Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

“Irkçılıksa ırkçılık kardeşim!”

Ruşen Çakır, sığınmacı karşıtlarının çıkışlarıyla başlayan ırkçılık tartışmasını değerlendirdi.

Spotify’dan dinleyebilirsiniz:

Yayına hazırlayan: Emine Bıçakcı

Merhaba, iyi günler, iyi haftalar. Türkiye’nin gündeminde bir şekilde sığınmacılar meselesi var; bir süredir böyle ve seçime kadar da böyle olacağa benziyor. Partilerin de bu konuda artık tavır almak zorunda kaldıklarını görüyoruz — iktidar partileri de buna dâhil. Burada çıtayı belirleyen tabii ki en radikal çıkışı yapan ve bunu istikrarlı bir şekilde yapan, cuma günü de bu stüdyoda konuk ettiğimiz Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ. Ümit Özdağ’ın çizgisi, o partinin çizgisi, Türkiye’de yaşayan göçmenlerin –ya da artık adına ne derseniz, kaçak göçmen, geçici koruma statüsündeki kişiler–, isteseler de istemeseler de olabildiğince hızlı bir şekilde ülkelerine geri yollanması. Bu düşüncedeki en önemli vurgu, “İsteseler de istemeseler de” vurgusu. Yani bir şekilde bunların Türkiye’den kovalanması… sonuçta iş oraya geliyor. Buna karşılık, muhâlefet partileri, rızâya dayalı geri yollama projeleri dillendiriyorlar; özellikle CHP bunu uzun süredir dillendiriyor ve özellikle de Suriye yönetimiyle görüşerek bunu yapacaklarını birkaç yıldır söylüyordu, son dönemde daha vurgulu söylüyor. İktidar ise, “Gönüllü ve onurlu bir dönüş” diyerek, Esad yönetimiyle anlaşmalı değil de Suriye’nin kuzeyinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti nezâretinde yapılan evlere yerleştirme şeklinde, ne derece gerçekçi olduğu belli olmayan bir projeyi dile getiriyor. Bugün de bir iktidar yanlısı gazete, bir buçuk milyon kişinin böylece yollanmasının hesaplandığını söyledi. Yani görüldüğü gibi ortada çok ciddî bir şekilde, siyâsî partiler arasında –ki HDP gördüğümüz kadarıyla pek bu topa girmiyor– Gelecek ve DEVA daha temkinli davranıyorlar; ama iktidar partileri –ki MHP de buna dahil oldu, en son grup toplantısında Devlet Bahçeli de bunu yaptı–, iktidârın kendisi, yani AKP ve Erdoğan da ve İYİ Parti ve CHP’nin gündeminde bir şekilde bu var ve daha da artacağa benziyor. 

Peki, bunun toplumda nasıl bir karşılığı var? Bu konuda rivâyet muhtelif. Birtakım kamuoyu araştırmaları var biliyorsunuz, burada toplumun büyük bir kesiminin bu olayı bir sorun olarak gördüğünü görüyoruz — ki bu hiç şaşırtıcı değil, zîra gerçekten bu bir sorun. Çok yüksek bir rakam söz konusu, milyonlarca insan söz konusu. İlk başladığında, olay Suriye iç savaşıyla başladığında, bir tür teşvik edildi; çünkü belli bir rakama gelindiği zaman Batı’nın Şam rejimine saldıracağı hesabı yapılmıştı. Bu hesap tutmadı, bunu biliyoruz. Ve ondan sonra, yüz binler milyonlara doğru evrildi. Ve sadece Suriyeliler de değil, Asya’nın değişik bölgelerinden gelenler, özellikle Afganistan’dan gelenler, Afrika’dan da gelenler var ve son savaşla berâber, Ukrayna’dan da gelenler oldu — ki ilginç bir şekilde, bu konuda îtiraz edenler buna çok fazla ses çıkarmıyorlar. Yani Batı’dan gelene çok fazla ses çıkarmayan, ama Doğu’dan gelene ya da Afrika’yı diyecek olursak Güney diyelim, oradan gelenlere yönelik bir îtiraz var. Afrikalılar da o kadar çok fazla gündeme gelmiyor. Suriyeliler başta olmak üzere Afganistan ve son günlerde sosyal medyada çok dillendirilen Pakistanlılar daha çok gündeme geliyor. Bunu yapanlar kimler? Şu ya da bu şekilde göçmenlerin ya da sığınmacıların gelişiyle berâber, birtakım kendi hayat şartlarının olumsuz anlamda etkilendiğini düşünen, doğrudan etkilenen kişiler –ki bunların sayısının çok yüksek olduğu kanısında değilim–; tamâmen kendi kişisel gözlemlerimle, özellikle sosyal medyadan gelen tepkilere baktığımızda… meselâ çok sayıda yurtdışında yaşayıp, Türkiye’den sığınmacıları kovmayı savunan, ateşli bir şekilde savunan insanlar var. Kendisi diyelim ki Kaliforniya’da ya da Almanya’da ya da New York’ta vs. ya da İngiltere’de; ama oradan kendi durumunu bir şekilde göz ardı ederek diyelim, Türkiye’deki bu olaya müdâhil olmak isteyen insanlar var.

Bu olayın bir diğer hususu da şu: İnsanlar bunun ister istemez bir soruna yol açacağını –kendileri yaşamasa bile yol açacağını– ve bunun durduk yere gelen bir olay olduğunu düşünüyorlar — ki bu konuda çok haksız oldukları söylenemez. Ama burada ıskalanan bir husus var — bunu özellikle vurguluyorum: Türkiye’deki bu olayın sorumlusu siyâsî iktidar. Ahmet Davutoğlu dün dışişleri bakanı ve başbakanken, Recep Tayyip Erdoğan ise her zaman için bu olayın doğrudan sorumluları; Türkiye’de bir tür açık kapı politikasını onlar savundu ve Avrupa Birliği’yle de geri dönüş anlaşmalarını onlar imzaladı. Dolayısıyla içeriye yasadışı girişleri engellemeleri gerekenler ya da bâzı durumlarda mülteci akışını bizzat teşvik edenler birinci derece sorumlusu ve bu iş belli bir noktaya geldi ve durdu. 

Şimdi burada, toplumda yaşanan birtakım rahatsızlıklar –ki bunlar son derece doğal, çünkü bu çok sâhici bir sorun– bunun üzerinden siyâsî olarak sörf yapmak isteyenler ve yapanlar var. Ve işin içerisine o zaman nasıl şeyler giriyor? Olay sâdece Türkiye’deki birtakım sosyal, ekonomik dengelerin ve stratejik dengelerin bozulması, meselâ diyelim ki mültecilerle birlikte gelen sığınmacıların arasında IŞİD, El Kaide vs. benzeri örgütlerden insanların olabileceği gibi meseleler ya da Türkiye’deki işgücü piyasasını ya da konut ve araba başta olmak üzere birtakım piyasaları olumsuz etkileyeceği, yine enflasyonu bir şekilde tırmandıracağı gibi argümanların ötesinde, bir de ideolojik bir argüman var; o da olayı bir, kabaca –bir zamanlar Hürriyet gazetesinin manşetinde vardı, hâlâ var mı bilmiyorum, herhalde vardır– “Türkiye Türklerindir” perspektifinden bakanlar ve onun dışında, Türk olmayan, kendini Türk görmeyen kişilerin pekâlâ burada yeri olmadığını düşünen, bir zamanların meşhur sloganıyla “Ya sev ya terk et!” diye bir slogan vardı. Bu slogan zamânında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına yönelik olarak kullanılan bir slogandı. Şimdi, gelenlere, “Sevsen de, sevmesen de terk et!” gibi bir yaklaşımın bayağı bir öne çıktığını görüyoruz. Ve bunu yapanlar da açıkça bunu bir etnik kimlik üzerinden târif ediyorlar. Dolayısıyla ırk üzerinden târif ediyorlar ve tabii ki ayrımcılık ve ırkçılık yapıyorlar. İlk başlarda, ilginçtir, çok rahatsız olunuyordu. “Irkçı değiliz” diye birtakım argümanlar vardı, çok fazla öne çıkıyordu. Bu sığınmacılar meselesinden rahatsız olan sıradan insanların bu tepkileri vermesi çok anlaşılır bir şey. Çünkü ırkçılık ayıp bir şey.

Ama şimdi yeni yeni olaya ideolojik perpektiften bakan kimseler de –ki bunların özellikle sosyal medyadaki bazı hesaplarını bir süredir yakından takip etmeye çalışıyorum– buralarda çok açık açık, “Irkçılıksa ırkçılık”, yani başlığa çıkarttığım husus, “Irkçılıksa ırkçılık kardeşim! İstemiyoruz!” yaklaşımı var. Şimdi burada iki perspektif var. Birincisi, aslında kendisini siyâseten doğru dürüst anlatamamanın verdiği bir rahatsızlık. Yani bir özgüven eksikliği — olayın bir boyutu bu. Yani “Irkçısın” dendiği zaman, “Hayır, değilim” diyememenin verdiği bir şey — olayın bir boyutu bu. Bir diğer boyutu da, tam buna zıt gibi gözüken –aslında ikisi de birbirinin aynı, kopyası– aşırı özgüven, “Irkçıysam ırkçıyım, benim dediğim olur” ya da “Bizim dediğimiz olur” tavrı. Bunun giderek güçlendiğini görüyorum. Bunun en önemli nedeni de Türkiye’de siyâsetin, normal siyâsetin hak ettiği mecrâlardan ve hak ettiği yoğunlukta, dinamizmde artmıyor olması. Bu kadar hızla yoksullaşan, orta sınıfın bu kadar hızlıca yok olduğu ve geleceğe yönelik herhangi bir umudun olmadığı; yani bu iktidârın ekonomik sorunları çözme ihtimâlinin artık herhangi bir şekilde söz konusu olmadığı, özellikle iyi yetişmiş gençlerin hepsinin yurtdışına baktığı –başta Batı olmak üzere– bir ortamda, Türkiye’de çok heyecanlı, çok gümbür gümbür bir siyâsî atmosfer olması lâzım. Tam bu sâhici sorunların konuşulacağı atmosferin olması lâzım. Bu olmuyor. Şu ya da bu şekilde olmuyor. İktidar buna izin vermiyor. Muhâlefet de bunu belirleyemiyor. İşte böyle bir alanda, sığınmacılar meselesi, hem iktidar hem de kestirmeden muhâlefet yapmak isteyenler için çok elverişli bir alan oluyor. İktidârın çok işine yarayan bir alan oluyor. Çünkü Türkiye’nin en öncelikli sorunları yerine, “Türkiye’nin en önemli sorunu sığınmacılardır” argümanı prim yapabiliyor. 

Bu, iktidarı bir yerden sonra çok fazla rahatsız edecek bir husus değil. Neden rahatsız edecek bir husus değil? Diyelim ki seçime kısa bir süre kala bir grup Suriyeliyi zorla ya da iknâ ederek ülkelerine geri yollayarak “İşte, bakın biz bu sorunu çözüyoruz” diyebilir. Ama iktidar ne yaparsa yapsın “Bakın, biz enflasyon sorununu çözüyoruz” diyemiyor. En son, Bakan Aralık ayından îtibâren enflasyonu düşüreceklerini söylemişti — ki onun bile çok iknâ edici olduğu söylenemez. Dolayısıyla bu alan, birçokları için çok kolay bir alan oldu ve bunun üzerinden siyâset yapmak başka alanlarda bir şey söylememeyi, söyleyememeyi, söylemek istememeyi meşrûlaştıran bir alan oldu. Tabii ki toplumun farklı kesimlerinden bu konuda rahatsız olan ya da rahatsız olmaya eğilimli insanlar olduğu için de işlerini kolaylıkla yapabiliyorlar. Dolayısıyla şu anda Türkiye’de çok ciddî bir şekilde ırkçılığa ya da en yumuşak tâbirle ayrımcılığa yönelik siyâset geliştirmeye elverişli bir ortam var. 

Fransa’da seçim oldu. Marine Le Pen yüzde 42 oy alarak ikinci turda kaybetti. Ve Fransızların önemli bir kısmı, en azından yüzde 58’i derin nefes aldı; ama yüzde 42 çok yüksek bir oran. Hele babasının başladığı yer düşünülürse, Marine Le Pen’in getirdiği yer çok yüksek. Benim daha önce Zafer Partisi’yle ilgili yaptığım, “Ümit Özdağ’ın zaferi” yayınında da söylemeye çalıştığım buydu. Bu tür hareketler hem kendileri güçleniyor, hem de diğer partileri kendilerine benzetiyorlar. Ümit Özdağ’ın başarısı, bu kadar kısa bir süre içerisinde hem iktidârı hem muhâlefeti etkileyebilmiş olması oldu. Ama şu hâliyle bakıldığı zaman, ne kadar belli bir ilgi yaratsa da –ki bizim yaptığımız yayına gelen tepkilerde de bunu görme imkânı buldu–- bir realite, evet bir realite var. Fakat bu hareketin Türkiye’de kısa vâdede çok büyük bir siyâsî başarı elde etmesinin mümkün olduğunu düşünmüyorum.

Eğer Özdağ ve benzerleri, Zafer Partisi ya da benzer partiler biraz dirençli çıkarlarsa, örgütlenme anlamında, varlık gösterme anlamında istikrarlı bir şekilde giderlerse, önümüzdeki dönemde daha başarılı olma, sandıkta etkili olma ihtimalleri olabilir. Ama şu aşamada bunun çok fazla olacağını sanmıyorum. Ama şu aşamada başarılı olamayacak olmasının bunun geçici bir konjonktürel olay olduğu düşüncesine yol açmasının da yanlış olduğunu düşünüyorum. 

Bitirmeden, Özdağ yayınıyla ilgili çok sayıda tepki geldi. Birbirinden farklı tepkiler, birbirinden farklı kesimlerden tepkiler. Ne kadar izlendi? Fenâ da izlenmedi. Çok konuşuldu, konuşulmayada devam ediyor. Farklı kesimlerden üzerimize çarpı atanlar vs. oldu. Bunları bu haftanın “Gomaşinen”inde anlatmayı düşünüyorum. Çünkü bunlar bana zamânında İslâmî hareketleri çalıştığım zamanlar –ilk başladığımda– yapılan birtakım çıkışları hatırlattı. Çok benzer yönler var. Bu arada bu vesîleyle de kimin, nasıl pusuda beklediğini de görmüş olduk. Onu da bir not olarak düşmesem içimde kalır. Gerçekten gazetecilik yaptığınız zaman, etkili bir şekilde gazetecilik yaptığınız zaman, buradan birtakım insanlar gerçek kimlikleriyle

birden ortaya atılabiliyorlar. Çünkü bâzıları sizin bu yaptığınız işin yanlış olduğunu düşünüyorlar. Halbuki yanlış bir şey yoktu. İyi bir gazetecilik işi yaptık. Neyse bunu çok fazla uzatmayayım, “Gomaşinen”e bırakayım. Ama “Irkçılıksa, ırkçılık, kardeşim!” diyenlere “Evet ırkçılık ve ırkçılık iyi bir şey değil” demek boynumuzun borcu olsun. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.