Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can yazdı: Krizin eksik kalan sonucu

Ekonomik krizlerin veya sıkıntıların siyasi etkileri konusunda geniş bir literatür var. Ekonomik oy verme davranışının her ülkede olduğu gibi Türkiye’de de geçerli olduğu, defalarca yapılmış çalışmalarda gösterildi. Ayrıca ülkemiz siyasetinde çeşitli zamanlarda farklı siyasetçiler tarafından dile getirilmiş özlü sözler açısından fena olmayan bir külliyat mevcut. “Boş tencere”, “mutfakta yangın” gibi benzetmelerin nelere yol açacağı hakkındaki slogan sözleri yine sık sık işitiyoruz. Evde veya sokakta yapılan ortalama siyaset sohbetlerinin ana teması, milletin tek derdinin geçim sıkıntısı olduğu tespitiyle başlıyor. Siyaset profesyonellerinden akademik çevrelere kadar geniş bir yorumcu grubu, bu yaklaşımı hararetle paylaşıyor, hatta daha ileri gidilerek “bu konu dışında ne söylense boş” sınırına kadar ilerliyor. Son yapılan çalışmalar, ekonomi kaynaklı sorunların ezici bir ağırlık kazandığını gösteriyor. Ekonomik tabloya ilişkin kötümserlik hatta çözüm ihtimali hakkındaki umutsuzluk, artık siyasi tercihleri aşan bir yaygınlık kazanmış görünüyor. Ancak bütün bu tablonun yarattığı siyasi sonuçlara, daha doğrusu yaşananla netice arasındaki oransal ilişkiye gelince, iş biraz karışıyor.

Türkiye’de özellikle 90’lı yıllarda ve 2000’lerin başında birkaç kez tekrarlanan ekonomik krizler, mevcut iktidarları çok fena süpürmüştü. Bu deneyimler ve başka ülkelerde yaşananlar hatırlanınca, iktidarın hala ciddi bir taban direnci göstermesinin “normal” karşılanması ya da “sindirilmesi” zorlaşıyor. Çeşitli anketlerin ölçümleri ve 2009’dan itibaren bazı seçim sonuçları dikkate alındığında, iktidarın hiç de küçümsenmeyecek bir gerileme yaşadığı ortada. Cumhur İttifakı, 2018 seçiminden bugüne kadar seçmen desteğinin neredeyse dörtte birini kaybetmiş görünüyor. AKP’nin kendi başına aldığı oy dikkate alındığında ise son 10 yıldaki kaybı, 20 puanın üzerinde. Yüzde 50’den yüzde 30 altına giden bir yolculuk. Bu kayıpların önemli bir kısmının ekonomiyle ilişkisi olduğu rahatça söylenebilir. Fakat -haklı olarak- herkes kaybedilene değil de elde kalana bakıyor ve  sonucu yetersiz buluyor: “Hâlâ nasıl yüzde 40 oy alabilir?” Üstelik ekonomik kriz konjonktürü -alıştıra alıştıra olsa bile- epey uzun süredir yürürlükte. İktidarın yaslandığı “kriz yok”, “dış saldırı” veya “sabredin geçecek” iddialarının artık pek bir geçerliliği yok. Belki durumu şöyle özetleyebiliriz: Ekonomik krizden seçmen etkileniyor ama iktidar henüz aynı ölçüde sarsılmıyor. Böyle davranmayı başarabildiği için de sinir bozucu oluyor.

Ekonomik krizin gerçekleşen ve olası siyasi sonuçlarının, “beklentileri” karşılamaması hakkında iki temel yaklaşım var: Birincisi sayısal veriler ne gösterirse göstersin, ekonomik sıkıntıların geri döndürülemez biçimde iktidarın desteğini erittiği ve daha da eriteceği. İktidarın hâlâ önemli destek alıyor görünmesinin gerekçesi ise ekonominin konuşulmasını engelleyerek yaptığı gündem manipülasyonları ya da anketlerin hatalı ölçümü olarak gösteriliyor. İkinci yaklaşım ise ekonominin ağırlıklı mesele olmasına rağmen seçmen davranışlarına yeterince yansımadığı inancına dayanıyor. İktidar seçmeninin ideolojik oy verme davranışı (kemik oy) daha öne çıktığı için böyle bir sonuç yarattığı veya kutuplaştırma siyasetinin hâlâ işlediği düşüncesi, bu yaklaşımın kullandığı argümanlar. Elbette bu iki yaklaşımın izlenmesi gereken yola ilişkin düşünceleri de farklılaşıyor: Gündem değiştirme ataklarına hiç prim vermeden ekonomik kriz ve vatandaşın zorluklarının görünür kılınması veya iktidar seçmeni ve kararsızların ideolojik-kimliksel endişelerinin yatıştırılması gibi hayli farklı uçlara uzanan taktik öneriler söz konusu oluyor.

Ekonomik kriz karşısında takınılan siyasi tutuma iktidar cephesinden baktığımızda gördüklerimiz, daha da acayip. (Daha öncesi de var ama biz yakın tarihi ele alalım) Ekonomik krizin siyasi gündemin belirleyici konusu haline gelmesini 2018 seçimleriyle başlatabiliriz. Muhalefet, fırtınaya bu iktidarla yakalanmayın derken, Erdoğan “istikrar” sığınağını önermişti. Aynı tarih, damadını ekonomi bakanı yapan Erdoğan’ın “verin bu kardeşinize yetkiyi görün bakın…” iddiasının hatta “başkanlık sisteminin” teste başladığı dönemeçti. İki sene boyunca, damat bakanın alayları ve bazı danışmanların tehdit dolu çemkirmeleri eşliğinde, “kriz filan yok, ekonomi gayet iyi ve daha iyi olacak” hikayesini dinledik. 2019 yerel seçiminde büyük şehirlerde bu inkar söylemine güçlü bir siyasi cevap geldi. Ardından pandemi şoku ve küresel kriz konjonktürü, iktidara gecikme bahanelerini tazeleme fırsatı sundu. Çok acayip manevralar, tuhaf kadro ve söylem denemeleri eşliğinde yaşanan son savrulmalarla birlikte, bütün sayısal göstergeler altüst oldu. İdeolojik körlük, liyakat sorunu ve beceriksizlik yorumlarıyla karşılanan çalkalanmanın arkasındaki “çarkların dönmesi” önceliği saklanabildi. Bu arada çalışanların milli gelirden aldıkları dört liranın bir lirası başkalarının cebine girdi.

Erdoğan, şükür ve sabır eksiği üzerinden vatandaşı, dünyaya kafa tutan lider havasıyla ekonomi elitlerini hizaya sokmayı deniyor. Bütün dünyanın yaşadığı ortak bir sıkıntıdan söz ediyor ama Türkiye’nin özel bir saldırı altında olduğu iddiasını boşlamıyor. Çok özel bir formül denendiği tezi herhangi bir rakamsal veriyle desteklenemiyor ama siyaseten bu popülist demagojiden hiç vazgeçmiyor. “Camide içki içildi” zorlamasının doğruluğuyla nasıl ilgisi yoksa, aslında faizle bir mücadele yürütülmediği gerçeğiyle de ilişki kurmuyor, kurdurmuyor. Bu çok saçma ve irrasyonel görünen savunmalar, “uzmanlarca” -kısmen haklı olarak- büyük bir beceriksizlik ve çaresizlik göstergesi olarak yorumlanıyor. Anketlerde iktidardan yüz çevirmiş seçmenin de büyük ölçüde böyle düşündüğü görülüyor. Ancak bu beceriksizliklerin yanında becerilenler ve çaresizliklerin yanı sıra üretilmiş “çareler” de var. Uluorta söylediği için kabine toplantısında azar işittiği söylense bile; Ekonomi Bakanı Nebati, asıl önceliği açıkça ifade etmekten kaçınmıyor: “Dar gelirliler sıkıntı çekse bile çarklar dönüyor”. Erdoğan, pandemi günlerinde TOBB başkanına “yüzün gülüyor bakıyorum” derken aynı şeyi söylemiyor muydu? Önlem paketlerinden, parası olanlara yeni gelir enstrümanları, parası olmayanlara borç kelepçesi çıkması rastlantı mı?

Tekrar başa dönersek: Vatandaş için artık taşınamayacak kadar büyük bir sorun haline gelen ekonomik kriz, neden iktidar için aynı büyüklükte bir sıkıntıya dönüşmüyor? Seçmenin en önemli, memleketin asıl sorunu olan ekonomi, yaklaşan seçimin sonucunu belirleyecek tek kriter haline neden gelmiyor? Neden “adayın kim olacağı” gibi bir konu, ekonomik tercihlerden daha önemli sayılabiliyor? “Ekonomi konuşulsun istenmiyor” diye vatandaş ne yaşadığının farkına mı varamıyor? Yoksa başka konularla fazla ilgilendiği için, farkına vardığını mı gösteremiyor? Kimlik aidiyeti ve kutuplaştırma siyasetinin etkisi hala çok güçlü bir baraj mı? Elbette Türkiye’nin daha önce yaşadığı kriz deneyimlerinde, iktidarların arkasındaki seçmen desteğinin kimlik aidiyetlerine sıkıştırılmış kısmı, bu kadar büyük ve dirençli değildi. Bu anlamda, çekirdek seçmen ve 20 yıl içinde imal edilmiş kimlik hapishanesinin kalın duvarları, mevcut iktidarı öncekilere göre daha avantajlı kılıyor. Yaklaşık yüzde 25 sınırına kadar büzülen çok dirençli bir çekirdekten bahsedebiliriz. Bu çekirdek, endişe yatıştırmakla nüfuz edilebilir gibi durmuyor ama iktidarın tutabildiği veya tutabileceği desteğin tamamını da açıklamıyor. Krizin vardığı seviyeye bakınca, durumun yeterince fark edilmediğini iddia etmek de artık kitlesel hakaret sayılır. Neden tam kopma olmuyor sorusunun cevabı acaba yanlış yerlerde aranıyor olabilir mi?

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.