Türkiye, siyasi ve toplumsal hareketlilik açısından dünya ortalamasının üst sıralarında bir ülke. Savaş sonrası Avrupa ölçü alınırsa, hareketlilik şöyle dursun olağanüstü çalkalanmalardan bile bahsedebiliriz. Bu kadar dinamik gündemi olan bir ülkede, olup bitenlerin gizli ajandalara veya perde arkasındaki şaşırtıcı bilgilere ihtiyaç kalmayacak kadar doyurucu olması beklenir. Olanı konuşmaktan, onunla uğraşmaktan hiçbir şeye zaman kalmaması gerekir. Fakat durum pek öyle gelişmiyor. Nedense hiçbir şeyin görünen gibi olmadığı düşünülüyor, her şeyin arkasında karmaşık komplolar keşfediliyor. Bu inanç o kadar güçlü ki, her meşrebe göre komplo teorisi mevcut ve müşterisi de eksik değil. Geleneksel teoriler, her gelişmeye bağlı olarak ya güncelleniyor ya da süratle duruma uyarlanıyor. Komplo teorisine vardırılmasa bile gizli pazarlık ve ondan çıkacak şaşırtıcı sonuç iddiaları hep gündemde.
Komplo teorilerine, gizli ajandalara, “görünen gibi olmayan” kapalı bilgilere, yakası açılmadık siyasi dedikodulara bu kadar rağbet, olup bitene ilişkin tatminsizlikten, heyecan arayışından veya daha derinlere nüfuz etme çabasından mı kaynaklanıyor? Pek öyle değil sanki. Belki böyle arayışları olanlar da vardır. Ancak Türkiye’deki geleneksel komploculuk faaliyeti, çoğunlukla neden-sonuç ilişkisini basitleştirme motivasyonuna daha yakın. Genelde karmaşık olan süreçleri, şaşırtıcı ama son derece basit birkaç gerekçeyle açıklama kestirmesi kullanılıyor. “Bana bir sürü laf anlatmayın, neden olmuş onu söyleyin” diyen birine, en olmayacak gerekçe bile akla yakın geliyor. “Tamam o zaman” denilecek kapsayıcılıkta tek bir gerekçe, en anlaşılmaz olanı bile bir anda berraklaştırıyor. Siyasetin öngörülemezlik ve olağanüstülük olarak kabul ettirildiği zeminde kolay açıklamalar, çok istenenler veya çok korkulanlar için uyarıcı ve yatıştırıcı olarak kullanılıyor.
Beklenmeyen bir gelişme olduğunda, değişenin ne olduğuna kafa yormak yerine ikna edici bir komplo bulmak bir sürü zahmeti ortadan kaldırıyor. Gayet açık dinamiklere bağlı güç ve ihtiyaç dengesi yerine, “karanlık” gerekçelere yaslanan mahkumiyet ilişkisi daha ikna edici bulunuyor. Bu basitleştirme gayreti, çok sayıda dinamik aktörün varlığına ya da zeminin katmanlı karmaşasına bağlı değil. Çok değişkenli/kutuplu karmaşık zemin ya da merkezileşmiş ve aşırı şahsileşmiş atmosfer, kestirmeciliğe ayrı ayrı kapılar açıveriyor. Birinde kaynak bolluğundan, diğerinde kaynak kıtlığından, her türlü spekülasyon için elverişli iklim oluşuyor. Her türlü iddiayı dile getirecek “ismini açıklamayan” kaynak temin etmek ya da kafasından geçenin ne olduğunu kimsenin bilmediği tek adama ilişkin her şeyi uydurmak kolay olduğundan, atış serbest.
Defalarca boş çıkmasına rağmen tekrar tekrar canlandırılan dedikodular, son günlerde yeniden ortalığa döküldü. Cumhur İttifakı dağılır mı? Kim kimi rehin aldı? Geçebileceği barajı AKP’ye kabul ettirmiş Bahçeli, artık özgürleştiği için yolunu ayırır mı? AKP sözcülerinin –nereden çıktığı pek anlaşılamayan- yumuşama sinyallerine karşı Bahçeli’nin dilini sertleştirmesi, iktidar içi bir gerilim alameti mi? Ukrayna işgali sonrasında girilen rota yeni bir atmosfer yaratır mı? Ukrayna, Batı ile yeni bir dengenin kapısını mı açıyor? Birbirinden farklı gibi duran bütün bu sorular, iki temel varsayıma dayanıyor. İktidar ittifakının gizli gerekçelere dayalı çok dayanıksız bir zorlama olduğu ve dünyayla ilişkinin iç politika dinamiklerini fazlasıyla etkilediği. İktidar cephesinde ve muhalefet mahfillerinde çokça taraftarı olan bu varsayımlara yaslanarak çeşitli senaryolar üretiliyor.
Cumhur İttifakı, iddia edildiği gibi ancak olağanüstü bir gerekçeyle mümkün olabilecek kadar akıldışı veya irrasyonel bir ortaklık değil. Bu ittifakın ortaya çıkışına olağanüstülük atfedenler, bitişi için de beklenmedik hamleler vehmediyor. Erdoğan ve Bahçeli’nin öngörülemezliği, beklenmedik ayrılığın da kanıtı yapılmaya çalışılıyor. Mahkum ve gardiyanın sürekli yer değiştirdiği bir esaret hikayesi tekrar tekrar kuruluyor. Hep var olan yaklaşım/rol farkları ve aktif iş bölümü, çatışma belirtisi olarak gösteriliyor. Daha önemlisi bu iç siyasi dengenin dış politika dengeleriyle bağı fazla abartılıyor. Erdoğan iktidarının Batı ile –aslında herkesle- ilişkisinde, iç gerilim unsurlarının her iki taraf açısından belirleyici olmadığı defalarca kanıtlandı. Erdoğan’ın Batı’yla pazarlık masasında kullanabileceği gayet cazip hediyeleri ve Batı’nın da çok iştah duyacağı talepleri varken, reformların (yumuşamanın) gündeme geleceği iddiası, en hafif tabiriyle ancak hüsnü kuruntu olabilir. Ayrıca Türkiye sağının demagojik Batı karşıtlığında, AKP (İslamcılar) ile MHP (milliyetçiler) arasındaki “sahicilik” farkı –tarihi nedenler ve ontolojik özellikleri dolayısıyla- sanıldığı kadar büyük değil.
Ukrayna krizi vesilesiyle kendisine bir fırsat penceresi açılabileceğini uman iktidar gibi, yalancı çobana dönen “iktidar ittifakı dağılabilir”, “Batı’ya hoş görünmek için bazı sembolik adımlar atılabilir” falı bakanlar da bir imkan bulmuş görünüyor. Batı’yla (İsrail ve BEA gibi unsurları da ekleyerek) normalleşme adımlarının ve yoğunlaşan temasların bir eksen değişikliği yaratması ihtimalinden söz ediliyor. Bunu iktidarın siyasi krizini çözme hevesine bağlayanlar da var, tarafını netleştirme mecburiyetinin kaçınılmaz sonucu olarak görenler de. Böyle bir eksen değişikliğinin olup olmayacağı, kimden bunun nasıl faydalanacağı ayrı bir tartışma başlığı ama bunun iç politikada kendiliğinden bir rota değişikliği etkisi olacağını düşünmek pek gerçekçi olmaz. Çünkü böyle karşılıklı hatta otomatik ilişkinin varlığını ileri sürmek için, Türkiye’de bir süredir yürürlükte olan iç politik dengenin dış konjonktüre ve dış dengeye bağımlı olduğunu kabul etmemiz gerekir. Oysa bu konuda çok açık asimetri ve fazlasıyla kaba bir araçsallık söz konusu.
Batı’yla ilişkilerini düzeltmeye yönelen Erdoğan’ın (AKP’nin) ittifak ortağıyla bu yüzden ilişkisini bozacağı veya bu yola giren Erdoğan’ın Bahçeli’nin tepkisini çektiği iddiası, daha önce ileri sürülen benzer mesnetsiz öngörülerden farksız. Öncelikle, dış politik rota tercihleri bu ittifakın harcında sanıldığı kadar belirleyici değil. Batı’dan destek toplayacak ve bunu toparlanmak için kullanabilecek Erdoğan, Bahçeli açısından herhangi bir tehlike içermiyor. İktidarın devamı ittifakın hâlâ en etkili mutabakat zemini ve Erdoğan’ın yürüteceği her türlü pazarlık açısından önemli bir kart. “Bahçeli’den kurtulmuş Erdoğan’ın” bambaşka biri olacağı fikri ise içerdeki ve dışardaki bazı muhaliflerce Batılı merkezlerde taraftar bulsa bile –doğru olmadığı gibi- güvenilir de değil. Son olarak bu yeni mecburiyet dengesi vesilesiyle Türkiye’den alabileceklerine odaklanmış Batı için, iç siyasette yumuşamanın vazgeçilmez bir başlık olduğunu düşünmek için hiçbir nedenimiz yok.