgili söyleyeceğim şu: Evet, pek çok insan vardı. Siyâsetin de doğrudan ya da dolaylı yüksek katılımının olduğu bir cenâzeydi. HDP Genel Başkanı Mithat Sancar bizzat geldi. Meral Akşener çelenk göndermişti. Ama şunu da söylemem gerekir: Bu cenâzeye katılan kalabalığın neredeyse tamamı, aynı zamanda Cumhuriyet Davası’nda, aynı zamanda Kavala Davası’nda, aynı zamanda basın özgürlüğüyle ilgili yapılan her türlü eylem ve yürüyüşte gördüğümüz insanlar. Hep aynı sîmâlar. Açıkçası yaş ortalaması da biraz yüksek ve birbirini çok uzun süredir tanıyan insanlar. Yine o insanların neredeyse tamâmı bu cenâzede, yoklamada yerlerini almışlardı. Bence Aydın Engin, o cenâzede bulunanlardan daha kalabalık bir kesime etki yaratmış, onlar üzerinde pozitif katkısı olmuş bir insan. Bir kısım insanın bundan haberi yok muhtemelen. Bu mesleğin genç insanlarının bir kısmı, Aydın Engin ve onun temsil ettiği kuşağın ya da tarzın bu mesleğe katkılarını bilmiyorlar. Tanık olanlar biliyor, biraz araştıranlar da öğrenebilir; ama bilmeyen epeyce bir kesim olduğunu da düşünüyorum. Dediğim gibi, cenâze de sâkin ve kalabalık bir cenâzeydi. Ama yine bildiğimiz sîmâlardan oluşan bir topluluk vardı.

Ruşen Çakır: İki not düşmek istiyorum: Birincisi, Aydın Engin komünistti – bunu özellikle vurgulamak lâzım. Tescilli bir komünistti ve bunu da her zaman sâhiplenmiş birisiydi. Bir diğer husus da, utanç verici bir olay: Cumhuriyet gazetesinin, Aydın Engin’in ölümünü 14. sayfada kısa bir haber olarak vermesi… Sonra ne yaptılar bilmiyorum. Normal şartlarda kendilerine hiç emek vermemiş olsa bile, Cumhuriyet gazetesinin Aydın Engin gibi bir kişiyi haberleştirirken çok daha özenli ve hassas olması gerekirdi, bunu yapmadılar. Bu ayıbı da hânelerine yazmış oldular diyelim. Aydın Engin’i tanımış olmak gerçekten güzeldi. Sohbetleri güzeldi. İzleyicilerimiz ekranda da görüyor, Medyascope’taki açık oturumlara çok çıkmıştı. Onu olmadık yerlerde olmadık cümlelerle en berbat konuyu bile eğlenceli bir hâle çevirmesiyle hatırlıyorum. Nur içinde yatsın. Oya Baydar’a ve oğlu Ekim’e de buradan ayrıca başsağlığı dileklerimizi iletelim. 

Kemal, Cumhur İttifakı yine dağılamadı, biliyorsun. Bu artık bizim önde gelen siyâsî sporlarımızdan biri oldu. Ben dün bu konuda bir yayın yaptım, görmüşsündür. Şöyle bir husus da var — yayında söyleyecektim, ama yayınları irticâlen bir iki notla yaptığım için atladım, şunu söyleyecektim: Niye bu lâflar çıkıyor? Türkiye’de siyâsî olarak çok büyük şeyler yaşanıyor. Daha doğrusu o kadar büyük sorunlar, o kadar büyük açmazlar, çıkmazlar var ki… Ekonomik kriz var, kamuoyu araştırmaları ortada, altı parti birlikte bir şey yapmaya çalışıyor. Buna rağmen, ortada haber yok. Zam haberleri, Erdoğan’ın ve Bahçeli’nin ettiği lâflar veya Kılıçdaroğlu’nun söylediklerinin dışında, siyâsî olarak bir şey gelişmiyor. Gelecek ve DEVA partilerinin kuruluşları bir olaydı meselâ. “AKP’den rahatsız olanlar şu partiyi kurdu, bu partiye geçti” haberleri ilk başlarda çok büyük bir ilgi uyandırdı. 

Şu anda siyâsette o kadar büyük şeyler yaşanıyor. Hani “Hiçbir şey olmamışsa bile bir şey olmuştur”lâfını tersine çevirelim: “Çok şey olması gerekirken hiçbir şey olmuyor”. Hiçbir şey olmayınca da insanlar bir şeyler üretme ihtiyâcı hissediyorlar. “Fırtına öncesi sessizlik” beklentisi var sanki. “Çok büyük fırtınalar kopacak. Cumhur İttifakı dağılacak, bunu görüyoruz” diyorlar. Eh dağılmıyor işte. Gerek Bahçeli’nin gerek Erdoğan’ın ittifaklar konusundaki tutumlarına baktığımız zaman, teorik olarak böyle bir ihtimal tabii ki var. Ama bir yıl önce de vardı, böyle giderse bir yıl sonra da olacak. Ama şu anda dağılmıyor; çünkü dağılabilmesi için bir şey gerekiyor, çok ciddî bir tehdit veya kendi içlerinde çok ciddî bir kavga gerekiyor.

Şimdi en çok dile getirilen husus, Süleyman Soylu meselesi. “Erdoğan Soylu’yu alacak, ama Bahçeli bırakmıyor” diyorlar. Bu konu ile ilgili Tolga Şardan epeyce bir şeyler yazdı, bugünkü yazısında da var bu konu. Özellikle Emniyet Teşkilâtı’nın içerisindeki isimlerin Bahçeli’ye gidip, “Bakan’ı koruyun” dedikleri söyleniyor. Tolga Şardan’ın o alanda haber kaynakları bayağı güçlüdür, biliyorsun, olabilir. Ama bilmiyorum, sence Cumhur İttifakı ne zaman dağılacak? 

Kemal Can: Senin söylediğin gibi, Türkiye’de siyâseti okuma açısından şöyle bir problem var: Kaçınılmaz olarak bir süredir çok merkezîleşmiş ve şahsîleşmiş bir siyâsî zemin var. Dolayısıyla siyâset, siyâsî aktörlerin, ağırlıklı olarak da Erdoğan’ın, Bahçeli’nin ve diğer siyâsî aktörlerin ne yapacağına göre okunmaya çalışılıyor. Herkes, siyâsî süreçleri, o süreçlerde etkili aktörlerin neler yapabileceği, kafalarından ne geçtiği ya da onlar hakkındaki spekülasyonlar üzerinden okumaya çalışıyor. Bunun, bu oluşan siyâsî zeminde mâkul bir tarafı var, ama sürekli böyle mesnetsiz iddiaların kolayca ileri sürülmesini sağlayan bir boşluk da yarattığını görmemiz lâzım. Senin söylediğin gibi, “Daha önce böyle şeyler yaptılar, yine yapabilirler” ihtimâli üzerinden, hiçbir mesnedi olmadan böyle iddialar ortaya atılabiliyor ve bunun alıcısı da bulunabiliyor. Ama bu gördüğümüz şahsîleşmiş ve kişilerin fazla önemli olduğu, onların yapıp ettikleriyle biçimlenen bir siyâsî tablonun olması, oranın tamâmen irrasyonel birtakım vehimlerden, hezeyanlardan, bazı aktörlerin attıkları adımlardan ibâret olduğunu düşünmemizi gerektirecek bir durum olduğunu düşünmüyorum. 

Seninle senelerdir konuşuyoruz. Hatırlarsan, ilk oluştuğu andan îtibâren bu ittifakın geçici olduğunu düşünenlere pek katılmadım. Katılmamamın nedeni de, ittifakı yaratan sebeplerin, öyle geçici ve rastlantısal olmadığını görmüş olmam. Açıkçası, geçen sürede de, bugün de, bu ittifak niye kurulduysa yine ondan devam ediyor. Bir gün “Bu ittifakı yapalım” diye karar vermiş iki lider, başka bir gün de bunun tersini düşündükleri için bitecek bir ittifak tablosu târif etmenin çok anlamı olduğunu düşünmüyorum. Evet, Bahçeli de Erdoğan da kolayca ittifak değiştirebilen, mevcut durumu değiştirecek sürpriz hamleler yapabilen aktörler. Ama bu hamlelerinin, daha önceki hamleleri de dikkate alarak, tamâmen akıllarına esip o sabah öyle kalktıkları için yaptıkları bir şey olduğunu düşünmemiz için fazla bir neden yok. Bunun kendi içerisinde bir rasyoneli var. O rasyonel, bizim kurduğumuz ya da genel olarak ortalıkta ifâde edilen neden-sonuç zincirlerine çok uymuyor olabilir, ama kendi mantığı var. Dolayısıyla bu ittifakın kuruluşunun bir mantığı var, devam etmesinin de bir mantığı var. Bugün bitip bitmeyeceğini belirleyecek olan bu. Yoksa “Daha önce yaptılar, yine niye yapmasınlar?” demenin çok açıklayıcı olduğunu düşünmüyorum.

Ayrıca hatırlarsın, bu tür iddiaların hemen hepsi, şöyle bir mantıktan hareket ediyordu: “İttifak birbirine zarar vermeye başladı ve Erdoğan bundan kurtulmak istiyor” iddiası çok sık gündeme getirildi. Bâzen AKP içerisinden çevreler, bâzen AKP dışından çevreler, Erdoğan’la Bahçeli ilişkisinin bir “esir alma”ilişkisi gibi târif edilmesine çok prim verdiler. Ama ben başından îtibâren bu ilişkinin böyle olduğunu düşünmüyorum. Kimsenin kimseyi esir aldığını, kimsenin kimseyi bir şantajla bir şeye mecbur ettiğini düşünmüyorum. Burada çok açık bir işbölümüne dayalı bir al-ver ilişkisi var ve bu, daha iyi bir seçenek ortaya çıkmadığı sürece veya ortaya çıkardığı risk, bir değişikliği mecbur hâle getirmediği sürece devam etti ve ediyor. Bir yıl sonra öyle ya da böyle bir seçim olacağını varsayıyorsak, bugün, bunu ortadan kaldıracak hamlenin hangi gerekçeye dayanacağını açıklamakta zorlanıyorum. Bunu iddia edenlerin de, “Bunlar daha önce de yapmıştı, yine yapabilirler” çıkarımından daha fazla bir şey söylemediklerini görüyorum. 

Ruşen Çakır: Soylu meselesinin bir kriz potansiyeli olma ihtimâli için ne düşünürdün? 

Kemal Can: Kuşkusuz var. “Bu ittifakın şu anda bozulması için bir neden yok” demek, ittifakın başından beri sorunsuz olduğu anlamına gelmiyor. Bu ittifak, sonradan çıkan sorunlardan değil, başından îtibâren var olan sorunları bir denge içerisinde yürüterek ilerledi. Bugün de bu tür problemler var. Özellikle Bahçeli, başlangıçtan îtibâren, iktidârın siyâsî olmayan bâzı kanatlarının temsilciliğini yürütüyor. Şimdi daha fazla yapıyor. Bunun başında da güvenlik bürokrasisi var. Soylu meselesinde, “Soylu Bahçeli’nin adamı, bu yüzden Erdoğan onu alamıyor” tespitinin biraz kaba bir yorumlama olduğunu düşünüyorum. Ama oradaki dengenin gözetici sözcüsünün Bahçeli olduğu doğru. Erdoğan’ın, zaman zaman siyâsî gereklerle ve özellikle kendi partisinden gelen siyâsî tazyikle, başka adımlar atmak istemesi beklenir bir şey. Böyle bir tazyik olduğunu düşünürüm. Ama açıkçası, Soylu’nun varlığının ya da pozisyonunun, ittifakın geleceğini belirleyecek ölçüde önemli olduğunu düşünmüyorum. Hatırlarsan, aylar önce Soylu, o istifâsı sonrasında karizma gösterip neredeyse kendi başına bir siyâsî aktör olma hamlesine yöneldiğinde de, ben buna ihtiyatla bakılması gerektiğini düşünenlerdendim. Çünkü kişisel olarak, onun bir siyâsî karizma ve siyâsî temsîliyet yeteneği olduğu kanaatinde değilim. Edindiği pozisyon îtibârıyla bir gücü vardı. O güç de çeşitli nedenlerle önemli hasara uğradı. 

Ruşen Çakır: O konuda ben de başından îtibâren… O daha yükselirken, ben düşüşünü, hattâ tükenişini ilân ettim — herhalde çok kızmıştır diye tahmin ediyorum. Benim aklımda hep şöyle bir şey var — ama artık o tren kaçtı: Soylu, belli bir aşamada direksiyonu gerçekten İYİ Parti’ye kırabilirdi. AKP’ye girmeden önce seslendirdiğine benzeyen, daha ılımlı, merkez sağın lâflarını söyleyerek, direksiyonu kırıp orada bir rol oynayabilirdi. Şimdi gazı sonuna kadar kökleyerek gidiyor ve bence artık Erdoğan sonrası dönemde ya da Erdoğan’ın yanında, böyle bir figüre çok fazla ihtiyaç olduğu kanısında değilim. Aslında kendi kendine bir rol biçiyor gibi geliyor bana. Eski hâlini hatırla, bir de şimdiki hâline bak. Aralarında çok büyük fark var. Kendisine bir rol biçiyor ve artık ondan dönemiyor. Dönemediği için de bence orada bir gelecek yok. Dolayısıyla, Bahçeli’nin ona sâhip çıkıyor olması, tamâmen bu konjonktürü idâre etmek, izlediği politikadan çark etmemek gibi geliyor bana. Yayının başlığını Cumhur İttifakı ve Süleyman Soylu’nun geleceği”olarak verdik. Cumhur İttifakı’nın geleceği olsa bile, Süleyman Soylu’nun kendi tercihleri nedeniyle geleceği pek yok gibi geliyor.

Kemal Can: Süleyman Soylu’nun aday olduğu pozisyon, gerçek siyâsî zeminde karşılığı ve taraftarı olan, “Benim polisim, benim devletim, memleketin bekası” gibi “güvenlik devleti” algısı üzerinden çok popülist bir söylem olduğu için kolayca bir tribün taraftarı toplayabilen bir zemin. Ama bu, kendi başına çok kuvvetli bir politik arka plan değil. Bu rol için sonsuz sayıda aday bulunabilir ve yeri çok kolay doldurulabilir bir şey. Şunu demek istiyorum: Çok kolay taraftar toplanabilecek bir tribün. Ama o tribünü arkasına alarak büyük bir siyâsî güç hâline gelmek o kadar da kolay değil. Çünkü bu işin adayı çok. Yeri doldurulmaz bir pozisyon değil.

Ruşen Çakır: En sonFurkan Vakfı olayında gördük, o politikanın da sınırı var. Mesela Furkan olayında olduğu gibi sonuna kadar ayağı gazda giden bir bakan bile, “Tahrik ettiler, sataştılar,ama bizim çocuklar da hakîkaten orantısız güç kullandı, soruşturma açıyoruz” deme ihtiyâcı hissetti. Orada Bahçeli’nin yaptığını yapmadı. Bahçeli polisleri alınlarından öptü. Soylu alınlarından öpmedi, çünkü o politikanın kendisi açısından birtakım limitleri var. Bahçeli kadar rahat değil. “Onlara da helâl olsun, bunlara da helâl olsun” diyemiyor — o kadar yapamıyor. Bu son olay onu gösterdi. Hattâ unuttuk bile, ama Soylu ilk istifâ ettiği zaman, “Ya, biz ne yapalım ki? Bunlar çapulcu…” filan deyip geçiştirebilirdi. İstifâ etmek zorunda kaldı. Çünkü bir limit var.

Kemal Can: Sedat Peker olayında da öyle. Sonuçta bir tür “Yalnız bırakıldım” serzenişinde bulunup, sonra üstü kapanan küçük ifşaatlar yaptı. “On bin dolar alan siyâsetçiler” gibi şeyler ortaya atarak kişisel bir savunma kurmaya çalıştı. Bütün bunlar, kendi bağımsız siyâsî pozisyonunun olmamasından, bir zamanlar ona atfedilen, sâdece kolay taraftar toplayabildiği için bir siyâsî güç olabileceği varsayımının çok da gerçekçi olmadığını gösteriyor. Çünkü Türkiye siyâsetinde kolay taraftar toplayabilecek iddialarda bulunmak, çok kuvvetli siyâsî pozisyonlar edinip alternatifsiz hâle gelmeyi sağlayan şeyler değil. Bunlar birbirini tam karşılamıyor. Bunun çok sayıda örneği var.

Ruşen Çakır: İstersen bir de Millet İttifakı’nın geleceğine bakalım: Altılı masa bu Pazar günü, DEVA Partisi’nin ev sahipliğinde yine bir araya geliyor. Buluşma, önce Bilkent Otel diye açıklandı. Ama bâzı partilerin liderleri buluşmayı genel merkezlerinde yapmayı düşünüyormuş. Dışarıdan pizza falan mı çağıracaklar, nasıl yapacaklar bilmiyorum. Çünkü yemekli bir buluşma olacak. Bu sefer yol haritasının konuşulacağı, dış politika başta olmak üzere bazı konularda komisyonlar kurulması, seçim hazırlığı, hattâ seçim güvenliği gibi maddelerin ele alınacağı bir buluşma olacak. Yani bir şeyler için kolları sıvıyorlar gibi gözüküyor. Ama hâlâ bu ittifakın kaç partili bir ittifak olduğunu bilmiyoruz. Muhtemelen bu Pazar gecesi de kalkıp, “Evet, sayımız artık altıdır” demeyecekler. Yeni seçim yasasına karşı hangi formüller üzerinde çalışacakları herhalde bir şekilde gündeme gelecektir. Ama onlar da belirsiz. Yani bir yığın belirsizlik var, ama bu ayın buluşması yapılıyor. Sonraki buluşma, Demokrat Parti Genel Merkezi’nde Nisan ayında yapılacak.

28 Şubat’tan 27 Mart’a kadarki süre içerisinde bayağı bir şey yaşandı. En önemlisi de savaş. Savaş ve savaş sırasında özellikle Ankara’nın diplomatik hareketleri, NATO zirvesi vs… Şimdi “Dış politika başta olmak üzere komisyonlar kurulacak” denmesi de herhalde bununla alâkalı. Ama bu bir aylık süre zarfında, altı partinin birlikte herhangi bir konuda duruş sergilediğini görmedik. Herhalde yine öyle olacak. Ortak bir açıklama olacak, ondan sonra Nisan ayına kadar yine herkes tekil olarak gündeme ilişkin açıklamalar yapacak. Ne diyorsun? Bu değişebilir mi? Bu buluşma önemli bir eşik olabilir mi? Bana pek öyle gelmiyor ama… 

Kemal Can: Bilmiyorum. Oradan çıkacak sonucu kestirmek zor. Daha önceki toplantılardan çok yüksek şeyler çıkmayacağını daha önceki yayınlarda söylemiştim. Çok da büyük heyecan yaratan çıkışlar olmadı. Son dönemde, özellikle seçim yasası tartışması çok fazla aritmetik bir tartışmaya döndü. Verilecek cevaplar, “İktidar kendi kazdığı kuyuya düşer mi, düşmez mi? Oradaki milletvekili tablosu nasıl oluşur? Muhâlefet dağılır mı?” üzerinden konuşuluyor. 

Aslında belirleyici bir başka etki daha var. O seçim yasası değişikliği ve seçim yasası değişikliğiyle yaratılmak istenen atmosferde, muhâlefet ittifakı için şöyle önemli bir sonuç ortaya çıktı: Muhâlefet ittifakının hem mutâbakat metninde hem altılı masada, net biçimde ortaklık zemininin en kuvvetli argümanı neydi? Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem. Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem, seçmen açısından büyük bir vaat ve heyecan yaratabilmiş değil; bunu daha önce de birkaç kere konuştuk. Aslında belki yaratabilirdi. Ama muhâlefet partileri bu konuyu teknik bir mesele gibi ele aldıklarından, yaşanan sorunlarla ilişkilendirerek büyük bir seçmen motivasyonuna henüz dönüştürebilmiş değiller. Henüz bunu yapamamış olmalarına ek olarak, şimdi de iktidar, bunu gerçekleştirmeye tâkatlerinin ve sayılarının yetip yetmeyeceğiyle ilgili bir tereddüt üretti. Bu çok önemli bir mesele. Bir taraftan, hem çok fazla heyecan yaratmamış, biraz soyut bir hedefi ortak hedef olarak öne sürüyorsunuz. Üstelik de şu anda sayısal olarak o ortak hedefi başarabilme kabiliyetinizle ilgili de ciddî bir soru işâreti doğmuş durumda. Muhâlefet bununla da baş etmek zorunda. Bu, önemli bir şey. Defâlarca konuşuyoruz, pek çok araştırma sonuçları da şunu gösteriyor ki, muhâlefet, sayısal olarak iktidardan daha büyük bir yekûn olmayı başardı. Ama bu bir potansiyel büyüklük. Bunu sâhici bir büyüklüğe ve belirleyici, bütünlüklü bir güç hâline dönüştürmek için çok kuvvetli bir motivasyona, kararlılığa ve heyecâna ihtiyaç var. Bunu üretmek için de şimdiye kadar olan sürede oluşturulmuş mutâbakat zemininden çıkan soyut hedef yeterli gibi durmuyor. Bunu geliştirmek gerekiyor.

Hatırlıyorsan daha önce de, “Ortak durabiliyoruz. Biz bir masada duruyoruz” iddiasının içeriklendirilmesi gerektiğini söylemiştim. Şimdi buna ihtiyaçları var. Ama bu, ayda bir genel merkezlerde yapılacak yemekli toplantılarla olur mu? Ondan çok emin değilim. Bunu yaratmanın aritmetik sorunları aşmak açısından da önemli olduğunu düşünüyorum. Teknik birtakım cevaplar üretilebilir. İktidârın yapacağı hamlelere, birtakım taktik hamlelerle cevap bulunabilir. Bunları da konuşmak zorundalar. Ama ihtiyaç duyulan şey, artık o sayısal tablonun muhâlefetin iddia ettiği gibi iktidârın tamâmen gidici olacağını gösterecek ve asıl olarak gelecek olanın, kuvvetli bir dalga hâlinde yükseldiğini gösteren bir içerik kazanması. Bunun için de ayda bir genel merkez toplantılarının büyük bir motivasyon üretmesi kolay değil. O zaman geriye ne kalıyor? Herkesin yaptığı gibi, iktidârın zâten erimekte olmasının devam etmesi, bunun hızlanması ve vatandaşın, “Artık bıktık. Bunlar gitsin” demesinden başka bir şeye yüklenmiyor görüntüsü yaratıyor. Bunu bekleyen bir görüntüye çekilmiş oluyor.

Ruşen Çakır: Orada da şöyle bir sorun var — geçen gün Özer Sencar’la telefonda sohbet ettik, oradan da biliyorum, hiç de şaşırmadım: Belli bir yerden sonra, vatandaş da ekonomik krizi şöyle bir akılla satın alabiliyor: Evet, işler kötü, tamam. Büyük bir ihtimalle, seçmen tercihinde ekonomik kriz önemli ve belirleyici olacak. Ama bunun belirleyici olabilmesi için, birilerinin bir başka yerde onu ekonomik krizden çıkartacağını gösterebilmesi gerekiyor. Aksi takdirde şöyle bir mantık yürütme pekâlâ olabiliyor: “AKP’nin ilk yıllarında böyle değildi. Sonra bir şeyler oldu. Tabii salgın da var. Belki yine düzeltir” duygusunu besleyebilir. Çünkü Erdoğan da, Nureddin Nebati de sürekli, “Sıkıntıların farkındayız ama aşacağız” diyorlar.  

Bir diğer husus da, “Mehmet Şimşek gelecek. Seçime kadar uluslararası finans çevreleriyle barışık birisiyle bu iş götürülecek” söylemi. Gerçi sonradan bu yalanlandı. Biz hâlâ iktidârın attığı ve atabileceği adımlar üzerine spekülasyonlar yapıyoruz. Normal şartlarda, özellikle ekonominin bu vahim ortamında, muhâlefetin çaktığı şimşeklerin olması ve onları konuşabiliyor olmamız lâzımdı diye düşünüyorum. Zâten en önemli mesele biraz da bu. Siyâsî analizi yaparken hep iktidar üzerinden yapıyoruz Kemal. Arada sırada Kemal Kılıçdaroğlu’nun evden yaptığı birtakım çıkışları ve videoları saymazsak, hâlâ iktidâra bakıyoruz. Başrol oyuncusu hâlâ iktidar gibi. Çünkü alışkanlık böyle oldu ve bunu henüz kıramadılar. Normal şartlarda bizim, “Muhâlefet ne diyor, ne yapıyor, kiminle yapıyor, nasıl yapıyor?”u konuşuyor olmamız lâzım. Yerli ve yabancı odakların konuşuyor olması lâzım. Ama hâlâ iktidar üzerinden yürüyen bir siyâsî akış var sanki… 

Kemal Can: Zâten erken seçim gündeminin ortadan kalkması, iktidârın seçim yasasıyla yeniden siyâseti tanzimi eline alması bunu gösteriyor. Hatırlarsan, aylar öncesinde, özellikle geçen yılın yaz aylarından îtibâren, sonra döviz krizine yol açan sürecin hemen öncesinde, çok belirleyici bir öngörü vardı. “Sürdürülemez”meselesi. Biz de bu konuda birkaç yayın yaptık. “İktidar bunu sürdüremez, muhâlefetin baskısı artacak ve iktidârın erimesi geometrik bir hız kazanacak. Birkaç ay içerisinde iyice dibe vuracak ve muhâlefetin yüksek baskısıyla, iktidar ya tamâmen bitmeden önce erken seçime kaçacak, baskın seçim yapacak ya da buna mecbur olacak.” Ama şimdi gördüğümüz tablo şu: İktidar bunu bir dengeye getirdi ve üzerinden erken seçim baskısını kaldırdı. Sürdürülemezlik baskısını da kaldırdı. Tamam, birtakım hesaplar yapılıyor. Yine birtakım göstergeler gayet kötü gidiyor. İktidârın erime trendi de devam ediyor. Ama iddia edildiği gibi geometrik bir hız kazanmış değil. Hattâ Özer Sencar’ın (MetroPOLL) araştırmasında görülüyor, başka araştırmalarda da var, küçük küçük toparlanmalar oluyor. Tamam, geri dönmüyor. Hiçbir zaman geri dönmüyor. Ama zâten iktidârın grafiği tekrar yukarıya döndürmek derdinde olduğunu düşünmedim. Tam tersine, bu hızlı inişi bir şekilde durdurabilmek ya da hem yavaşlatıp hem de idâre edilebilir bir sınırda tutmak.

Birtakım anket göstergeleri, bu konuda iktidârın tamâmen boş heves içerisinde olmadığını, hattâ ekonomik krizin kısmî olarak kabul edilebilir ya da alışılır bir şey hâlinde yaşandığını gösteriyor. İddia neydi? “Bu kadar çok zam üst üste vurunca, iktidar, bu zamlar olmadan önce, yılbaşındaki oy oranlarının yarısına inmesi gerekirdi.” Ama ne oldu? Bir puan düştü, iki puan topladı, sonra iki puan tekrar düştü… Böyle gidiyor. Dolayısıyla, senin söylediğin gibi iktidar, bunu başarıp başaramayacağından bağımsız olarak, bu ihtimâli tekrar torbaya koydu. Bu önemli bir şey. Bu ihtimâlin tamâmen ortadan kalktığı, artık sürdürmesinin mümkün olmadığı iddiasını ileri süren kimse yok. Muhâlefet de dâhil. İnsanlar şunu söylüyordu: “Değil hükümetin dayanması, zâten vatandaş bu kadar yoksulluğa dayanamaz. Büyük bir reaksiyon ortaya çıkacak.” Ama o reaksiyon ortaya çıkmadı. İktidar bir yıl içerisinde toparlar ya da toparlayamaz; ama şu açık: Bu bir yılı, şu ya da bu biçimde, kendi kontrolünde geçirebilecek bir zemini yakaladı. Üstelik de seçim yasası değişikliğiyle onun kurallarını da biçimleme avantajını ekledi ve muhâlefeti ancak onun kurallarına cevap üretebileceği bir taktik alana sıkıştırdı.

Ruşen Çakır: Biliyorsun, ben buna, “İktidârın yönetememe krizini muhâlefetin yönetememe krizi”diyorum. Normal şartlarda çok elverişli bir zemin var. Ama o zemini şu ya da bu nedenle kullanamayan bir muhâlefet var. Bakalım, bu Pazar günü oyunu belki tersine çevirirler.

Kemal Can: Bir şey daha söyleyeceğim: Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem zayıf bir vaatti zâten. Şimdi bir de olabilirliği iyice zayıflamış durumda. Üçüncü bir nokta daha var: Muhâlefet tarafında da, “Bu çok lüzumlu mu?” görüşü ağırlık kazanmaya başladı. Neredeyse şunu iddia eden birtakım muhâlefet aktörlerinin ortaya çıktığını düşünüyoruz: “Biz niye bu sistem meseleleriyle uğraşıyoruz? Biz cumhurbaşkanlığını alalım. Parlamento’da da azınlığa düşmeyecek bir sınırda olalım. Boş verelim sistem değişikliğini. Dolayısıyla onlar iktidardan düşünce zâten çözülür ve dağılırlar. Yeni bir tablo ortaya çıkar. Dört senelik bir süreç yaşanır. Ama bu, bir geçiş süreci olmaz” diyen, böyle düşünen ve bunun gerçekçi bir yorum olduğunu söyleyenler, artık muhâlefet cephesinde hiç de az değil. Bunu da dikkate almak lâzım.

Ruşen Çakır: Erdoğan’ın “şapkadan tavşan çıkartması”meselesinde “ortada şapka yok” diyordum. Şimdi de, muhâlefetin “çantada keklik”meselesinde “ortada çanta yok” deme durumunda kaldık.

Kemal Can: Keklik yok, çanta var. 

Ruşen Çakır: Keklik varsa bile çanta yok. Keklik uçuyor. Kemal, burada noktayı koyalım artık. Aydın Engin’i bir kere daha saygı ve sevgiyle analım. İzleyicilerimize teşekkür edelim. “Haftaya Bakış”ı bu hafta böyle noktalıyoruz. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.