Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (71): Muhalefet eksenleri ve İYİ Parti

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Sakarya’daki konuşmasında altılı masayla ilgili “Altı lider bir aradayız. Altı partinin liderleri demokrasi konusunda anlaştık. Her birimiz tek tek Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bozulan çarklarını yeniden onaracağız. ‘Altında başka parti var mı?’ diye sorarlar… Bunların tamamı açık ve net söylüyorum safsata” dedi.

CHP Milletvekili Gürsel Tekin’in “HDP’ye bakanlık verilebilir” açıklaması üzerine CHP ve İYİ Parti’den karşıklıklı açıklamalar geldi. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Hayır yok böyle bir şey. Karar alınırken altı lider oturup karar alacağız” dedi. İYİ Parti lideri Meral Akşener‘den ise “HDP’nin olduğu masada biz olmayız. Bizim olduğumuz masada da HDP olmaz” çıkışı geldi.

“Altılı masada görünen ve görünmeyen farklılıklar neler?”, “HDP sorunu, İYİ Parti ile CHP’nin arasını açar mı?”, “İYİ Parti merkez sağ parti olmaktan vaz mı geçiyor?”.

Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek, Adını Koyalım’da tartıştı.

Yayın hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal 

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Adını Koyalım”la karşınızdayız. Kemal Can, Burak Bilgehan Özpek ve Ayşe Çavdar’la yine bir konuyu ele alacağız. Bu hafta İYİ Parti’yi eksene koyuyoruz ve Altılı Masa’yı konuşacağız. Arkadaşlar, merhaba. 

Ayşe Çavdar-Burak Bilgehan Özpek-Kemal Can: Merhaba.

Ruşen Çakır: Bu haftanın konusunu sosyal medya üzerinden gaza gelip öyle hesapladık. Burak’ın Daktilo 1984’teki bir yazısı ve tespitinden hareketle, Kemal’in ona yönelik birtakım sözleriyle bu hafta bu konuyu tartışalım diye anlaştık. Olay, aslında Gürsel Tekin’in mucizevî “HDP’lilere bakanlık verilebilir” çıkışıyla berâber, Altılı Masa’nın diğer aktörlerinin çok fazla topa girmediği, İYİ Parti ve CHP’nin bir şekilde tartıştığı bir konu. Burada da şöyle ilginç bir durum ortaya çıkıyor: Altılı Masa deyince akla hep Kılıçdaroğlu-Akşener uyumu, birlikteliği gelirdi. Diğerlerinin de buna eklenip eklenmeyeceğini tartışıyorduk. Şimdiyse bu ana omurgada bir sorun olup olmadığı tartışması var. 

Kemal, seninle başlayalım. Senin Burak’a yönelik îtirâzın neydi? Îtirazlardan sonra Burak’a ve en son da Ayşe’ye söz verelim. İlk bölümde de konuşacağız, ama olayın ekseninde HDP meselesi var. Demirtaş’ın bana verdiği son röportajda söyledikleri… Çünkü orada Kılıçdaroğlu’na çok açık bir destek vardı. Açıkçası cevaplar geldiğinde çok şaşırdım, bir gazeteci olarak çok hoşuma gitti. Bu desteğin siyâsî anlamını da yine CHP-İYİ Parti bağlamında konuşuruz. Kemal, seninle başlayalım.

Kemal Can: Burak’ın paylaştığı kendi yazısını okuduktan sonra o yazıya katkı olabilecek birkaç şey yazdım. O da sosyal medyadan cevap vermek yerine, “Bunu ‘Adını Koyalım’da konuşalım” dedi. Sen “Adını Koyalım”da bize sürekli Altılı Masa konuşturduğun için… Herhalde en az 4-5 tâne Altılı Masa oturumu yapmışızdır. Sonuçta meselenin özü bu. Burak, çeşitli zamanlarda çeşitli yönlerine işâret ettiği bâzı eksenlerin artık iyice belirginleştiğini anlatan bir yazı kaleme almış ve daha önce parça parça ifâde ettiği görüşlerini toparlamış. Ben de orada biraz eksik kaldığını düşündüğüm İYİ Parti mevzûuna biraz katkı yapmak için, “İşin o tarafında da bir eksen sorunu yok mu?” diye sordum. Zâten benim bunu sormamla, senin de söylediğin gibi Gürsel Tekin meselesi denk geldi. Peşinden Akşener’in çıkışı oldu, oradan da devam eden “İttifak lâzım mı, lâzım değil mi?” tartışmaları biraz daha büyüdü. “Sorun mu var?” kısmı, sosyal medyadan bütün medyanın gündemi hâline geldi. 

Ben burada birkaç noktayı kendi açımdan tekrar etmek zorundayım. Birincisi, Altılı Masa’yla ilgili konuşmalarımızda, “muhâlefete muhâlefet ettiğim” yazı ve konuşmalarda hep söylediğim bir şey vardı: “Sonrayı sonraya bırakalım. Şimdi aramızdaki farklar dolayısıyla bunu konuşmak hayırlı olmaz. Bu, muhâlefet ittifakını sıkıntıya sokar. Onun için bu sonraya dâir konuşmaları; yani, neyi değiştiriyoruz, nasıl değiştiriyoruz ve değiştirdiğimiz şeyin neye benzeyeceği konuşmalarını biraz ileriye itelim. Çünkü Altılı Masa’da başka başka partiler var, dolayısıyla bu partilerin her birinin farklı ajandaları var. İşler karışır.” 

Ama aslında bu, siyâsetin doğasına aykırı bir şeydi. Gerçek bir durum değildi, zorlama bir soyutlamaydı. Bugün yaşadığımız sorunun kendisi de bundan ibâret. Yani birdenbire birtakım eksenler ortaya çıkmış, o eksenler dolayısıyla da bâzı sorunlar yaratan yeni bir gerilim yaşıyor değiliz. Aslında bunlar, var olan, saklanan, ertelenen, açık bir zeminde konuşulmak istenmeyen, üstü örtülerek idâre edilebileceği sanılan siyâsî meselelerdi. Sâdece bir soyut sistem tartışmasıyla “Parlamenter sisteme geçeceğiz” dendi. Hattâ onun bile detayları tam olarak yok. O “Parlamenter sisteme geçeceğiz” cümlesinin çerçevesi de son derece muğlak. Sâdece çok temel birtakım ilkeler var. Böyle yürünen bir muhâlefet masasının hem hep şikâyet edildiği gibi seçmende somut karşılıklar üreten, onlarda heyecan yaratan bir işlevi olamadı, hem de kendi içinde eksen diye tartıştığımız gerilimler, hesaplar, bu hesaplara dâir adımlar, örtülü ve açık gayretler, işleyegeldi. Son olarak aday tartışmalarıyla birlikte bu iyice ayyûka çıktı. Aynı biçimde aday tartışması da ertelendikçe, aslında yatışmayan, içinde köpüren, hattâ hafif fermante olmaya başlayan, bâzı taraflarında hafif çürüme emâreleri gösteren, biraz kirli bir tartışmaya döndü. Kılıçdaroğlu’nun son çıkışları da biraz bununla ilgiliydi. “Burada açıkta olmayan birtakım başka operasyonlar dönüyor” iddialarını dile getirdi.

Bütün bunları derli toplu koyunca, ben şuna tekrar ve net biçimde işâret etmek durumundayım: Bu muhâlefet ittifakı çerçevesi, çok başarılı bir ortaklık zemini olarak inşâ edilmiş olabilir. Ama bu ortaklık zemininden üretilen enerji, muhâlefeti taşıyan bir enerjiye dönüşmedi. Tam tersine, bütün aktörler, bunun orta ve asıl olarak uzun vâdeli hesaplarına göre ayrı ayrı birtakım stratejiler geliştirdiler. Aslında bu masanın her bir aktörü, “Bugünü konuşalım, bugüne odaklanalım, seçime odaklanalım, diğer şeyleri konuşmayalım” deyip, seçimden sonrasının hesaplarına göre bütün stratejilerini kurdular. Meselâ Burak adaylar üzerinden bir eksenler târifi yapıyor. Hattâ doğrudan masada olmayan bâzı aktörlerin bir arada olabileceği bâzı eksenlerin zorlandığını îmâ ediyor. Ama bu Altılı Masa’nın kendisinden ayrı bir eksen târifi açısından, bence İYİ Parti’nin baştan îtibâren belirleyici ve kritik bir rolü oldu. Hattâ 2018’e kadar geri götürebiliriz. 2018’de, ittifak kararıyla yürümek dışında, bütün adayların kendi başına yürümesi kararını oluşturan da Akşener’di, ondan sonra yerel seçimdeki tavrını da gördük. Son olarak da, “Ben aday değilim. Ben başbakan olacağım” açıklamasını yaparken de, aslında ileriye, hattâ seçimden sonrasına dönük bir strateji kuruyordu. 

Ben daha önce birkaç kere yazdım ve söyledim, ama burada da tekrar edeyim: 90’ların başında, ANAP iktidârının sona erip, DYP-SHP koalisyonunun kurulduğu dönemdekine benzeyen bir akıl yürütmenin, sonradan taktik ve stratejik olarak çok da başarılı sonuçlar vermediğini, İYİ Partililer’in ve Akşener’in yaşayarak gördüğünü sandığım bir hesap hatâsının ürünüydü bu. Ama yapılan şuydu: “Biz, bugüne dâir net politik tavırlar almaz ve geleceğin merkez sağ iktidârını, yani bu iktidârın değişmesiyle birlikte çözülecek ve boşta kalacak büyük sağ seçmen blokunu terekemize geçiririz. Bunun önündeki riski de büyük ölçüde CHP taşır. Hattâ HDP’yle yapıştırılacaksa da o yapıştırır, biz bunun dışında kalırız. Biz temel sağ hassâsiyetler üzerinden iktidârın bize yöneltebileceği saldırılara doğru barajlar kuralım yeter. Net tavırlar almamız gerekmez. Bu bekleme pozisyonu, bize gelecekte başbakanlığı ya da birinci partiliği getirebilir” gibi bir strateji kurulmuştu. Açıkçası yerel seçimden sonra tek ivme kazanan partinin İYİ Parti olması, bu kısmî korunaklı ve net tavır almayan “imkân partisi” görüntüsünün bir avantaj sağladığını, muhâlefet blokunda kalma kararlılığının da bunu pekiştirdiğini gördük ve İYİ Parti, hızla ivme aldı. 

Ondan sonra strateji yeni bir aşamaya geçti. Özellikle anketlerden CHP + İYİ Parti’nin Cumhur İttifakı’nı geçebiliyor olduğunun görülmesiyle birlikte, “Tamam işte, CHP ve İYİ Parti’den oluşan muhâlefet bloku gayet net biçimde öne geçmiş durumda. Dolayısıyla bu denge içerisinde eğer seçimi alabilecek temel şeyi yürütürsek, burada pozisyon alıp hiçbir şeyi riske sokmayalım. Geleceği falan da tartışmayalım. Burada bir zemin kuralım, bu zemin üzerinden girelim. Diğer adayları, diğer seçenekleri, diğer aktörleri de bize mecbur olacakları bir zeminde tutalım. O yakınlıkta veya o uzaklıkta tutalım. Bu böyle işler” dediler. Bu böyle olmadı. Olmadı, çünkü iktidar bunun İYİ Parti’nin en zayıf noktası olduğunu bildiği için, buraya çalışmaktan vazgeçmedi. Bunda şaşırtıcı bir şey yok, sürpriz bir şey de yok. İktidârın bunu yapacağını herkes biliyor. Ama daha önemlisi, bu stratejinin asıl zaafı ve eksik tarafı, İYİ Parti’nin ve Akşener’in buna cevap oluşturabilecek kararlılık, cesâret ya da direnci oluşturmaması. Birkaç tâne parazit yapanın sesini biraz kısmakla olacak bir şey değil bu. O merkez parti iddiasını dolduracak çok net bir pozisyon almak ve iktidârın taarruzlarına karşı dayanıklı olduğunu göstermesi gerekiyordu. Akşener’in bunu bâzen yaptığı dönemler oldu. Mesela Gara Operasyonu sırasında yaptı. Ama tezkere meselesinde, daha sonra galiba İmamoğlu’nun çıkışına cevâben, “Bizim adımız yan yana yazılamaz” iddiası  ve en son da Gürsel Tekin meselesinde, “Biz hiçbir masada oturmayız” çıkışı… Geçen haftaki Adını Koyalım oturumunda da söylemiştim: Bırakın merkez parti olma iddiasını, Türkiye’de anayasal çerçeveye bağlı olduğunu iddia eden herhangi birinin, yasal bir partiyle önümüzdeki anayasal süreçte hiçbir masada oturmayacağını îlân etmesinin akılla bağdaşır bir tarafı yok. Bırakın bunun gerçekçi bir siyâsî strateji olup olmamasını, mâkul bir tez olarak ortaya konulması bile imkânsız. Akşener onu geçen gün çıktığı bir televizyon programında biraz daha yumuşattı, ama o yumuşatmayı bile sağa sola azar çekerek yapmayı tercih etti. 

Çok önemli bir şey: Burak’ın bu görünmeyen siyâsî eksenler meselesini ele alırken eksik bıraktığını düşündüğüm şeylerden biri: Sedat Bucak gibi bir eksenin, İYİ Parti’nin hangi ekseni üzerinde yer aldığını, hangi yoluyla kesiştiğini de bilemiyoruz. “Altılı Masa içerisinde veya Altılı Masa’yı da aşan yeni eksenler oluşuyor ve bundan rahatsızız” ya da “Biz bize yeteriz. Niye başkalarını bu denkleme sokuyoruz? HDP’ye ihtiyâcımız yok” teziyle hareket eden bir İYİ Parti’den bahsediyorsak; geçen gün senin yaptığın Özer Sencar röportajında da çok net biçimde konduğu gibi, ne seçimi kazanmak için ne seçimden sonrasını tanzim etmek için HDP’yi yok farz etmenin hiçbir siyâsî geçerliliği yok. Doğru değil. Ahlâken doğru olmamasını bir kenara bırakıyorum, matematiksel olarak da, siyâseten de doğru değil. Herkes aslında hep sonraya dâir, “Aman ha! Kazâ olmasın. Bu seçimi kazanalım” iddiasına yüklenmiş, bu konuda birbirini korkutup, birbirini sıkıştıran, argümanlarını hep bunun üstüne koyan, ama aslında hep sonrayı tasarlayan ve sonraki hesaplarının gereklerine göre bunu bir yere yerleştiren tutum içerisinde. Açıkçası buradaki hiçbir aktör bunun dışında değil. Kılıçdaroğlu gayet net biçimde adaylık kampanyası gibi bir sürece girdiği için, sanki sâdece Kılıçdaroğlu böyle bir şey yapıyor, diğerleri tıpkı Mansur Yavaş gibi sessiz sessiz duruyorlar, geleceğe dâir hiçbir hesapları yok, bütün dertleri seçim… Böyle bir tablo yok. Böyle bir tablo olmadığını görmemiz ve bu genellikte tartışmamız gerekir. 

Benim kastettiğim, Burak’ın yazdıklarına katkı olarak tartışmaya açmak istediğim buydu. Burak kendi tezini anlatır, ama benim murâdım buydu. 

Ruşen Çakır: Şöyle bir şey var: Meral Akşener en son FOX TV’de bir grup entelektüeli dayatmacı olmakla eleştirmiş. Bâzıları da Burak’ı İYİ Parti’nin stratejilerini belirleyen hırslı entelektüel olarak târif ediyorlar. Gerçekten böyle mi? Önce onu sorayım. Sonra da, eksen meselesini Kemal’in anlattığı yerden devam ettirelim. 

Burak Bilgehan Özpek: Çok hırslıyım.

Ruşen Çakır: Çünkü ucu bana da dokunuyor. Birisi “Onun gibilerini başımıza Ruşen Çakır musallat etti” yazmış.

Burak Bilgehan Özpek: Doğru. Doğru Ruşen Abi, orada yanlış bir şey yok. Hatırlarsanız, ben üniversiteden atıldığım zaman ertesi sabah siz aramıştınız ve “Sakın gömülme” demiştiniz. Ondan sonra da birkaç ay içerisinde Ön Libero programını teklif etmiştiniz ki, işsiz birisi için böyle bir afiliasyon son derece kıymetlidir. Hayâtımın sonuna kadar hatırlayacağım. “Musallat” kısmını bilmiyorum, seçimlerin sonucuna göre belirlenecek. Yani seçimi kaybedersek musallat etmiş olursunuz, kazanırsak da iyi bir şey olur.

Ben, Kemal Abi’nin eleştirilerini okudum. Hak verdiğim bir nokta var. Gelecek tahayyülü konusunda İYİ Parti’nin hiçbir gelecek tahayyülü olmadığını söylemek, partiye bakınca, partiden duyulan bâzı seslere muhâtap olunca, hakîkaten inandırıcı gelmiyor. Bunu söylemek lâzım. Her ne kadar seçimi kazanmaya odaklansa da, her ne kadar parlamenter sistemin kendisini, yani karar alma süreçlerini ve siyâsetin ilerleme yöntemini öne çıkartsa da, İYİ Parti içerisinde zaman zaman duyulan ve aslında Erdoğan sonrası dönemin de ideolojik bir çerçevesi olması gerektiğini savunan isimler var ve bunlar rahatsız ediyor. Bunu söylemek lâzım. 

Fakat bu mesele, yani partilerin içerisindeki, “Şâhinler” dediğimiz veya partilerin içerisindeki “ideolojik tutkularını doruklarda yaşamak isteyen insanlar” dediğimiz mesele, zâten muhâlefetin genel îtibâriyle baş belâsı. Hükûmetin bu ittifâkı bozma yöntemi de bu. Bunu yaparken de sâdece partinin içerisindeki insanları kışkırtarak ya da onlara zemin sunarak değil, aynı zamanda her partinin başına da, onları daha ideolojik bir söyleme çekmek için kurulan küçük partileri koyduğunu da görüyoruz. Yani İYİ Parti daha ılımlı tepki verdiği zaman, onu daha radikal tepki vermeye iten bir Zafer Partisi var. Şu anda her ne kadar CHP’ye çok merhametli gitse de, önümüzdeki dönemde CHP’yi belirli bir söyleme zorlayabilme kapasitesi yüksek Memleket Partisi var. Yine HDP’nin içerisinde benzer bir ayrışmanın olduğunu da görebiliriz. Hiç kimse HDP’de çok rahat konuşmuyor. Sürekli olarak daha sert, daha şâhin ya da daha tutkulu olunması gerektiğini söyleyen insanlarla, daha ılımlı, daha ittifâkı korumaya hevesli ve buna îtinayla yaklaşan insanlar olduğunu görüyoruz. Genel îtibâriyle İYİ Parti’de çıkan seslerin sorunu, sesin içeriğinden ziyâde, ittifakı bozabilecek nitelikte seslerin olması. Bunu inkâr etmiyorum; ama genel olarak bütün muhâlefetin ilerleyebilmesi için bu seslerden kendimizi soyutlamamız gerektiğini iddia ediyorum. Benim herhalde iki senedir sürekli olarak vurguladığım konu bu. Daha az “mutlu” olmalıyız, daha az “ahlâklı” olmalıyız, daha az ideolojik olmalıyız ve seçim sonrasına daha az odaklanmalıyız. Burada aşağı yukarı iki senedir her programda konu bir şekilde buraya geliyor ve bunu savunuyorum. 

O yüzden İYİ Parti’nin ittifâka devam edebilmesi için, kendi içerisindeki şâhin kanadın da çok fazla oynama alanı bulmaması gerekiyor ve bu ittifak içerisindeki aktörlerin, muhâlefet içerisindeki aktörlerin bu sorumluluk içerisinde hareket etmesi gerekiyor. Eğer ittifak devam edecekse, birbirlerini kışkırtmadan, birbirlerinin içindeki meseleleri su yüzüne çıkartmadan, olabildiğince seçimi kazanmaya odaklanan pragmatizm içerisinde hareket etmeleri gerekiyor. Yani İYİ Parti’yi bir faşist parti olarak yaftalayabilirsiniz, sizi mutlu edebilir. İYİ Parti’nin her adımını ahlâkî bir çerçeveden eleştirebilirsiniz. Bunu her parti için yapabilirsiniz, ama hadi diğer partileri bir süreliğine rafa kaldırıp İYİ Parti’ye odaklanabilirsiniz; bu, sizin kendinizi iyi hissetmenize sebep olabilir. Bunu yapan bir entelektüel veya bir siyâsetçi, kendisini ahlâkî olarak iyi hissedebilir; fakat bu, İYİ Parti’yi kendi kabuğuna, %8-9’a çekip ittifâkın tamâmıyla dışına çıkmaya, hattâ siyâsetin dışında çıkmaya itebilir. Seçimi kaybederiz.

Benzer durumu HDP için de söyleyebiliriz. HDP’yi çok milliyetçi bir dille kriminalleştirebiliriz. Tamâmıyla siyâsetin dışına itebiliriz. HDP içinde memnûniyetle siyâset dışına çıkmak isteyen insanlar olacaktır. Kaldı ki yerel seçimlerden önce Öcalan’ın çağrısı tamâmıyla HDP’lilerin siyâsetin dışına çıkması çağrısıdır. Öcalan, “Gidin, AKP adayına oy verin” demedi. Öcalan “CHP adayına oy vermeyin” dedi. Yani “Bu ikisi arasında bir fark yok, üçüncü bir yol sizin kendi özünüze dönüşünüzdür” dedi. Muhâlefet buradan seçimi kazanamaz. Dolayısıyla bu sesleri bastırabilecek, yani şâhinleri, ideolojik eğilimleri yüksek olan, sürekli olarak siyâset sahnesini bu şekilde yargılayan insanları bastırabilecek bir dile ve rûha ihtiyâcımız var. 

Benim en temel eleştirim, maksimalizm eleştirisi. Maksimalizm çok ilginç bir şey. Bunu bir şekilde dile getirmek lâzım. Maksimalizm, durduğunuz noktayı pazarlıksız ve müzâkeresiz bir şekilde savunup, sizinle aynı noktada olmayan bütün aktörleri aşağı yukarı aynı kabul etmek anlamına geliyor. 1891’de Alman sosyalistlerinin Maksimal Program dediği şey. Dolayısıyla müzâkere içerisine girdiğiniz andan îtibâren, zâten siz ideolojik saflığınızı yitirdiğiniz için diğerlerine benzemiş oluyorsunuz. Meşhur sol radikalizmin filozofu George Sorel’in Sosyalist Parti milletvekillerine küfür kıyâmet 300 sayfa yazdığı kitabı hepimiz biliyoruz. “Takım elbise giyip meclise gittiği zaman zâten başlı başına sosyalizmin ruhuna ihânet etmiş olan siyâsetçiler”den bahsediyor. Bu maksimalizm sâdece sosyalistlere, sadece Kürtler’e, sâdece milliyetçilere has bir şey değil. Herkes maksimalist olabilir. Meselâ ben bir liberalim. “Benim başkan adayım Besim Tibuk” diyebilirim ve “Besim Tibuk dışındaki adayların hepsi devletçi kafayı temsil eder, dolayısıyla birbirlerinden hiçbir farkı yok” diyebilirim. Bir sosyalist olabilirim ve şunu söyleyebilirim: “Benim aslında savunduğum aday dışındaki hepsi neoliberal paradigmaya hizmet edebilir.” Ümit Özdağ’ı görüyoruz, adam ne diyor? “Bizim çizgimizin dışındaki herkes, muhâlefet de olsa sarı muhâlefet”. Bu maksimalizm tuzağından çıkmamız lâzım ve maksimalistlerin sesinin daha az duyuluyor olması lâzım. 

Dolayısıyla benim Millet İttifakı üzerine ya da yerel seçimler üzerine vurguladığım, belediye ekseni dediğim eksen, aslında biraz da buydu. “ANAP’lı bir müteahhit” diye yaftaladığımız, yani ideolojik bir keskinlik göstermeyen, bize bâzı duyguları zirvelerde yaşatmayan, kendimizi tatmin olmuş hissetmediğimiz, bir türlü özdeşleştiremediğimiz, fakat bizi rahatsız da etmeyen bir belediye başkanı adayıyla İstanbul seçimlerine gittik. Onun için ANAP’lı. Zâten merkez siyâsetin omurgasızlığı meselesi, çok keskin inançlı, ideolojik bağlılığı daha yüksek olan insanlar tarafından dile getirilir. Müzâkereye açıklık gibi bir boyutu da vardır onun. Tanımlayamazsınız. Merkez siyâset sürekli olarak değişen koşullara göre müzâkereye açık bir alanı tanımlar. Ekrem İmamoğlu böyle bir insandır. Son güne, oy verinceye kadar Ekrem İmamoğlu’nun Kemalist mi, sosyalist mi, merkez solcu mu, liberal solcu mu, merkez sağcı mı olduğunu anlamadık. Doğruya doğru. Dolayısıyla o yerel seçim modeli, belediye ekseni aslında işleyen bir eksen oldu. Çünkü bir adayın böyle bir karaktere sâhip olması, sürekli olarak “Pozisyonunu açıkla” baskısı altında yaşayan, yani hükûmet kanallarında, yorumcuların her akşam HDP konuşturmak istediği İYİ Parti’yi de biraz rahatlattı. Böyle bir aday profilinin olması CHP’yi de çok rahatlattı. İki partinin sâdece seçimi kazanmak için, yani seçimden sonrasını planlama gayreti ve stresi olmadan, bütün kötülüklerin müsebbibi olarak Adalet ve Kalkınma Partisi’ni gördükleri ve dolayısıyla bu partiyi mağlup ettikleri zaman, bu kötü durumdan çok daha iyi durumda olacağımıza îman ettikleri bir seçim stratejisiydi. Bu başarılı oldu. Biz geçmişte birçok strateji uyguladık, başarısız oldu; ama bu başarılı oldu. Bunun başarılı olma sebebi, zannederim buydu. Partilerin birbirini rahatsız etmemesi, partileri rahatsız etmeyecek bir başkan profilinin olması ve bu sâyede HDP seçmeninin de herhangi bir bariyer hissetmeden, herhangi bir rahatsızlık hissetmeden gidip bu adaya oy vermesiydi. 

Matematik bilen herkes şunu çok iyi biliyor ki, eğer bu hükümeti sandıkta mağlup etmek istiyorsak, Cumhuriyet Halk Partisi’nin, HDP’nin ve İYİ Parti’nin seçmenlerini olabildiği kadar fazla şekilde sandığa götürmeli ve oy verdirmeliyiz. Bunu biliyoruz. Bu, aklıselim, IQ seviyesi 80’in üzerinde olan herkesin algılayabileceği bir gerçek. Fakat bunu iyi çerçevelememiz lâzım. Alışveriş yaparken birçok farklı mâmul alıyoruz, değil mi? Deterjan alıyoruz, ekmek alıyoruz, çocuk bezi alıyoruz… Bunları doğru bir şekilde poşete yerleştirmek gerektiğini evlendikten sonra öğrendim. Meselâ deterjanlarla ekmeği yan yana koymuyoruz. Önce deterjanı koyuyoruz, arada geçişken, kabuğu kalın başka bir madde, meselâ patates, koyuyoruz. Daha sonra üzerine bebek eşyalarını koyuyoruz. Veya domates, muz gibi kabuğu geçirgen olmayan maddeleri en üste koyuyoruz. Hepsini aynı torbaya koyduğumuz zaman birbirini çürütme, birbirine sızma, birbirinin tadını bozma ihtimalleri var. Dolayısıyla bunları doğru şekilde yerleştirmek çok önemli. Aldığımız mâmullerin sayısı arttıkça, yani siyâseten konuşmak gerekirse ittifaka katılan partilerin sayısı arttıkça, marketten aldığımız poşetin de kalınlığının artması gerekiyor. Daha kalın, hepsini daha kapsayabilecek ve taşıyabilecek bir poşet almamız gerekiyor. Bu kalınlık da biraz önce bahsettiğim ideolojik karakterin zayıflamasıyla aynı anlama geliyor. Çok net tanımlayamadığınız, çok net kendinizden sayamadığınız, sizi mutlu etmeyecek bir şey. 

O yüzden ben, belediye ekseninin, yani yerel seçimlerde uygulanan stratejinin doğru bir strateji olduğunu düşünüyorum. Aksi takdirde, taşıyamayacak bir torbanın, çok fazla aktörü içine alacağını ve bu aktörlerin de birbirlerini zehirleyip çürütebileceğini, günün sonunda seçimi kaybedebileceğimizi düşünüyorum. 

Son olarak, yazımda bahsettiğim bir şeyi daha söyleyeyim. Mesele aslında baştan aşağı siyâsî bir mesele. Yani insanlar sürekli olarak parlamenter sisteme geçiş vurgusu ve büyük bir ideal etrafında toplansa da, benim anladığım kadarıyla, bu telâşın, bu agresifliğin, insanların birbirini bu yaftalama yarışının bir sebebi var. Meselâ biz “Adını Koyalım” programında genel îtibâriyle çok farklı fikirleri savunuyoruz. Bizim birbirimize karşı bir telâşımız yok. Gayet normal bir şekilde konuşuyoruz; çünkü bizim siyâsî bir beklentimiz yok. Fakat benim görebildiğim kadarıyla siyâsî beklentisi olan, kariyer beklentisi olan herkeste bir telâş var. Çünkü bir makam var ve bu makam çok kudretli. İktidâra gelindiği zaman dağıtılacak büyük bir kaynak var. Birçok sandalye var, birçok ihâle var, her neyse… Bir güç merkezi oluşacak ve insanlar bunun yarışı içerisindeler. Siyâset budur, ama siyâsetin başka bir tarafı da, daha önce “pornografik” dediğim güç yarışını biraz meşrûlaştırmak üzerine kuruludur. Bunu meşrûlaştırırken biz ideolojiye başvuruyoruz. Ama bu başvurduğumuz ideoloji, kendimizin güç hesaplarını maskelemiyor. Sâdece, bu yarışta bizim önümüze çıkabilecek bütün rakiplerimizi yaftalamamıza sebep oluyor. Fakat muhâlefetin yaftaladığı rakipler arasında kendi öz kardeşleri de var. O yaftalama makinasını başlattığınız zaman, ahlâkî üstünlük diliyle konuşmaya başladığınız zaman, kendi belediye başkanınızı “Aman ileride aday olabilir” diye gömüyorsunuz. Başka bir belediye başkanının yolsuzluk dosyalarını çıkartıyorsunuz. Yolsuzluk yapılıp yapılmadığını bilmiyorum, ama CHP içi bir kavgaymış gibi gözüküyor. Hem de seçim öncesi… Dört sene beklenip tam aday belirlenme sürecinde çıkması, bana yolsuzlukla mücâdeleden dolayı gözü kararmış Barış Yarkadaş’ın bir adâlet savunusu olarak gözükmüyor. Yolunuza taş koyabilecek bir parti olursa, ona hemen faşist demeye başlıyorsunuz. Böyle olunca da muhâlif ittifâkı dağıtıyoruz. Kimin aday olacağından, hangi ismin Türkiye’yi yöneteceğinden daha ayrı bir olgudan bahsediyorum. Muhâlefet olarak ortak zemini kaybediyoruz. Yoksa ben, siyâsetbilimci olarak siyâsî arayışlar karşısında şok olmuyorum. Siyâsî arayışlar her zaman olacak. Fakat bütün bu siyâsî eksenler arasında, bizi maksimum oya ulaştırabilecek, cepheyi maksimum genişlikte tutabilecek bir tâne eksen olduğunu düşünüyorum. Aksi takdirde Kemal Abi’nin söylediği, “İYİ Parti’nin gelecek tasavvuru yok mu?” meselesi, bizi korkutan, hem muhâlefete hem memlekete çok da hayrı dokunmayan bir gelecek tasavvurunu tetikleyebilir. O tetikleyiş, başka partilerin de, hepimizi korkutan gelecek tasavvurlarını tetikleyebilir. Bu kadar. 

Ruşen Çakır: Siyâsî ikbal peşinde olmadığımızı söyledin, ama haberim yoktu, ben bakanlık kovalıyormuşum. Onu da öğrendim. Hattâ Tuncay Özkan’ın gözünün içine bakıyormuşum. Dün de Tuncay Özkan’la Sakarya’da karşılaştım. Kendisine söyledim, az kalsın kalpten gidiyordu. Çünkü bilen bilir –Tuncay da bilir, ben de bilirim–, yıllardır bambaşka çizgilerde iki insanız. Ama biz ne yaparsak yapalım, herkes birtakım anlamlar yüklemeye devam edecek. 

Ayşe Hanım, size İYİP’i soracağım. Sen İYİP dedikçe İYİ Partililer sana…

Ayşe Çavdar: Bunu iyi ki söyledin. Aslında konuşurken bir şekilde bu konuya girmek istiyordum. Neden İYİP diyorum da İYİ Parti demiyorum? AKP’ye neden AK Parti demiyorsam, o yüzden. Tam da Burak’ın söz ettiği, ahlâkı kendi tekeline alma, kendini ahlâkın ölçüsü olarak atama iddiası var o ismin seçilmesinde. Tam da bu yüzden demiyorum. “İYİ” demeyeceğim onlara. Çünkü bu ispat gerektirir. Ayrıca “İyi” ahlâkî bir iddia; hem de o ahlâkî iddiayı bir güç mücâdelesi içerisinde formüle ediyor… Rejiden ricâ etsem ekranda beni tek başına göstermeyin lütfen, ânında kesiliyorum. Teşekkürler. 

Dediğim gibi, AKP’ye neden AK Parti demiyoruz? Çünkü aklık, beyazlık, el değmemişlik, kirlenmemişlik gibi birtakım sıfatlar îmâ ediyorlar. Hattâ hatırlarsanız, bir ara dâvâ açıyorlardı. Sonra kendileri lehine iyi sonuçlanmadı o dâvâlar ve vazgeçtiler ondan. “AK Parti” demeyene kızıyorlardı. Ama demek zorunda da değiliz. Ben her seferinde o iddiayı tekrar etmek zorunda değilim. 

Ben Burak’ın o yazısını okudum. Gayet güzel özetlemiş ve aslında çok da îtirazlar getirilebilecek bir şey değil, çünkü bir durum tespiti yapıyor. Fakat bu durumun nasıl oluştuğuyla ilgili koşulları da konuşmamız lâzım. Yani biz böyle bir yere neden sıkıştık? Benim iddiam, hiçbir siyâsî partinin, özellikle Altılı Masa’daki siyâsî partilerin, toplum, seçmen, halk, Türkiye, millet, hattâ “halklar” dediklerinde ne kastettiklerini açıkça telaffuz etmemeleri, İYİP örneğinde olduğu gibi… Meral Akşener’in “halkı tanımayan aydınlar” lâfını da birazcık üstüme alındım. Sürekli olarak bir “halk” tanımı yapıp, kendi yaptığı halk târifine yapılan eleştiriyi bir dışarı savurma vaziyeti olduğunu görüyoruz. Bunun bir sebebi var. Kendi temsil ettiklerini düşündükleri değerlere, o bagajlara ne tam olarak sâhip çıkabiliyorlar ne de onların bir geleceği olduğuna, şu andaki hâli kavradığına eminler. Fakat ellerinde bir realite var. Burak onu söyledi. Bir de parti teşkilâtları var; onlarla arasında gerilimler var. Bu, Altılı Masa etrafındaki bütün partilerin lâneti neredeyse. Bir taraftan o siyâseti profesyonelleştiriyorlar. O târifler de iletişimcilerden, danışmanlardan şunlardan bunlardan geliyor. Ama biz siyâsetçilerin nasıl insanlar olduklarını, kim olduklarını, şu hayattan beklentilerinin ne olduğunu, dünyada kendilerini ve siyâset yaptıkları ülkeyi nasıl konumlandırdıklarını bilmiyoruz; atraksiyonlarla geçiyor. Bu en fazla da İYİP’in başına geliyor. Çünkü İYİP’in şöyle bir durumu var. Bunu programdan önce seninle konuşuyorduk. Senden ödünç alarak söyleyeceğim bir kısmını: Bir Meral Akşener var, bir partinin teşkilâtı var. Bu arada Akşener’in milletvekili olmadığına dikkatinizi çekerim. Dolayısıyla İYİP’in Meclis’teki temsiliyetinin kendi özerkliği var. Bu, Akşener’e de kısmî bir özerklik sağlıyor. Bir de taban var. Fakat o tabanla ilişki tam olarak net bir şekilde kurulabilmiş değil. Çünkü tâze bir partiden bahsediyoruz ve belâlı bir geçmişten geliyor. Sâdece MHP ile kopma hikâyelerinden bahsetmiyorum. Onun öncesi de var. Akşener’in, MHP’den ayrı olarak kendi siyâsî geçmişi var. O geçmiş, bence maalesef kötü olduğunu düşündüğüm bir referans. Sedat Bucak’la aynı sofrada buluşması; hattâ bununla ilgili söylentiler de var. Bir de MHP ile geçmişi var. 

İYİP’in masayı kilitlediği yer “HDP ile yan yana gelmem” yaklaşımı. Bunu bu kadar net bir şekilde söyleyen tek parti. Neden yan yana gelmezsin? “Onlar da bizimle yan yana gelmez” mevzûu bence biraz olayı yumuşatmak için söylenmiş bir şey, Kemal bunu söylemişti. “Neden yan yana gelmem?” sorusuna cevap vermeye başladıkları andan îtibâren, halk, ahâli, seçmen târifi yapıyorlar. Onun da ötesinde, bir millet târifi, bir makbul Kürt târifi yapıyor. Kürt seçmenin, ne siyâsî mücâdelelerle örgütlenmiş ve kendini bir şekilde ispat etmiş, oy oranını yüzde 10’lara çıkarmış bir HDP’ye, böyle bir ortamda böyle bir seçmen kitlesine, aslında rekabetinizin onlarla olduğunu söyleyerek onları kendi masanızdan dışlamış oluyorsunuz. Bu arada İYİP’le HDP’nin seçimlerde aldığı oy oranlarının birbirlerine neredeyse çok yakın olduğunu da hatırlatmak isterim. “Başımızın üstünde yerleri var, onlara saygımız sonsuz, onlar da vatandaşımız. Ama biz onlarla bir masada oturup onların taleplerini konuşmayız” diyorsunuz. Peki, ne yapacağız? “Onların antitezi olan Kürtler’le konuşacağız.” Hangi Kürtler onlar? Sedat Bucak’ın temsil ettiği Kürtler.

İşte lânet burada başlıyor. Lânetten kastım, o ayaktaki pranga. Bu pranga diğerlerine de sirâyet ediyor. Sonuçta Altılı Masa’nın verdiği görüntü, popülist yöntemlerle devleti ele geçirmiş, Özer Sencar’ın ne zamandır söylediği gibi âdil ve özgür seçimleri yapmadığı için iktidarda olan bir siyâsî zümreye karşı bir siyâsî dayanışma örgütlüyorsunuz. Fakat bu örgütlenmeyi resmîleştirdiğiniz anda, birbirinizi sürekli olarak kendi pozisyonlarınıza çekerek âdeta kilitliyorsunuz. Burada başrolü ne yazık ki İYİP oynuyor. Çünkü diğerleri, DEVA, Gelecek ve Saadet Partisi… Saadet Partisi’ni bir kenara bırakıyorum; onun kendi siyâseti var. Meselâ ben şu soruyu da soruyorum: O Altılı Masa kurulmadan, Geliştirilmiş Parlamenter Sistem mutâbakatı imzâlanmadan önce, DEVA veya Gelecek partilerinin oy oranı yüzde 7-8 olsaydı, o masaya otururlar mıydı? Doğrusunu söylemek gerekirse hiç sanmıyorum. Başka türlü ittifaklar arayacaklardı muhtemelen.

Burak Bilgehan Özpek: Kesinlikle öyle. 

Ayşe Çavdar: Bu yüzden dönüp İYİP’e bakıyoruz. Sâdece Millet İttifakı’nın içerisindeki îtibâriyle değil. “Muhâfazakâr seçmenden beklediğimiz seçim davranışı dönüşümünü, bu dönüşümü gerçekleştirmesi için de düşünsel mevzûlarımıza, ortak meselelerimize bakışta bir dönüşümü gerçekleştirebilecek mi bu parti?” diye bakıyoruz. Ama parti sürekli olarak bir engele takılıyor. Bu engelin oraya iktidar tarafından konduğunu düşünmüyorum. İktidar tabiî ki bu engeli tanıyor ve sürekli olarak kaşıyor. Bu engel İYİP’in içerisinden geliyor. İYİP şöyle çalışıyor. Bir kere, bir tür toplama bir parti; herkes var orada. Herkesin de olmasını istiyor. Ama o herkesi de târif ediyor. Meselâ kendisini “mâkul” diye târif ediyor. Mevcut İYİP’in verdiği manzaraya bakıyorum. 90’lar olmamış gibi davranmamız gerekiyor. Arada, 2000’ler olmamış, yanlış da olsa bir Çözüm Süreci olmamış gibi davranmamız gerekiyor. O Çözüm Süreci’nin temelinde çok büyük yanlışlar var bence. HDP’nin AKP ile oturmaması, bütün o görüşme sürecinde AKP’yi devlet olarak kabul etmemesi gerekirdi. Ama yine de, denenmiş ve rızâ alınmış bir Çözüm Süreci var. Kürt meselesinde insanlar, “Tamam, artık bunu halledelim. Yutalım lâflarımızı” demişler. Her iki taraf için de söylüyorum bunu. Sanki bu olmamış gibi davranmamız gerekiyor. MHP 2015 Haziran seçimlerinden önceki pozisyonundan çok radikal bir şekilde öbür tarafa geçmemiş gibi davranmamız gerekiyor. Bu geçiş sonrasında MHP ile AKP arasındaki hikâyede, milliyetçiliğin aldığı pozisyonları ve buradaki yıpranışını görmememiz gerekiyor. İYİP’in bizden görmemizi istemediği, hesâba katmamızı istemediği gerçekler bunlar. Ama bunlar oldu ve gördük bunları.

Peki, o zaman ne yapabilir İYİP? Tamam, Akşener’in kafasında merkeze oturan bir siyâsî parti olabilir, ama teşkilâtının bunu istediğini düşünmüyorum. En azından partinin içerisinde, “Biz merkezde bir siyâsî parti olalım, herkesle konuşalım, Türkiye’nin bütün sorunlarına biz çâre üretelim” demeyenlerin, diğerlerini susturacak bir tavra sâhip olduklarını düşünüyorum. Dolayısıyla bu bir iç gerilim. Bu iç gerilimin ortaya çıkmaması için ahâliden ve AKP’den merhamet göstermesi ve bu kartla oynamaması bekleniyor neredeyse. HDP’den de beklenen, “Aman, bizimle ilgili bir siyâsî tasarrufta bulunma ki biz buramızdan çatlamayalım. Çünkü kazanmamız gereken bir seçim var.” Bu olacak iş değil. İnsanlar, hele şöyle bir ortamda, kendilerini sansürleyerek, konuşmayarak, birbirlerine zarar vermemeye çalışarak yapamazlar. Tartışmaların açık yapılması lâzım. Bunun önündeki engel İYİP’in kendi içinden geliyor. Ne yapabilir İYİP? Şuna soyunabilirdi ve yapmadı, geç kaldı. Zaten İYİP’in ortaya çıkmasını yaratan süreç böyle bir şeye tekabül ediyordu. Bunu daha önceki programlarda konuşmuştuk. MHP de dönüşmekteydi zâten. Devlet Bahçeli o dönüşümü bertaraf etme pahasına AKP ile bir ittifak yaptı. Milliyetçilik zâten dönüşmekteydi. Bir kere beyaz yakalı, orta sınıf bir hâle geliyor. Kasabalılığından çıkıp mecbûren şehirli hâle geliyor. “Biz bunu daha geniş târif edeceğiz” diyebilirdi İYİP. Bunu yapmadı. Akşener, muhâfazakârlık denilen hikâyeyi, muhâfazakâr kadın kimliği üzerinden değil daha kültürel, daha mîras üzerinden kurabilirdi. Bunun yerine, “istemiyorum”larla dışlayarak kurmaya meyletti. Dolayısıyla asıl problem, İYİP’in kendisinin ürettiğini düşündüğü ideolojik kavramlarla halleşememesi. Yani, dışındaki herkesin ideolojik kabullerle hareket etmesi ve İYİP’i böyle yargılaması değil, İYİP’in bu ideolojik kabuğu bir türlü kıramaması ve sürekli olarak muhâtaplarına o ideolojik kabuğu “İyi ve mâkul” olarak dayatıyor olması — meselemiz bu. O nedenle İYİP Altılı Masa’nın kilitlenmesine neden oluyor. Dediğim gibi, Altılı Masa’nın dört üyesinin böyle bir kilitleme şansı yok. Çünkü böyle bir güçleri yok. Gültekin Uysal mı kilitleyecek Altılı Masa’yı? DEVA’nın da böyle bir gücü yok; çünkü onlar da Muharrem İnce ya da Ümit Özdağ’dan çok farklı değiller. Orada Babacan, bir de Ahmet Davutoğlu var. Dediğim gibi, Temel Karamollaoğlu ve Saadet Partisi’ni bir tarafa bırakıyorum. Ama cüsseleri îtibâsîriyle masayı sallayabilecek güçte değiller.  

İYİP her bu türden çıkış yaptığında masanın sallanmasının nedeni, CHP ile İYİP arasındaki karşılıklı ortaya konmuş bir tür centilmenlik anlaşması. Bu anlaşma her bozulduğunda, muhâlefetin bütün kanatları, “Aman Allah! Nereye gidiyoruz?” diye düşünmeye başlıyor ve tartışmaya fazla odaklanıyor. Bu anlaşmanın sarsılmasının sebebi de, dediğim gibi CHP kanadı değil. CHP daha ne yapsın? Kendi ideolojik pozisyonlarından tâviz vermede daha ne kadar ileriye gidebilir bilmiyorum. Azıcık kendisi olmasına da ihtiyaç var CHP’nin. Çünkü böyle bir seçmen grubu da var. Ama İYİP’in, o ideolojik pozisyonları “mâkul” ve “ahlâkî” diye etiketleyip kendi tekeline alması ve bu yolla geleceği tartışmaya kalkışması, Altılı Masa’yı kilitliyor. O yüzden, belki de Altılı Masa’nın misyonunu Geliştirilmiş Parlamenter Sistem mutâbakatıyla tamamladığını düşünüp, siyâsî partileri biraz kendi hallerine bırakmak gerekiyor. Herkesin kendi seçmenini konsolide ettiği, kendi seçmeninin bir diğeriyle arkadaşlığına ya da dayanışmasına iknâ etmekten çıkıp, kendi seçmenini iknâ etmeye çalıştığı bir düzeneğe tekrar kavuşturulması gerekiyor. Çünkü şu hâliyle bu bir dayanışma olmaktan çıkmış vaziyette. Altılı Masa’daki şey bir siyâsî dayanışma değil, aksine, siyâsî aktörleri o masaya kilitleyen bir asma kilide dönüşmüş vaziyette. En azından akıl yürütmek bâbında bunu konuşmamız lâzım. 

Ruşen Çakır: İkinci turu biraz daha hızlı yapabilirsek iyi olur. Burada iki konuyu sormak istiyordum. Ayşe bir tanesine epeyce değindi. Ama ikinci turda yine devam edebilir bu konuya. Birincisi, başta söylediğim, Selahattin Demirtaş’ın açık bir şekilde Kılıçdaroğlu’na destek vermesi. Bundan daha açık söyleyemezdi. İlginç olan da, çok büyük bir kıyâmet kopmadı. Belki de sonra kopartacaklar, bilmiyorum. Bir kara propagandaya rastlamadım. Tabiî olmayacağı anlamına gelmiyor. Demirtaş’ın bu çıkışının anlamını sormak istiyorum. İkincisi de, Özer Sencar’ın bugün yayında söylediği, İYİ Parti’nin merkeze doğru yönelişinin durduğu, hattâ gerilemeye başladığı tezi. Ayşe biraz önceki değerlendirmesinde bu konuya dâhil oldu. Birbirinden farklı konular gibi gözüküyorlar, ama aslında iç içe girmiş konular. Çünkü Selahattin Demirtaş’a Akşener’i sorduğumda, iki yıl önce verdiği sempatik cevap yerine, mesâfeli, saldırgan olmayan bir cevap verdiğini görüyoruz. Kemal, ne düşünürsün bu konuda?

Kemal Can: Senin söylediğine, yani Ayşe’nin bahsettiği problem ve kilitlenme konusuna değineceğim, ama önce şunu söylemem lâzım: Bu “Adını Koyalım” yayınlarında da çok sık konuştuk. Burak’ın ve aslında bir grup insanın çok yoğun bir biçimde kullandığı bir argüman var: Bu ahlâkî pozisyon ve gerçekçilik ikilemi ile bu yaftalama meselesi. Genel çerçevesi îtibâriyle yanlış bir şey değil. Evet, böyle bir yaftalama meselesi var. Ama yaftalama meselesinin kendisi de bir etiketleme problemi. Yani birilerinin her türlü eleştirisini ahlâkî konfora çekilmiş ve normatif bir yerden ortaya atılmış ve biraz hakîkatlerden kopmuş bir şey olarak işâret edip, onun karşısında yer alan teknik formüle biriciklik atfetmek, ahlâkî avantaj arayışından daha temiz bir şey değil. Bunun altını çizmem lâzım. Bunun benzerini ekonomide de yaşıyoruz. “Ekonominin gerekleri” diye bir şey târif edip, sonra ona biriciklik atfedip, ondan sonra da yapılan her türlü sistem eleştirisini, “ideolojik olmak”, “hayâlcilik” ya da “geçen yüzyıldan kalmış geçersiz argümanlar” şeklinde etiketlemek, bizi çok doğru bir yere götürmüyor. Birilerinin, bâzı pozisyonları eleştirirken veya önerirken, sâdece ahlâkî kriterleri ve o üstünlüğü kullanma arzusuyla bunu yaptıklarını ve diğerlerini böyle etiketlediklerini söylediğimiz zaman, tartışmaya kapatan bir şey olarak bunu ortaya koymak, aslında tam da tartışmayı kapatan, diğer tarafa başka bir üstünlük atfeden bir tutum oluyor ve bu da doğru bir şey değil. 

Ayrıca, etiketleme meselesini de şöyle ele almak lâzım: Evet, birilerine bir şey etiketi yapıştırmak problemli. Ama bu, onların kendilerini târif ederken ortaya koydukları şeyin –bu programın adıyla müsemmâ biçimde– adını koymayı engellememeli. Bu, her meselede önümüze geliyor: “Benim ecdâdıma böyle söyleyemezsin, bana şunu diyemezsin; ama ben onu yaparım. Sâdece bana onun söylenmesinin hesâbını sorarım.” “Kimse bize parmak sallamasın!” diyerek herkese parmak sallamayı mümkün kılan bir şey. “İYİ Parti’de birtakım marjinaller var. Onu daha ideolojik bir hatta çekmek istiyorlar. Ama aslında öyle olmaması lâzım. Dolayısıyla bu etiketle konuşmamak lâzım.” İyi de, Sedat Bucak’la kim buluştu? Bu aktörün burada kendine yapıştırdığı etiket nedir? Bahçeli’nin söyleyişiyle, Akşener ne söylemek istemektedir? Bize ne anlatmak istemektedir? Neyi işâret etmek istemektedir? Hangi politik gerçekçilik bizi buraya götürüyor ve biz neden ve neyin uğruna bunu görmemeliyiz? Bunlar biraz sorunlu şeyler. Bu ahlâkîlik meselesi önümüze çok geliyor. Ben ısrarla tekrar tekrar söylüyorum: Sonrayı konuşmak, ahlâkî bir gerekliliğin sonucu değildi. Yalan söylüyorsunuz işte. “Sonrayı düşünmüyoruz, biz seçime odaklandık” sözü yalan. Basbayağı sonrayı hesaplıyorsunuz. Bunu sakladığınızda, bunu konuşmayarak sanki öyle değilmişsiniz gibi davrandığınızda, sizin hoşunuza gidebilir ama bu doğru değil. Bunun ahlâkla ilgisi de yok, bu siyâsî bir tutum. Ama siyâsî tutumun açık olmaması, onun başka türlü ifâde edilmesine izin verilmesi, onun görmezden gelinmesi gereken bir şey değil, bunu teslim edelim. 

Evet, doğru, Burak’a katılıyorum. Her partinin içerisinde her eksenin onu marja çeken tarafları var. Ama bir toplam gerçek de var. Sonuçta, siyâasetsizleştirme alanı bu marjlara çekilmiş son derece kutuplaşmış bir alan. Dolayısıyla, bu alanın hakîkatlerini dayatan, onlar üzerinden formül üreten ve bu formüllerin biricikliğini iddia edenler de, en az, ahlâkî, zorlama ve ideolojik mükemmeliyetçi tutum kadar problemli bir tutum. Ve tartışmayı açan değil, aslında başka bir etiketlemeyi mümkün kılan bir şey. Üstelik bu Burak’ın başına da geliyor. Geçen gün sosyal medyada gördüm bu ahlâk sinyallemesi meselesini. Birine, “Utanmıyor musun?” diye soruyor, öteki de, “Bana ahlâk sinyalleme” diye cevap veriyor. Şimdi bu başka bir şey. “Bir tarafta, gerçekçiler, gerçekçilik, siyâset var, bir de ahlâkî kategori var. Burası da son derece konforlu.” Hayat böyle değil. 

Senin soruna döneyim: Şu anda çok net biçimde muhâlefet ittifâkının kilitlendiği alan, aslında kendi iddiasının arkasına koyduğu şeyle ilgilidir. Sonuçta bu iktidârı değiştirmeye odaklanmak zorunda. Ama buradaki aktörlerin hepsi, bu imkânı sadece politik faaliyet için yeterli görerek yürümeyi denediler ve bu sonuç vermedi. Bu, iki türlü sonuç vermedi. Biri, az önce söylediğim gibi kendi içlerinde olan, hattâ sâdece birbirleriyle değil her partinin kendi içinde de gayet açık çatışmalar hâlinde yaşanan gerilimleri yokmuş gibi farz etmek böyle patlaklara yol açtı. İkincisi, seçmen nezdinde bir toplam enerji, sinerji ve heyecan üretemedi. Bu, baştan îtibâren kabullenilmiş bir siyâsî zaaftı. Tartıya çıkıp, “Problem mi çıksın, bu zaafı mı önümüze koyalım?” diye ölçmek gerekir. Ama ortaya çıkan şey, bu zaafı şu anda yok farz etmenin iddia edildiği kadar avantaj getirmediği, bunların kendi gerekleriyle bir hüküm icrâ ettiklerini gösterdi. Zaman zaman Burak’ın da söylediği gibi, iktidârın hayâlî bir halk tasavvuru var. Muhâlefet, o hayâlî halk tasavvurunun karşısında, onun verilerini ele alarak, onun içerisinde kendiliğinden yaşanmakta olduğu varsayımını bir imkân olarak önümüze koydu ve iki şey söyledi: Birincisi, “Halk bu iktidarın kutuplaştırma siyâsetinden bıktı.” İkincisi de: “Bu ekonomik krizin sonuçlarından çok muzdarip.” Dolayısıyla bu ikisi bize, bir iktidar değişikliği getirecek. Problem, siyâset yapmadan siyâsetsizlik alanını aşmanın mümkün olmadığını, bunu kaldırmanın sâdece kendiliğinden gelişen rahatsızlıklarla olmayacağını, buna cevâben bir şey anlatmak zorunda olunduğunu, bunun da yolunun siyâset yapmak olduğunu görmedi ya da önemsemedi. 

Şimdi, bunun dışına çıkan Kılıçdaroğlu, kendince bir dâvâ, bir siyâset anlatıyor. Onun arkasına yerleştirdiği desteğin iddiayla ilişkisi biraz problemli, ama bir tür siyâset. Ama meselâ Akşener’in siyâsetsizliğe çekilmesi taktik hatâ değildi. Altılı Masa’nın ve genellikle muhâlefet ittifâkının, siyâsetsizliği elverişli bir formül gibi devam ettirerek bu iktidarı yenebileceğini, orada oluşan rahatsızlığın buna yeteceğine inanması. Bence önemli bir stratejik hatâydı, ama bu bilinçli bir seçimdi. Bu siyâsetsizliğin, çok net tavır almamanın, çeşitli imkânları ve benzemezleri bir arada tutmanın, biraz daha geniş bir zemin yaratmanın fırsatı olduğunu düşünüyorum. Meral Akşener’in yaptığı ise, bildiğimiz standart sağ seçmen gövdesinin bu iktidârın yenilgisinden sonra otomatik olarak akacağı bir yer olmak için, tahayyül edilen o soyut halk târifinin çok zorlanmadığı bir yerde durmak, hassâsiyetleri çok zorlamamak, onu bir yere taşımaya çalışmamak, buna karşılık sâdece muhâtapların ve herkesin kendiliğinden kabul edebileceği bir merkez iddiasını bir imkân olarak buna yedeklemek. Çünkü artık kendiliğinden bir zaman boşalmış ve “Biri gelse de tekrar kaldığımız yerden devam edelim“ diyen bir merkez yok. Böyle bir seçmen profili de yok. Sâdece, yaşanan bu 20-30 yıllık dalgalanmadan rahatsız olan birtakım insanlar var. Ama bunun kendiliğinden merkez reflekslerini geri getireceği iddiası yok. Bunun için hiçbir şey yapmadan, fazla uğraşmadan, bu seçmeni bir söylem ve irâde değişikliğiyle başka yere taşıma gayreti göstermeden beklemenin yeterli olacağını düşündü. Bunun için, “Ömer’in Yolu” gibi denemeler yapıldı. O olmayınca başka hatta dönüldü.  Ama o hep yedekte tutuldu. Bir yandan da, hem merkez partisi olacaksın, hem de sağın ana gövdesinde, temel hassâsiyetleri aynı tutacaksın. 

Geçen gün Meral Akşener’in –Ayşe’nin üstüne alındığı– “halkı tanımayan aydınlar” suçlamasının, aslında iktidârın yaptığı, “halkı tanımayan ya da halktan uzak olanlar” söyleminden çok farkı yok. Çünkü aşağı yukarı aynı halktan bahsediyorlar. “Bu hassâsiyetleri fazla zorlamayın, bizi fazla sıkıştırmayın, bizi bir şey demeye mecbur etmeyin. Çünkü biz bir şey söylemeyerek beklersek, öyle diyenin de bize gelme ihtimâli var, böyle diyenin de. Böyle devam ederiz.” Bu, Mansur Yavaş’ın en popüler cumhurbaşkanı adayı olmasına binâ edilen şeye benziyor. Milliyetçiler kendilerinin adamı olduğunu düşünsünler, genel bir kitle, “Bizden bir aday, halk böyle istiyor” desin, ama bir yandan da adam CHP’li. Böyle bir formül var. Bence bunların artık bu saatten sonra değişmesi, yeniden şekillenmesi çok zor. Bu saatten sonra yapılmaya çalışılacak ve galiba herkesin de uzlaştığı nokta, bunun bir kırıp dökülmeye yol açmadan seçime kadar götürülmesi. Aylardır burada yaptığımız muhâlefete muhâlefet eleştirilerinin, en azından benim yoğunlukla söylediğim şey, “Buna mecbur kalacaksınız. Anlatacak sözünüz olmayacak ya da Kılıçdaroğlu’nun yaptığı gibi, içinizden biri çıkıp bir şey anlatmaya başladığında, bundan rahatsızlık duyacaksınız. Ve bu kaçınılmaz bir şey olacak. Şimdi bu hatta girildi ve bunun, kazâsız belâsız seçime kadar götürülüp götürülmeyeceğine ilişkin, aslında iktidârın, en zayıf nokta olarak nereye saldırması gerektiği açığa çıkmış oldu. Aday sakladılar, ama bütün zaaflarını da ifşâ ettiler. 

Ruşen Çakır: Burak, senin tespit ettiğin eksen meselesinin ardından Selahattin Demirtaş’ın Kılıçdaroğlu’na açık destek vermesi, seni zorlamış mı oldu? Öyle bir soru sorayım.

Burak Bilgehan Özpek: Zorlamış da olabilir, doğrulamış da olabilir, bilmiyorum. Ama liderlere, siyâsetçilere yönelik, târihin belli bir ânında bize hissettirdiklerine bakarak bir sıfat ya da bir kutsiyet atfedilmesine karşıyım. Çünkü unutmayalım, Selahattin Demirtaş’ın hapiste olması, milletvekili dokunulmazlıklarının kaldırılması sâyesinde oldu ve orada Kemal Kılıçdaroğlu bir rol oynadı. Biraz önce Kemal Abi’nin bahsettiği Bucak Aşîreti meselesinde, 2015 senesinde Cumhuriyet Halk Partisi’nin birinci sıra adayı Sedat Bucak’ın kardeşiydi. Sedat Bucak’la beraber Cumhuriyet Halk Partisi İl Binası’na gittiler, açıklama yaptılar. Hattâ Sol gazetesi o zaman bunu eleştirdi ve hiç gündemimize gelmedi. 2019 yerel seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi’nin Siverek Belediye Başkan adayı da Bucak’lardan biriydi. Dolayısıyla birkaç sene öncesine kadar son derece pragmatik, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin aşîret siyâsetine angaje bir lider, birdenbire, durduğumuz noktada bize çok demokratik gözükemez. Gözükmemeli. Ahlâktan ya da değerlerden bahsediyorsak gözükmemeli. Değerlere saygımız varsa gözükmemeli. Daha önce de söyledim: Biz, barışa dâir, demokrasiye dâir, sivilleşmeye dâir, Avrupa Birliği üyeliğine dâir en baştan çıkartıcı sözleri zâten Tayyip Erdoğan’dan duyduk. Realite, siyâsetçiye bizim atfettiğimiz ya da bize hissettirdiği duyguları yapıştırarak olmuyor. Daha pratik sonuçları oluyor. 

O zaman da, Kemal Abi’nin bahsettiği ahlâkîlik-teknik tartışma ayrımında bir şey söylememiz lâzım. Ahlâkîlik müzâkereyi kapatırken, teknik tartışma onun söylediği gibi biriciklik atfedebileceğiniz bir görüşe sımsıkı sarılmanızı berâberinde getirmez. Müzâkere zaten yanlışlanmak için yapılır. Herhangi bir teknik sonuç müzâkereye kapatılmaz. Müzâkerenin kendisi zâten belirli verilerle, argümanlarla ilerler. Dolayısıyla müzâkerenin kendisi, en koyu, en katı, kendisini dünyadaki bütün bilgileri keşfetmiş hisseden ideolojinin kendisinden daha özgürlükçüdür. Çok hoşumuza gitmeyen sesler duyulsa bile. Dolayısıyla rekabetin kendisi aslında burada önemlidir ve biricikleştirmeyi önler. Ahlâkîliğe karşı çıkmamızın sebebi, ahlâkîliğin karşısına bir gerçekliği koyup, “Herkes buna îman etsin, biz de bunun karşısında olmayanların hepsini ütopyacı, hayalci olarak yaftalayalım” değil. Ahlâkîliğe karşı çıkmanın sebebi, belli bir noktada takılı kalmadan müzâkerenin devam etmesini sağlamak. Çünkü ahlâk, a priori bilgiye dayanır. Bir öncül bilgi üzerinden ahlâkı inşâ edersiniz. Müzâkere ise süreç sonunda a posteriori, yani tartışmanın sonucunda ortaya çıkan bulgulara göre ulaşabileceğiniz bir bilgiye işâret eder ve bu devam eder.

Meselâ bir sosyalist olabilirsiniz ya da bir liberal olabilirsiniz. Sizin tercih edebileceğiniz iki yöntem vardır: Ya ideolojilerinize din gibi sıkı sıkı sarılırsınız ve toplumun zararına dahi olsa, kesinlikle düşüncenizi topluma dikte edersiniz ya da faydacı bir noktadan ele alırsınız, toplumun refahını artırabilecek politikalar uygularsınız. Bunu yaptıktan sonra, istedikten sonra, “Liberalliğimden ya da sosyalistliğimden geriye ne kalır?” diyebilirsiniz. Buna bir şey diyemem. Ama eğer teknik bir tartışma yürüyorsa, burada esnek olmak, müzâkereye açık olmak, verilerle konuşmak zorundasınız. Ve verilerin sonucunda ortaya çıkan sonuçları eleştiriye açık tutmak zorundasınız. Orada eleştiri kapısını, içtihat kapısını kapattığınız zaman zaten teknik bir tartışma yürümüyor. Dolayısıyla Batı demokrasilerine baktığınız zaman, sosyalist, liberal ya da muhâfazakâr partinin iktidâra gelmesinden bağımsız bir şekilde, kamusal tartışmanın güvenli bir şekilde ilerlediğini görüyoruz. Bu kamusal tartışmanın kendisi zâten çok özgürlükçü bir şey — ne olursa olsun. 

O bakımdan, ahlâkîliğin o kapıyı kapattığını, berâberinde linç kültürü gibi durumları getirdiğini düşünüyorum. Üstelik bu etiketleme meselesi de, etiketleyenin kavram dünyasıyla alâkalı bir şey. Ne kadar çok kavrama sâhipseniz, o kadar farklı yorumlar yapabilirsiniz. Mesela Perinçek gibi ulusalcıysanız, hayâtı Ulusalcılar ve Fethullahçılar olarak ikili görürsünüz. Ulusalcı olmayan herkesi Fethullahçı olarak yargılarsınız. Ya da iki kavramınız varsa, hayâtı devrimciler ve işbirlikçiler olarak görebilirsiniz. Hayâtı özgürlükçülerle faşistler olarak görebilirsiniz. İki kavramla hareket ediyorsanız etiketleme marjınız da daralır. O yüzden ahlâkçıya bu kendimi etiketleme işini emânet edemem. Kimse kusura bakmasın, ben onun zihin dünyasından daha fazla bir şeyim. O yüzden insanlar tabiî özgürce herkesi etiketler. Ama etiketleme kavramına îtiraz etmemizin temel sebebi, kendimizin tanımlanma hakkını, hürriyetini başka insanlara vermemek ve kendimizin bir birey olarak ortaya çıkmasını, bir varlık olduğunu söylemek. Bunu söylemek lâzım.

O yüzden merkez siyâset dediğimiz zaman, hakîkaten ahlâkî taarruzlardan veya pazarlığa tâbi tutulmasını bile zül gören, bunu bir ahlâksızlık olarak addeden akımlara karşı bir mücâdele alanından bahsediyoruz. En azından ben bundan bahsediyorum. Zaten evrensel tanımı da bu. O yüzden aslında orada doğru bir şey var. Evet, hiçbir şey yapmadan merkezi savunamazsınız. Merkezi savunmak için bir şeyler yapmanız lâzım. Belirli bir ilkeler setini savunmanız gerekiyor. “Hiçbir şey yapmadığım için merkezdeyim” diyemezsiniz. O başka bir şey oluyor. Evet, Kemal Abi orada haklı. Eğer hiçbir şey yapmayıp bir ajandayı izliyorsanız, bu sizin merkezde olduğunuzu göstermez. Merkez çok dinamik bir alandır. Sürekli olarak esnemek, mevcut sorunlara çözüm üretmek, sürekli olarak belli ilkeler setini taarruzlardan korumak zorundasınız. Bir şey söylemenizi gerektiriyor. Maalesef böyle bir şey. Merkezde olan adam çok esneyen, çok omurgasız, herkesle oturup kalkabilen ve bunu maddî menfaati için yapan birisi olarak insanlara yansıtılıyor, ama merkezde olan birisinin, hakîkaten belirli çözümlere ulaşmak için toplumun bütün kesimleriyle müzâkere etmeyi kabul etmiş olması lâzım. Eğer Akşener eleştirilecekse, bu müzâkere eğiliminin zayıf olmasından dolayı eleştirilmeli. Ama müzâkereyi savunduğu için ya da ahlâkî bir noktadan eleştirilmemeli. Zâten merkez iddiası bu. “Niçin merkezdesin?” eleştirisi bence doğru bir eleştiri değil. “Merkezde misin ve merkezi hakkıyla savunuyor musun?” eleştirisi doğru bir eleştiri olabilir. Çünkü bu böyle bir şey. Orada siyâset kelimesini bir büyük harfle yazalım, bir küçük harfle yazalım. Siyâseti büyük harfle yazdığımız zaman siyâsal bir hattan bahsedelim. Büyük, siyâsî bir ilkeler setinden bahsedebiliriz. Küçük harfle yazdığımız zaman, partiler arası bir rekabetten, partilerin güç ilişkilerinden bahsettiğimiz anlaşılsın. Ben o bakımdan, Altılı Masa’nın ne büyük siyâset ne küçük siyâset yaptığını düşünüyorum. Benim Altılı Masa’ya îtiraz ettiğim nokta, büyük bir siyâsî dâvâsının olmaması değil, küçük siyâsî dâvâlarının olmaması. Onu da o şekilde söyleyeyim.

Merkez sağın Kürt sorunuyla ilişkisini galiba Birikim’de Tanıl Bora yazmıştı. Merkez sağ, zâten Kürt meselesinde destan yazmış bir hareket değil. Geçmişten beri, 1950’lerden beri değil. Hatta Altan Tan yazıyor, David Romano yazıyor. Oradaki Kürt aşîret liderlerini Ankara’ya getirip Ankara insanı yaptılar ve Kürtlüklerini bir anlamda unuttular, âileleri asimile oldu ve orada bir patronaj ağı kurdular. Genel îtibâriyle merkez sağ partilerin böyle bir eğilimi var. Yanlış bir eğilim. Bu birçok sorunun ortaya çıkmasına sebep oldu. Ama bunu yaptığı için bir parti, merkez sağ eğiliminin dışına çıkmıyor. Tam tersine, tam merkez sağ parti oluyor. Bizim kafamızda nasıl bir merkez sağ var onu bilmiyorum, ama Türkiye merkez sağ geleneği böyle çalışıyor. Böyle çalıştı, böyle çalışıyor. O yüzden orada siyâsî pragmatizmin dışında daha büyük bir Türkiye inşâsı projesi aramak da bana biraz abartı gibi geliyor. Biraz önce de söyledim. Urfa’da sandıklara sâhip çıkmak istiyorsanız, biraz da oyunuzu artırmak istiyorsanız, aşîretlerle oturuyorsunuz. CHP de oturdu, İYİ Parti de oturabilir. O siyâsî pragmatik hamleyi alıp, büyük bir Türkiye inşâsı meselesi olarak ortaya koymayı açıkçası çok mantıklı bulmuyorum. Çok uzatmayayım, bu kadar. 

Ruşen Çakır: Ayşe, seninle noktalayalım. Sen merkez konusuna değinmiştin, belki biraz Demirtaş hususuyla ilgili bir şey söylemek istersin. 

Ayşe Çavdar: Ben başka bir yerden, muhâfazakârlık târifinin içerisinden devam edeceğim. Demirtaş mevzûu çok açık; ilk defa söylemiyor bunu. Zaten oradan gelen öncü işâretler Kılıçdaroğlu ya da İmamoğlu idi. “Mansur Yavaş mı, Kılıçdaroğlu mu?” gibi bir açmaz varsa, çok belliydi zâten. Beklenmedik bir şey yok orada. Bu kadar açıktan bir destek gerekli miydi, gereksiz miydi? Sonuçta büyücek bir seçime gidilirken, orada Kürtler’in mümkünse fikirlerini söylememeleri, hele Selahattin Demirtaş’ın mümkünse fikrini söylememesi gibi bir durum olamaz; tabiî söyleyecekti. Dediğim gibi bu zâten çok beklenen, gelmekte olan bir şeydi. 

Benim, bu muhâfazakârlığın içeri ve Burak’ın bahsettiği merkez sağ târifiyle ilgili bir derdim var. Kendisini “muhâfazakâr parti” ya da “muhâfazakâr siyâsetçi” olarak târif edenlerin aradıkları millete artık ulaşılamıyor. Yok öyle bir millet. Birazdan neden öyle olduğunu da söyleyeceğim. İşin kötü tarafı, milletin karşılık bulmak istediği siyâsî partiler de kapsama alanı dışında. Çünkü onların da bir kapsayıcılık problemi var. Bunu niye söylüyorum? Bunu defâlarca konuştuk burada. Muhâfazakâr olduğunu söyleyen partiler ve CHP de, bütün hikâyeyi AKP’nin yenilemez kalmasına kurmuş vaziyetteler. Güç için kavga ettiğinizde, rekabet ettiğinizde, elinizde aslında gerçekleştirmek istediğiniz bir tahayyül olmadığında… Ben öyle bir tahayyül ve tasavvura sâhip olduklarını düşünmüyorum. Ellerinde, içeriğini bir türlü değiştirmedikleri, dönüştürmedikleri, bu cesâreti göstermedikleri, yalnızca ufak tefek kavramlar var ve o kavramlara karşılık olacak bir millet atıyorlar. Ben o milletin artık olmadığını söylüyorum. 

“AKP yenilemez bir parti.” Neden yenilemez bir parti? “Hem milliyetçi, hem muhâfazakâr, hem dindar, hem şu hem bu. Kürt meselesinde şöyle davranıyor, böyle davranıyor.” Yani bir tür AKP obsesyonu var. AKP’nin yenilemezliğinin iki sebebi var. Bir tânesi artık devlet olması. Çünkü muhâfazakârların önemlice bir kısmı devlete oy verirler esâsında. AKP’nin muhâlifleri, AKP’nin yenilemezliğine oynayıp onun üzerinden siyâset yaptıkça, bunu onaylamanın dışına gidemiyorlar. Bunu nasıl yapıyorlar? AKP’nin savunuculuğunu yaptığı kavramları, değerleri, aslında içi çoktan boşalmış birtakım değer setlerini alıp, “Bunun orijinali biziz. Daha iyisini biz yaparız” diyorlar. Bunu her yaptıklarında, ehl-i AKP onlara dönüp, “Hah işte! Reis sizi adam etti. Reis sizi döve döve nihâyet bizim olduğumuz yere getirdi” diyorlar; muhâfazakâr kibrini büyütmenin dışında bir işe yaramıyor bu. 

AKP’nin iktidarda kalmasının ikinci bir sebebi daha var, o da çelişkileri. Hani “Müslümansınız ama bakın ne yapıyorsunuz? Milliyetçisiniz ama Öcalan’dan mektup alıyorsunuz” gibi söylemler var ya? AKP, devlette olmanın gücünü, bu türden çelişkileri tek başına, yalnızca kendisi yapabilir olmak için kullanıyor. AKP bu çelişkilere rağmen iktidarda değil; bu çelişkileri mümkün kıldığı için iktidarda. Böyle baktığımız zaman, özellikle muhâfazakâr partilerin tahayyül ettikleri, tasavvur ettikleri, varsaydıkları milletin orada olmadığını, ona ulaşamadığımızı ve mevcut milletin de, aradıkları partiye ulaşamadıklarını, onların da kapsama alanı dışında olduğunu görüyoruz. 

Elimizde bir başka delil daha var: Bir kere Altılı Masa’daki muhâfazakâr partilerin toplam oylarına bakın. Mâdem onlar en orijinal ve bu değerler çok kıymetli, onlar neden değerlendirmiyorlar? İkincisi de İYİP’in verdiği bir örnek. İYİP ne zaman anketlerdeki payını yükseltti ve ne zaman geriye düştü? Yanlış hatırlamıyorsam “Gara” operasyonu zamânı yükseltti, “Ömer’in Yolu” dediği zaman düştü. Bunun da İYİP’e bir şey ispat etmesi lâzım. Yani, o târif ettiğin millet, vatan, değerler ve o değerlerin savunusu konusunda kendini aştığın zaman yükseliyorsun, tekrar fabrika ayarlarına döndüğün zaman düşüyorsun. Bu da muhâfazakârların aradıkları millete ulaşamadığını, çünkü öyle bir millet olmadığını bize ispat ediyor. Var olan bir millet var, onlar da kendilerine muhâfazakâr diyorlar belki; ama kastettikleri şey bu değil. 

Bu açmazın nasıl aşılacağını bilmiyorum. Bir kere siyâsal partilerin, özellikle Altılı Masa’daki siyâsî partilerin, ekonomiyi teknokratlara emânet edip, geriye kalan mevzûları kendi aralarında konuşmaksızın, bir tür masa altı müzâkereyle götürebilecekleri gibi bir hissiyattan kurtarılmaları gerekiyor. O yüzden bence bu kriz çok iyi bir kriz. Herkesi bir korkuttu. Ama konuşulmamış şeylerin ortaya dökülüp konuşulması açısından iyi oldu. Buradan gidilecek yer de çok belli. Kutular açıldığı için bu konuşmalar devam edecek. İnsanlar bu siyâsetlerin içerisinde kendilerine yer arayacaklar. Ben bir şekilde bu işin tatlıya bağlanacağına inanıyorum. En azından orta vâdede. Bir şey daha ekleyeceğim: Meselâ Kemal’in söylediği, “Biz seçimi konuşalım, ilerisini konuşmayalım” meselesi yalan, ama seçimi konuştukları da yok. Bir seçim yasası yapıldı, yeniden elden geçirildi. Bu seçim yasası karşısında, hem Altılı Masa’nın hem tek tek partilerin nasıl bir reaksiyon gösterdiklerini de bilmiyoruz. “Biz yapıyoruz, biz hallediyoruz” diyorlar, bunun ötesinde bir şey yok. Dolayısıyla Altılı Masa yalnızca, seçimden sonraki geleceği konuşmamak değil, şimdiyi konuşmak konusunda da birbirini bağlayan aktörlerden oluşmuş vaziyette. O kilidin çözülmesi lâzım. Bu işin bir tür masaya kilitlenmiş bir siyâsî rekabet meselesinden, herkesin kendisi olabildiği bir dayanışma örüntüsüne kavuşabilmesi lâzım. Teşekkür ederim. 

Kemal Can: Ben bir şey söyleyeceğim. Hem referandumla hem Ayşe’nin değindiği gibi seçim yasası değişikliğiyle, iktidârın siyâseti ve siyâsete dâhil olacak muhâlefetin bütün partilerini böyle bir katatonik duruma sokmasını sağladığı şey sistem değişikliği filan değil. Siyâseti imhâ eden, siyâsetsizliği yaratan ve %50+1 gibi formülle seçimi kazanmanın yerine, tıkayan, siyâseti, sâdece alanı daraltarak baskılarla değil, bu akıl yürütme biçimini, siyâsetsiz davranarak sonuç alınabileceğini, hattâ bunun tek yolu olduğu fikrini ortaya atan bir durum yaratarak bunu başardılar. 

Türkiye’nin şu andaki kurtuluşu, bütün bu ittifaklar sisteminin ve başkanlık sisteminin olmadığı, bütün partilerin kendi başına seçime girdiği ve oradan sonuç aldığı bir şey, aslında en temiz sonucu çıkartacak, şu anda Türkiye’nin kabuğunu kırdıracak şey. Ama artık bunun mümkün olmadığı bir zemini yarattı. Dolayısıyla rakiplerini siyâsetsizliğe mecbur etti. Bunu kıracak bir adımı atamadılar. Muhâlefetin veya Altılı Masa’nın en büyük zaafı ve hâlâ iktidârın kesin yenilgisine iknâ olamamalarının nedeni, hâlâ o parametrelerle davranıyor olmaları. 

Burak Bilgehan Özpek: Bence hâlâ orada bir fırsat var Kemal Abi. Bu başkanlık meselesi gündemimizi o kadar meşgul ediyor ki, Ayşe’nin dediği gibi, seçim yasası değişmesine rağmen, bu konuşulmadı. Sanki Parlamento hiç önemli değilmiş gibi. Dikkat ederseniz hiç kimse konuşmadı. Seçime giderken AKP lehine bir değişiklik yapıldı ve hiç kimsenin umurunda değil. Çünkü herkes, başkanlığı aldığı zaman işi bitireceğini düşünüyor. 

Kemal Can: Ama tam tersi. 

Burak Bilgehan Özpek: Evet, tam tersi. Orada bir fırsat var aslında. Meselâ başkanlık meselesi, İYİ Parti ve HDP’nin bir araya gelip gelmemesi konuşuluyor. İYİ Parti, Meclis’te 100 HDP milletvekiliyle ne yapacağını düşünsün. 

Ayşe Çavdar: Bence de.

Burak Bilgehan Özpek: Bu başkanlık işini tartışmayı yoğunlaştırıyoruz, İYİ Parti Meclis’te 100 HDP milletvekiliyle berâber oturup yasa yapmaya çalışacak. Bunu düşünsün. 

Kemal Can: Evet, senin söylediğin müzâkereyi önden açmayı düşünsün. 

Burak Bilgehan Özpek: Tabiî. Parlamenter sisteme geçiş için, bunu düşünecek. Geçiş için bu kadar çaba sarf ediyorlar. Parlamenter sistem bu. Bunu düşünecekler.

Kemal Can: AKP ve MHP, büyük ihtimalle seçime tek liste olarak girebilir. Hele muhâlefet ittifakındaki bu çatlak sonuna kadar işlenerek devam eder ve sıkıntı büyürse, tek liste olarak girip, başkanlığı kaybetseler bile Meclis çoğunluğunu alma ihtimalleri çok mümkün. 

Ruşen Çakır: Ayşe, sen de bir şey söyleyeceksin galiba.

Ayşe Çavdar: Evet. Burak çok gülecek şimdi, ama ben, “Bu müzâkere masasına oturmam” hikâyesinin bir tür terrible two görüntüsü verdiğini ve hiç de mânâlı bir sonuca evrilmediğini düşünüyorum. Bu çelişki meselesine de bir şey eklemek istiyorum. Ahlâk, Burak’ın târif ettiği normatif gibi bir şey de olabilir; onun içerisinden çıkar ve insanları etiketlersiniz. Ama bir de, kıssadaki hisse dediğimiz ahlâk var: İnsanın kendi öyküsüyle tutarlı bir şey izlemesi. Karar değiştirirsiniz, taraf değiştirirsiniz ama –kurgu dersleri aldığım hocam Beliz Güçbilmez buna tohum der, kendisine hayranlık duyuyorum– hikâyenizdeki tohumu kurutamazsınız. Bulduğunuz bütün metaforlar o tohumla konuşmak zorunda. 

AKP’nin yaptığı, muhâfazakâr değerleri –onlara tohum diyelim–, onları çatlatarak, kurutarak, onları müzeye koyar gibi bir tarafa koyup, toprağı başka şeyle ekerek aşma. Ama derdi hâlâ o tohumla. Yani o tohumları bir tür çürüterek aşıyor. Bir de bunun alternatifi bir şey var. Onu ileriye doğru aşabilirsiniz, kapsamını değiştirirsiniz filan. Muhâfazakâr sağ partiler, değerlerini AKP’nin ihlâl ettiği ve çürüttüğü tohum üzerinden kurarak bu ihtimâli ortadan kaldırıyorlar. Kendilerini aşmaları gerekiyor. Az önce söylediğim İYİP’in Gara’da aşağı doğru indiği şey bu meselâ. Vatan diyorsun, asker diyorsun, toprak diyorsun, terörle mücâdele diyorsun. Aynı şeyi CHP, “Tezkereye hayır” dediği zaman yaptı. Kılıçdaroğlu’nun konuşmasıyla birdenbire aştı. O zaman yarattığı coşkuyu, şaşkınlığı düşünün. Değerinden tâviz vermedi. Değerin daha önceden konmuş ve zâten bir çelişkiye hapsolmuş olan o ahlâkî sınırını aştı ve başka bir şeye dönüştürdü. Benim anlamadığım şey, birbirlerini, AKP’nin koyduğu sınırlar üzerinden, o değerlerde sınadıkça, yalnızca karşısındakini değil, kendisini de yıprattığını anlamaması. Tuhaf bir açmazları var. Dediğim gibi bu, hem o değerlere hem de kendi siyâsetlerine güvenmemelerinden kaynaklanıyor. Bu güvensizlik aşılmadıkça, ne seçimi kazanabilecekler ne kampanya yapabilecekler. Meselâ, böyle bir yerden, al Mansur Yavaş’a kampanya yaptır. Ya da Ekrem İmamoğlu’na veya Kılıçdaroğlu’na. Ne yapabilirler ki? O yüzden biraz zor görünüyor. Asıl meselenin bu olduğunu düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Artık bitirebilir miyim?

Ayşe Çavdar: Ama Ruşen, sen ne zaman “Programı kısa keselim” desen, bu program rekor kırıyor. Bir daha deme onu bence.

Ruşen Çakır: Peki, noktayı koyalım. Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’a çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.