Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (53): Muhalefet seçmeninin kaygı ve beklentileri

Adını Koyalım‘ın bu bölümünde Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar ve Kemal Can, muhalefet seçmeninin kaygı ve beklentilerini ele aldı. İmamoğlu’nun Karadeniz gezisinin ardından başlayan fotoğraf tartışması üzerinden “Sadece Erdoğan’a mı muhalifler?” sorularına yanıt aradı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Adını Koyalım”la karşınızdayız. Bu hafta Burak Bilgehan Özpek mâzereti nedeniyle katılamıyor. O yüzden Ayşe Çavdar ve Kemal Can’la konuşacağız. Arkadaşlar, merhaba. 

Can-Çavdar: Merhaba.

Ruşen Çakır: Ekrem İmamoğlu’nun Karadeniz gezisi ve sonrasında yaşananlar ciddî bir yankı uyandırdı. Bu olayın gösterdiği bir realite var; o da, muhâlif seçmen realitesi. Muhâlif seçmene atfedilen birtakım özellikler vardı; ama bu olayda, bu özelliklerin çok da doğru olmadığını gördük. En azından muhâlif seçmenin, benim bir yayında kullandığım, “çantada keklik” olarak görülmekten çok rahatsız olduklarını ve muhâlefetteki liderlere, birilerini kazanmaya çalışırken, kendilerinin kaybedilme riskini de göze alması gerektiğini duyurdular gibi geliyor bana. Ayşe, seninle başlayalım. Kimdir bu muhâlif seçmen? Tabii ki tek bir tiplemesi yok. “Erdoğan’ın karşısına kim çıkarsa çıksın oy veririm” diyen de var. Ama onun dışında, birtakım rezervler koyanlar da var. Yayının başlığını, “Muhâlefet seçmeninin kaygı ve beklentileri” diye koyduk. Genellikle, muhâlefet saflarına çekilmesi beklenenlerin, muhâfazakârların endîşelerini konuşuyorduk. Ama muhâlefetin içerisinde olanların da birtakım beklentileri ve kaygıları var. Ne dersin?

Ayşe Çavdar: Elbette öyle. Asıl üzerinde durulması gereken, başından îtibâren örgütlenmesi gereken, oradaki kaygılardı. Çünkü zâten örgütlenmeye çok açıklardı, akacak bir kanal arıyorlardı. Ama muhâlefet bunu görmemeyi tercih etti. 2014’ten îtibâren, AKP’nin seçmenini almaya, oradan oy devşirerek iktidar olmaya yönelttiler stratejilerini. Ama olmuyor. Büyük İskender’in fetih hikâyesini bilirsiniz: Doğu’ya doğru gider. Oraya giderken, arkasında kendi ülkesi olan yer çözülür. En doğuya doğru giderken bir bakar ki arkasında imparatorluk kalmamış. Bu olayda da, buna benzer bir çözülme geliyor sürekli. Çünkü bakmıyor, örgütlemiyor, sistem kurmuyor ve arasına sürekli mesâfe koyuyor. Özellikle CHP, kısmen İYİ Parti ve diğerleri meseleye şöyle bakıyor: “Eğer hâlihazırda hep muhâlif olan seçmenin talepleriyle yola çıkarsak, AKP tabanını küstürürüz, oradan oy alamayız. Elimizdeki muhâlif seçmen de yekûn olarak iktidar kazanmaya yetmiyor. O zaman iktidar olamayız.” 2014’ten beri, böyle basit ve düz bir mantık üzerine kurulu bir stratejiyle gidiyorlar. Özellikle 2014 diyorum; çünkü 2014’te, “Tatava yapma, bas geç” sloganı çıktı. 2014’ten beri sürekli olarak kendisinden “tatava yapmaması”nı istedi. Bu da çok rezil bir lâf esasında. Anlamı şu: “Gereksiz konuşma. Önüne bu kondu. Bunu yersen yemek, yemezsen mercimek” hikâyesi. Muhâlif seçmenden bahsettiğimizde, kendisiyle böyle konuşulan ve dolayısıyla, elinden sabrı alınmış, sabrı çok zorlanmış bir seçmenden bahsediyoruz. Oysa mûcize yarattı bu seçmen. Ne kadar iyi siyâset bildiğini defâlarca gösterdi. 2015 Haziran’ında yapılan seçimde ortaya öyle bir tasarım koydu ki, AKP’ye kaybettirdi. Yalnızca gönül verdiği partiye oy vererek değil; kafasında bir matematik kurdu, bir organizasyon yaptı, onu örgütledi ve yaptı. Bu seçmen mûcizeler yaratmış bir seçmen. Muhâlefet bu enerjiyi görmezden geldi. Bunun sebepleriyle ilgili bir hayli spekülasyonum var. Bunlardan bir tânesi ve bence en acıtıcı olan, muhâlif seçmeni de asıl kızdıran şey, muhâlefet partilerinin AKP türü bir seçmen arzu etmeleri. Çünkü ne güzel bir seçmen o! Memleketi batırıyorsun, yine arkanda. Müthiş bir seçmen. Öyle bir kitle yaratırsan, kaybetme ihtimâlin yok. 20 sene boyunca istediğini yapıyorsun, istediğin kadar yolsuzluk, istediğin kadar hukuksuzluk… Dediğim gibi, memleketi batırıyorsun, hattâ götürüp satıyorsun; ama yine de o seçmen senin arkanda. Müthiş! Her siyâsetçinin hayâlini kurduğu, ondan asla vazgeçmeyen bir seçmen türü. Dolayısıyla, bununla büyülenmiş vaziyetteler bence. Bu “Tatava yapma, bas geç” türü, “Elbette oy vereceksiniz, eliniz mahkûm”, “Katlanacaksınız, tahammül edeceksiniz, orayı arkamıza almamızı sağlayacaksınız. Yapacaksınız bunu” denilen seçmen.

Bu aynı zamanda seçmende şöyle bir his uyandırıyor olabilir. Bence araştırmaların, “Muhâlif seçmen kimdir?” diye bu tarafa da bakması lâzım. Çünkü sürekli muhâfazakârların endîşelerini ölçe ölçe, orada bir tür şımarıklık hâsıl oldu. Hiç de lüzum yoktu öyle bir şeye. Muhâlefet partileri muhâlif seçmene, “Sen de onun gibi ol. Ne yaparsam yapayım, arkamda dur. Ne söylersem söyleyeyim, alkışla. Benden de çok büyük taleplerde bulunma. Hem muhâlefetteyim, hem benim iktidar olma yöntemim senden değil öbür taraftan geçiyor” denilen, dolayısıyla bu söylemle yalnızca sabrı zorlanmış değil, yurttaş olarak, seçmen olarak haysiyeti de hedef alınmış bir seçmenden bahsediyoruz. Kimi değerler, kimi iktidarda temsil edilmeyen… Ben buna “sembolik şiddet” diyorum. Seküler yaşam tarzı dediğimiz mevzû da sembolik şiddet altında kalan… Mesela festival yasaklıyor. Festivalin yapılacağı esnâda Valilik nedense şehirdeki bütün etkinlikleri yasaklıyor. Bunun gibi, iktidardaki parti tarafından, ortak hayâtın bütün alanlarından çekilmesi istenen, görünmezleşmesi istenen bir seçmen. Muhâlefet de diyor ki: “Burada da kendini gösterme. Çünkü seni gören öbür taraf benden yüz çeviriyor. O zaman iktidar olamam”. Bu fenâ bir açmaz. 

Diğer taraftan farklı başka bir özelliği de var bu seçmenin. “Tamam, birtakım tâvizler vereceksin. Ama o tâvizlerin nerede duracağı konusunda bana bir danış” diyor seçmen. Ekrem İmamoğlu vakasının ne gösterdiğine bakalım. O fotoğrafta, ben en çok Ertuğrul Özkök’e takıldım. Gerisinde başka bir hikâye olabilir, hiç önemli değil. O fotoğraf, belli bir dönemin zincirleme çürüme örüntüsünü gösteren bir fotoğraf aynı zamanda. Ekrem İmamoğlu’nun hikâyesini de biliyoruz. 31 Mart 2019 akşamı mazbatasını alamayacağını anladığı zaman, herkese, “Konuşacaksınız” dedi. İnsanlar da onun için konuştular. Aysuda Kölemen’le yaptığımız “Geniş Zamanda da söyledim. O akşam 18 bin farkı alan Ekrem İmamoğlu idi. Ama 24 Haziran’da 800 bin fark atan, Ekrem İmamoğlu değildi. Onun, seçmenle kurduğu ilişkiydi o. Oradaki bir ihtimâli oyladı insanlar. Geliyoruz o fotoğrafa ve fotoğrafın arkasından konuşulan şeye. Şimdi aynı seçmene deniyor ki: “Konuşma. Çünkü işimiz var. Çünkü zafer kazanacağız, ülkeyi kurtaracağız, iktidar olacağız. Böyle işlerimiz varken aklını mı kaybettin? Niye bir fotoğraf yüzünden beni eleştirmekle zaman kaybediyorsun? Bunlarla kaybedecek zamanım yok.” Bu söylem muhâlif seçmenin yıllardır iktidardan duyduğu bir şey zâten. Bir de, bir çâre olarak ürettiği siyâsî potansiyelle kurduğu diyalogda bunu gördüğü zaman, işler çığırından çıkıyor. Sabrı fazla denenmiş bir seçmen, haysiyeti kendi tercih ettikleri tarafından hedef alınmış bir seçmen, bir de üstelik hem iktidar, şimdi bir de muhâlefet tarafından parmak sallanan bir seçmen ve bunun karşılığında kırgın bir seçmen. Bunu daha önceki programlarda da söylemiştim: Bu muhâlefet seçmeni “cepte” değil. “Evdeki bulgur” da değil. Onun ötesinde, insanlar geleceklerinden kaygılı. Gidecek yerleri yok.  Ülkenin her bir alanı, her bir kurumu binlerce sorunla mâlûl. Nasıl bir yerde yaşadığını bile bilmiyor. Çünkü o kurumların içeriğine ve ne yaptıklarına dâir bir bilgiye de sâhip değil. Müthiş bir güvensizlik ve müthiş bir endîşe. Ve bu endîşeleri dile getirdiğinde de sürekli azarlanan, dolayısıyla kırgın bir seçmenden bahsediyoruz. Böyle bir seçmeni belli bir yolculuğa iknâ etmek kolay değil.

Bir taraftan da şöyle bir şey var: Muhâlefetin gücü, öbür taraftan aldığından değil, muhâlif seçmenden gelecek. Muhâlif seçmeni örgütleyerek bir güç elde edecek ve dönüp öbür tarafa, “Bak, güç burada” diyecek. Daha önceki programlarda konuşmuştuk: Muhâfazakâr seçmenin özelliklerinden bir tânesi de, onu böyle tanımlamamızı sağlayan şeylerden bir tânesi de, gücün nerede biriktiğine ve nereden dağılacağına dâir bir öngörü ve oraya doğru temâyül. Muhâlefetin şimdiye kadar yaptığı hikâye, oraya hoş görünmek için öbür tarafı o kadar kayırıyor ki, kendi seçmenini bir kenara bırakıyor. Dolayısıyla bir güç üretmiyor. Gücü muhâfazakâr seçmenin kendisine atfediyor; “Ben gücü senden alacağım” diyor. Oysa burada bir potansiyel var. Defâlarca denenmiş, sınanmış ve siyâsî angajmanını gayet stratejik bir şekilde örgütlenip kurgulamış bir seçmen var. Onunla hiçbir şekilde diyaloga girmiyor ve dediğim gibi, ona sürekli, “Kendini sakla. Sözünü yut. Ne yaparsam, ne edersem edeyim, bana oy ver. Öbür taraftan gelecek oyların önüne geçme. Çünkü sen başımın belâsısın” diyor.  Yani muhâlefet bu yolla, “Benim en büyük şeyim, senin arzuların ve emellerin için siyâset yapma zorunluluğum. Onu da yapmayacağım. Çünkü onu yaparsam iktidar olamam” diyor. 

Böyle bir ortamda nasıl bir seçmenden bahsediyoruz? Bu muhâlefetin yarattığı, hitap ettiği muhâlif seçmen, sabrı fazla sınanmış, haysiyeti hem iktidar hem muhâlefet tarafından hedef alınmış bir seçmen. Geçen gün Meral Akşener şunu söyledi: “Biz İYİ Parti’yi kurmasaydık, Ekrem İmamoğlu İstanbul’u alamazdı. O yüzden bize borçlusunuz.” Sürekli fatura çıkarılan bir seçmenden bahsediyoruz — kırgın, kızgın. Bunları dile getirdiğinde de susması istenen birisinden bahsediyoruz. Çocuk değil ki seçmen. Bunun sebebi –aslında bunu ikinci turda söyleyeceğim, şimdi kısaca değineyim– muhâlefet siyâsetçilerinin her iki mahalleyi, yani hem kerhen bile olsa muhâlefete destek veren, ama asıl muhâfazakâr seçmeni okumakta gösterdikleri basîretsizlik diye düşünüyorum. Bu seçmenin nasıl bir ruh hâli içerisinde olduğunu az önce söyledim: Sabrı denenmiş, haysiyeti hedef alınmış, kırılmış, kızdırılmış, ihmal edilmiş, sürekli olarak “evdeki bulgur” gibi görüldüğü için de iyice öfkelenmiş, dolayısıyla aslında hiç de cepte olmayan bir seçmen kitlesinden bahsediyoruz. 

Ruşen Çakır: Kemal, “evdeki bulgur” lâfı çok kullanılıyor da, gidilen pirinç, pirinç mi? Mesela Kemal Kılıçdaroğlu 28 Şubat’ın yıldönümünde başörtülülerle buluştu, hiç de kıyamet kopmadı. Çünkü onun bir anlamı vardı. Hoşlanmayanlar mutlaka olmuştur; ama “Helâlleşme deyip bunlarla niye görüşüyorsun?” diyen olmadı. Diyarbakır’a gittiğinde orada söylediklerine de kızan olmuştur; ama genel olarak büyük bir şey olmadı. Buradaki olay başka. Ekrem İmamoğlu’na kızılması, “Niye Karadeniz’e gidiyorsun?” diye değil, “O kişilerden ne murat ediyorsun?” yaklaşımıydı. İktidar tabanından oy çalma çabası olarak da görülmedi. Nedir sence beklentiler, kaygılar? Hattâ konuşurken o çok sevdiğimiz “konsolidasyon” lâfını da arada kullanırsın.

Kemal Can: Biraz problemin yapısal ve konjonktürel kaynaklarına bakmadan önce, senin soruna cevap için şunu söyleyeyim: Daha önce, bu iktidârın ilk dönemlerinde, yani 2010’lara kadar olan dönemde, bu iktidar karşısındaki muhâlefet, ağırlıklı olarak kendi taraftarlarının endîşelerine yaslanarak ve onları sivrilterek muhâlefet yapmakla eleştiriliyordu — kabaca ”Baykal CHP’si” diye târif edilen şey. O yüzden, bloklaşmaya katkı verdiği, bloklaşmayı ya da kutuplaştırmanın zeminini artırdığı, bunun da iktidârın işine yaradığı, çok genel bir kabûldü. Bu, muhâlefet tabanında da konuşulan bir şeydi, bağımsız yorumcuların da çok kullandığı bir argümandı. 

Bence aslında orada zâten bir teşhis sorunu vardı; çünkü orada yapılan ve “muhâlefetin yanlışı” diye târif edilen şey, muhâlefet edenlerin ruh hâlinin politikleşmiş hâli değildi; onları biçimlendirme, onları belirli biçimde reaksiyon vermeye iten politik bir tutumdu. “Muhâlefet tabanı aslında böyle. Sâdece onun söylediklerini söylersek, diğer tarafta büyük bir alerji oluşuyor” iddiası, kendi başına bir hakîkat değildi. Çünkü orada yapılan şey, muhâlefet edenlerin tamamının sâhiden şikâyet ve beklentilerini temsil eden bir muhâlefet tarzı değil; ona bir gömlek giydirmeye çalışan bir muhâlefet tarzıydı. Dolayısıyla bu temel farktan sonra, biraz ifrat-tefrit durumuna gelindi. Tam zıttına geçilip, bu sefer de, bu tabanla ilgili tahayyülün sonucu olarak, onları bir şeye râzı etmek ve asıl olarak karşı tarafı iknâ etmek üzerine bir strateji kuruldu. 

Bunun doğru bir tarafı vardı. O da şu: Durumu kabullenmemek. Yani, “Çok net bir kutuplaşma hattı var, bu değiştirilemez” iddiasını kabul etmekten çıkan bir tutumdu. Ağırlıklı olarak da Kılıçdaroğlu’nun uzunca bir süre sonunda altılı masaya varan stratejisi de böyle özetlenebilir. Burada da bu sefer dediğim gibi ifrat-tefrit düzeni işledi ve yine, muhâlefet edenlerin bir bütün olarak çok daha derin şikâyetleri veya talepleri önemsenmedi; onların biçimlendirilmeye ve sivriltilmeye çalışıldığı kısmı belki bırakıldı, ama onun önemsenerek temel motivasyon ve temel siyâsî talep haline gelmesi ikinci plana düştü. İktidar tarafından ötekileştirilenlerin, iktidârın çevresinde olan “ötekiler”i iknâ etmesine kurgulanmış bir siyâset tarzı gelişti. 

Şimdi biraz bunun komplikasyonlarını yaşıyoruz. Çünkü bu strateji ya da algı değişikliği, birkaç yapısal sorunla örtüştü ve genel bir ortak yanlışa neden oldu. Bugün yaşanan şeyleri “iletişim kazâsı” veya “yol kazâsı”diye yorumlayamayacağımız bir yapısal sorun ortaya çıktı. Aslında ilginç biçimde, bu konuda iktidar ve muhâlefetin çok da farklı davranmadığını görüyoruz. Ortak bir siyâsî kriz ortaya çıktı. Üstelik bunun buraya özel tarafları var ama, bütün dünyada yaşanan siyâsî temsîlî demokrasinin yaşadığı siyâsî krizle örtüşen tarafları var. Buradaki tek suçlu da siyâsetçiler değil. “Her şeyi siyâsetçiler bozdu, aslında seçmen son derece doğru bir yerde duruyor” şeklinde kurgulamayalım. Hayır. Bu, karşılıklı olarak birbirini besleyen bir süreç olarak işledi.

İkinci turda bunun konjonktürel tarafını söyleyeceğim. Ama yapısal tarafında, “Siyâset nedir? Siyâsete nasıl müdâhale edilir ve bu genel oy davranışıyla ilgili tercihler nasıl değişikliğe uğrar ya da uğratılır?” konusundaki algı sorunlarından ortaya çıkıyor. Kabaca, birtakım ezberlere dayanan üçlü tanımlama var: Bir, ideolojik seçmen var. Ne olursa olsun kültürel fay hatlarına göre siyâsî pozisyonunu belirleyen, kimlik siyâsetine çok duyarlı, kendi âidiyet çevresinin eğilimleriyle davranan ve bunu asla başka parametrelerle değiştirmeye yanaşmayan, bazen kendi çıkarlarını da bu kimlik siyâsetine dönüştürüpkendisini onunla tanımlayan bir seçmen grubu. “Dâvâ”, “ötekiler” gibi temalarla kolayca elde tutulan, “evdeki bulgur” ya da “çantada keklik” sayılmaya neden olan şeyler. Bunlar zâten tek sığınakları olan, gidecekleri yeri olmayan ve mensûbiyet zamkıyla yapıştırılmış bir seçmen grubu olarak düşünülüyor. Karşı taraf için de böyle düşünülüyor, dolayısıyla karşı tarafta bunu bozabilecek her şeyin, bu kimlik sembolleriyle ancak mümkün olduğu inanılıyor. Hem iktidar hem muhâlefet, kendi tarafını da bu tür basit araçlarla elinde tutabileceğini düşünüyor. Zaman zaman da tuttuğunu gördüğü için, buna îman etmeye devam ediyor.

İkincisi, hareketli bir pragmatik bir seçmen târifi var. Ama bununla ilgili târifte de birtakım problemler var. Çünkü burada da ekonomik çıkar ön plana çıkıyor. Hatta bunu fazla kabalaştırarak, sâdece ekmeğine bakan, sâdece mutfağıyla ilgilenen, sâdece cebine girenle ilgilenen, aklı o kadarına yeten, hem zihnî melekeleri hem sosyal gelişmişliği açısından oldukça kötü târif edilen, ama buna karşılık önüne koyulacak basit vaatlerle kolayca tavır değiştirebildiğine inanılan bir kitle var. Bu da, siyâseti projecilikle çözülebilecek, basit vaatler konularak ya da çıkar imkânları işâret edilerek yönetilebilecek bir şey olarak târif ediyor. 

Bir de, dediğim gibi, karşı mahalleden oy devşirmek var. Bunun için de, îtirafçılar, transferler, sembolik siyâsî iletişim numaraları çok işlermiş gibi düşünülüyor. Bu yüzden her iki tarafta da, îtirafçı ya da kanat değiştirmiş insanlar, en çok rağbet edilen yorumculara ya da kanaat önderlerine dönüşüyor. Halbuki, itirafçılar ya da taraf değiştirmişler, aslında kendi taraflarında çözülme yaratmanın en uzağındaki, en az îtibar edilen isimlerdir. Bu, onların kişilikleri ya da vasıflarıyla ilgili bir sorun değildir. Tam tersine, taraf değiştirmiş oldukları için, çok doğru şeyler söyleseler bile kulak kabartılması daha zor olan bir tür “ihânet aktörü” gibi etiketlendikleri için. Dolayısıyla, sâdece bu kapıyı kullanmak sanıldığı kadar fazla imkân yaratmaz. Tam tersine, geçtikleri tarafta, yeni mahallelerinde çok iştahlı tribünlere konuşmalarını sağlar. Çok tatmin edici bir şey hâline gelir. Bunun çok örneğini gördük. İktidar safına geçmiş muhâlefet aktörlerinin bugün muhâlefet seçmeni tarafından dinlenen adamlar olmaktan nasıl çıktıklarını gördük. Bu olayda da, senin söylediğin gibi, “pirinç kapısı” olarak düşünülen sembollerin ne kadar isâbetsiz olduğunu buradan görüyoruz. Üstelik bu olaydaki örnekler, taraf değiştirmiş de değil. Yani o tarafta da Ayşe’nin tâbiriyle zâten “dışarlıklı” olanlar. Yani o tarafta da dışarıdan gelmişlikleriyle îtibar görmüş birileri. Öz evlâtları değil yani — özellikle Ertuğrul Özkök.

Bütün bunlar, toplamda yanlış bir siyâset stratejisi zemini kuruyor. Buradan üretilmiş seri yanlış ezberler var ve bunlar yüzünden, “Ne yaptığımı anlamadınız. Akıllı olun” denilen ve mevcut durumu târif etmeye aday olduğu zannedilen tuhaf çıkarımlara yol açıyor. O yüzden, verilen reaksiyonu da, oluşan sorunu da algılamakta zorlanıyorlar bence. Çünkü biraz önce söylediğim yapısal ve konjonktürel gerekçelerle durumu algılamakta bir sıkıntı var. Durumu algılamaktaki sıkıntı değişmediği zaman, buna üretilen cevaplar ya da bunun içerisinden üretildiği ve işe yarayacağına inanılan formüller tuhaflaşıyor. Ama sorun, yol kazâsında, iletişim hatâsında değil. Sorun, zeminin târifinden başlıyor. Orada bir sorun var. 

Bunu, verilen reaksiyonları irrasyonel olarak îtibarsızlaştırarak aşmaya çalışıyorlar. “Duygusal reaksiyon veriliyor” diyerek, ya da Ayşe’nin değindiği gibi, “Bunun zamanı değil, yeri değil” diyerek, iktidârın yaptığı gibi durumu olağanüstülükle yönetiyorlar. İktidar senelerdir ne yapıyor? Memleketi de, kendi seçmenini de olağanüstülükle idâre ediyor. Olağanüstü bir durum var. Beka dâvâsı gibi sürekli bir olağanüstülük hâli yaratarak, kendi seçmenini bu olağanüstülüğe uygun olarak davranmaya, bütün memleketi de böyle biçimlendirmeye çalışıyor. Bunun simetriğinde, muhâlefet de, “Şimdi çok kritik bir seçime gidiyoruz” diyerek –ki yaklaşık beş altı senedir her sene çok kritik bir seçim yapıyor memleket; neredeyse on senedir böyle bir ritimde yaşıyoruz zâten–,  “Şimdi zamânı değil” ya da “Bunun zamânı değil. Bu olağanüstülük koşullarına göre davranmak lâzım” biçiminde yönetmeye çalışıyor süreci. Dolayısıyla, aslında iktidârın kendi seçmeni için yaptığını, muhâlefet de yapıyor. Kendi taraftarları için sığınak gibi kurguladığı hapishâneler yaratmaya çalışıyor. Zâten başka bir şey yapamayacak, başka türlü davranamayacak, başka bir yere gidemeyecek bir olağanüstülükle karşı karşıya olduğu için, orada duracağına inandığı, dolayısıyla çok dikkate almamasının önemi olmayan aktörler olarak bakıyor. İktidar da kendi seçmenine aynı muameleyi yapıyor, kendi seçmenini kendisinin tutsağı hâline getiriyor. Muhâlefet de bunun bir benzerini üretmeye çalışıyor. Bu, bence önemli bir algılama sorunu. O insanları ve siyâsî zemini algılama sorunu. 

Ayrıca bir şey daha söyleyeceğim: “Siyâset budur” meselesinde, bâzen bağımsız yorumcuların, bu tür siyâsî iletişime ve siyâsetin teknik alanda ve taktik hamlelerle idâre edilmesine meşrûiyet atfettiğini görüyoruz. Evet, temsîlî demokrasinin böyle bir sorunu var. Evet, temsîlî demokrasi bütün toplumsal dinamiklerin, kendiliğinden ve bütün olarak siyâseti belirlemesine imkân verecek bir zemin değil. Elbette ancak devrimle bu tür siyâsî müdâhaleler olabilir. Bununla hafif alay edip, “Temsîlî demokrasiyse, siyâset de işte böyle bir şey. Bunu böyle yapacaksınız” deniliyor.

Ama bu sınır çok sorunlu bir sınır. Çünkü siyâsetin kurallarının sınırlarını bilmekle, bunu kabul etmek arasında çok önemli bir fark var. Dolayısıyla bunu kabul edip, herkese de kabul ettirmeye kalktığınızda, o zaman toplumsal dinamiklerle aranızda bir çatışma oluşuyor. Kendi tabanınızla, kendi seçmeninizle ya da genel olarak siyâsî süreçle bir çatışma içerisine girmeniz kaçınılmaz oluyor. İşte bütün dünyanın yaşadığı, siyâsetin yapısal krizi tam da buradan çıkıyor. Ben, bu yüzden meselenin hem böyle vakalar bazında, hem de genel strateji kurma açısından, alanın, yani “Ne yapıyoruz, kiminle yapıyoruz ve buradan nasıl sonuç çıkartabiliriz”’ kısmının algılanmasında çok önemli bir sorun olduğunu düşünüyorum. Bu son vakada olayı zincirleme kazâya çeviren asıl meselenin de bir iletişim sorunundan çok, bir algı meselesi olduğunu düşünüyorum. Algıdan kastettiğim, bugünlerin popüler tâbiriyle “algı operasyonu” anlamında değil, “meseleyi kavramak” anlamında bir zaaftan kaynaklandığını düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: İkinci tura geçerken, bu tutsak meselesini konuşalım. Şöyle bir husus var bence: İktidar kendi tabanının gitmesini engellemeye çalışıyor; çünkü gidenler oldu, AKP’nin oyu eriyor, MHP’nin oyunda azalma oluyor. İktidar kendi tabanını orada tutsak etmek istiyor. Ama muhâlefetin siyâsetçileri, kendi seçmeni için zâten bir seçenek olmadığını düşünüyor. Sanki “Nereye gidecekler ki? Erdoğan’a mı oy verecekler?” yaklaşımı var. İktidar tarafında, Gelecek ve DEVA partileri örneğinde olduğu gibi bir kopma mümkün. Ama muhâlefetten AKP’ye geçmek çok akıl kârı değilmiş gibi görünüyor. Oradan gelen bir rahatlık var. 

Şu hususu da önemsemek lâzım diye düşünüyorum. Muhâlefet tabanı dediğimizde çok parçalı bir tabandan bahsediyoruz. Altılı masayı düşünün, bir de HDP’yi ekleyin. Bunların hepsi birbirinden farklı yapılar. Sonuçta, yaşananlardan ve Erdoğan’dan rahatsızlıkları var; ama hepsinin farklı farklı motivasyonları da var. Kemal’e söyledim ama yine kullanmadı. Bu tabanı “konsolide” etmek, hattâ geliştirmek nasıl mümkün olabilir? Birbirinden farklı beklentileri, farklı geçmişleri olan insanları hem bir arada tutacaksınız, hem onları genişleteceksiniz ve yeni katılımlara açık tutacaksınız. Yeni katılım derken, hem AKP-MHP tabanından hem yeni seçmenden söz ediyorum. Ayşe, ne dersin?

Ayşe Çavdar: Bir kere “konsolidasyon” kelimesinden ve işâret ettiği stratejiden vazgeçmek olur o iş. Çünkü konsolidasyon, birbirine benzeterek toplama, arkada bir enerji oluşturma anlamına geliyor.  Bu, 20 yıldır, neredeyse 30 yıldır, hattâ 1950’den beri iktidar olmamış CHP’nin seçmenine yapılacak iş değil o. Her türlü rahatsızlığını, başka eğilimleri, benim temsil etmediğim arzuları… Çünkü o altılı masa muhâlefeti temsil etmiyor ne yazık ki; partilerini, partilerinin içindeki güç huzmelerini temsil ediyorlar. Ama Kemal’in de söylediği strateji yüzünden, muhâlefet seçmenini temsil etmemek için neredeyse yarış hâlindeler. O yüzden bu konsolidasyon merakından vazgeçmeleri lâzım. Öyle bir konsolidasyon, olacak iş değil. 

Altılı masanın şöyle bir problemi var: O masadaki herkes, bulunduğu yeri diğerlerini sınırlayacak bir şey olarak gösteriyor. Yani, herkes şu vaziyette: “Eğer sen şu hareketi yaparsan, benim seçmenin şöyle alınır, sen böyle yaparsan benim seçmenin şuna bozulur.” Bu parmak da en çok CHP’ye sallanıyor diğerleri tarafından. Orada teorik olarak en büyük muhâlif seçmen kitlesini temsil etmesi gereken parti, birdenbire kendi seçmeninin jandarmasına düşürülmüş oluyor, dolayısıyla temsil kabiliyeti giderek azaltılıyor. Bu ne anlamda jandarmalık? Mesela laiklik jandarmalığı. Mümkün değil, yanından geçmiyor. Mutâbakata gayet güzel bir yerde giriyor laiklik. Ama mesela mutâbakata onun girmesi karşılığında, laikliğin uygulaması sayılabilecek, onun hayâta geçme biçimlerinden biri olan İstanbul Sözleşmesi, Saadet Partisi istemediği için bu mutâbakatta yer almıyor meselâ. Ve sâdece bu hareketle, sâdece CHP seçmeninden değil, daha geniş bir kadın kitlesi için hayâtî öneme sâhip olan bir şeyden vazgeçiliyor mutâbakat metninde. Sonra o kadınlar Danıştay’da savcıyı etkilemek için polisten dayak yiyorlar. Böyle bir ortamda o masanın neye tekabül ettiğini böylece anlamış oluyoruz. Bu biraz şuna benziyor: Bir mahallede büyükler bir araya gelmişler ve herkes bir diğerine, kendi çocuğunu nasıl terbiye edeceğini öğretiyor. O masa biraz buna dönüşmüş vaziyette. Buradan çıkması için, masa etrafındakilerin, kişisel kariyer îtibârıyla, hikâyeleri îtibârıyla, birbirlerinden farklılıklarından daha fazla farklılığı içermesi lâzım.

Buradan nasıl çıkılır meselesine gelelim: Az önce söylediğim gibi, öfkeli, kızgın ve kırgın bir muhâlif seçmen var. Sâdece iktidâra değil, aynı zamanda kendi partilerine de kızgınlar. Çünkü herkes, “Sizin beceriksizlikleriniz yüzünden onlar hâlâ iktidar. Böyle bir iktidar nasıl olabilir, bu kadar zaman nasıl yürütülebilir? Çünkü siz bir türlü kazanamıyorsunuz” diyor. Dolayısıyla ne yaparsa yapsın, sürekli olarak bir kaybetme duygusuyla dûçâr olmuş bir seçmenden bahsediyoruz. Bu seçmenin zafer duygusuna ihtiyâcı var. Bu sâdece gelecekteki bir zafer anlamında değil, bugün de bir zafer duygusuna ihtiyaç var. O yüzden benim Ekrem İmamoğlu’na önerim, bir iki gün sustuktan sonra, samîmî ve gerçekten nerede hatâ yaptığını düşünmüş olarak konuşma yapması ve hikâyeyi oradan döndürmeye çalışması. Çünkü bu, muhâlif seçmenin bir zaferi olacak. Yani ona parmak sallamış olan birine hatâ yaptığını göstermiş olacak muhâlif seçmen. Bu büyük bir zafer. Ama küçük küçük zaferlere de ihtiyâcı var. 

Onun dışında şöyle bir ihtiyaç var: Demin de dediğim gibi, sürekli, “Sen bir sus. Sen konuştukça ben kaybediyorum” lâfını işiten bir seçmen var. Gerçekten ne istiyor? Endîşesi nedir? Onu konuşturmak lâzım. Teşkilâtların muhâlif seçmeni muhâtap alması lâzım. Müthiş bir muhâtapsızlık söz konusu. Diğerlerini dinleme arzusu yüzünden, muhâlefetin ve o altılı masanın sol kulağı sürekli sağır; oradan gelen lâfları duymuyor. Ona sürekli, “Bir kazanalım, bu söylediklerin de olacak” diyor. Biz ideoloji ya da siyâsi formülün nereye doğru gittiğini, onun bize vaatlerinden anlamayız ki. Çünkü aşağı yukarı herkes aynı şeyleri vaat eder: Kimisi “iki anahtar” der, kimisi refah vaat eder, kimisi adâlet der, hukuk der. Bunu farklılaştıran onların yöntemleridir. Şu anda iktidar da muhâlefet de yöntem olarak aynı şeyi yapıyor. Dolayısıyla orada nerede farklılaştıklarını da anlayamaz vaziyetteyiz. 

Bir başkası da şu: Çok hayal kırıklığına uğratılmış. Dolayısıyla yeni hayallere ihtiyaç var. Muhâlefet partileri sürekli olarak  seçmene, “Ah canım muhafazakâr! Sen çok mu endîşelisin? Merak etme, benden sana zarar gelmeyecek. Dur çocuğum. Sana çikolata alacağım, ama önce maaşımı almam lâzım” gibi, âdeta çocuk avutma yaklaşımındalar. Bunun ötesine geçmenin yolu, muhâfazakâr seçmeni muhâfazakâr kimliğinden ibâret olmayan birisi olarak görmek ve kaygıları ortaklaştırmak. Bu kaygıları ortaklaştırmanın yolu da önce muhâlefetin seçmeninin kaygılarını dinlemek ve “Bu benim açımdan ne anlama geliyor? Memlekette yaptığım siyâset açısından ne anlama geliyor? Bana hangi yolları açıyor?” diye bakmak. Kadın seçmenin, genç seçmenin, ilk defâ oy kullanacak seçmenin bulunduğu bir ülkede, hâlâ 50 yaş üstü muhâfazakârın endîşelerini gidermek üzere yapılan bir siyâsetle, muhâlif seçmenin “ironi”yle konsolide edilmesi mümkün değil. Önce ellerinde ne olduğuna, “Biz kiminle yolculuk ediyoruz? Biz kimin adayı olmaya çalışıyoruz?” diye bir bakmaları lâzım. Ama bu yok. Peki bunun yerine ne koyuyorlar? Birincisi, hedef olarak muhâfazakâr seçmeni koyuyorlar. Çünkü gönlü alınacak olan o.

Bir de yapılacak işler var: Parlamenter Sistem’e geçilecek. Geçilsin tabii; hepimiz onu istiyoruz. Bunu nasıl yapacağız ve bu ne anlama geliyor? Bu, muhâlefetteki siyâsî partilerin  birbirleriyle arasındaki ilişki. Bu hikâye, muhâlif seçmenin gözünde masadaki aktörler ve etrafındaki insanların kişisel çıkar projeleri oluyor. Peki, bu denklemde muhâlif seçmen nerede? Tribünde ne olursa olsun sürekli alkışlayan insan mı muhâlif seçmen? Öyle değil ki… Memleket asıl onun ayaklarının altından kayıyor, hem de kaç senedir. Dolayısıyla yapılacak iş, önce muhâlif seçmenin neye muhâlif olduğunu anlamak. Çünkü anlamıyorlar. Güya Erdoğan karşıtlığından yürümemeye çalıştıklarını zannediyorlar; ama muhâlif seçmenin ortak noktasının Erdoğan karşıtlığından ibâret olduğu meselesine yatırım yapıyorlar fiilî olarak. 

İkincisi, birtakım mekanizmalar kurup bu insanları birbirleriyle konuşturacaklar. O masanın, birbirlerini sınırlamak için ürettiği gerilimin seçmene sirâyet etmesinin önüne geçmesinin tek yolu bu. Ben DEVA seçmenini Babacan’dan, İYİ Parti seçmenini Akşener’den, CHP seçmenini Kemal Kılıçdaroğlu ve etrafındaki birkaç kişiden ibâret olarak görmeyeceğim. Gidip bakacağım, dâvet edileceğim, konuşacağım filan. Yani yapılabilecek olan şey, konsolidasyon ne anlama geliyorsa, onun tersini yapmak. Muhâlif seçmenin çoğulculuğunu kabul etmek ve bu çoğulculuktan bir hikâye yaratmak. Başkanlık için de, Parlamenter Sistem’e Geçiş için de ya da adı her neyse, bu gelecek hikâyesi muhâlif seçmenin çoğulculuğundan gelecek… Çünkü öbür taraf çoğulculuğunu kaybetmiş vaziyette. Burayı oraya benzetmenin bir şey kazandırmadığına defâlarca tanık olduk. İstanbul seçimlerini CHP, CHP, İYİ Parti İYİ Parti olduğu için kazanmadı. İnsanlar, Tayyip Erdoğan karşıtlığı yüzünden de gidip İmamoğlu’na oy vermediler. Küçük bir ihtimal, “Burada bir açıklık, nefes alınacak bir yer var. Ben de burada olabilirim” ihtimâlini gördüler. Hem Ekrem İmamoğlu o andan îtibâren hem siyâsî partiler, anketlerde yükseldiğini gördükçe, muhâlif seçmene sürekli, “Sen burada olacaksın, ama bir sus, bekle, çeneni kapat” demenin dışında bir şey söylemiyorlar. O öfke başka alanlara, meselâ mülteci meselesine transfer olduğu zaman –çünkü olur, toplumlarda da olur; insanlar öfkelerini başka şeylerden, daha güçsüz olanlardan çıkarırlar–, sanki üzerinde sörf yapılacak bir dalgaymış gibi, bu sefer o öfkeyi alarak yürümeler. O kadar yanlış bir şekilde okuyor ve yönlendiriyorlar ki…

Dolayısıyla iki temel şey söylüyorum esâsında: Biri, muhâfazakâr seçmeni muhâfazakâr kimliğine indirgemeksizin onunla bir diyalog kurmak. Çünkü muhâfazakâr muhâfazakârlığından ibâret değil ki. Bir muhâfazakâr, aynı zamanda atanamamış bir öğretmen, asgarî ücretle geçinmeye çalışan bir işçi olabilir. Ya da çocuğu abuk subuk bir operasyonda asker olan bir baba olabilir o muhâfazakâr. O muhâfazakârla konuşacak, muhâfazakârlık dışında diller geliştirmeleri lâzım, eğer oradan oy istiyorlarsa. İkincisi, muhâlif seçmene dönüp, bütün o çoğulculuğu yansıtacak ve birbirleriyle müzâkere edecek bir siyâsî ortam yaratmaları lâzım. Ama bunun yerine bize, “Sokak olmaz. Sokak bizim siyâsetimiz değil. Miting yaparız ama kontrollü olur. Siz bir susun şimdi. Benim daha önemli işlerim var. Ertuğrul Özkök’le fotoğraf vererek iktidar olacağım. Bir susun, muhâfazakârların gönlünü almam lâzım” deniyor. Eh bu, Erdoğan’ın aynısına benziyor. Bu mesele sâdece taklitlerin aslı yaşattıkları hikâyesi değil. Muhâfazakâr mahalleyi “tavlamak” için başvurdukları sembolik dil her ortaya çıktığında –ben bu konuda bir tweet koleksiyonu yapıyorum şu anda–, öbür taraftan şöyle bir ses geliyor: “Yaa! Reis size bunu da yaptırdı ya!” Çünkü orayla ancak “Reis”in oluşturduğu dille iletişim kurabileceğini zannettiği her durumda, “Reis”in onlarla arasındaki bağı güçlendiriyor.  Sâdece “Aslı taklit aslı yaşatır” meselesi değil bu. Her seferinde, “Ben de sizinle Erdoğan gibi konuşabilirim” diyor. “Senin ‘gibi’ konuştuğun adam, benimle konuşuyor zâten. Sen bana başka ne söylüyorsun ki?” diye cevap veriyor. Yani muhafazakâr seçmeni muhafazakârlığına indirgeyerek; onu başörtüsüne, imam-hatip lisesine indirgeyerek konuşmanın, o sembolik iletişimin böyle bir karşılığı var. Ben bu şekilde onlarca tweet topladım. Erbakan’ın Anma Töreni’nde de aynı şey oldu. İmamoğlu Kur’an okuduğunda da aynı şey oldu. “Bak, Reis’i görüyor musun neler yaptırıyor bunlara.” Reis’in gücünü ispat ediyor: Reis bu dil üzerinden muhâlefeti de şekillendirmiş oluyor aslında. Bunu kaçırdıkları için, hem muhâfazakâr seçmenden bir şey alamıyorlar, hem de canı burnuna gelmiş, bıçak kemiğe dayanmış seçmeni kızdırıp küstürüyorlar. Ve hiç farkında olmadan onun haysiyetini hedef almış oluyorlar. “Akıllı ol, sus. Benim başka işlerim var. İktidâra geleceğim” ne demek? Böyle lâf mı olur? Sana 800 bin fark attırmış kitleyle böyle mi konuşursun?

Sonuçta elimizde herkesin birbirine çelme taktığı bir masa var. Bu yüzden var ama o masa. Muhâfazakâr seçmen takıntısı ve muhâfazakâr seçmeni yanlış okumak yüzünden var. Onlar da muhâfazakâr seçmeni Erdoğan nasıl okuyorsa öyle okuyorlar.  

Ruşen Çakır: Muhâfazakâr seçmeni Nagehan Alçı ve Ertuğrul Özkök’le kazanmaya çalışmanın yarattığı travmaları konuşmaya devam ediyoruz. Kemal, “Ne yapmalı ne etmeli? Nasıl konsolide etmeli?” diyeceğim, yine bana güleceksin. 

Kemal Can: Yani sen bana illâ “konsolidasyon” dedirtmek istiyorsun. 

Ayşe Çavdar: Bir kez daha söyle.

Kemal Can: Konsolidasyon. Son vaka örneğinde, pek konuşulmayan ama herkesin kafasında olan bir şeyi açıklıkla konuşmakta fayda var. Biraz önce söylediğim, “Muhâlefet nasıl kazanır?” ya da “Bu iktidar nasıl kaybettirilir?” meselesi, bu iktidar oluştuğundan beri, 20 senedir, siyâsetçilerin de, akademisyenlerin de, gazetecilerin de konuştuğu, tartıştığı bir mesele. İktidar cephesinde de, muhâlefet cephesinde de, birkaç önemli strateji manevraları yaşandı. Hani hep iktidar cephesinden konuşurken dönemler ayırıyoruz: Önce o muhafazakâr-demokrat kimliğini kullanıp, Avrupa Birliği, Çözüm Süreci, Liberal Demokrasi şeklinde kurduğu ittifakın üzerinde şekillendirdiği stratejiyle, kendi tabanına ve politik gücüne oradan devşirdikleriyle, sonra nasıl bir milliyetçi teyakkuzla yeni bir ittifak formunda bu sefer başka bir stratejiye yönelmesi gibi, bunun kontrastı olan muhâlefette de farklı şeyler oldu. Bu iktidârı bir tehlike olarak işâret edip, o tehlikeyi de çok daha katı kültürel hatlara sıkıştırarak, laiklik tehdidi veya devlet kapasitesine saldırı şeklinde târif ederek, başka bir uçlaştırma, daha sonra da bu iktidârı iktidarda tutan kimlik alanlarını aşırı önemsemeye ve sâdece onlara göre biçimlenmeye başlayan bir muhâlefet. 

Ben daha önce  “5 Soru 10 Cevap”taKılıçdaroğlu Faktörü başlığıyla yaptığım yayında da söylemiştim bunu. Kılıçdaroğlu bu dönüşümün önemli faktörlerinden biri ve bu dönüşüm sayesinde masayı asıl toplayan insan. Burada muhâlefet cephesinden pek çok kişinin de eleştirdiği, bu muhâfazakâr kimlik alanlarına, “öteki mahalle”ye çok daha tâvizkâr bir tutum takındığı söylendi. Ama meselâ son düzlükte şunu gördük: “Kavgaya geliyorum, önümden çekilin” lâfıyla, elektrik faturası çıkışıyla, “Beşli çete” iddiasıyla başka bir hatta girdiğini, bu kimlik bloklarını kurmak yanında, seçmenin siyâsetle ilişkisini, siyâsetin ekonomi ve temel tercihlerle ilişkisini yeniden târif edebileceği ya da o tür bir bakışa kapı açabileceği yolunda birtakım adımlar attı. 

İlginç bir şekilde, Meral Akşener’in de ekonomi programını partili olmayan, partinin dışından ve uzağından isimlere teslim etmesi ve o isimlerin ifâde etmeye başladığı problem târifi, kendisinin de zaman zaman Meclis kürsüsünden yansıtmaya çalıştığı daha ekonomik tercihler, yoksul ve sıkıntıda olan insanların sesi olma gayreti, partisinde yapmaya çalıştığı bâzı pozisyon düzenlemeleri ve çekilmeye çalıştığı alanlardan biraz uzakta durma gayretleriyle başka bir hat oluştu. Bu kimlik stratejileri ve karşı mahalleden oy kopartmak veya onların endîşelerini, ihtiyaçlarını gözeten stratejiler konusunda, biraz daha farklı bir çizgiye doğru evrildiğini ya da en azından bunu gördüğünü hissettiren bir tutum gördük. İmamoğlu’nun çıkışının, çok açık biçimde, özellikle son konuşmasında ve son videolarında çok baskın olan Kılıçdaroğlu’nun çıkışlarına bir cevap tarafı da vardı aslında. İmamoğlu’nun bilmem kaç oy almak için karşı tarafın sembol isimleriyle fotoğraf çektirmesi, aslında biraz geride kalmış eski bir stratejinin devamcısı rolüne soyunmasıyla ilgiliydi. Yani Kılıçdaroğlu kavgaya girdiğini söylerken, İmamoğlu, tam da o kavganın karşı tarafı aktörlerle kavga etmeyecek bir figür olarak, kendi adaylığının ilk resmini vermeye kalktı. “Seçmenler ya da buna tepki verenler bunu düşündü mü, buna mı tepki verdi? Böyle sınıfsal bir reaksiyon var mı arkasında?” diye bir sürü soru sorulabilir. “Seçmen bunlara bakmaz, böyle davranmaz. Ne alâkası var?” diyenler de çıkabilir. Ama pek çok siyâsî davranışın arkasında bu tür sezgiler vardır. Seçmenler ya da parti taraftarları bunu çok kavramsal olarak kafasında yerleştirmez, ama bâzı şeyleri hissederler. Zâten o hissettiklerine gönderilir mesajlar. Burada böyle çok açık bir tutum var.

Bütün bu kimlik siyâseti ve kutuplaştırmanın kendisini, “Biz kutuplaştırmayı kaldırıyoruz” deyip, bir kutuplaştırma aracına dönüştürüp, birtakım sorunlu aktörlerle hesaplaşmanın ya da artık onları etkisizleştirmenin talebini bir kutuplaştırma meselesi gib göstermek, çok temel bir meseleyi kutuplaştırmayla eşleştirmeye çalışmak, sorunlu bir politik tercih. Bu tepkilerin bir kısmında şunu gördük: Bu ezber, aslında çok da kuvvetli tabanı olan bir ezber değil. Tıpkı, nasıl kutuplaştırma insanları ayrıştırıp, blokların birbirine geçemediği ve siyâsete alan kalmayan bir kâbus yaratıyorsa, “Biz kavga da etmeyeceğiz. Aslında hepimiz aynıyız. Herkesin endîşelerine ve hassâsiyetlerine saygılıyız” baskısının da benzer bir alan kapatma olduğunu gösteren bir şey oldu. Çünkü bu da pasif bir kutuplaştırma. Ekonomide bunun çok çarpıcı karşılığını görüyoruz. 

Çok yakın bir zamana kadar, bu liyâkat tartışmaları, zaten bağımsızlığı tartışmalı uyduruk pozisyonların, bağımsızlığını kaybettiği için birtakım şeyler olduğu iddiaları ve bunun yarattığı türbülansla ekonomideki bozulmanın seçmende hemen bir karşılık oluşturacağını ve neredeyse geçen sonbaharda başlayan sürecin bu yaz büyük bir erimeye yol açacağı varsayılıyordu. “Bunlar beceriksiz, bunlar her şeyi batırdılar” tezinin her şeye yeteceğine inanılıyordu. Ama bugün karşımıza gelen tablo, aslında büyük bir servet transferinin inşâ edildiği ve liyâkatsizlikten öte, asıl problemin, “Kimi destekliyoruz? Kimden alıp kime veriyoruz?” konusundaki bir operasyon olduğunun çok daha net rakamsal verilerle görünüyor olması. Bu çok önemli bir şey.

Buna benzer şeyler, asıl tartışmanın, asıl siyâsî bölünmenin kimlik alanı dışında olduğunu, ortaya çıkan “sorunlar” dediğimiz şeyin de, bu tercihlerle ilgili olduğunun çok daha güçlü bir biçimde gösterileceği bir politik zemin var ve ilginç bir biçimde, buna aday olan yok. Dediğim gibi, kısmî olarak son günlerde Kılıçdaroğlu ve Akşener’in, zaman zaman örtüşen, zaman zaman da birbiri üstüne çok oturmayan bir hatta, doğru konuşmaya başladığını görüyoruz. Ama hâlâ, bu temel yapısal bir sorun. Bu iktidârın yarattığı sorunun aslına dâir, zemine konuşan bir siyâsî tutum yok. Meselâ Ümit Özdağ tarafından Mansur Yavaş’ın aday gösterilmesi yine bir kimlik işâreti. İmamoğlu’nun, yanına aldığı figürlerle ve sonradan yaptığı açıklamalarla –“Akıllı olun açıklamalarını da buna dâhil ediyorum; “Akıllı olun”, illâ negatif parmak sallama olmayabilir–, ama orada akla ne atfettiğinden de yola çıkarak, başka bir şeyi söyleyen ve asıl kavgayı önemsiz hâle getiren bir tutum görüyoruz.

Bu tutumu ekonomide gördük. Şimdi yavaş yavaş göçmen meselesinde de görüyoruz, hattâ daha fazla da göreceğiz. Çünkü göçmen meselesinde, iktidârın sürekli manevra yaptığını, rota değiştirdiğini söyleyenler var. Tam tersine, değişiklik diye görülen şeyler, baştan îtibâren süren politikanın kendisi zâten. Otobüslere bindirip Edirne sınırına götürmek de, “1 milyon kişiyi geri göndereceğim” demek de, geri götürecekleri için MÜSİAD’dan para talep etmek de, “Hepsi burada, ensar kalacak. Muhâlefet bunları göndermek istiyor” derken de, aslında, değişen bir politika değil, bunun başından îtibâren son derece araçsal olduğu bir politika sürekliliği var. Bütün bunlar, bunu dillendiren aktörler olmasa bile yavaş yavaş karşımıza geliyor. Ekonomide de bu böyle.

Son olarak, kimlik siyâsetini ve kutuplaştırmayı kırmak için kurulan stratejilerin de, pasif anlamda onun bir simetriğini yarattığı yavaş yavaş anlaşılıyor ve buna reaksiyon veriliyor. Bunun yolu, bu alanların dışına çıkarak, temel tercihleri, talepleri, beklentileri, kendi neden-sonuç ilişkileri içerisinde ana çatışma meseleleri olarak gündeme taşımak, sorunları tartıştırmak üzerine kurulu bir siyâset zemini yaratmak.

Yine birinci turda söylediğime döneceğim: Yanlışlık, iletişim kazâsı, hatâ denilen şeyler, yapılmak istenen siyâsetle ilgili târif ve bunu yapacağınız aktörlerle ilgili algıda başlıyor. Yani kendi seçmeninizi, size uzak olduğunu, ulaşamadığınızı düşündüğünüz seçmeni ve onlarla birlikte yürüyebilmenin yollarına ilişkin düşünmeniz gereken çözümleri tamâmen değiştiren bir şey. Bunu yapmadıkça ya da bunun işâretlerini vermedikçe, hem bu tür kazâlar çok olacak, hem de Türkiye’nin ve belki dünyanın da yaşadığı bu siyâsî kilitlenme, bu kriz zemininde, Filipinler’de Marcos’un oğlunun geri gelmesiyle ya da Orban’ın Macaristan’da kazanmasıyla, belki Trump’ın yeniden ABD’nin başına gelmesiyle izleyeceğimiz şeylerin benzerlerini göreceğiz. Bu kilitlenmeyi daha yapısal bir sorun olarak almadıkça, bunu aşmak mümkün değil. 

Şu olağanüstülük hâli çok önemli bir şey. Çok kritik bir eşikteyiz. İster akıllı olmak, ister doğru davranmak ya da hatâ yapmamak, her neyse, bu olağanüstülük hâlinin bir siyâsetsizliğe dönüşmemesi lâzım. Tam tersine, bu olağanüstülüğün siyâsetin önünü açan bir şey olarak kullanılması, herkesi susturan bir şey olarak değil herkesin dâhil olmasına imkân sağlayacak biçimde gündeme getirilmesi lâzım.

Ruşen Çakır: Evet, noktayı koyalım. Bu hafta Burak Bilgehan Özpek mâzereti nedeniyle programda olamadı. Haftaya kendisine daha uzun yer veririz. Kemal Can ve Ayşe Çavdar’a teşekkürler. İzleyicilerimize de teşekkürler. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.