Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Stanislaw Lem: Bilim ve inanç üzerine (1993-Türkçe altyazılı)

Tarkovsky’nin “Solaris”ini izlerken kendimden geçmediğimi, büyük bir heyecan duymadığımı itiraf etmeliyim. Kubrick’in “2001: Bir Uzay Destanı”na kıyasla hele, neredeyse etkilenmedim diyebilirim. Ancak beni huzursuz eden bir şeyler vardı, bir şeyleri anlamadığımı veya kaçırdığımı düşünüyordum. Bazen bazı şeylere karşı böyle bir his besliyor ve sonra sürekli kendimi suçluyor, yetersiz buluyorum. Goethe’nin “Faust”u için de böyle olmuştu misal. “Hayır,” demiştim kendi kendime, “ben beceremedim bir şeyleri kavramayı.”

Muhtemelen bir yıl geçmeden Soderbergh’ün “Solaris”ini izledim. “Belki,” dedim kendi kendime, “bu sefer olur.” Doğrusu, olmadı. Aynı yavanlıktan kurtulamadım. Nedense Solaris’i, bu fikri, sevmek istiyordum. (Alışıldık bir uzay macerasının ötesinde olduğu için belki de.) Oraya buraya koşuşturup ışın yollayan dünya dışı yaşam yerine, zihnimizin derinliklerine sızan bir okyanusun gerçekliğine inanmak daha mı iyi olacaktı, bilemiyorum. Sanırım sevmediğim başlıca şey, bir adamın aşkına yoğunlaşılmış olmasıydı. Ama “Dur hele,” dedim kendi kendime, “belki bundan ötesi de vardır.”

Böylece Stanislaw Lem ile tanıştım. Bu iki filme kaynaklık eden kitabını edindim ve mesnetsiz bir biçimde hayatımı değiştirmesi ümidiyle okumaya başladım. Elbette ki hiçbir şey değişmedi, hele ki hayatım. (En azından bildiğim ve fark ettiğim kadarıyla.) Bununla beraber, Lem’in diğer kitaplarına da bakma arzusu oluştu içimde. Arayı soğutmadan Aden’i okudum. Sarsılmadım yine. Lem, H. G. Wells veya Robert A. Heinlein gibi doğrudan bilimkurgusal bir dünya inşa etmek yerine, kahramanlarının iç dünyaları üzerinden mevcut dünyayı felsefi bir keşfe çıkmayı yeğliyordu. Bunda değerli bir şeyler olduğunu kestirsem de tam olarak bir yere konumlandıramıyordum. “Olsun,” dedim kendi kendime, “ileride yine denerim.”

Sanırım birkaç sene boyunca Lem okumadım. Sonra nereden esti bilmem, “İnsanın Bir Dakikası” adlı öykü kitabını aldım. İşte o zaman Stanislaw Lem’e gerçek anlamda hayranlık duymaya başladım. Varsayımsal olarak yazılan üç kitabın eleştirisini içeren üç öykü bulunuyor bu eserde. Bunlara “öykü” demek ne kadar isabetli olur, bilemiyorum. Oldukça nüktedan bir biçimde yazılan bu eleştirel yazılar, hele ki kitaba ismini veren ilk öykü (İnsanın Bir Dakikası) beni çok heyecanlandırmıştı. Öyle ki, kitap bitince hemen dönüp tekrar okumuştum. Nedense zihnimi çok özgürleştiren bir şeyler bulmuştum bunda. Bir şeylerin var olmasına, yaşanmasına, gerçekleşmesine bile gerek olmaksızın onun üzerine bir anlatı inşa etmenin baştan çıkarıcılığı ile karşılaşmıştım. “İşte,” dedim kendi kendime, “nihayet anlıyorum.”

Böylesi uzun ve bir bakıma lüzumsuz girizgahın ardından, Lem’in kişisel ve ehemmiyetsiz dünyamda neye tekabül ettiğini ve bu çeviriyi neden yaptığımı anlıyorsunuzdur. Buna rağmen, kendimi ve çenemi yer yer tutamama huyumun kurbanı olarak birkaç laf etmek istiyorum. Birincisi, Lem, bilim ile felsefeyi harmanladığı ve yeni bir anlatım tekniğini bana gösterdiği için çok önemli bir yere sahip bende. İkincisi, bu kanalda beni şu veya bu şekilde etkilemiş insanlardan birer parça da olsa bir şeyler paylaşarak onlara karşı olan minnet borcumu ödemeyi planlıyordum ve şimdiye dek hiç Lem koymamıştım kanala. Oysa artık var.

Bununla beraber, Stanislaw Lem’in aslına bakılırsa oldukça cesur olan bir biçimde cevaplarını sunuyor olması benim epey bir hoşuma gitti. Bilimin hemen hemen hiçbir soruya cevap vermediğini ifade eden Lem, aslında sadece birtakım varsayımsal çıkarımları kullanan bilim insanlarının zihinsel yeterlilikleri ölçüsünde bizleri hakikate yaklaştırdığını belirtiyor. Günümüzde “bilimsel” olan her şeyin hiç kuşkusuz “hakikat” olduğu kanaatinin hakim olduğunu da düşünürsek, Lem’in altını çizmeye çalıştığı şeyi daha iyi anlarız.

Her yeni fenomen hakkında uzmanların sonsuza dek sürebilecek farklı fikirleri olduğunu belirten Lem, elbette ki teknik ve mekanik bilimsel ilerlemelerin oldukça işe yarar olduğunu belirtmekle beraber, her türden eylemin “bir olasılık” barındırdığını da unutmamamız gerektiğini söylüyor. Başımıza göktaşı düşebilmesi de aslında “bilimsel olarak” mümkün iken, böyle bir şeyin gerçekleşmeyeceğine olan “inancımız” ile faaliyetlerimizi sürdürüyoruz.

Bu bakımdan, “bilgi” ve “inanç” denilen iki mefhumun aslında birbirine karıştığı ve birbirinden ayırt edilemez bir bütünlüğe kavuştuğunu belirtiyor Lem. Doğrusu, birkaç dakikalık bir videoya bu kadar uzun şeyler yazıyor olmamın çok da akıl kârı olmadığını düşünerek ve hatta bunu dile getirerek herkese sağlıcakla kalmasını, olur ya, kalamadığı durumda da enseyi karartmaması gerektiğini hatırlatırım.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.