Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek Adını Koyalım’da bu hafta sığınmacı sorununu ve siyasi parti liderlerinin bu konuya ilişkin tutumlarını değerlendirdi.
Spotify’dan dinleyebilirsiniz:
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Adını Koyalım”la karşınızdayız. Bu hafta yine Burak Bilgehan Özpek, Ayşe Çavdar ve Kemal Can’la bir konuyu ele alıyoruz. Bu hafta, sığınmacılar sorunu ve bunun siyâsî partileri nasıl şekillendirdiği üzerine konuşacağız. Arkadaşlar, merhaba.
Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ bu konuyu sürekli gündemde tutuyor ve onun üzerinden partisini inşâ ediyor. Bu arada Kemal Kılıçdaroğlu da Göç İdaresi’ni ziyâret etmek istedi, sorular yöneltti, bu sorular pankart olarak asıldı. Ardından, Cumhurbaşkanı Erdoğan ilk kez, “gönüllü ve onurlu bir dönüş” için çalıştıklarını söyledi. Sığınmacılar meselesi gündemi kapladı ve Türkiye gündeminin ana maddesi hâline geldi.
Burak, seninle başlayalım: Bu normal bir durum mu? Gerçekten, Türkiye’nin esas gündemi bu mu? Siyâsî partilerin bu olay üzerine kendilerini bu kadar pozisyon alma durumunda hissetmeleri ve özellikle AKP’nin pozisyon değiştirmesine ne diyorsun? Çünkü Cumhurbaşkanı’nın verdiği işâret bu yönde. Gerçekten önümüzdeki seçimin seçmen tercihlerinde ana unsurlardan birisi olacağa benziyor mu bu?
Burak Bilgehan Özpek: Göçmen ve sığınmacı meselesinin bir soruna işâret ettiği doğru. Bu normal.
Ruşen Çakır: Burak, sözünü keseceğim kusura bakma. İzleyicilerimize söyleyeyim: İlk turda bu konunun siyâsî yönünü konuşacağız. İkinci turda da, katılımcıların bu sorun hakkındaki görüşlerine yer verip, nasıl çözülür, ne yapmak gerekir konularını konuşalım.
Burak Bilgehan Özpek: Göçmen ve sığınmacı meselesinin bir sorun oluşturması normal. Çünkü Türkiye’ye son on senede çok fazla göçmen ve sığınmacı geldi. Bu, dünya üzerinde hangi ülkeye gelseydi, hangi ülke buna mâruz kalsaydı, kesinlikle bu bir siyâset alanı olarak ortaya çıkardı ve bir problem olarak kendisini ortaya koyardı — bu normal. Bunun üzerinden bir siyâsî söylem üretmek de normal. Çünkü burası gümrah bir alan; yani siyâsetçiler bunu kullanmak isteyecek. Ancak, son 10-15 gündür, bütün gündemin sığınmacı ve göçmen meselesi üzerine yoğunlaşması çok da normal değil. Çünkü Pakistanlılar ve onların çektikleri videolar hızlı bir şekilde yayıldı. Özellikle kadınların sosyal hayat içerisindeki tavırlarını videoya çekip, bir müzik eşliğinde TikTok’ta tâkipçilerine yayınlıyorlar. Bu çok tepki çekti. Ama Pakistanlılar ilk defa İstanbul’a gelmiyor ve ilk defa akıllı telefonla da tanışmıyorlar. Ben daha önce de benzer videoları görmüştüm. Burada sormamız gereken soru şu: Niçin ânîden, Ümit Özdağ’ın Mansur Yavaş açıklamasını yapmasından sonra, bu gündemin yükselmiş olması. Yani burada bir halkla ilişkiler kampanyası olduğu kanaatindeyim. Bir anlamda yapay olarak da organize edilen bir kampanya olduğu düşüncesindeyim. Yani göçmen ve sığınmacı meselesinin Türkiye’nin çözmesi gereken bir sorunu olduğunu düşünen birisi olarak söylüyorum bunu. Birdenbire bütün hayâtımızı bu meselenin kaplaması ve insanların sosyal medyada birbirine bağırıp çağırması, Ümit Özdağ’ın sürekli olarak trend topic olması ve sanki bu meselenin sâhibiymiş gibi devamlı ahkâm kesmesi, hatta tâbir-i câizse “raconkesmesi” çok da normal bir durum değil. Birdenbire gündeme girdi ve tırmandı.
Türkiye’nin gerçek gündemi bu mu ondan da emin değilim. Baktığınız zaman, araştırma sonuçları halkın %80’inin sığınmacı ve göçmenlerin geri gitmesi taraftarı olduğunu söylüyor. Ancak yine aynı araştırmalar, öncelikli gündem maddesi olarak göçmen ve sığınmacıların son sırada olduğunu söylüyor. Yani insanların çok daha başka problemleri var. Ekonomiyle, enflasyonla alâkalı… Bugün, Türkiye’de bir tâne domates satılıyor. Yani insanların parası bir kilo domates almaya yetmiyor. Göçmen ve sığınmacı meselesinin de Türkiye’de ekonominin kötü gidişiyle çok doğrudan bir ilişkisi kurulamadı. Onu da söylemek lâzım. Halk, kendi ekonomik kötü gidişinin faturasını da göçmenlere kesecek durumda değil; öyle sağlam bir bağlantı yok. Bâzı toplumlarda belirli kimlik grupları zenginleşebilir ve halkın bunlara karşı bir tepkisi ortaya çıkabilir. Veya bâzı toplumlar göçmenlerle, sığınmacılarla karşılaştıkları zaman ekonomik anlamda çok ciddî sıkıntılar yaşayabilirler; işlerini, refahlarını kaybedebilirler. Türkiye’de de bu sıkıntı çok net bir şekilde kendini ortaya koyamadı.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Dolayısıyla bu, daha soyut bir korkuya yaslanıyor. İnsanların pratik olarak yaşadıkları sorunlardan ziyâde, gelecek dönemde başlarına gelebilecek soyut korkuları besleyerek, yani insanların aslında beyinlerinde en merkezde yer alan korku hücresine dokunarak, onu sürekli kaşıyarak, soyut senaryolar çizerek ilerleyen bir söylem. Dolayısıyla bunun ânîden ortaya çıkması, birçok videonun ânîden paylaşılması, Pakistan kültürüne dâir mide bulandırıcı belgesellerin bir şekilde piyasaya sürülmesi ve meselenin, bir göçmen probleminden ziyâde, belirli bir kültüre yönelik mide bulandırıcı özelliklerin Türkiye’de tepki uyandırmasını sağlamak gibi bir noktaya oturması… Yani yaşadığımız şey bu.
Zafer Partisi, Ümit Özdağ, çok popüler değil, popüler olmaya çalışıyor; ama bunu ısrarla halkın büyük kısmının etrafında seferber olduğu kişi ve konuların arkasına gizlemeye çalışıyor. Meselâ Mansur Yavaş’ın görev onayı çok yüksek olduğu için, hemen Mansur Yavaş’ın zırhının arkasına gizleniyor; onu destekleyen, onu tavsiye eden kişi olmak istiyor. Göç meselesinde, olabildiğince geniş bir huzursuzluğu organize edip o meselenin sâhibi olarak öne çıkmaya çalışıyor. Bu siyâset, buna bir şey demiyorum; ama burada doğal olan bir şey yok, onu da söylemek lâzım. Burada popülizmin el kitabına çok uygun söylemler ve hareketler var.
Ben, öncelikli olarak çok açık bir şekilde Zafer Partisi’nin sosyal medyayı sistemli bir şekilde manipüle ettiğini, Ekşi sözlük ve Twitter gibi platformlara para harcayarak gündemi değiştirmeye çalıştığını düşünüyorum. Tabii buna destek veren normal insanlar da var, onlar etkilenen gruptan geliyor. Burada şöyle bir söylem ortaya atılıyor: Meselâ bütün post’ların altında “Zafer Partisi geliyor, sandıklar patlayacak, büyük bir sürpriz olacak” gibi bir söylem var. Anketleri hepimiz görüyoruz, Zafer Partisi’nin geldiği filan yok. Bunu şu âna kadar görmedik. Ama devamlı olarak, bir gölgenin, bir dip dalganın, görünmeyen bir heyûlânın siyâset üzerinde yükseldiğini, büyük bir patlama yapacağını ve bu patlamanın da hiç kimsenin farkında olmadan, mevcut siyâsî aktörlerin de farkında olmadan gerçekleşeceğini söylüyorlar. Yani belirli söylem kalıpları var ve bu kalıplar etrafında dönen Twitter hesapları var. Bunun organize edildiğini düşünüyorum.
İşin ilginç tarafı, bu meselede bir tatminsizlik sorunu var. Yani Ümit Özdağ’ı tatmin edebilmemiz mümkün değil. Çünkü Ümit Özdağ’ın çıkış mottosu, mevcut siyâsî partilerin gerçek halkı asla temsil etmediği üzerine kurulu. Yani hem muhâlefetin hem iktidârın meşrû siyâsî partileri, halkın öncelikli ve biricik gündemi olan göçmen ve sığınmacı mevzûunu dikkate almıyor; bunu görmezlikten geliyor, b bu onların basîretsizliğinden ve belirli zaaflarından kaynaklanıyor. Ancak hesap kitap yapmayan, içerisi dışarısı ne der diye düşünmeyen bir lider çıkıyor ve bu krizi çözebileceğini söylüyor. Popülizmin el kitabına çok uygun. Yani: “Meşrû siyâset sizi temsil etmiyor, sizi temsil etmediği için, burada gerçek halkın avukatlığını yapan bir kişi var.” Böyle bir şey. Popülizmin diğer özelliği, krizlerin çözümünün basit olduğu intibâını uyandırmasıdır. Popülist liderler, çok karmaşık krizlerin çok basit çözümleri olduğunu iddia eden kişilerdir aynı zamanda. O yüzden Ümit Özdağ, “Otobüslere koyup göndereceğiz” gibi basit bir çözümle, insanların hızlı bir şekilde benimseyebileceği bir çözümle, bu karmaşık krizi çözebileceğini iddia ediyor.
Şimdi toparlayacak olursak: Bir gündem oluşturuluyor. Bu gündeme sâhip çıkan, onun sâhipliğini yapan bir lider var. Halkın temsilcisi olarak ortada. Üçe beşe bakmıyor, içerideki siyâsî hesaplara bakmıyor, parti içi dengelere ve uluslararası dengelere falan bakmıyor ve bu, kendisini adamış bir lider. İkincisi, çeşitli kanallarla bir halk, bir kamuoyu inşâ ediliyor. Kamuoyu, sanki liderin gelişini beklermiş gibi bir pozisyonda konumlandırılıyor. Üçüncü olarak da, bir kriz var ve bu krizin çözümü çok basit, yeter ki irâde olsun. Biz bunlara çok yabancı bir toplum değiliz. Çünkü geçmişte Necmettin Erbakan’ları gördük; çok karmaşık krizleri çok basit söylemlerle çözebileceğini düşünen siyâsetçiler gördük. Bu da bir yarış başlatıyor tabii. Diğer siyâsetçiler de bir şeyler söylemek zorunda kalıyorlar. Halbuki şunu söylemek lâzım: Türkiye’de göçmen meselesinin bir problem olduğunu düşünmeyen sâdece AK Parti vardı. Milliyetçi Hareket Partisi de bu sene yaz aylarında bir göçmen ve sığınmacı raporu yayınladı. Cumhuriyet Halk Partisi yaz aylarında çok net bir çıkış yaptı. İYİ Parti Avrupa Birliği Geri Kabul Anlaşması’nı eleştirdi, yabancılara konut satışını ve vatandaşlık satışını eleştirdi; Türkiye’nin bir hendek olmaması gerektiğini söyledi. Yani diğer partiler de buna karşı bir reaksiyon verdiler. Ama burada tatmin edemeyeceğiniz bir şey var. Meselâ bir siyâsî parti, “Biz bütün göçmenleri ve sığınmacıları sıraya sokup, teker teker otobüsle yollayacağız” gibi bir beyânatta bulunsa, muhtemelen Ümit Özdağ’ın tepkisi, “Niçin sıraya sokuyorsunuz? Bu otobüsün mazotunun parasını kim ödeyecek?” gibi bir şey olacak. Yani burada asla tatmin olmayacak bir durum var.
Bu meselenin çözümüne de asla hizmet etmeyen bir psikoloji içerisindeyiz. Yani daha çok bağırmayan, daha çok öfkelenmeyen, daha çok hınç dolu mesaj atmayan, diğerlerini daha çok duygusal olarak seferber etmeyen kim varsa, meseleye soğukkanlı yaklaşıp anlamaya çalışan kim varsa, hemen tekfir ediliyor. Tekfir edildiğiniz gibi, bir de, Ümit Özdağ’ın kendisini özdeşleştirdiği “beka”, “vatan” gibi birçok söylemin hemen karşısında yer aldığınız iddia ediliyor ve birdenbire vatan hâini olup çıkıyorsunuz. AKP veya MHP karşısında nasıl bir duruma düşüyorsanız, Özdağcılar karşısında da aynı duruma düşüyorsunuz. Bu böyle bir olgu. Bu olguyu böyle târif etmek lâzım.
Ancak Türkiye’nin konuşabilecek diğer meselelerinin, ısrarla konuşularak bununla baş edilebileceğini düşünüyorum. Yani Türkiye’de, biraz önce söylediğim gibi, dolmalık biberin kilosu bugün 50 lira. Mazotun litresi 25 liraya yaklaştı. Bu meseleler dururken, göçmen ve sığınmacı meselesinin büyük bir heyecanla tartışılması ve bunun kamuoyunun gündemini domine etmesi hakîkaten biraz garip. Açıkçası çok uzun süre tutunabileceğini düşünmüyorum. Ancak provokasyonla, dışarıdan müdâhalelerle tutunabilir, ama bu tip provokasyonların ve dış müdâhalelerin de ömrünün çok uzun olmadığını hepimiz biliyoruz.
Ruşen Çakır: Sağol Burak. Kemal, seninle devam edelim: Soruyu tekrarlamaya gerek yok. Ama bu meselenin ve bu meselenin ana aktörü gibi gözüken Zafer Partisi ve Ümit Özdağ’ın siyâsete bir şekil verdiğini görüyoruz. Sen ne diyorsun?
Kemal Can: Burak’ın söylediğinden devam edeyim: Burak, Mansur Yavaş’tan başlattı; ben onun bile biraz öncesinden başlatabilirim. Aslında İYİ Parti’de olup bitenlerle bu sürecin bir alâkasını kuruyorum açıkçası. Ümit Özdağ, yıllardır söylediğine benzer şeyler söylediği için birden popüler olmadı. Birdenbire bütün kanallar ona kapısını açıp böyle bir süreç başlamadı. Evet, Burak’ın söylediği gibi, birtakım videolarla bir sosyal medya kampanyası oldu. Yaz aylarında da sınır geçişleri meselesiyle benzer bir şey yaşanmıştı. Ama burada, sıralama açısından, Ümit Özdağ önce Mansur Yavaş çıkışını yaptı ve Mansur Yavaş çıkışının yarattığı türbülansa bu iddialarını ekledi. Mansur Yavaş çıkışıyla birlikte, bütün iktidar kanallarının kapılarının açıldığı bir süreçte, kendi içinde son derece radikal ve sert mülteci karşıtı bir söylemi iktidar medya kanallarının bu kadar hevesle içermesinin bence çok rastlantısal bir tarafı yok. Yani, Burak’ın söylediği gibi, tırmanma, çok doğal seyrinde gelişmiyor. Tırmanmanın medyatikleşmesi ve buna verilen siyâsî reaksiyonlar da doğal cereyan etmiyor açıkçası. Hiçbir aşamasında doğallık yok. İktidârın tavrının da, “Mülteci meselesi çok önemli hâle geldi, buna bizim de bir şey söylememiz lâzım” hissiyâtından başka bir tarafı olduğunu da düşünüyorum.
Buradaki en temel mesele şu: Ümit Özdağ, bunu gündeme getiriş biçimiyle nasıl bir etki yarattı? Birdenbire, mülteci sorunu gibi çok kritik bir meselede iktidar ve muhâlefet denk sorumlulukta aktörler hâline getirildi. Bunu ekonomide de görüyoruz. İktidar, sürekli olarak kendi yarattığı sorunlarda bir özne karmaşası yaratıyor. “Bunun sebebi kim? Bunu yaratan kim?” meselesini ortadan kaldırıp, politik sorumluluk açısından kendisini muhâlefet aktörleriyle denk bir pozisyona çekiyor. Ümit Özdağ’ın bu son yarattığı türbülans, tam da buna hizmet etti.
Şimdi ne konuşuluyor? Bunu çözecek olan kim ve bunu çözmek için bir formülü olan kimse var mı? Dolayısıyla sıradan insanlar nezdinde, iktidarla muhâlefetin bu konuda sorumluluk açısından hiçbir farkı yok. Sâdece söyleyecekleri çözüm formülleri açısından fark var. Orada da Burak’ın söylediği gibi, asla gerçekçi olup olmadığına bakılmaksızın, en uç iddiayı, “Ben istemiyorum kardeşim, gitsinler” iddiasını en gürültülü biçimde söyleyen, sanki soruna en radikal çözümü önermiş durumuna geliyor. Böyle bir tablo ortaya çıktığında da iktidar, bir anda ilginç biçimde bütün bu süreci yaratan sorumluluğundan sıyrılıyor ve şimdi manevra diye konuşulan, “Biz de bu konuyu çözmek için bir şeyler düşünüyoruz. Bayramda da göndermeyebiliriz. Bu bir işgal girişimidir” dediğinde, “Ya, bir dakika kardeşim, buradan buraya nasıl geldik? Sen kendini nasıl eşitledin diğer aktörlerin söylediğiyle, nasıl aynı pozisyona geldin?” sorusu ortadan kalkıyor. Her meselede bunu yaşıyoruz. Bir özne krizi ortaya çıkıyor. Sorunun muhâtabı olan özne kim? Bâzen, yazın yaşandığı gibi, mültecilerin kendisi, bâzen dış güçler ve onların buradaki ortakları, bâzen de bu konuda çözüm öneremediği için doğrudan muhâlefetin kendisi.
Şimdi meselâ iki gün önce Ümit Özdağ bir basın toplantısı yaptı ve problemi ortaya koyarken, sorun olarak işâret ettiği iktidar ve muhâlefete neredeyse denk zaman ayırdı. Hattâ muhâlefeti daha fazla eleştirdi. Yaratılan bu denklik çok önemli bir problem. Bunu ekonomide de yaşıyoruz. Ekonomide nasıl yaşıyoruz? Ekonomide bu kadar çok büyük kriz varken, insanlar bu kadar çok sıkıntı yaşarlarken, bunu yaratan özneyle ilgili tartışma zemininden çıkıp, iş yok “nas”tı, yok bilmem neydi meselesine çevrildiğinde, birdenbire bağlam bozuluyor.
Şimdi de mülteci sorununda benzer bir karışıklığı yaşıyoruz. Diğer taraftan baktığımızda, iktidar bir manevra mı yapıyor? İktidârın manevra yapması ya da biraz önce söylediğinin tam tersini söylemesi, üç yıl öncenin aksi şeyler söylemesini hangi noktada şaşırtıcı bulduk ki bu noktada şaşırtıcı bulacağız? Yani fâizle ilgili “nas” takıntısı ne kadar gerçek idiyse, mülteci meselesindeki “ensar” meselesi de o kadar gerçekçi zâten. Yani hiçbir aşamada, AKP iktidârı göçmenlerle ilgili politikasını “ensar” üzerine inşâ etmedi ki. “Ensar”, onu sâdece açıklamada ideolojik, demagojik araç olarak kullanıldı. Yani Yunanistan sınırına, Bulgaristan sınırına mülteciler otobüslerle götürüldüğünde de, bugün tersi biçimde bayramda gitmelerine izin verilmese de, Batı’yla pazarlıkta masaya konması durumunda da ya da başka meselelerde de… Bu, başından îtibâren araçsal bir meseleydi ve iktidârın bir tür zaafı ya da işini savsaklamasıyla ilgili bir sorun değildi. Bu sorunu doğrudan Türkiye’nin içine çağıran ve içine çağırırken, uluslararası ve iç politika açısından kendi politik hamleleri için araçsal kullanma başından îtibâren vardı. Bu işin, sanki pandemi veya başka bir doğal felâketmiş gibi Türkiye’nin başına gelmiş bir şey olduğu… Burada tabii ki, “Hadi bakalım, herkes çıksın ve kim nasıl çözeceğini söylesin” tartışmasını yapmak elbette önemli. Belki ikinci turda konuşuruz, oradaki gerçekçilik ve yine Burak’ın işâret ettiği popülist çarpıtmaları bir kenara bırakalım. Ama meselenin bir de yaşanması ve buna neden olan süreçlerle ilgili tarafı var. Yani bunun sorumluları var. Bu sorumluların, bu sorunun devam etmesiyle ilgili hâlâ devam eden bir rolleri var. Bugün gelinen tartışma, siyâsete doğal olmayan müdâhalelerle yaratılan zemin, birdenbire bu sorumluluk ilişkilerini anlamsızlaştıran, herkesin aynı tartıya çıktığı ve herkesin, Ümit Özdağ’ı tatmin edecek ya da ortalama kamuoyunda kışkırtılan radikalliği karşılayabilecek bir cevap vermelerinden ibâret bir tartışma zeminine sıkışmış durumda. Çok sâhici bir problemin konuşulmaya başlandığı, herkesin bunun farkına vardığı bir zeminle karşı karşıya değiliz. Bunun belirli biçimde yönlendirildiği bir durumla karşı karşıyayız. O yüzden bunu böyle tartışmak doğru değil.
Bu, Türkiye’nin çok önemli bir sorunu. Hakîkaten önemli bir sorunu. Ayrıca bugün yarattığı sorundan daha fazlasını üretmeye aday potansiyeller barındıran bir sorun. Ama “Birdenbire herkes bunun farkına vardı ve bunu konuşmaya başladı” gibi bir durum yok. Hattâ “İktidar da bundan rahatsız oldu, o yüzden bu konuda bir şeyler yapma ihtiyâcı duydu” gibi bir durum da yok. Tam tersine, iktidârın şu anda yaptığı, Ümit Özdağ’a verdiği desteğin ve bu konuda manevra gibi çıkışların anlamı da şu: Aslında burada, kendisini belirleyici ve sorumlu özne olmaktan çıkartıp, muhâlefetle denk bir tartıda, kendisinin iktidar avantajını kullanarak, bu şeyi kendi aleyhine değil, tam tersine muhâlefet aleyhine kullanılabilir bir araca dönüştürmek. Yaptığı şey bu. Bu yüzden de bence şu anda olay doğal akmıyor, ama önümüzdeki günlerde göreceğiz. Yaz krizinde de bunun işâretlerini görmüştük aslında. İktidârın birkaç manevra yapabileceğini gösteren bâzı açıklamaları olmuştu.Ama daha sonra bunu köpürtmeyi tercih ettiler ve o dengeyi hâlâ sürdürüyorlar. Ama ben önümüzdeki günlerde, bu konuda biraz daha provokatif işlerle bu işin biraz daha kaşınacağı kanaatindeyim. Bunun karşılığı, ikinci turda konuşacağımız şey. Bu sorunu, kendi karmaşıklığı ve boyutları içerisinde konuşmaya ve buna ilişkin sâhiden bir politika üretmeye başlamak gerekiyor. Ama şu anda yapılan, gündemi kuran ve siyâseti belirleyen şey işin o tarafı değil, doğal olmayan tarafı gibi geliyor bana.
Ruşen Çakır: Ayşe, seninle devam edelim. Soruyu biliyorsun. Olayın siyâsîleşmesine, siyâsetin gündemini bu kadar işgal etmesine ne diyorsun?
Ayşe Çavdar: Ben Burak ve Kemal’in özellikle Ümit Özdağ ve AKP arasındaki ilişkiye biraz fazla sofistike yaklaştıklarını düşünüyorum. Ama ikisine de katılıyorum. Ümit Özdağ’ın kullandığı söylemin, siyâsetin ve bu söylemi gündeme taşıma yönteminin popülizmle bir alışverişi olduğu kesin. Bir de tabii ki alternatif radikal sağ partilerin sürekli uyguladıkları, geliştirdikleri bir söylem bu. Hemfikir olmadığım kısmı ise, Kemal’in söylediği “denklik” hikâyesi. Bence basitçe şöyle bir durum var karşımızda: AKP, özellikle geçen Temmuz ayından beri, mülteci/sığınmacı siyâsetinin sürdürülemez olduğunu ve kendisine seçim kaybettireceğini anlamaya başladı. Oradan bir dönesi vardı. O dönmeye bir gerekçe ihtiyâcı vardı. Burak daha önceki programlarda, Ümit Özdağ ya da Muharrem İnce tipi siyâsetçilerin “makbul muhâlefet” olduklarını söylemişti. Makbul muhâlefet aktörlerinden bir tânesini ortaya atıp, onun yükselttiği bir talebi karşılamış, dolayısıyla bir ihtiyâca cevap vermiş oldu. Tıpkı döviz kurlarında olduğu gibi. Dövizi yükseltti yükseltti, sonra bir miktar indirdi. Sonuçta insanlar, “Bunu da yaparsa ancak AKP yapar” diyorlar. Mesele, sığınmacıları, mültecileri, göçmenleri evlerine geri göndermekse, çözüm buysa, bunu da yapacak olan AKP’dir. Sonuçta, yapbozun birbirini tamamlaması gibi, Ümit Özdağ’ın getirdiği çözüm önerisini Devlet Bahçeli destekledi. En yüksek tepeden Cumhurbaşkanı, “Tamam, biz böyle yapacağız” dedi. Böylece, göçmen politikasında bir çark edişi bir gerekçeye bağlamış oldular. AKP’nin, her zamanki gibi, “Bu işin sorumlusu ben değilim. Olsam olsam mağduruyumdur” söylemi bir tarafa –o zâten başımızın belâsı ve orada duruyor–, ama bu örnekte de, dediğim gibi, zaten dönesi vardı buradan. Çünkü seçim yaklaşıyor. Bir seçim yasası yaptı. Anketlerin durumu belli. Ekonomide yapabileceği düzeltme belli. Dolayısıyla, açık kapı ve göçmen politikasından, Türkiye’yi, Batı’ya yönelmiş göçmenler için bir kapana dönüştürme politikasından kendince tâviz verdi. Fakat sorun sâdece AKP ile bu makbul muhâlefetin aktörleri arasındaki ilişkiler değil, ya da Ümit Özdağ’ın popülizm hikâyesi değil. Ümit Özdağ böyle bir konuda niye bu kadar etkili oluyor?
Bu arada şunu da söyleyeyim, Ümit Özdağ bir tür trolleme yapıyor. Bu ilk trollemesi de değil. Sadece göçmen ve sığınmacılar konusunda trollemiyor, Mansur Yavaş çıkışı da bir tür trollemeydi. Gündemi birdenbire değiştiriyor. Orada da bu tartışmaya bir şüphe tohumu ekeyim: Ümit Özdağ gündemi gerçekten bu kadar belirliyor mu? Bu konu sosyal medyada bu kadar yükseldiği için, siyâsî tartışmada bir gündem maddesi hâline geldiğini düşünüyoruz. Oysa sosyal medya çok kolay manipüle edilebilen bir yer. Tartışmaların, özellikle öznelerin belirli olmadığı, insanların başka başka isimlerle, kimbilir kaç kişinin karıştığı bir tartışmada, sosyal medya atmosferinde çok fazla gürültü çıkıyor diye gündemi belirlediğini söylemenin, bizim açımızdan da yanlış bir şey olduğunu söylüyorum. Sosyal medya, Twitter, TikTok gündemini belirlediğini söyleyebiliriz. Ama bu sokaktaki gündem midir bilemiyorum, ben ne yazık ki sokakta değilim. O nedenle, belki bizim bunu tartışma stratejimizle ilgili de bir yeniden gözden geçirmeye ihtiyaç var.
Fakat Ümit Özdağ, boşlukları görüyor ve çok iyi değerlendiriyor. Mansur Yavaş konusunda da öyle oldu. Muhâlefet partileri “Biz adayımızı açıklamayacağız, çünkü yıpranacak” diyorlar. Bence korkakça bir açıklama ve bahâne bu. Dolayısıyla orada bir açıklık, bir boşluk var. Ümit Özdağ oradaki tartışma boşluğunu, Mansur Yavaş ismini ortaya atarak dolduruyor ve belertiyor. Bence Ümit Özdağ’ın asıl muhâlefet ettiği, şu andaki altılı masanın merkezini oluşturduğu ana akım muhâlefet. AKP’ye çok muhâlefet ettiğini düşünmüyorum açıkçası. Dolayısıyla, Mansur Yavaş hikâyesinde de altılı masaya yönelik bir manipülasyon gerçekleştirmiş oldu. Burada da bu işi konuşmaya en gönülsüz olan taraf yine altılı masa. Çünkü bu konuda hemfikir olmaları mümkün değil. Önerecekleri şeyler yapılabilir durumda belki; ama AKP’nin bunu dinlemeyeceğini de biliyorlar. Çünkü iktidarda değiller, dolayısıyla bir etki güçleri yok. Sonuçta iktidarla aralarındaki ilişki sürekli karşılıklı iten bir ilişki. Ümit Özdağ çıkıp, göçmen meselesini gündeme getiriyor. Sonra başta söylediğim meseleye dönüyoruz. Birdenbire bir taşla yine iki kuş vurulmuş oluyor. Hem zâten dönesi olan bir siyâsetten AKP dönebilmiş oluyor. Hem de Ümit Özdağ’ın şöyle bir durumu oluyor: O altılı masa iktidar üzerinde bu kadar etkili olmuyor, ama Ümit Özdağ birdenbire bir çıkış yapıyor ve iktidâra yön değiştirtebiliyor. Böylece, ana akım muhâlefetle ilgili umutsuzluğun da bir tür paydaşı hâline geliyor. Oradan belki de bir güç devşiriyor. Böyle olup olmadığını bilmiyoruz, ama görünen manzara bu. Bence burası da önemli ve vurgulanması gerekiyor.
Ben bu turda kısa keseceğim, ikinci turda biraz uzun konuşasım var. Kendi çözüm önerilerimden değil, CHP’nin çözüm önerilerinden bahsedeceğim. Ama şu kadarını söyleyeyim: Biz “alternatif sağ” dediğimiz partilerin, bu tür yöntemlerin, uzunca bir zamandır korkutucu bir şekilde belirleyici olduğuna şâhidiz. Birkaç örnek vereceğim: Avrupa Birliği’nin özellikle Afgan ve Suriyeli göçmen ve mülteciler politikasında en belirleyici olan iki unsur var: Bir tanesi Viktor Orbán, diğeri Almanya için Alternatif Partisi AfD. Çünkü Avrupa ana akım siyâseti şunu söyledi: “Biz açık kapı politikası izlersek, burada insânî meseleleri çok ön plana çıkarırsak, bu adamlar alıp başlarını gidecekler. O zaman onların politikalarını içerelim” dediler. Esâsında o insânî politikaları yükseltmeye, hayâta geçirmeye hiç de niyetleri yoktu; ama Orbán’ın ve AfD’nin önerilerini güya kerhen uyguladılar. Frontex’in Avrupa’nın neredeyse tamamında aşılmaz bir duvara dönüştürdüğü sınırlarla karşılaştık. Şu anda önümde rakamlar var. 2016’da, Avrupa Birliği ve Türkiye arasında yapılan Geri Kabul Anlaşması’ndan beri, Avrupa’ya ulaşan mültecilerin, sığınmacıların yüzde 94’ü geri gönderilmiş. Bu geri göndermenin, normalde mülteci statüsünü taşıyan insanlar için uygulandığında hukukî bir ihlâl olduğunu biliyoruz; ama yüzde 94’ü, Türkiye ile yapılan bu anlaşma sâyesinde geri gönderilmiş. Orbán, güya AB’nin istemediği bir ortak Macaristan’da. Sürekli seçim kazanıyor, ama “yaramaz çocuk”. Ama Orbán’ın söyledikleri, AB’nin göçmen siyâsetine yön vermiş vaziyette. Aynı şekilde AfD de. Aynı hikâyeyi Fransa’da gördük. Hattâ Macron, “Biz bu sağ talepleri aldık, aldık, içerdik; güya onları durdurabilmek, sâkinleştirmek, gazlarını almak için. Ama sonunda baktık, olmadı” diye îtiraf etti. Bunu yaptıkları zaman ne oluyor? Çünkü bu ana akım siyâset içerisinde aşırı gibi gelen talepler, yine ana akım içerisinde onaylanmış oluyor. Dolayısıyla, görülmemiş işler değil bunlar. Ama ne yazık ki başarıya ulaşmamış işler de değil. Ümit Özdağ bunun bir örneğini veriyor. Ve hem ana akım muhâlefeti hem iktidârı belirleyen bir şeye dönüşüyor. Burada, söylem boşlukları, politika boşlukları, tartışma boşlukları çokça işine yarıyor. Dolayısıyla göçmen, sığınmacı ve mülteci siyâsetinin, siyâsetçiler tarafından düzenli ve sonuçlara bağlanan bir yöntemle tartışılması gerekir. Birazdan da onun nasıl yapılmadığını söyleyeceğim. Bu yapılmadığı için de Zafer Partisi ve Ümit Özdağ, bu gibi konularda kolaylıkla kendilerine bir nüfuz sâhası açabiliyorlar.
Ruşen Çakır: Evet, ikinci tura geçelim. Burak, herkes bunun bir sorun olduğu konusunda birleşiyor. Cumhurbaşkanı, “Onurlu ve gönüllü bir geri dönüş” dedi. Kılıçdaroğlu, uzun zamandan beri Suriye yönetimiyle konuşup, görüşüp geri yollamaktan bahsetti. “İsteseler de istemeseler de, gönüllü olsalar da olmasalar da yollayacağız” söyleminin şu anda gündeme şekil verdiğini görüyoruz. Ümit Özdağ bu tür “gönüllü gider”cileri, “tatlı su siyâsetçileri” olarak tanımlıyor. Burak, sen ne dersin? Türkiye bu sorunu çözebilir mi? Meselâ Millet İttifakı iktidârı alırsa, önünde böyle bir sorun da olacak. Ne yapabilirler? Nasıl bir perspektif geliştirebilirler?
Burak Bilgehan Özpek: Ruşen Abi, bence enflasyonu daha da yükselterek bütün sorunlarımızdan kurtulabiliriz. Türkiye’ye gelen yabancı kaçak göçmenlere bakıyorum. İkiz bebeklerim olduğundan dolayı, bakıcı piyasasıyla çok haşır neşir olmak zorunda kaldım iki senedir. Meselâ, bir dönem Türkiye’de Gürcüler ve Ukraynalılar çalışıyordu. Şimdi dolar kurundan dolayı istedikleri parayı kimse veremiyor. Onlar da Avrupa’ya gitmek istiyorlar. Bir sorunu ekonomi sâyesinde çözmüş olduk meselâ. Latîfe yapıyorum tabii.
Bir kere bu sorun, göçmenleri ve sığınmacıları tek bir varlıkmış gibi ele alarak çözülmez. Her kriz gibi çok basit bir çözümü yok. Eğer basit bir çözümü varsa, bu zâten kriz değildir. Bu fâillik meselesi çok önemli. AKP’nin bir göç politikası olmadığı söyleniyor. Ben öyle düşünmüyorum. Bence AKP’nin göç üzerine kurulu ciddî bir politik ekonomi ve göçmenlerin farklı katmanları üzerine inşâ ettiği farklı sektörler var. Meselâ geçen sene, vatandaşlık karşılığında 60 bin ev satıldı. Yani 250 bin dolarlık bir ev alan bir âile Türkiye’de vatandaşlık elde edebiliyor. 60 bin evle bunu çarptığımızda, bu evlerin tamâmı vatandaşlık için satıldıysa 15 milyar dolarlık bir paraya tekabül ediyor. Bu 15 milyar dolar, AKP döneminde müteahhitlere dolaylı yoldan aktarılan bir para. İnşaat sektörünü yabancılara ev satmaya teşvik ederek müteahhitlere para kazandırmaya devam ediyorsunuz. Bunun karşılığında, aslında var olmayan, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı gibi soyut bir şey satıyorsunuz. 60 bin kişi ülkenizin vatandaşı olduğu zaman, 60 bin kişi âilesiyle buraya geldiği zaman, burada birisinin kaynağı tükeniyor. Vatandaş olmaları için ev sattığınız zaman, insanlar vatandaş oluyorlar. Türkiye Cumhuriyeti’nin korumasına giriyorlar. Ama bâzı insanlar da bundan dolayı mağdur oluyor. Kim meselâ? İstanbul’da ev arayan öğrenciler. İstanbul’da kira fiyatlarından şikâyet eden memurlar, işçiler. Piyasayı 250 bin dolar gibi bir rakama sâbitlediğiniz zaman, ev fiyatları da kendiliğinden hızlı bir şekilde artıyor. Meselâ bu rakamı 400 bin dolara çıkarttılar; bu, ev fiyatlarının artışını tetikleyen bir olgu olacak. Dolayısıyla müteahhitler, AKP’ye yakın şirketler kazanırken ve bu şirketler, kazançlarının bir kısmını AKP’nin hegemonyasını destekleyen medyaya aktarırken, yabancılar Türkiye’de ev ve vatandaşlık aldıkları için mutluyken, bu durumun bir kaybedeni var. O da ev sâhibi olmayan, kirada yaşamak zorunda olan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları. Özellikle İstanbul’da, insanların ev alabilmeleri çok mümkün değil. Bu, muhtemelen Antalya için de böyledir. Yakında İzmir için de başlayacaktır. Bu da zâten mevcut iktisat politikasının getirdiği bir şey. Biz ihracâta dayalı bir iktisat politikası benimsemedik mi? Şimdi vatandaşlığı ve konutları satıyoruz. Rahat satıyoruz bunları, 250 bin dolar çok yüksek bir para değil. Bu paraya İstanbul’un en güzel mahallelerinde, en güzel evlerinde oturabiliyorlar. Ama bu durumun kaybedeni bizleriz. Bizler, bu ülkenin vatandaşları, AK Parti’nin müteahhitleri para kazansın, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın yozlaşmış iş adamları ev alsın, Boğaz’da yaşasın diye kaybeden tarafta oluyoruz.
Göç meselesini, biraz bu kısmı ayrıştırarak çözebiliriz. Vatandaşlık satışı yerine oturum izni vererek, konut satışının dışında bunu yatırıma bağlayarak, yani “Eğer ciddî bir yatırım yapmak istiyorsanız oturum izni verebiliriz” diye bir karar verebiliriz. Kiraları da indirebiliriz. Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaş olarak gelen senede yaklaşık 200-250 bin kişilik göçmen vatandaş akınını da durdurabiliriz.
Bu politik ekonominin başka ayakları da var. Meselâ Geri Kabul Anlaşması ile Avrupa Birliği’nden gelen ödemeler var, bildiğim kadarıyla 3 milyar Euro. Bu da, hükûmetin göçmen meselesini bir silâh hâline getirerek Avrupa Birliği ile yeni bir ilişki kurma modeli peşinde olduğunu gösteriyor. Meselâ Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmasına, Avrupa Birliği’nden daha çok, ABD tepki verdi. Türkiye’nin, AB ile hiç de sağlıklı bir ilişkisi yok. AB’nin kendi kimliğini sorgulamasını gerektirecek kadar derin bir kriz içerisindeyiz bana sorarsanız. Özellikle Merkel döneminde uygulanan reel-politiğin Türkiye’ye biçtiği bir rol vardı. Türkiye’deki rejim şekli ve demokratik değerlerin durumu ne olursa olsun, Türkiye’nin Avrupa güvenliğine sağladığı katkı, ilişkileri toplumlar arası ya da devlet dışı aktörler arası ilişkilerden çıkarıp, hükûmetler arası çıkar temelli ilişkilere sürükledi. Dolayısıyla, hem Avrupa Birliği’nden bâzı ödemeler alıyorsunuz hem de buradaki otoriterliğinizin kredisi Avrupa Birliği’nden geliyor. Bu da AKP’nin kazandığı bir durum. Dolayısıyla göçmen sorununun en önemli noktalarından bir tânesi, belki bu Geri Kabul Anlaşması’nın reddedilmesi ve ısrarla Türkiye’nin Avrupa’nın bir parçası olduğunu vurgulamak, göç ve sığınmacı meselesinin de Avrupa’nın ortak sorunu olduğunu dile getirmek olabilir. Belki bu sâyede, Türkiye’de dirâyetli bir yönetim ortaya çıkarsa, Türkiye sığınmacı yükünü başka Avrupa ülkeleriyle paylaşmanın yolunu bulabilir. Bu işler böyledir. Dirâyetli bir yönetim bunu dile getirirse, asla gerçekleşmeyecek sandığınız senaryolar Avrupa’da gayet olabilir bir senaryo olarak konuşulabilir. Meselâ geçen yaz Kılıçdaroğlu’nun göçmen meselesini dile getirdiği zaman ilk karşılaştığı tepki, “Tayyip Erdoğan’ın alternatifi faşizm” gibi bir şeydi. Ama bunu doğru ortaya koyduğunuz zaman, bir noktada ciddîye alınacaksınız; sizin öneriniz konuşulacak.
Üçüncü mesele, göçmen ve sığınmacı konusunun istihdam piyasasını bozan bir tarafı var. Bu insanlar maalesef güvencesiz çalışıyor. Türkiye’nin göçmen ve sığınmacı sorunu olduğu kadar, göçmen ve sığınmacıların da Türkiye sorunu var. Çünkü çok düşük ücretlerle güvencesiz bir şekilde çalışıyorlar. Bu insanların bu şekilde çalışması da sâdece Suriyelileri, Afganistanlıları değil, aynı zamanda Türk işçilerini de terbiye eden bir tavır içeriyor. Bir Afganistanlı piyasa ücretinin yarısına çalışıyorsa, Türk işçisinin naz etme, pazarlık yapma ya da patronuyla müzâkere yürütme şansı ortadan kalkıyor ve istihdam piyasası bozuluyor. Baktığımız zaman, bu ucuz işgücünden faydalanan bir toplum kesimi de var ve ağırlıklı olarak bu insanların AK Parti seçmeni olduğunu ve AKP Parti’ye yöneldiğini düşünüyorum.
Sınırdan geçen bu insanların çantalarında ne olduğunu, neyin ticâretini yaptığını bilmiyoruz. Benim için çok tehlikeli bir durum bu. Türkiye’nin, temiz para üzerinden, üreterek, gönüllü bir şekilde diğer toplumlarla mübâdele ederek kendisini zenginleştirmekten ziyâde, daha çok, Ortadoğu’nun, Orta Asya’nın, Kuzey Afrika’nın suç ilişkilerinin parçası olduğu ya da o suç ilişkilerinin Türkiye’de düğümlendiği veya o düğümlerin Türkiye’de çözüldüğü bir resmi bana hatırlatıyor. Bunların hepsi bir politik ekonomi makinasının parçaları ve hepsini çözdüğünüz zaman, zâten göçmen meselesiyle ilgili daha net bir tabloyla karşı karşıya kalacağız. Sınır güvenliğini artırdığınız zaman, sınırdan geçiş yapan Afganistanlıların Pakistanlıların yanlarında ne getirdiğini kontrol etmeye başladığınız zaman, istihdam piyasasını kayıtlı hâle getirdiğiniz zaman, konut karşılığı vatandaşlık satışını kısıtladığınız zaman ve Avrupa Birliği Geri Kabul Anlaşması’ndan çekildiğiniz zaman, zâten göçmen ve sığınmacı sorununun kendiliğinden çözüldüğü görülebilir. Yani bütün bunlar, “Gönüllü veya zorla, hepsini kamyon kasasına doldurup davul zurnayla göndereceğiz” söyleminin daha ötesinde karmaşık bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu ve bu şekilde çözülmesi gerektiğini söylüyor bize. Benim fikrim bu.
Son olarak iki noktaya daha dikkat çekmek istiyorum: Bu altılı masa meselesinin ve ortaya koyduğu muğlaklığın, yıpranmaması için aday çıkarmama düşüncesinin sonuçlarını yaşıyoruz aslında. Aday yıpranmasın diye altı parti yıpranıyor maalesef. Yıpranmasın diye, aday veya geçiş programını ortaya koymuyoruz. Fakat muğlaklık devam ettiği sürece, altılı masa heyecan uyandırmadıkça, altılı masanın etrafında oturan isimler bir şekilde birbiriyle uyumsuz hareket ettikçe, toplumda iktidâra karşı biriken öfke ve bıkkınlığın başka şekillerde ortaya çıktığını görüyoruz. Yani birisi net bir şekilde Mansur Yavaş ismini ortaya koyunca, “Hah işte, gönlümüzden geçen isim buydu. Niyeyse bu altılı masa bunu söylemiyor, bir adam çıktı ve bunu söyledi” diyorlar. Yani biz altılı masanın ürettiği bir sonucu yaşıyoruz.
Dikkatimi çeken bir diğer husus da şu: İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun ismi bu tartışmalarda geçtikten hemen sonra, Doğu Perinçek’in olaya müdâhil olup, Ümit Özdağ’a had bildirmesi. Kemal Can’a tamâmen katılıyorum: Burada bir fâillik sorunu var. İktidârı ve muhâlefeti sorumluluk açısından birbirine denkleştiren, birbiriyle aynı gören ve kendisini üçüncü bir yol olarak sunan, siyâsetin bütün kirlenmişliğine ve yozlaşmışlığına karşı, “has”, “Anadolu’nun gerçek evlâdı” olarak kendisini ortaya koyan bir Ümit Özdağ var. Dolayısıyla bu aynı zamanda iktidârı koruma stratejisi. “Niçin hükûmeti eleştirmiyorsunuz?” diye biraz tepki gelince, Ümit Özdağ Süleyman Soylu’yu sert eleştirdi. Çok da izlendi biliyorsun. Hemen arkasından tepkiler gelmeye başladı. Doğu Perinçek’in tepkisini ben böyle okuyorum.
Ruşen Çakır: Kemal, seninle devam edelim.
Kemal Can: Aslında bu işin çok boyutu var. Burak kritik birkaç noktasını gayet iyi özetledi aslında. Birincisi, işin Avrupa’nın göç karşısındaki güvenlik politikasıyla bir bağı var. İkincisi, çok boyutlu bir ekonomik veçhesi var. Ama iki tarafında da şöyle bir fâillik problemi ortaya çıkıyor: AKP iktidârı, Avrupa’nın göç siyâseti ve güvenlik siyâsetinde sanki onunla karşı karşıyaymış gibi bir hava yaratıyor. Bunu, bâzen sınıra götürdüğü mülteciler meselesiyle yapıyor, bâzen Erdoğan’ın çıkıp, “Bize yeterince para vermiyorlar, sorumluluğu almıyorlar” söylemleriyle ya da başka yollarla yapıyor. Burada Avrupa’yı özel olarak vurguluyorum, Batı diye genellemiyorum. Çünkü bu konuda belirleyici olan Avrupa. Bu meselede Avrupa ile AKP iktidârı farklı taraflar değil. Berâber yürüttükleri, zaman zaman tabii ki pazarlık yaptıkları, o pazarlıkların bâzı tartışmalar da yarattığı, bir ticâret ve siyâset ortaklığı söz konusu. Bunu böyle tanımlamadan, sanki karşıt taraflar ulusal çıkarkar ve uluslararası ilişkiler bağlamında bir mücâdele yürütüyorlar diye yansıtılan şey, iktidârın yaptığı çarpıtma. Çünkü karşılıklı ticâret yapan ve aynı sektörde iş tutan insanlar zaman zaman rekabete girerler, zaman zaman da pazarlık masasına otururlar. Ama onlar başka çıkar çevreleri değil, aynı paketin berâber ortaklarıdır. Bu meselede de, Avrupa ile AKP iktidârı siyâsî ve iktisâdî ortaklardır. Bu değişmiş değildir. Şu anda yürütülen, “manevra” diye karşımıza gelen şey de, bu politikadan radikal bir dönüşün karşılığı değildir. Böyle bir durumla karşı karşıya değiliz.
İkincisi, yine Burak’ın işâret ettiği iktisâdî veçhesi. Türkiye’de emek düzeninin bozulması ve genel ücret seviyelerinin aşağıya doğru baskılanması, iktidârın, karşısında bir problem olarak gördüğü bir sorun değil, bizâtihi uyguladığı bir politikadır. Yani başka yöntemlerle de Türkiye’de senelerdir genel ücret seviyesinin aşağıya doğru itildiği, ortalama ücretin asgarî ücrete doğru baskılandığı, gelir dağılımının çalışanlar aleyhine sistematik olarak bozulduğu bir ekonomi politikası uygulanmakta ve mülteci siyâseti bu ekonomi politikasının bir parçası olarak devrede. Yani ücretlerin aşağı düşürülmesi, Türkiye’deki birtakım çalışan veya iş arayan kesimlerin, mültecilerin de yarattığı etkiyle daha az ücrete mecbur bırakılmaları, bir yan etki değil, istenen bir etki. Ve bunun destekçisi olan önemli bir iktisâdî çıkar çevresi var. Bugün, o “nas” denilen ucuz krediyle, yine ihracâta dayalı olarak kendi gelirlerini artırmaya ve bunu, bu iktidârı destekleyerek karşılamaya yönelen önemli bir ekonomik güç çevresinin de bu konuda dahli ve talebi var. Bu daha önce de dile getirilmiş bir şey. Hatırlarsanız, yaz aylarındaki tartışmalar sırasındaydı galiba, birkaç AKP’linin ve iş adamının, “Bu mültecilerin bize katkısı nedir?” konusunda çok önemli şeyler söylediklerini hatırlıyoruz. Bu, sistemli bir şey. Şimdi, iktisatta yaptıkları gibi, bu kadar ağır bir ekonomik faturayı çıkartmış birilerinin, hâlâ seçmene, “Bunu çözersek biz çözeriz” söyleminin bir benzerini, sistemli bir biçimde, baştan îtibâren bütün sonuçları açıkça öngörülerek uygulanmış bir şeyin bütün mesûliyetinden âzâde, “Bunu da çözersek biz çözeriz” diyebilecek hâle gelmesinin önemli bir tarafı var. Bu mesele, sadece bir hesap sorma meselesi değil. Bu sorunları yaratan nedenlerin ortadan kaldırılması ve çözülmesi açısından da nedenlere bakmak zorunda olduğumuz bir mesele. Nedenlere bakmadan çözememek, sâdece onun müsebbibi olan sorumluların yakasına yapışmakla ilgili bir mesele değil. Sorunun çözülebilir hâle getirilmesi için, bu politik perspektifin, bu ekonomik arka planın konuşulması, tartışılması ve bunun açığa çıkarılması lâzım. Çünkü çözebilmenin yolu bu. Sonuçtan yola çıkarak, mültecileri otobüslere bindirip geri göndermek, bir sonucu yine doğal olmayan yollarla çözeceği iddiası, gönül rahatlatan bir şey olabilir, herkesin desteğini de alan bir şey olabilir, “Bana ne? Nasıl olduysa oldu. Ben şimdi sonucun ortadan kaldırılmasını istiyorum” diyen birilerini tatmin edebilir. Bu, ilk turda konuşulduğu gibi, basit çözüm önerilerinin, çok radikal ve “Bir tek bu çözüm öneriyor” denilen bir görüntü yaratmasına neden olabilir. Ama aslında bu çözüm önerisi filan değil.
“Esad’la konuşalım. Bu işi Suriye ile konuşarak halledelim” gibi başka yöntemle çözme önerileri de var. O da kendi başına çözebilen bir şey olmaya aday değil. Çünkü sorun sâdece bundan ibâret değil. Esad bu insanları istemediği için bu insanlar burada değil. Dolayısıyla Esad’la konuşup, “Tamam, geri gelsinler” dediğinde işin biteceği bir nokta değil. Çünkü bütün Suriye denklemini bozan başka bir şey var: Orada Rusya var, orada hâlâ Türkiye var ve orada hâlâ bu süreci başlatan güç mücâdelesi tamamlanmış ve dengesi oturmuş bir tabloyla karşı karşıya değiliz. Dolayısıyla “Suriye yönetimiyle anlaşacağız” önermesi de kendi başına her şeyi çözebilecek bir şey değil. Dolayısıyla, bunun iktisâdî ve uluslararası ilişkiler boyutunu ve bu sorunun yaratılmasında, devam etmesinde ve bundan sonra yaratabileceği sorunlarda rolü olanların bu rollerini içerecek biçimde tartışılıyor olması lâzım. Bu, çok kolayca önümüze getirilen, “Bu konuyu kimse konuşmuyor, bir tek Zafer Partisi dile getiriyor” argümanı, aslında ilk turda söylediğim muğlaklığı ve belirsizliği besleyen ve bu belirsizliğin içerisinde de iktidar gücünü hem fâillik anlamında rahatlatan, hem de thaf bir biçimde, “Yaparsa o yapar” argümanının geçerli olduğu bir zemine taşıyor. O yüzden bunun ele alış biçimini değiştirmek gerekiyor. Yani “Ne yapılması gerekiyor?” tartışmasının sâdece sonuçlara bakarak çözülemeyeceğini söylemek gerekir. Bunun bir benzerini ekonomide de konuşuyoruz. Sürekli sonuçları konuşmak: “İnsanlar aç. İnsanlar aç.” İnsanlar aç olduğunu zâten biliyor. Dönüp insanlara tekrar tekrar bunu söylemenin bir anlamı yok. Ya da “Bu ülkede taşıyamayacak kadar mülteci var”. Evet, doğru; ama bunu söylemek, sâdece bu sonucu görmek ve bu sonucu değiştirebilecek fizîkî, ama yapılabilir olmayan iddiayı dile getirmek, “Bunları otobüslere bindirip geri göndereceğiz” argümanını söylemek… Bu fiilî olarak yapılabilir, tarihte bunun yapılmış örnekleri var; ama onların da çok başka sonuçları var. Dolayısıyla onlarla berâber düşünmek lâzım.
Çözüm önerisi meselesine şuradan gitmek gerektiğini düşünüyorum: Bu işi oluşturan bütün süreci dikkate alarak ve buradaki fâillerin hâlâ aktif olan rolünü –yani birileri bu sorunu yarattılar ve sıvışıp gittiler değil–, bu sorunları yaratmış ve bu sorunların devâmında rol oynayanlar hâlâ aktif; dolayısıyla bu aktif tabloyu –bunun içerisinde uluslararası ilişkiler boyutu var bunun içerisinde bir iktisat boyutu ve bunun içerisinde bir siyâset boyutu var–, bunlarla berâber konuşmak gerektiğini düşünüyorum.
Ruşen Çakır: Ayşe, seninle devam edelim. Sen bayağı hazırlıklısın galiba.
Ayşe Çavdar: Evet. Bu bölüme hazırlandım. Ben bu fâillik meselesinde ne Burak’a ne Kemal’e katıldığımı söyleyerek başlamak istiyorum. Çünkü Ümit Özdağ dâhil olmak üzere, muhâlefetin göçmen, sığınmacı ve mülteci meselesinde –bunların üçünü özellikle yan yana söylüyorum, aynı anlama gelmiyorlar– fâil olmadığı fikrine katılmıyorum. Aksine, müdâhil olmamayı tercih ederek fâil olduklarını düşünüyorum. Çünkü AKP’yi durdurabilecek Meclis çoğunluğuna sahip değillerdi belki; ama şimdi gayet negatif bir yerden yükselttikleri göçmen, mülteci ve sığınmacı sorununu, 2015 ve 2016’da başka türlü tartışarak getirebilirlerdi. Bir girişim de var, ondan da bahsedeceğim. Bu soruya cevap verirken derdim, o pasif fâilliğin… “pasif fâillik” dediğim şeyin anatomisini çıkarmaya çalışacağım önce.
Mülteci, sığınmacı meselesinin bu kadar büyümesinin sebebi, 18 Mart 2016’da AB ile Türkiye arasında imzâlanan Geri Kabul Anlaşması. Târihler de çok sembolik bu arada: 18 Mart gibi bir târih; mülteciler ve sığınmacılar açısından resmen “Çanakkale Geçilmez” dedirtiyor. Bu mutâbakat yapılıp imzâlandığı zaman, şu anda altılı masada olanlardan biri başbakan. O da kim? Ahmet Davutoğlu. Mutâbakat 3 Mayıs 2016’da Meclis’te oylanarak yürürlüğe girmiş. Özeti şu: Avrupa’dan gönderilen her kaçak sığınmacı göçmen için, Türkiye 1 mülteciyi Avrupa’ya verecek. Böylece kaçak geçişlerin önü alınmış olacak ve oradaki motivasyon kırılacak. Bir de, Schengen Bölgesi’nde Türkiye vatandaşları vizesiz dolaşabilecekler. Bunlar Genel Kurul’dan önce komisyonda tartışıldığında, henüz 15 Temmuz olmamış ve henüz Başkanlık Sistemi’ne geçilmemiş. Yani Parlamenter Sistem ortamındayız. Vizesiz dolaşımın gerçekleşmediğini biliyoruz. Mutâbakatla ilgili bir küçük ayrıntı daha söyleyeyim: 2022 yılı îtibâriyle Almanya bu anlaşmayı askıya almış. Dolayısıyla bu anlaşma bir mütekabiliyet niteliğinden yoksun. Onun yerine fiilî olarak şuna dönüşmüş vaziyette: Avrupa’ya gitmek üzere Türkiye’den geçmekte olan ve kendi doğusundan gelen herkesi burada durdurduğu, dolayısıyla Avrupa’nın sınır bekçiliğini yaptığı bir düzeneğe dönüşmüş vaziyette.
Şimdi tekrar 2016’ya dönelim. Bu mutâbakat ne kadar tartışılmış ve kim ne söylemiş diye komisyon tutanaklarına baktım. Tartışma filan yok. Bir tek, mutâbakatın görüşüldüğü Meclis Komisyonu’nda, CHP Hatay milletvekili Serkan Topal şöyle demiş: Uzunca bir paragraf var. O paragrafın sonunda “Biz dünyanın en zengin ülkesi miyiz? Niye böyle bir rolü kabul ediyoruz?” diye sormuş. Dışişleri Sözcüsü de, “Hayır” demiş. Bütün tartışma bu kadar. Türkiye için bu kadar mühim olan ve aslına bakarsanız, AB’nin Türkiye’de inşâ edilmekte olan otoriteryanizmi finanse etmeye başladığı bu anlaşmada, muhâlefet milletvekillerinin yaptığı tartışma bu kadar: “Biz dünyanın en zengin ülkesi miyiz? Niye böyle bir rolü kabul ediyoruz?” Elcevap: “Hayır”. Sonra 3 Mayıs 2016’da Genel Kurul’da görüşülmüş bu mutâbakat. CHP’den 7 milletvekili bu anlaşmaya kabul oyu vermiş. Geriye kalanlar katılmamışlar. Ümit Özdağ da katılmamış bu mutâbakatın oylandığı toplantıya. O da yok orada. MHP’den 2 kabul var: Kadir Koçdemir ve İsmail Faruk kabul oyu vermiş. Gerisi katılmamış. 1 tane ret var. Zaten bu mutâbakata bir tek ret oyu verilmiş. O da MHP’den Zihni Açba.
Bu esnada CHP boş durmamış. 2015’ten başlayarak, Eylül 2016’da sunulacak olan bir rapor hazırlamış. Bunun için Göç ve Göçmen Sorunlarını İnceleme Komisyonu kurulmuş. Komisyon başkanlığını Veli Ağbaba yapmış. Zeynep Altınok, Mustafa Balbay, Nurettin Demir, Selina Doğan, Muharrem Erkek, Özcan Purçu, Sezgin Tanrıkulu, Elif Doğan Türkmen komisyondalar. Gayet detaylı ve çok güzel bir rapor hazırlanmış. 2015 yılında sâha sâha dolaşılmış. Bu sâhalar dolaşılırken, mutâbakat tartışması hem uluslararası kamuoyunda hem Türkiye’de devam ediyormuş. Komisyon raporu tamamlandığında, zâten mutâbakat imzâlanmış. Ama farkındaysanız, arada, ne komisyonda ne Genel Kurul’da mevzûyu tartışmaya değer görmemişler. Herhalde raporla çok meşgullerdi. Uzatıyorum ama, bu rapordan iki paragraf okuyacağım, Kemal Kılıçdaroğlu’nun yazdığı önsöz. Kılıçdaroğlu şöyle demiş: “CHP’nin Türkiye’nin bütün sorunlarına ilerici ve somut çözümler üretme çabasının önemli bir parçası olan bu çalışmada yer alan politika önerilerimiz uygulamaya geçirildiği oranda, daha iyi bir yaşam arayışıyla ülkemizden Avrupa ülkelerine geçen veya ülkemizde yeni bir hayata başlayan mültecilerin içindeki bulundukları koşulları olumlu yönde dönüştüreceğine yürekten inanıyorum. Bu çalışma aynı zamanda, ülkemizde mültecileri istismar ederek iktidar alanlarını genişletmeye çalışanlara CHP’nin verdiği bir yanıttır. Biz, bölgemizdeki insanları evlerinden eden öngörüsüz dış politikaya, mültecileri insan haklarına aykırı yaşam koşullarına mahkûm eden ve bir pazarlık unsuru olarak gören çağdışı anlayışa insan haklarını önceleyen, çağdaş, sosyal demokrat bir yaklaşımla yanıt veriyoruz. Bu raporla birlikte, savaşların ve yabancı düşmanlığının olmadığı, huzur ve barışın egemen olduğu bir dünya özlemiyle çabalayan insanlarla aynı yolda yürüdüğümüzü bir kez daha vurguluyoruz.”Cümle düşüklükleri rapordan kaynaklanıyor, benden değil. Sonra raporu görüyorsunuz. Korkunç bir tablo sunuyorlar. 2016’da bu kadar mülteci/sığınmacı henüz ortalıkta yok. Rapor, konunun hukukî, ekonomik, güvenlik boyutunu, hak bakımından yaşanan sorunları ve sâha çalışmalarını anlatıyor. Oraları atlayacağım, bunları aşağı yukarı herkes biliyor. En sonda öneriler kısmına geliyor. 10 sayfa öneri var. Hepsi de çok yerinde öneriler. Sâdece birkaçını okuyacağım. Şöyle diyorlar: “Sığınmacı ve mülteciler konusu, dinî referanslar ve geçici çözümler ekseninde değil; hak temelli ve kalıcı çözümleri arayan bir anlayışla ele alınmalı. Göç ve Entegrasyon Bakanlığı kurulmalı”.Buna kim karşı çıkabilir? Sonuçta göç idâresi hâlâ yetersiz. Şöyle bir dipnot söyleyeyim: Geri Kabul Anlaşması’nda, Türkiye, geri göndereceği insanları tespit edip Avrupa’ya göndermiyor bile. O kadar yetersiz bir göç idâresinden bahsediyoruz. “Göç mevzûâtı yeniden düzenlenmeli. Gettolaşmaya izin vermeyecek şekilde yerleşmeleri sağlanmalı. Ülkemizdeki ‘mülteciler’ hukuken de mülteci statüsünde olmalı ve uluslararası hukukun mültecilere verdiği bütün haklara sâhip olmalıdır. İstismar ve sömürüye karşı korunmalıdırlar.” En akıllıca önerilerden bir tânesi bu. Çünkü mültecileri ekonomik istismardan koruduğunuz zaman, kendi işçinizi de istismardan korumuş oluyorsunuz. Çünkü mülteci ucuz işçi olarak çalışamazsa, sizin işçinizin emeğinin karşılığı düşmüyor.
Benim bütün bu anatomiyi çıkarmaktan kastım şu: Az önce, “Ümit Özdağ bir boşluğa oynuyor” dedim. O boşlukta bir bilgi noksanlığı yok. CHP gayet güzel bir rapor hazırlamış. Bu raporu hazırlarken bu insanların çoğu da CHP’de siyâset yapmaya devam ediyorlar. Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu bir önsöz yazıp rapora sâhip çıkmış ve bunu benimsediklerini söylemiş. Bunu iktidâra öneriyorlar: “Gideceğin yol budur, buradan devam et” diyorlar. Bu arada, az önce Kemal ve Burak’ın bahsettikleri, bu işin AB ile birlikte çözülmesi, yük paylaşımı yapılmasını da öneriyorlar. Hattâ raporda şunu da söylüyorlar: “Türkiye bu kadar göç alıyor. İleride de belli ki bir göç kavşağı olarak devam edecek bu coğrafya. O zaman bizim uluslararası kurumlarla bu sorunun paylaşımı ve çözümü için öncülük etmemiz lâzım” diyorlar. Ne kadar güzel değil mi? Peki, nerede bu siyâset? Niye bunun arkasında durulmamış? Boşluktan kastım bu. Bilgi eksikliği ya da olayı anlamama durumu yok burada. CHP olayı gayet iyi kavramış. Çözüm üretememe durumu da yok. Ama şunu yapmayı tercih ediyor — bence Türkiye’nin sorunlarının ne kadar derin ve kendi rollerinin de ne kadar önemli olduğunu fark etmedikleri için yapıyorlar bunu: Hangi dalga daha yüksekse, sörf tahtalarını onun üzerine atmaya çalışıyorlar. Ümit Özdağ’ın, iktidarla paslaşarak inşâ ettiği bu öfke dalgası, herkesin üzerinde sörf yapacağı bir şey değil. Bırakın üzerinde sörf yapmayı, içinden neyin çıktığını… Belki de içi piranalarla, köpekbalıklarıyla dolu bir dalgadır bu. Bu dalganın üzerinde oynamaya çalışmanın getirdiği tarihsel bir sorumluluk da var. O sorumluluğun altından kim kalkabilir? Kastettiğim şu: Bu raporda bilgi var, bakış açısı var, her şey var; ama arkasında durulmamış. Bu rapor hazırlanırken, daha yazılırken, şu an başımızın belâsı olan o mutâbakat Meclis’ten geçerken, orada kimse yokmuş. Üstelik daha o zaman Başkanlık Sistemi’ne geçilmemiş; çıkıp “Zâten Başkanlık Sistemi’nde Parlamento’nun bir önemi yoktu” da denilemez. 2016’dan bahsediyoruz. Henüz 15 Temmuz da olmamış. Başkanlık Sistemi de yok. Dolayısıyla Parlamento’nun hâlâ etkisi var. İlgili komisyonda sadece tek bir soru sormuşlar, “Biz dünyanın en zengin ülkesi miyiz?” diye.
Şimdi Ümit Özdağ o boşluğu kullanmasın da ne yapsın? O boşlukta Ümit Özdağ ve iktidar paslaşmasınlar da ne yapsınlar? Ben bu anatomiyi çıkarmak istedim sâdece. Bir çözüm önerisi değil benimki. Çözüm önerisi zâten CHP’de var. Bu arada raporu kendi web sitelerinde bulamadım, oradan kaldırmışlar herhalde. Belki de arkasında durmak istemedikleri içindir. Ama bu siyâset değişiminin de açıklanması lâzım. “Bu raporun çıktığı bir partiden, Bolu Belediye Başkanı gibi bir adam nasıl çıkmış?” diye sormamız lâzım.
Şunu da eklemek istiyorum: “Altılı masa heyecan yaratmıyor, kimse onlara güvenmiyor” deniliyor; arkasında böyle bir durum var. Bir siyâset üretiyorsunuz, bir söz üretiyorsunuz, 1 yıl sonra bambaşka bir şeye dönüşüyor. Meselâ Yeşiller Partisi bunun örneklerinden bir tânesidir. Göçmen politikasında ya da başka bir politikada, o sırada krizin tarafı olan kimilerinin sizden soğuyacağını görürsünüz. Yine de ısrar edersiniz, politikanızın arkasında durursunuz, başka politikalarda size güvenmelerini sağlarsınız. Bu yok. O boşluk, kararsızlıktan, hangi dalga geliyorsa onun üzerinde sörf yapma arzusu yüzünden var. Aynı sebeple de, bir türlü siyâsî bir güven oluşmuyor maalesef.
Ruşen Çakır: Ayşe, çok sağol. Bu pazar altılı masa tekrar kuruluyor. Masadaki ikiliye doğrudan “Benim sizinle bir işim yok” diyen genel başkanın genel merkezinde toplanıyorlar. Somut bir şeyler çıkarsa, haftaya o konudan devam ederiz diye tahmin ediyorum. Ama yine geçen ayki buluşma gibi olursa, biz yine gündemi birilerinin belirlediği yerden devam edeceğe benziyoruz. “Adını Koyalım”ı burada noktalıyoruz. Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’ çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.