Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (70): Türkiye Kılıçdaroğlu’nun adaylığına hazır mı?

Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu 5 Eylül’de katıldığı televizyon programında, altılı masa uzlaşırsa muhalefetin cumhurbaşkanı adayı olabileceğini söyledi.

“Türkiye Kılıçdaroğlu’nun adaylığına hazır mı? “Adını Koyalım”da Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek tartıştı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Adını Koyalım”la karşınızdayız. Burak Bilgehan Özpek, Kemal Can ve Ayşe Çavdar’la yine bir konuyu ele alıyoruz. Arkadaşlar, merhaba.

Daha önce değişik vesîlelerle ele aldığımız bir konuyu, bu sefer güncel durumuyla tekrar ele alalım. Kılıçdaroğlu, FOX TV’de yaptığı söyleşide, “Altılı Masa benim adımda karar verirse ben adaylığa hazırım” dedi. Buradan hareketle biz de, “Türkiye Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığına hazır mı? Kimler istiyor, kimler istemiyor? Erdoğan hakîkaten karşısında onu mu görmek istiyor?” gibi soruları konuşalım. Tabiî bir de, yine bu bağlamda söz konusu olan bir HDP meselesi var. Hep var olan, ama Gürsel Tekin’in bir cümlesiyle tekrar gündeme gelen ve İYİ Parti’den tepki alan açıklamasını da ikinci turda, Kılıçdaroğlu’nun adaylığı bağlamında değerlendirelim. 

İçimizdeki tek Ankaralı’yla, daha doğrusu Kemal eski Ankaralı ama fiilen Ankaralı olan Burak’la başlayalım. Burak, ne diyorsun? Kılıçdaroğlu, kendisinin aday olabileceğini defâlarca söyledi, tartışıldı. Şu anda dönüp dolaşıp dört isim üzerinde konuşuluyor. Aslında üç buçuk diyelim. Meral Akşener “Ben yokum” diyor, ama adı hâlâ aday adayları arasında geçiyor. Üç isim: Mansur Yavaş, Ekrem İmamoğlu ve Kılıçdaroğlu. Ama Kılıçdaroğlu her geçen gün daha emin bir şekilde bunu söylüyor — tabiî ki Altılı Masa’nın karârı hâlinde. Burada yeni olan ne? Bir de, tepkiler daha fazla görünür oldu. En azından ben öyle görüyorum, bilmiyorum katılıyor musun?

Burak Bilgehan Özpek: Evet. Burada yeni olan aslında şu: 2014 ve 2018’de Kemal Bey aday olmamıştı. Çünkü 2014 ve 2018’de muhâlefetin seçimi kazanma şansı bu kadar yüksek değildi. Dolayısıyla şu anda ortada, yaşanan ekonomik krizle birlikte, muhâlefetin seçimleri kesinlikle kazanacağına dâir bir inanç var. Aslında bu, bir anlamda bir kumar. Çünkü Erdoğan’ın siyâsî arayışları bitmez ve seçimi de zannedildiği kadar kolay vereceği kanaatinde değilim. Ben, “Erdoğan seçim yapmaz, seçime gitmez” diyenlerden değilim — bunu baştan söyleyeyim. Meşrûluğunu önce halkoyundan ve kendi popülaritesinden alan bir lider. Kendi koalisyon ortaklarına karşı hiyerarşik olarak pozisyonunu sağlam tutmasının sebebi de bu. Dolayısıyla bu rekabeti sürdürecek ve rekabetten birinci çıkmaya çalışarak kendi konumunu muhâfaza etmeye çalışacaktır. O yüzden, son âna kadar hem siyâsî arayışları devam edecek, hem de iktisâdî olarak yaşanan darboğazı olabildiğince az toplum kesimine veya olabildiğince AKP’ye oy verme ihtimâli az olan kesimlere yansıtarak ilerleyeceğini düşünüyorum. 

Bu arayış meselesi çok önemli. Yerel seçimlerden önce Öcalan Kardeşler’in sâhaya sürülmesi bile, Tayyip Bey’in bu seçimleri kazanma konusunda ne kadar pragmatik ve esnek olduğunu göstermesi açısından mânîdardır. O yüzden, şu anda görünen ekonomik sıkıntıların Adalet ve Kalkınma Partisi tarafından çözülemeyeceği ve büyük bir memnûniyetsizliğin olduğu, dolayısıyla her halükârda muhâlefetin seçimi kazanacağına dâir bir inanç var. Bu inanç, kendiliğinden Kemal Bey’i başkanlığa sürüklüyor. Çünkü eğer seçim kesinlikle kazanılacaksa, Kemal Bey’in aday olması ve bunun başka bir başkan adayına nasip olmaması gerektiğini düşünen insanlar var. Kemal Bey’in kendi çevresinden olabilir, Cumhuriyet Halk Partisi’nin Genel Merkezi’nden olabilir, akademiden, entelektüel dünyadan insanlar olabilir. Dolayısıyla yeni olan şey, Kemal Bey’in düşünce yapısı, Kemal Bey’in bir siyâsî figür olarak sahneye yeni çıkışı değil; yeni olan şey muhâlefetin seçimi kazanma ihtimâlinin artmış olması ve herhangi bir adayla seçimin kazanılabileceğinin düşünülmesi. Aslında o yüzden biz Kemal Bey’i tartışıyoruz. 

Geçtiğimiz Eylül ayından beri, yani son bir senedir, biz Kemal Bey’in adaylık sürecini izliyoruz. Bence bu süreç de çok sağlıklı işlemiyor. Türkiye, “Kemal Kılıçdaroğlu’na hazır mı?” sorusundan önce “Muhâlefet Kemal Kılıçdaroğlu’na hazır mı?” sorusunu sormamız lâzım. Kemal Bey’in adaylık projesi, siyâsî bir gerçekliğin ötesinde, normatif ve ahlâkî bir zeminde tartışılıyor. Bu da berâberinde iki hamleyi getiriyor: Kemal Bey dışındaki adayların siyâseten korkunç karakterler olduğunun vurgulanması, dolayısıyla onların adaylığı veya seçimi kazanması durumunda herhangi bir şeyin değişmeyeceği ve kaçınılmaz olarak ikinci Erdoğan döneminin başlaması. Bu da Kemal Bey’in kişiliğine vurgu yapmayı berâberinde getiriyor. Yani Kemal Bey’in rakiplerinin, muhtemel başkan adaylarının kişiliği söz konusu olduğu için, Kemal Bey’in de kişiliği söz konusu oluyor ve Kemal Bey kendisini, nefsini terbiye etmiş, bilge, herhangi bir siyâsî çıkarı, menfaati ve hesâbı olmayan, dolayısıyla bütün varlığını kutsal değerleri gerçekleştirmek için ortaya koymuş bir lider olarak sunuyor. Bunun karşısında da, Kemal Bey’in karşısına çıkabilecek herkes, “ikinci Erdoğan” gibi yaftalamalara mâruz kalıyor. 

Bu aslında çok yabancısı olduğumuz bir şey değil. Bu biricikleştirme kültürü, aslında 20 senedir Türkiye’de var. Biricikleştirdiğiniz aktörün diğerlerinden farkını vurgulamak için, hâliyle diğerlerini yaftalarsınız, yargılarsınız. Olabilecek bütün kötü özelliklerle birlikte resmedersiniz ve eğer elinizde gerekli kamuoyu oluşturma enstrümanları varsa veya televizyon kanallarınız, sizden maaş alan medya ajansları, anket şirketleri, sosyal medya fenomenleri varsa, bunu iyi kötü başarırsınız. Yani aslında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Tayyip Erdoğan için uyguladığı strateji de bundan farklı değil. Birincisi buydu; yani Kemal Bey’i siyâseten diğer adaylardan ayrıştırma projesi; onu bir şekilde uhrevîleştirme, yani insani zâfiyetlerinden arındırarak ya da siyâsî çıkarlarından arındırarak mesihvâri bir pozisyonda konumlandırma eğilimi.

İkincisi de Altılı Masa eğilimi. Altılı Masa da siyâsî bir karaktere bilinçli olarak sâhip olmayan bir masa; çünkü siyâset dediğimiz şey, aslında güç nispetinde paylaşımı öngörür. Fakat Altılı Masa dediğimiz mekanizma, partilerin daha oyu bile belli olmadan sürece ortak edildikleri, dolayısıyla bu ortaklık sonucunda da siyâsî pazarlıkların bir türlü gündeme gelmediği, herkesin eşit oy hakkına sâhip olacağına inanarak burada var olduğu, fakat hiçbir somut konuda bir çalışma ortaya koyamayan bir mekanizma oldu. Bir anlamda, Kemal Bey’in çevresindekiler, onun adaylığını destekleyenler, onun rakiplerini siyâseten aşağılarken, Altılı Masa’yla birlikte muhâlefetteki diğer partileri de siyâsetsiz bıraktılar ve onları bir norm üzerinde buluşmaya, birleşmeye ittiler. Böylece biz Kemal Bey’in adaylığını konuşmaya başladık. Çünkü hem muhâlefetin diğer aktörleri siyâsetsiz kaldı, hem Kemal Bey’in adaylıktaki muhtemel rakipleri teker teker bir şekilde yaftalandı veya karikatürize edildi ve biz Kemal Bey’in adaylığını konuşmaya başladık. 

Ancak bu adaylığın zannedildiği kadar sorunsuz ilerlemeyeceği de ortada. Çünkü siyâset kavramı, Altılı Masa’yı kurduğunuz için veya bâzı insanları medya gücüyle karikatürize ettiğiniz için ortadan kaybolmuyor; birkaç handikap ortaya çıkıyor. Birincisi, Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçimi kazanıp kazanmayacağı. Bana sorarsanız bu tam anlamıyla bir muammâ. Ben kazanamaz veya kazanır diyenlerden değilim. Tam anlamıyla bir muammâ. Kemal Bey’den daha çok, bence Kemal Bey’in rakiplerinin performansına bağlı bir şey. Meselâ, bâzı adaylar için “seçimi kazanabilir” diyoruz. “Kampanya canavarı, çok iyi cevap veriyor, çok farklı toplum kesimlerini cezbedebilir” diyoruz. Ama Kemal Bey için şunu söylüyoruz: Seçimi kazanması aslında onun dışındaki değişkenlere bağlı. O yüzden seçimi kazanabilir de kazanmayabilir de. Ama bir muammâ var şu anda. 

İkincisi, Kemal Bey’in adaylık meselesi, muhâlefette Altılı Masa dışında siyâsî eksenlerin var olduğunu da gösterdi. Kemal Bey Altılı Masa’ya siyâsî bir karakter vermiyor; ama bu, siyâset yapmadığı anlamına da gelmez. Bu siyâsî eksenler hâlihazırda var. Bizim muhâlefette gördüğümüz en önemli siyâsî eksen İYİ Parti-CHP ittifakıydı; yerel seçimler bu siyâsî eksen üzerinden ilerledi. Gördüğümüz kadarıyla Kemal Bey, şu anda adaylık sürecini bu eksen üzerinden yürütmüyor. Yani İYİ Parti’yi eşit muhâtap olarak almıyor. İYİ Parti’nin eşit muhâtap olarak alınması için, diğer dört küçük partinin de masaya oturması gerekiyor. O yüzden Millet İttifakı ekseni, bence ısrarla kaçınılan bir eksen. Bunun yerine, Kemal Bey’in adaylığını destekleyenlerin, “helâlleşme ekseni” diye, daha alternatif bir siyâset ekseni kurduğunu düşünüyorum. Cumhuriyet Halk Partisi Genel Merkezi’nde Kılıçdaroğlu’nun adaylığını destekleyen insanların, DEVA Partisi içerisindeki, özellikle İstanbul’daki bâzı figürlerle ilişkisi ve HDP içerisindeki, “Eğer hükûmet değişirse yeni bir çözüm süreci olabilir ve bunun muhâtabı da Öcalan olabilir” diye düşünen insanlar arasında bir hat olduğu kanaatindeyim. Bu, kendisini çok belli etmiyor. Altılı Masa’nın arkasına gizlenen bir proje, ama böyle bir siyâset ekseni var. Bu da olabilir.

Bu siyâset ekseni en son Gürsel Tekin’in açıklamasıyla aslında bir anlamda ayyûka çıkıyor. Yani Cumhuriyet Halk Partisi’nin, Millet İttifakı’yla birebir pazarlık yaparak, müzâkere yürüterek ilerlemek yerine veya Altılı Masa’yla siyâset zemininde ilerlemek yerine, daha alternatif, daha paralel ittifaklar kurduğunu îmâ ediyor; çünkü biliyorsunuz bu sistemde bakanlık müzâkereleri, siyâsî müzâkereler seçimden biraz önce yapılıyor. Yani başkanlık sisteminin bize getirdiği şey o. Normalde demokrasilerde partiler pazarlığını oyları nispetinde yapar; ama başkanlık sistemi olduğu için, pazarlıklar öncesinde yapılıyor. Gürsel Bey’in açıklamaları biraz onu îmâ etti. Dolayısıyla bu da berâberinde, bence hiç olmaması gereken tepkimeler getirdi. Çünkü hükûmetin İYİ Parti’yi görmek istediği bir pozisyon, bir karakter var: Olabildiğince milliyetçi ve mümkünse 7/24 HDP meselesini konuşan bir İYİ Parti arzu ediyor hükûmet. Olabildiğince HDP konuşsun; yani HDP 400 milletvekili çıkarsın, 400 milletvekili de Yavuz Aliağıroğlu gibi konuşsun istiyor. Hükûmetin böyle bir arzusu var. İYİ Parti, Gürsel Tekin’e tepki gösterirken bu tuzağa düşüyor. 

Öte taraftan, bahsettiğim CHP-DEVA-HDP ekseni de, İYİ Parti’yi %8’e, %9’a sıkışmış MHP’nin yedek partisi olarak görme eğiliminde. Onun merkez sağ kimliğini reddediyor ve günün sonunda, ne de olsa Erdoğan nefreti İYİ Parti tabanını çıkacak adaya çekeceği için, “İYİ Parti elitinin ne söylediği fark etmez” düşüncesiyle bir dayatma yapabileceğini düşünüyor. Bu dayatılan isim Abdullah Gül de olabilir, Kemal Kılıçdaroğlu da olabilir. Ama netîcede İYİ Parti’nin orada bir söz hakkının olmaması gerektiği düşüncesi var. Gürsel Tekin’in bu açıklaması, olmaması gereken İYİ Parti içerisindeki milliyetçi tepkiyi tetikliyor ve muhâlefet ittifakı buradan çok zarar görüyor. Günün sonunda herkesin kabuğuna çekildiği ve insanların mümkün mertebe birbirinin ayağına basmadan, çok hassas konuları konuşmadan, kendi ideolojik kimliklerini ya da kendi gelecek perspektiflerini birbirine dayatmadan ilerlemesi beklenen muhâlif ittifak da bu şekilde çatırdıyor. Dolayısıyla Kemal Bey’in adaylığının tetiklediği, yani ahlâkî söylemlerle başlayan, siyâset kavramını biraz taca çıkartıp onu kendi içinde aşağılayan, fakat buna rağmen arka planda bazı siyâsî eksenler üzerinden ilerlemeyi planlayan süreç, bütün muhâlefetin ortak hareket etme ihtimâlini öldürüyor.

Ruşen Çakır: Dûeğindiğin Gürsel Tekin meselesini ikinci turda daha geniş konuşacağız, Burak. O meselede hangi bağlamda, hangi temsîliyetle edildiği tartışmalı bir cümle var. Ama onun üzerinden âdeta hazır bekleyen, ânında verilen tepkiler oldu. Kemal, seninle devam edelim. Türkiye hazır mı adaşın Kemal’in adaylığına?

Kemal Can: İkinci turda konuşacağız dediğin için onu bırakayım, ama Gürsel Tekin’in söylediği, Burak’ın dediği ve zaman zaman Erdoğan’ın ve Cumhur İttifakı’nın ifâde ettiği, “Masanın altı, masanın arkası” gibi bir yerden, yedinci ortaktan da okunabilir. Ya da, daha önce gündeme gelen, siyâsetin meşrûiyet zemini, meşrû muhâtap meselesi üzerinden de okunabilir. Hangi taraftan okuduğuna göre, buna verilen reaksiyonu yerleştireceğin yer de başka türlü — bu notu düşmek istiyorum. Hemen peşin olarak, bir başka eksen var: Gizli yedinci ortak, hattâ biraz daha kalın bir ortak zemin yoklanıyor ve bu, gerçekten ifâde edilen gibi bir pazarlığın devâmı. Dolayısıyla burada böyle bir şey okuduğunuz zaman ve temsîliyeti de dikkate almadan okuduğunuz zaman başka bir şey olur. Ama “Kardeşim, böyle bir olasılık olabilir mi?” sorusuna, “Tabiî, neden olmasın?” cevâbını, daha önce açılan meşrûiyet zemininden açar ve reaksiyonları oraya oturtursak da, bambaşka bir tartışma çıkıyor. 

Dolayısıyla bu meselenin, “Türkiye ne kadar hazır?” meselesiyle bağlantısı var. Türkiye’de siyâsî çıkışlar, öneriler ya da benzeri şeyler, bir zeminde, çok rasyonel argümanlarla tartışılıyor. Biraz önce Burak, Kılıçdaroğlu’nun ahlâkî ve normatif zeminde bir özel figür olarak târif edilmesini, diğerlerini karikatürleştirme sâyesinde önümüze koydu. Ama bunun tam kontrastı da var aslında. Meselâ, “Bu durumu sâdece ahlâkî referanslarla konuşuyoruz; dolayısıyla bu ahlâkî referanslar öne çıkartılarak işin rasyonel ve siyâsî tarafı ikinci plana atılıyor” iddiasını ortaya attığımız anda da, bu sefer şöyle bir dayatmayla karşı karşıyayız ki, bu dayatma çok uzun süre, aylarca devam etti: Geçen haftalarda konuştuğumuz Mansur Yavaş oturumunda da bunu tartıştık. İki ayrı zeminden, “Hiç de ideolojik değil, hiç de ahlâkî değil, son derece rasyonel” diyerek etiketlenen başka bir dayatma var. 

Meselâ Mansur Yavaş kısmında konuştuğumuz gibi, son derece net ideolojik çizgileri olan ve tam da bu ideolojik çizgiler nedeniyle daha fazla destek alıyor gibi görünen bir figür. Burak, “Kılıçdaroğlu faktörü tartışılırken, İYİ Parti dirsekleniyor” diyor ya? Bu denklemin içerisinde Millet İttifakı olarak o ikili var. Ama Mansur Yavaş formülünü zorlarken de tersi yapılıyordu. “Diğerleri çok lâzım değil” yaklaşımı. Hattâ birtakım anketlerde, artık Millet İttifakı’nın HDP olmadan Cumhur İttifakı’nı geçtiği tezi ortaya çıktıktan sonra, “CHP’yle İYİ Parti otursun. Zâten onların zemininde muhâlefet şekilleniyor. Onlar şeklini verdiklerinde en siyâsî ve en rasyonel formül, doğru strateji de bu” deniliyor. 

İmamoğlu meselesinde ise, hâlâ tam olarak arkasının nasıl doldurulduğunu tam anlayamadığım bir “kampanya canavarı” târifi var. Müthiş siyâsî yetenekleri olan biri olarak târif ediliyor. Hattâ negatif önerme olarak, “İkinci Erdoğan mı olur?” tartışması yapılıyor, “Bunun nasıl bir zemini var?” denilirken, sanki öyle bir yeteneğe sâhipmiş de, bunun üzerinden eleştiriliyormuş gibi bir yakıştırma söz konusu. Endîşe edenleri bilmiyorum. Meselâ benim ikinci Erdoğan olması gibi bir endîşem yok. İkinci Erdoğan olabilecek güce sâhip mi ondan zâten emin değilim. Çünkü “ikinci Erdoğan” olmak sâdece bir kişilik özelliği değil, onu besleyen bütün güç ilişkileriyle birlikte ve başka tarafları da olmak zorunda olan bir mesele. Bu şekilde her aday etrafında oluşturulan şey, bâzen böyle rasyonel, bâzen ideoloji üstü, bazen ahlâkî kategorilerle, bâzen siyâsetin gerekleriyle, bâzen stratejinin mecbûriyetleriyle târif edilirken, aslında her târif eden, son derece sübjektif ve diğerini etiketleyen bir şey yapıyor. Dolayısıyla bunun içerisinden ayırıp, sâdece bir kişinin bunu yaptığı, diğerlerinin ise buna mâruz kaldığı gibi bir iddianın, durumu anlamak için isâbetli olmadığı kanaatindeyim. 

 “Türkiye ya da muhâlefet hazır mı?” sorusundaki asıl mesele, baştan îtibâren benim çok erken bir zamanda söylemeye başladığım, “Adayı saklıyoruz, adayı söylemiyoruz, adayımızı ezdirmiyoruz, adayımızı hırpalatmıyoruz” stratejisinin probleminden kaynaklanıyor. Çünkü kendi adayıyla ilgili ilkesel bir çerçeve çizip, “Kim olduğu önemli değil. Bunun ne olacağı, ne yapacağı, bu geçiş sürecinin nasıl tanzim edileceği önemli” dedikten sonra, bunun gereğini yapmayan; öncelikle kendi muhâlefet seçmenini, daha sonra Türkiye’yi hazırlama meselesinde hiçbir adım atmayan, adayın netleşip kampanyanın başlaması için 6-8 aydan bile daha kısa süre kalmışken bütün bunları yapmamış ve kendini hazırlamamış bir muhâlefet var. Dolayısıyla Türkiye’yi hazırlama konusunda da oldukça geri. Çünkü sonuçta kim aday olacaksa, Erdoğan gibi bir rakibi olacak. O rakibin de 20 küsur senelik bir background’u ve yaptığını yapmaya devam edecek çerçevesi açık, taraftarı belli bir şey var. Bunun karşısında, zâten ağır bir muğlaklığın içerisinde, kendini hazırlamamışsın, teşkilâtlarını hazırlamamışsın, masada bunu konuşmamışsın ve Türkiye’yi buna hazır etmek istiyorsun. Burada da, Burak’ın söylediklerine katıldığım tarafı, Burak’ın sadece bir tarafını söylediğini düşünüyorum. Diğer adayların hepsi için söylediği şeyler, başka argümanlarla aynı biçimde kullanılıyor. Aslında kimse açık bir tartışmayla adaylığını koyarak bu süreci yürütmüyor. Herkes, adaylığını bir mecbûriyetin ya da özel bir durumun zorunlu sonucu gibi kabul ettirmeye zorluyor. Zorlamaysa, Kılıçdaroğlu muhâlefetin en büyük partisinin genel başkanı olduğu için, onun adaylığı eşitler arasında daha yüksekte, ama aslında herkes dayatıyor. Mansur Yavaş’ın adaylığını iddia edenler de, Mansur Yavaş’ın şu vasıflardan dolayı Türkiye’nin en iyi cumhurbaşkanı olacağını anlatmıyor; birtakım mecbûriyetleri öne sürüyor. Anket diyor, gereklilik diyor, herkesin oy vereceği kişi diyor. İmamoğlu için, nerdeyse tarot falı açılmış da gelecek için büyük vaatler çıkmış gibi, gelecekte olacak ve yapabileceklerine ilişkin birtakım şeyler söyleniyor. Ya da birileri, “İkinci Erdoğan olur” endîşesini söylerken, birileri de endîşe olarak değil avantaj olarak söylüyor. “Erdoğan’ı yenebilecek elimizdeki malzeme bu” diyorlar. 

Dolayısıyla muhâlefet, burada sağlıklı bir adaylık süreci yaratamadı. Bu saatten sonra da buna zaman yok. Aylardır, “Belki adayınızı koruyordunuz, ama hem kendi kendinize adayınızı bölmeye başladınız, hem de buna zamanınız olmayacak” diyorum. Sürekli, her Altılı Masa aktörü televizyonlara çıktığında, “Bizim adayımız ortak aday olacak. Çok da güzel oy alacak, burada da bir sıkıntı çıkmayacak” diyor. Ama sıkıntı zâten çıkmış durumda; sıkıntı var şu anda. Sanki aday olmadığı için sıkıntı yokmuş gibi bir muamele yapılıyor; ama bu doğru değil. Şu anda bir sıkıntı yaşanıyor. Üstelik de bu sıkıntı, aday kim olursa olsun, seçim sonucu da ne olursa olsun, ciddî biçimde sonraya da sorun olarak aktarılacak. İş o kadar ileri gitti ki, sosyal medyadaki paylaşımlarda gördüm, hattâ geçenlerde Ayşe’nin taraf olduğu bir karşılıklı tartışma oldu: Veballerden falan bahsediliyor. Akademik soğukkanlılık, her şey kaybedilmiş, insanlar birbirlerine birtakım argümanları ileri sürdüğü için, vebal altında kalma eleştirisiyle çerçeve çizmeye çalışıyor. Bunlar, değil aktörlerin problemi, bu tartışmaya katılan herkesin de problemi. Çünkü bu konudaki argümanlarını ileri sürerken, tıpkı adayları destekleyen ve bunun siyâsetini yapan profesyoneller gibi, bağımsız olduğunu varsaydığımız pek çok insan da, aslında argümanlarını adayların etrâfında kurulan dile benzer biçimde oluşturduklarını, eleştirirken de, gerekli olanı söylerken de biraz ölçüyü kaçırdıklarını düşünüyorum. Bu, bozulan bir ortaklık zemini. Sâdece ilişkileri bozan değil, bu ilişkilerden çıkacak sonucun algısını da bozan bir şey. 

Ruşen Çakır: Kemal, pardon ama bu söylediklerinin bir vebali var, biliyorsun… Her türlü şeyi eleştirmek de iyi bir şey değil. Ona göre… 

Kemal Can: Tamam. Vebalse tamam. “Günah işleme özgürlüğü” diye bir şey vardı değil mi? 17/25 Aralık için söylenmişti. 

Ayşe Çavdar: Ben onu o zaman “Alo Fetva”ya sormuştum, “Yok öyle bir şey” demişlerdi. 

Kemal Can: Yok muymuş yani? Vebal hakkımız yok. Tamam, peki… Demem o ki, işi şuraya bağlayayım: Keşke bizim vereceğimiz değil, herkesin vereceği bir cevap olsa. “Türkiye hazır mı?” sorusunun cevâbını bilmiyoruz. Çünkü bu soru gerçek anlamda sorulmadı. Türkiye’yi değiştirmek gibi bir iddiayla bir araya gelmiş bir muhâlefet platformu var. Türkiye’ye bu soruyu sormayı erteleye erteleye getirdi, bu sorunun sorulup açıkça tartışılacağı zemini önceden ortadan kaldırdı, artık bu zemin kalmadı. Şimdi de, “Hadi bakalım kim olacak?” diyorlar. Bu aşamada “Hadi bakalım kim olacak?” sorusunun cevâbı, tutup tutup, “İyi de kim seçilebilir? En doğrusu ne?” sorusuna gidiyor. Eğer gerçekten bir teziniz, adaylık perspektifiniz, buradaki adayların hangi vasıflarına göre karar verileceğine ilişkin bir zemininiz olsaydı, belki şunu konuşuyor olabilirdik: “Kim seçilebilir?” konusunu niye konuşuyoruz? “Kimi seçtirmesi gerekir? Seçtirilecek olan kimdir?” sorusuyla gitmesi gerekmiyor muydu adayın aranması? Çünkü “Kim seçilecek, kim seçilebilir” tek parametre hâline geldiğinde, diğer her şey ya irrasyonel oluyor, ya lüzumsuz oluyor, ya dar siyâsî hesap oluyor. Ama şöyle bir perspektif aslında gayet mümkündü: “Biz, şöyle bir şeyi seçtirmek istiyoruz. Şunu yaptırmak için birini seçtirmek istiyoruz.” Burası kaçırıldı. Dolayısıyla bu soru, seçime kadar boşlukta kalacak. Benim anladığım bu. Onun için benim cevâbım da yok açıkçası. 

Daha önce hem Kılıçdaroğlu hem diğer adaylar için birkaç oturum yaptığımız için, adaylarla ilgili fikrimiz var. Ama “Türkiye, bu adaylardan hangisini istiyor? Bu saatten sonra kim seçilebilir, hangisinde daha az problem çıkar? Ortak zemini hangisi bozmaz? Kim kime oy verir ya da vermez?” gibi sorular var. Yani iş matematiğe kaldı. Bu da sağlıklı bir şey değil. Bunun sağlıklı olduğunu düşünenler var. Üstelik bunun avantaj getirdiğini düşünenler de var. Bozanlar, sâdece bir adayı manipüle edenler değil, tersinde de bir bekleme süreci var ve bekleme sürecinde kaba matematiğin avantaj teşkil edeceğini, dolayısıyla oradan kendi dediklerine gelineceğini bekleyenler ya da bunu zorlayanlar var. Böyle bir durumla karşı karşıyayız.

Ruşen Çakır: Ve bütün bunların da ağır bir vebali var diyorsun. 

Kemal Can: Vebali olmaz mı?

Ruşen Çakır: Ayşe, ilk turu seninle noktalayalım. Kemal’in konuşmasında çok az Kemal Kılıçdaroğlu lâfı geçti. Daha genel konuştu. Bakalım sen Kemal Kılıçdaroğlu’ndan da bahsedecek misin?

Ayşe Çavdar: Evet söyleyeceğim, ama önce bir iki şeyden bahsedeceğim. Bizim buralarda yaptığımız konuşmaların hiçbirinin, insanları herhangi bir adaya ya da partiye iknâ etmek gibi bir gücü yok. Bu da bizim trajedimiz ve o vebal de galiba onunla orantılı bir şey. İnsanlar, onların oylarına, fikirlerine, desteklerine tâlip olan insanları sözleriyle, konuşmalarıyla da değerlendirmiyorlar. Bunlar genellikle referans hâline geliyor. Yani arka tarafta oluşmuş, biraz sezgisel bir karar veriliyor zâten. Sonra bizim buralarda ürettiğimiz bütün içerik, aynı zamanda bütün o siyâsî partilerin liderlerinin sokaklarda, şurada burada konuştukları her şey, sâdece o sezgisel olarak verilmiş karârın referansı hâline geliyor ve onu güçlendiriyorlar veya zayıflatıyorlar. Fakat kararlar bir âna, bir söze, bir vaade değil, genellikle bir örüntüye bakılarak veriliyor. Adayların, siyâsîlerin kendileriyle ilgili anlattıkları hikâyeleri hiç umursamıyor insanlar. Çünkü bu kadar zamandır parlamenter sistem içerisinde yaşıyoruz. Seçim denilen şey hayâtımızda var. Siyâsîlerin hangi durumlarda neler söyleyebileceklerine dâir insanların deneyimleri var ve onlara güvenmiyorlar; ama davranış tutarlılığı ve bütünlüğü istiyorlar. 

Burak’ın söylediği bu ahlâkî hikâye…, yani ahlâk siyâseten bir referans noktası olmak zorunda değil; çünkü siyâset aslında bir bilek güreşi ya? “Güçlerimizi birleştireceğiz” meselesi. O güç de, o sezgiyle kurduğumuz ilişki. O sezgiyle ilişkimizi de karizmamızla, kampanya gücümüzle, şununla bununla kuruyoruz. Ama mevzû oy verme ânına, davranışa dönüşmeye başladığında işler değişiyor. Ben buradan hareketle, “Kemal Kılıçdaroğlu olmasaydı?” diye soracağım. Çünkü Kemal Kılıçdaroğlu CHP Genel Başkanı olduğundan beri, bir şekilde Deniz Baykal’ın yaptığı şeyleri geri almaya çalışıyor. Baykal’ın CHP’ye verdiği bir şekl ü şemâil vardı. O şekl ü şemâilin CHP’de hâlâ bir izi, kalıntısı olduğu anlaşılıyor. CHP kendisinden parçalar kopararak hayâtını sürdüren bir parti değil. O anlamda aslında Türkiye’nin tek kurumsal partisi. Kılıçdaroğlu, o kurumsal ve zor partiye bir şekilde yeni bir siyâsî tavır kazandırmaya çalışıyor. Dolayısıyla zor bir iş yapıyor. Geldiğinden beri, bildiğimiz alıştığımız, Erdoğan’ın sürekli “CeHaPe zihniyeti” diye işâret ettiği, bir zamanların CHP’sinin alanını biraz daha açmaya çalışıyor. Sosyaldemokrat Halkçı Parti (SHP) gibi de değil; öyle bir derdi de yok. SHP’nin o bâriz sosyal demokrat tavrına da gönderme yapmıyor.

Yine “Kemal Kılıçdaroğlu olmasaydı?” diye soracağım. Meselâ 2018 seçimlerine İYİ Parti giremeseydi anlamına geliyor bu. Türkiye’nin hâli ne olurdu? İYİ Parti’nin hâli ne olurdu? İYİ Parti’deki siyâsîlerin, onların önerilerinin hâli ne olurdu? “Ah ne iyi yaptı! Kemal Bey olmasaydı bunlar olmazdı” gibi bir yorum yapmıyorum, başka bir yere geleceğim. Meselâ Altılı Masa’yı kurmasaydı, Babacan ve Davutoğlu’nu oraya almasaydı, hattâ CHP 2014’ten beri, “Benim üzerine oturduğum birtakım değerler var. O değerler başta laiklik, devletçilik olmak üzere şuradan gidiyor. Bu kurulan partiler benimle, meselâ milliyetçilik konusunda yarışacaklar. Onlar benim rakiplerim. Diğer konularda da zâten hiçbir şekilde hemfikir değiliz. Bunlarla ne işimiz var?” diye bir siyâset üretseydi, bugün o Altılı Masa kurulmayacaktı. Burak’ın haklı olarak söylediği gibi: “Oyları nispetinde güce sâhip değiller. Kimisi ne halde olduğunu bilmediğimiz vaziyette.” Aslında ne halde olduklarını biliyoruz. Bence Burak kibarlık yapıyor onlara karşı. Kılıçdaroğlu bu masayı kurarak ne yaptı? Kendisine rakip olabilecek siyâsî aktörler târif etti. Bu siyâsî aktörler ne yazık ki yeni siyâsî aktörler değil. Ama o masa olmasaydı, Babacan ya da Davutoğlu sâhici anlamda siyâsî aktörler olacaklar mıydı? Hattâ o masa ihtimâli olmasaydı, AKP’den ayrılma süreçleri bile olmayacaktı. Kılıçdaroğlu, kendi içerisinde tutarsızlıkları olan, ama bir çizgi olarak baktığınızda gayet tutarlı bir stratejiyle siyâsetin alanını AKP’nin kurduğu yerden aldı ve başka bir yere taşıdı. Öyle ki, AKP’nin gündemi de artık Kılıçdaroğlu’nun kurduğu bu masa. Ve Kılıçdaroğlu’na gücünü veren de bu. Bu, benim daha önce Erdoğan’la ilgili söylediğim bir şeye benziyor: Erdoğan gücünü, düşmanlarını birbirleriyle ve kendi etrâfında tutarak modere etmekten alıyor. Kılıçdaroğlu’nun başka bir tarzı var. Şöyle bakalım: Davutoğlu ve Babacan rakipler. Çünkü aynı segmentteki seçmen kitlesine aynı değerlerle seslenmeye çalışıyorlar. Ayrıldıkları yerler de bence gayet kozmetik yerler. İslâmcı siyâsetten ne tür çeşitlemeler çıkacağını bilen birisi olarak baktığımda, gayet kozmetik ve liderlerin kendi kariyer planları üzerinden ayrılan yerler. Aynı masada oturmayacaklardı ve birbirlerine rakip olacaklardı, birer aktöre dönüşemeyeceklerdi. Hattâ dışarıda böyle bir masa kurulması ihtimâli olmasaydı, onların birer siyâsî aktöre dönüşmeleri fikri bile oluşmayacaktı belki. 

Şimdi aslında yapılmaması gereken bu zihin egzersizini bir stratejinin altını çizebilmek için yaptım. Bizim ahlâkî bulduğumuz, belki Burak’ın da ahlâkî bulduğu, benim “Kemal Kılıçdaroğlu olmasın” diyenlerle tartışırken karşılaştığım argümanlardan bir tânesi şu: “Eh tamam, bunu yaptı. Bunu yaptığı için cumhurbaşkanı mı olması gerekiyor?” Bu öyle bir şey değil. Bunu yaptığı için, bu stratejinin oluşturduğu yeni siyâset alanından devşirdiği bir güçle “Başkan olacağım” demiyor ki. “Altılı Masa üzerimde bir mutâbakata varırsa, ben hazırım” diyor. Tam bu noktada diğer aday adaylarına bakıyoruz. Meral Akşener, “Ben ileride başbakan olacağım” demiş ve bence doğru bir şey yapmış. Çünkü böylece kendisini parlamenter sisteme geçişin bir garantörü hâline getirmiş vaziyette ve onun da gücünü alıyor. Bir diğeri Mansur Yavaş. Hiç konuşmuyor. Türkiye’nin asıl meseleleri konusunda ondan hiçbir şey duymuyoruz ve bütün gücünü de bu gizeminden alıyor. Bir diğeri Ekrem İmamoğlu. Bence İmamoğlu’nun en önemli sorunu siyâsetteki deneyimsizliği ve kendisine yönelik bir eleştiri olduğunda stres testlerinden geçememesi. Mazbatasını alacakken ondan mahrum bırakıldı, çıktı kolları sıvadı ve “Konuşun” dedi. Bu anlamda, ilerisi için gayet başarılı bir icrâcı başbakan adayı bence. Ama Türkiye’nin geçeceği çok ciddî bir problem var: Geçiş dönemi. Anayasa değiştirilecek; cumhurbaşkanlığı sisteminden tekrar parlamenter sisteme geçilecek. O esnâda bir ekonomik buhranla, belki AKP’nin geride bıraktığı iç çatışmalarla,, hattâ uluslararası göçmen sorunuyla ilgilenecek. Ve bu esnâda o başkan olacak her kimse, oradan korkunç bir stres oluşacak. Ben Ekrem İmamoğlu’nun oradan sağlam çıkabileceğinden emin değilim. Dolayısıyla eğer bu masa kendi dışında birini getirmeyecekse, geriye 1 tane aday kalıyor. Bu konudaki fikrimi daha önce de söylemiştim. O masanın dışında herhangi biri aday olarak çıkarıldığında Ekmeleddin İmamoğlu muamelesi görecektir.

Ruşen Çakır: Ayşe, “Ekmeleddin İmamoğlu” güzel oldu ama… 

Ayşe Çavdar: Ekmeleddin İhsanoğlu demek istedim. Garip bir sürçme oldu, çok fenâ oldu; Ekrem İmamoğlu’nun hiç güleceğini sanmıyorum. Şunu çok açık söyleyeyim: İmamoğlu ya da Kılıçdaroğlu dışında herhangi bir aday, Ekmeleddin İhsanoğlu muamelesi görecektir. Buradaki anahtar kelime: Kurucu hikâye. Biraz önce bir örüntü olduğundan söz etmiştim. Bu siyâseti, AKP’nin kıstırdığı alandan, bayağı uzun erimli ve sabırlı bir siyâset kurgulayarak bulunduğu noktaya getirmiş birinden bahsediyorum. Kılıçdaroğlu olmasaydı masadaki diğer aktörlerin hangi hallerde olacaklarını düşünerek bunu söylemeye çalışıyorum. Önümüzdeki dönemde de böyle kurucu bir dönem tecrübe edeceğiz. Her şey değişecek. Bürokrasi değişecek, parlamenter sisteme geçilecek, bir taraftan ekonomideki krizlerle halleşilecek. Biz yeniden yurttaş târifi yapacağız. Bunu ikinci turda söyleyeceğim. Bu ülkenin yurttaşları kimdir, nasıl insanlardır ve onlarla devlet arasındaki ilişki nedir? Çevre konusunu, o maden ayrıcalıklarını konuşacağız. Dolayısıyla biz üzerine bastığımız toprağı yeniden târif edeceğiz. 

Böyle bir dönemde bizim ihtiyaç duyduğumuz, o siyâseti, o tartışmayı götürecek olan moderatör kim? Cumhurbaşkanı adayından bahsetmiyoruz. Bu siyâsî tartışmaya moderatörlük yapacak birisinden bahsediyoruz. Bu da bilek güreşinden biraz farklı ve zâten öyle olması gerekiyor. Mevzû sâdece seçim kazanmak değil ki. Seçim kazanmak gerekli ve önemli; olmazsa olmaz bir hikâye. Bunu da ikinci turda konuşacağım. Fakat seçimi kazandıktan sonrası da çok önemli. Hattâ seçim kazanıldıktan sonrasına ilişkin tasavvurlarımız, seçimin kazanılmasıyla ilgili mevzûu belirleyecek belki de. Dolayısıyla, ben Kılıçdaroğlu’nun yalnızca, “Ama çok emek verdi, bak bunları da hazırladı, tabiî onun hakkı” gibi ahlâkî sebeplerle başkan adayı olması gerektiğini düşünmüyorum. Böyle “ahlâkî” sebeplere ihtiyaç da yok. Zâten o zemini senelerdir kurgulamış vaziyette. Ama burada bir eleştiri yapmadan da geçmeyeceğim: Bir “mîras” lâfı ediyor. “Benim mîrâsım şu olacak, bu olacak” diye bütün Türkiye’ye konuşuyor; ama Kemal Bey’in kendisinden sonrayı planlamak gibi bir sorumluluğu var, bunu yapmıyor. Bundan neyi kastediyorum? Kemal Bey başkan adayı olduğundan îtibâren ve başkanlığı süresince, CHP nasıl bir parti olacak? Çünkü CHP artık onsuz olacak. Çünkü partili cumhurbaşkanı olmayacak. Öyle seçilse bile olmayacak. Bütün gidişattan ve cumhurbaşkanlığı yetki tartışmasından onu anlıyoruz. O konuda hiçbir fikir vermediği için, meselâ Ekrem İmamoğlu taraftarlarını çok kızdırıyor. Oysa Kılıçdaroğlu’nun, yalnızca Altılı Masa’nın değil, öncelikle kendi partisinin onayını tam olarak alması lâzım. Orada yalnızca kendi destekçileri yok. Bence başkan adaylığı konusundaki asıl mesele de bu. Onun ahlâkî bir aday olması, emek vermiş olması, şunu yapması, bunu yapması hikâyesi değil. Kemal Bey bütün Türkiye’yle ilgili bir tasavvur söylüyor bize. Ama bütün Türkiye’nin idâresine tâlip olan partisinin nasıl bir şey olacağıyla ilgili hiçbir şey söylemiyor. Bence asıl mesele, asıl karanlık olan nokta bu. Bu böyle helâlleşme ile olmaz. Partinin görünen yüzünü, konuşan seslerini yeniden elden geçirmesi gerektiği açık. Bunu da ikinci turda anlatacağım. Çünkü Gürsel Tekin meselesinde olduğu gibi, bu yol kazâları onun partisinden patlak verip geliyor. Teşekkür ederim. 

Ruşen Çakır: İkinci bölüme çok şey bıraktın, bakalım ne yapacağız? 

Ayşe Çavdar: Üç saat program yapacağız Ruşen.

Ruşen Çakır: Burak, şöyle düşünüyorum: Kılıçdaroğlu’nun, HDP sorununu sanki “Nasıl olsa Roboski’deki gibi bir helâlleşmeyle çözerim. Ben aday olursam, yumuşak bir şekilde onların da rızâsını alırım, onun için de çok fazla dillendirmeyelim” gibi bir strateji izlediğini düşünüyorum. Bir ihtimal, benzer bir şey, aday olması durumunda Ekrem İmamoğlu için de söz konusu olabilir. Ama Mansur Yavaş ve Meral Akşener gibi seçeneklerde bu olay çok daha karışacak. Yani “Bunu hiç bulandırmayalım. Nasıl olsa onlar bizden iyisini mi bulacaklar?” şeklinde bir stratejiyi benimsemiş olduğu kanısındayım. Ama arada böyle çıkışlar yapılınca, konuşmama politikasından çıkıldığı zaman çok büyük ârızalar çıkıyor. Meselâ Meral Akşener bir ara, kendi partisi içerisinden bu tür çıkışlar yapanları biraz dizginlemişti hatırlarsanız. Özellikle HDP konusunda yapmıştı. Orada da gördük ki, bu konuyu hiç konuşmamak daha iyi. Ötelemek gibi bir şey. Ama şimdi her an, her yerde birileri bunu tekrar gündeme getirebiliyor. Olay bu basitlikte mi? Sen ilk bölümde daha yapısal bir sorundan bahsettin. Ne diyorsun? Kemal Kılıçdaroğlu aday olursa, böyle bir mesele kampanya boyunca ve seçim sonrasında hiçbir şekilde gündeme gelmez diyebiliyor musun?

Burak Bilgehan Özpek: Kürt meselesinde, 2013 senesi Ocak ayından başlayan Çözüm Süreci’nde, herhalde bizi en çok şaşırtan sözleri Erdoğan’dan duymuştuk. 2015 Haziran’ına kadar çözüm sürecinin muhteviyâtı hakkında hiçbir şey öğrenemedik. Adalet ve Kalkınma Partisi milletvekilleri de hiçbir şey öğrenemediler. Da Vinci Şifresi gibi yazılmış bir Dolmabahçe mutâbakatı dışında elimizde hiçbir şey yok. Çözüm Süreci’nin ne olduğunu, sürecin aktörlerinden ziyâde, Çözüm Süreci’nin aktörlerine bel bağlamış gazeteci ve yazarların hamâsî söylemlerinden anladık. Hatırlarsanız, “Barışa Bak” kampanyası falan vardı. Barış kavramına zâten hiç kimsenin îtirâzı yok. Çözüm Süreci’nde ne olduğunu sorduğunuz zaman hızlı bir şekilde barış karşıtı îlân edildiğiniz bir dönemden bahsediyorum. Ama Çözüm Süreci’nin içeriğini paylaşma konusunda da Adalet ve Kalkınma Partisi hiçbir şey yapmadı. Dolayısıyla bu tip etnik problemlerde, yani bölünmüş toplumlarda, etnik azınlıklarla yaşayan ve çatışma yaşayan toplumlarda, barışın nasıl sağlanacağı ya da çatışmaya nasıl son verileceğine dâir çok belli başlı seçenekler var. Bu seçenekler konuşulmadıktan sonra, bence Roboski’ye gidip tâziye vermenin, Diyarbakır’da halay çekmenin, çeşitli jest ve mimiklerle Kürtlere sempatik gözükebilecek söylemlerde bulunmanın bir anlamı yok bana sorarsanız. Çok şey konuşuyormuş gibi yapan insanlar da aslında hiçbir şey konuşmuyor, bunun adını koyalım. Bölünmüş toplumları tekrar bir araya getiren, onları belirli bir sistem içerisinde barış içinde yaşatan formüller belli. 

Siz bugün Türkiye’de federalizm konuşuyor musunuz? Yani Kürt sorununu çok konuşmakla övünen aktörlere soruyorum. Türkiye’de federalizm konuşuyor muyuz? Türkiye’de etnik grup temsilcilerinin veto hakkını konuşuyor muyuz? Merkezî bütçenin nüfusa nispî oranda tahsis edilmesini konuşuyor muyuz? Ya da, bu plan dışında kalabilirsiniz, başka bir demokrasi projeniz olabilir. Bunları konuşuyor muyuz? Kürtler’i sevdiğini, anladığını söyleyenler var. Bu bir şeydir. Bir de bunu söylemeyenler var. Bana sorarsanız bu ikisi arasında çok da temel bir fark yok. 

Üzerinde çalıştığım bir konu olduğu için söylüyorum, yaklaşık 13 senedir akademik olarak çalışıyorum ve çözüm süreciyle alâkalı Routledge tarafından yayımlanan The Peace Process between Turkey and the Kurds isimli kitabım da çıktı. Benim geldiğim nokta, Türkiye’de, Kürt sorununun çözümünü demokratikleşme için bir ön koşul olarak tanımlayanlar ile demokratikleşmeyi Kürt sorununun ön koşulu olarak tanımlayanlar arasında çok temel bir ayrım olması. Dolayısıyla önce demokrasiyi getirmek, önce demokratik kurumları inşâ etmek, Kürt sorununu çözmek için anlamlı bir adım olabilir. Ben bu taraftayım. Çünkü Kürt sorununun çözümü sırasında çok otoriterleştik. 2013’ten îtibâren Türkiye’nin otoriterleşme eğrisi yukarı doğru çıktı. Hattâ hatırlayın, Etyen Mahçupyan, “Bizi bekleyen nurlu ufuklar var, biraz sabredeceğiz” diyordu. O sabrın sonu gelmedi farkındaysanız. 2013 yılında başlayan otoriterleşme, 2022 yılında hâlen devam ediyor. Çünkü orada amaç zâten otoriterleşmeyi daha tahkim etmekti. Hem Öcalan’ın hem Erdoğan’ın temsil ettikleri toplum kesiminin tek temsilcisi olması, onun üzerinde tekel olması… İki otoriter liderin de, demokrasiyle çok fazla muhabbeti olmayan iki figürün de yaptığı pazarlıktan bahsediyoruz. Barışarak da bu iki lider sahnedeydi, savaşta da PKK ve Erdoğan tek temsilci olarak ortada kaldı. Olan kime oldu? Olan, bunu yapanların dışında kalan aktörlere oldu. Meselâ siyâsî alanı daraltılan HDP’ye oldu. 

Kürt sorununu çözmek için böyle sempatik mesajlar göndermenin benim açımdan pek bir anlamı yok. Ben Kürt sorununun çözümü için gerçek anlamda demokrasi projesi görmek isterim. Bu da merkezî hükûmetten başlar. Güçler ayrılığı meselesi, parlamenter sistem meselesi, devlet-iş dünyası ilişkileri, devlet-sivil toplum ilişkileri, akademik özgürlükler, ifâde hürriyeti… Bu konuları sağladığınız zaman zâten süreç içerisinde kendi mecrâsını bulabilecek bir durumdan bahsediyorum. Benim burada referans aldığım model Bask modelidir. İspanya’nın o sorunu nasıl çözdüğüne baktığınız zaman, gerçekten bir noktaya ulaşırsınız. Meselâ Madrid hükûmeti hiçbir zaman ETA’yı muhâtap almadı, hiçbir zaman; fakat ETA’yı muhâtap almamak, Bask kimliğini reddetmeyi, Bask’ın kendi otonom yapısını reddetmeyi de gerektirmedi. Ya da Madrid’in Avrupa Birliği’ne giriş sonrası yaptığı reformlarda isteksiz davranmasını da gerektirmedi. Yani bir anda demokratikleştiler, karşılıklı ticârî ilişkiler arttı ve Bask bölgesine otonomi verildikten sonra, birden fazla birbiriyle rekabet eden parti çıktı. Bunlar İspanya’da ortaklar buldular. Birbirleriyle rakip oldular. Ama günün sonunda, o kanlı çatışma döngüsü sona erdi ve demokrasi içerisinde çözebildiler.

Biz böyle bir planı kimden duyabiliyoruz Allah aşkına? Bu planı paylaşan, “Benim Kürt sorununun çözümü için bir planım var” diyen, sempatik hareketler sergilemek dışında somut bir şeyler söyleyen kim var? Birisi milliyetçi, birisi barışsever diyoruz da, bunlar somut veriye dayanmayan ve bizim atadığımız kimlikler. Bize öyle geldiği için böyle yorumluyoruz. Bu açıdan da ben, biraz haksızlık yapıldığını düşünüyorum. Daha doğrusu, haksızlık yapıldığını düşünmemin ötesinde, İYİ Parti’deki ara zeminde konumlanma gayretinin çok hoyratça harcandığını düşünüyorum. Çünkü Akşener, HDP meselesinde hükûmet diliyle konuşmaktan çok hoşlanan bir lider değil ve “İlkesel olarak mı hoşlanmıyor, yoksa pragmatik olarak mı hoşlanmıyor?” sorusunun cevâbını veremeyeceğimize göre, şunu söyleyebiliriz: İYİ Parti hükâmetin diliyle HDP’ye veya Kürtler’e davrandığı zaman oyları daralıyor, azalıyor. Çünkü Türkiye’nin sorunlarını çözebilecek parti sinyalini topluma göndermekten âciz kalıyor. O meseleye dokunmadığı zaman, tıpkı Mansur Yavaş gibi, o meseleyi siyâsetinin mezesi yapmadığı zaman, o mesele üzerinde sörf yapmadığı, o mesele üzerinden alkış peşine düşmediği zaman başka konulardan konuşabiliyor. Ekonomiden konuşabiliyor, çevreden konuşabiliyor, dış politikadan konuşabiliyor… Siz Kürt meselesini ajandanızın dışına çıkarttığınız zaman, hakîkaten pragmatik, birçok toplum sorununu çözen parti hâline geliyorsunuz. Siyâsî partiler bunlardan bahsettiği zaman da oyunu artırıyor. O yüzden, İYİ Parti’nin HDP’yle siyâsî bir pazarlık yapmaya yanaşmaması, ama HDP’yi de hükûmetin ağzıyla yargılamaması arasında konumlandığı bir nokta var ve bu noktanın hakîkaten çok fazla tâciz edilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Bu önemli bir şey. Çünkü o nokta tâciz edildiği zaman, son olayda da gördüğümüz gibi, İYİ Parti’nin içerisinde, hiç de duymaktan hoşlanmadığımız sesler tetikleniyor. Sabah akşam, 7/24, “Keşke gün 25 saat olsa da HDP konuşsak” diyen insanlara gün doğuyor. Halbuki orada Türkiye’nin diğer meselelerini konuşmak isteyen insanlar da var. Bu insanlara alan açmak için İYİ Parti’yle HDP’yi zorla siyâsî pazarlık masasına oturtma arzusundan ziyâde, İYİ Parti’nin HDP’yle kurduğu, onu sistem içi bir aktör kabul eden ama onunla müzâkere yapmayı reddeden tavrı bence biraz anlayışla karşılamak lâzım, anlamak lâzım. Aksi takdirde, birbirini tetikleyen ahlâkî üstünlük söylemleri ortaya çıkıyor. Yani Gürsel Bey’in açıklaması, İYİ Partili bâzı isimlerin açıklamalarını tetikliyor ve bakıyorsunuz, hükûmetin arzu ettiği şekilde sâdece HDP meselesini konuşan bir İYİ Parti var. Meselâ, İYİ Parti’nin içindeyken onu istediği yere çekemeyen Ümit Özdağ’ın, İYİ Parti’nin dışına çıktıktan sonra İYİ Parti’yi gayet istediği yere çekebildiğini görüyorsunuz. Çünkü İYİ Parti içerisindeki bâzı insanlar muhtemelen, “Böyle konuşmazsak tabanı bunlara kaptırırız. Taban bize sırtını döner” gibi bir korku atmosferi oluşturuyorlar — ki bu zâten Chantal Mouffe’un söylediği gibi, popülizmin en büyük stratejisidir. Sanki ortada bir halk var, dışarıda yüz binlerce, milyonlarca insan var ve onları tatmin etmek zorundaymışsınız gibi davranılır, ama aslında o halk yoktur. Bu çok kurgusal bir şeydir. Popülizmin bu kadar dijital mecrâlara abanması, sosyal medya trollerine yatırım yapmasının sebebi de bu.

Biraz inceledim, baktım, herkes şöyle bir şeyden bahsediyor: “Böyle yaptığınız sürece halkın tokadını yiyeceksiniz”. Ya, nerede bu halk? Tamam, insanların bâzı öncelikleri, bâzı fikirleri olabilir; ama insanların asıl önceliği, Türkiye’deki Recep Tayyip Erdoğan rejiminin son bulmasıdır ve muhâlefet partilerinin bu amaca ulaşmak için gerekli esnekliği göstermesidir. Açıkçası ben, “Dışarıda, bir şekilde bu meseleyi aranızda çözün ve bu adamın yönetimine son verin” diyen bir halk görüyorum. Sosyal medyada gördüğümüz gibi, ideolojisini doruklarda yaşayan insanlar görmüyorum. Söyleyeceklerim bu kadar. 

Ruşen Çakır: Zâten muhâlefetin en kırılgan alanı bu. Konuşulmamak, başka şeylere yoğunlaşma ısrârı, tercihi. Ama bunlar bilerek ya da bilmeyerek arada ciddî bir şekilde torpilleniyor ve bu da tabiî ki iktidârın hoşuna gidiyor. Kemal, sen ne dersin?

Kemal Can: İlk turda, ikinci tur için referans olarak, bu meseleye nereden bakmak konusuna değinmiştim. Bu bir ortak zemin. HDP’yi muhâlefetin ortak zeminine almak ya da onunla açık ya da kapalı bir ortaklığın pazarlığının mümkün olduğu penceresine yerleştirdiğinizde, insanların o pencereden gördüğü şey başka, meşrûiyet alanına yerleştirdiğinizde, o pencereden görünen manzara başka. Neredeyse aynı yere bakıyorsunuz, ama baktığınız pencere değiştiği için gördüğünüz şey değişiyor. Halkın kurgusallığı meselesinde Burak’ın söylediği, hangi pencereden o halkı gördüğünüze göre de değişiyor. 

Hatırlarsanız, Kılıçdaroğlu daha önce de bu meşrûiyet tartışmasıyla ilgili, üstelik de Kürt meselesinin çözümünde “Meşru muhâtap HDP’dir” diye bir cümle kurmuştu. Hatırladığım kadarıyla, o zaman da yine birtakım îtiraz edenler ve bugün konuşanlardan bâzıları, yine benzer şeyler söylemiş olabilir ama Akşener, bugün yaptığı çıkışı o zaman yapmamıştı. Hattâ bâzı İYİ Partililer, örtülü olarak, “Tabiî ki meşrû” gibi cümleler söylemişlerdi. Meşrûiyet zemini üzerinde üç aşağı beş yukarı böyle bir deney geçirdik. Üstelik de, İYİ Parti’nin iktidar tarafından sıkıştırılmaya başlandığı dönemeçti orası. Akşener’e, gezileri sırasında organize ya da kendiliğinden birtakım tâcizlerin yapıldığı ve iktidârın bunu köpürttüğü bir zaman. Ama bunun nasıl söylendiği ve söylenirken hangi pencerenin karşısına yerleştirildiği, algıyı birdenbire değiştiriyor. Bu yüzden, meseleyi bağlamına yerleştirerek konuşmak önemli bir şey. Burak’ın bıraktığı yerden, Kürt meselesinin çözümü perspektifi üzerinden meseleye bakarsak, burada asıl kritik mesele şu: Kürtler’e, “Sizi çok seviyoruz, sizin için iyi şeyler yapacağız” denmesinin bir anlamı yok. Hattâ bu tür çatışmalı problem süreçlerinde, mağdur olduğu ve çözüm beklediği varsayılan kesime ne söylendiği değil, asıl olarak diğer kısıma bu sorunun çözümüyle ilgili bir perspektif olup olmadığının anlatılması gerekiyor. Kürtler’e ya da bir başka gerilim odağı olan Alevîler’e, “Sizin sorunlarınızı çözeceğiz” diye vaatlerde bulunmanın bir politik karşılığı olabilir. Ama asıl olarak, Alevî meselesiyle ilgili olarak Sünnîler’e, Kürt meselesiyle ilgili olarak da Türkler’e ne söylendiği ve bu sorunu çözmek zorunda olunduğuna ilişkin onlara nasıl bir pencere açıldığı önemli. Meşrûiyet tartışması bunun için önemli. Önce, bu sorunun konuşulmasına bir meşrûiyet zemini açılması gerekiyor. 

Bu mesele sâdece reaksiyonlardan ibâret bir şey gibi algılanıyor. “Birisi bir şey söylüyor, ona tepkiler doğuyor, bundan dolayı bir şeyler oluyor” gibi bir kronoloji kuruyoruz. Ama hayat böyle değil. Aslında onun arkasında, bir inkârdan ibâret, aslında böyle bir sorun olmadığı ve bu sorunun bir şantaj olarak kullanıldığına dâir bir inanç ve buna ilişkin bir siyâsî pozisyonlanma var. Dolayısıyla, her vesîle –bâzen bir olay, bâzen söylenmiş bir söz, bâzen kışkırtılmış bir tepki–, aslında var olan bir şeyin kendini daha yüksek ifâde etmesine zemin hazırlıyor. Dolayısıyla bâzı reaksiyonları, “kışkırtılmış, kontrolsüz reflekslerin açığa çıkması” diye târif edemeyiz. Bâzıları da sâhiden öyle alınmış pozisyonların varlığıyla ilgili bir sorun. Bu kronikleşmiş sorunlarda asıl burayı çözmek, dolayısıyla meşrûiyet zeminini açmak gerekiyor. Bu daha önce göçmen meselesinde de konuşuldu. Orada, reaksiyonlar üzerinden probleme ilişkin anlık durum ve ona ilişkin alınacak pozisyonlar üzerinden târif etmeye başladığınızda, sorun siyâsî alana açılabilir olmaktan çıkıyor. Onun üstüne konuşan herkes, kaçınılmaz olarak herkes, pozisyonuyla var olmak istiyor. Pozisyonunu değiştirmek, pozisyonunu tartışmak, yeni bir durum oluşmasına açık bir zeminde konuşabilmek mümkün olmuyor. Dolayısıyla ben problemi HDP ile ittifak ya da ilişki üzerinden târif etmenin sorunlu olduğunu ve verilen reaksiyonların, üstelik de Burak’ın “Hak verelim, onu da zorlamayalım” dediği Akşener’in bu imkânı doğru kullanmadığını düşünüyorum. Kürt meselesi konusunda ne kadar açılımcı bir politika yürütüp yürütmediği değil, bu meselenin konuşulabilirliği ve bunun meşrûiyet alanıyla ilgili. Akşener bunu bir kere daha yapmıştı. Üstelik çok kışkırtıcı bir çıkış olmadığı bir zamanda, “Adımız bile yan yana anılamaz” diye bir açıklama yapmıştı. Bu konu, “Kürt meselesiyle ilgili ya da Kürtler’le ilgili nasıl bir etki yaratır? Altılı Masa’ya nasıl yansır?” meselesinin ötesinde, Akşener’in merkez parti iddiası açısından, meşrû siyâseti târif bakımından da hayâtını zorlaştıran bir şey aslında. Dolayısıyla ben Burak’ın söylediğine katılıyorum. Kürtler’e nasıl vaatler verildiği değil, tam tersine bu sorunun konuşulma meşrûiyet alanı ve bunun, Kürt olmayan diğer insanlara nasıl söylendiğiyle ilgili kısmının daha belirleyici olduğunu düşünüyorum. 

Aynı şey, ilk turda konuştuğumuz Kılıçdaroğlu meselesi ve diğer meselelerde de önümüze geliyor. Çok yakın zamâna kadar, muhâlefeti, hattâ bizzat Kılıçdaroğlu’nun genel başkanı olduğu CHP’yi eleştirmeyi çok sorunlu bulanlar, şimdi Kılıçdaroğlu’nun dayatmasını vesîle ederek aynı sertlikte Kılıçdaroğlu eleştirileri yapabiliyorlar. Muhâlefeti eleştirmek sakıncalıyken CHP’nin başında Olof Palme veya Willy Brandt yoktu. O zaman da Kılıçdaroğlu vardı. Aslında, burada alınan pozisyonlar, verilen reaksiyonlar, genellikle o bütünlük içerisinde olmuyor, o duruma dâhil oluyor. Zâten kronik sorunların konuşulamamasının, sâdece stratejik olanların konuşulabildiği, her şeyi, “Hangisini yapmak lâzım? Hangisi işe yarar?” perspektifinden konuşuyor olmanın, böyle bir kapatıcı tarafı var. O zaman, gayet tuhaf argümanlar çok kuvvetli hâle gelebilirler. Çünkü “Hangisini yapmak lâzım, hangisi işe yarar?” gibi bir şey, sorunun kendisi ya da yapılması gerekenle ilgili bir konuşmayı değil, biraz önce Ayşe’nin bahsettiği gibi, bilek güreşini ya da o anda verili dengeyi öne çıkartan, bize dayatan bir durum. Tamam, iktidârın diliyle konuşmak meselesi başka bir perspektif, ama “iktidârın diliyle konuşmak” denilen şey, mevcut stratejik dengeyi hâlâ onun belirleyebildiği bir zemini var ediyor. Yapılan çıkışlar, “Altılı Masa’ya ne yapar?” meselesinden öte, toplam olarak iktidârın belirlediği stratejik dengenin devâmına yarar. Ben, sâdece bu mantıkla bile problemli olduğunu düşünüyorum. 

“Gürsel Tekin bu çıkışını hangi şapkayla yapmıştır ya da hangi temsîliyet gücüyle bunu söylemiştir, niye söylemiştir, bunun vesîlesi nedir?” konusu ayrı bir tartışma. Ama bu noktadan sonra, meselâ bu “Beşli Çete” meselesinde, hesaplaşma/helâlleşme meselelerinde de, Türkiye’nin sistem meselelerinde de, “endîşeliler” meselelerinde ve daha pek çok alanda olduğu gibi, bir ahlâkî kategori olduğu için değil, bu tutarlılık bir bütünlüklü devam imkânı sağlayabileceği için, sâdece anlık, durumsal ve kısa vâdeli âcil hedeften daha geniş bir perspektifle dile gelmesi gerekir ki, muhâlefetin, yeni bir siyâset alanı açabilme ve daha fazlasını yapabilme ihtimâli doğsun. Bu, pek çok sorun başlığında böyle yaşandı. İlk turda konuştuğumuz aday meselesinde, Kürt meselesi konusunda böyle yaşanıyor. Muhtemelen, ekonomik çözümler konusunda da çok benzer bir tabloyla karşı karşıyayız. Aslında aynı açmazın çeşitli versiyonlarını yaşıyoruz ve her seferinde, iktidârın müdâhaleleri olmaksızın da kendisini o döngüye tekrar tekrar taşıyan bir süreç yaşıyor. Bunu aşmanın yolu biraz daha geniş bir perspektifte konuşabilmek ve açık olmaktır. Akşener’de de, Mansur Yavaş’ta da aynı şeyi görüyoruz. Susuyor olmak, bu konulara girmiyor olmak, onu dinleyenlerin, o konuların dışında kalındığını değil, o konuda endîşe edilecek bir şey olmadığını, oranın sağlam durduğunu düşündüren bir şeye de yol açıyorsa, bu da problemli bir şey. Çünkü o zaman, o aday bu tür çıkışlarda, mecbur kaldığı şeyi de yaratmış oluyor. O zaman, meselâ Mansur Yavaş Van’daki gezisinde, birisi “Selahattin Demirtaş’ı da istiyoruz” dediğinde, refleks olarak “İnşallah” cevâbını verebiliyor. Çünkü o suskunluğunun arkasındaki şey hakkında herkesin düşündüğü, onun da kafasında var. Ya da Akşener’in, Gürsel Tekin’in çıkışı karşısında, “Bizim adımız aynı yerde geçemez” minvâlinde bir açıklama yapması… Yani bu ne demek şimdi? Meclis açıldı, seçim oldu ve diyelim ki muhâlefet kazandı. Yeni bir anayasa yapılacak. Anayasa yapılacak o masaya HDP’yi almayacak mı yani?

Burak Bilgehan Özpek: Geçmişte MHP buna hiç sorun çıkartmamıştı. 2011’de berâber oturdular.

Kemal Can: Aynı şeyi söylüyorum. 2014’te Meclis’te İç Güvenlik Yasası görüşülürken berâber nöbetteydiler. Hattâ Hasip Kaplan’la Oktay Vural’ın birlikte bir fotoğrafını hatırlıyorum.

Ruşen Çakır: Yavaş yavaş toparlayalım Kemal Bey.

Kemal Can: “Biz HDP ile aynı masaya oturmayız” cümlesi, “Tabiî HDP’ye de bakanlık verilebilir” cümlesi kadar sorunlu bir cümle. Peki, bu yeni Meclis nasıl anayasa yapacak? Aynı masaya oturmadan nasıl olacak? Bu mümkün mü? O zaman niye bunu söyleme ihtiyâcı duyuyorsunuz? Bu ihtiyâcı doğuran şey asıl problem zâten, Kürtler’e ne söylediği değil. Dolayısıyla anlayış göstermek ve o payı tanımak tamam, ama o anlayışın gereği olan tutarlığı ve kararlılığı da göstermek, belki bâzen de o cesâreti göstermek gerekiyor. 

Ruşen Çakır: Ayşe, seninle bitirelim. Konuyu biliyorsun. 

Ayşe Çavdar: Önce, bu mevzûnun ortaya çıkış ânıyla ilgili bir şey söyleyeceğim. Bunu da biraz politika muhâbiri tavrıyla söyleyeceğim. Bence son vak’a, Gürsel Tekin’in Altılı Masa’ya, Koray Aydın ve Yavuz Ağıralioğlu’nun da Meral Akşener’e çelme atmalarıydı. Gürsel Tekin tecrübeli bir siyâsetçi. Böyle bir şey söylediğinde mevzûnun nereye gideceğini herhalde biliyordur. Yanlış hatırlamıyorsam Koray Aydın da bu HDP meselesiyle ilgili konuştu. Yavuz Ağıralioğlu ve Koray Aydın bir müddet önce parti idâresindeki yeni bir düzenlemeyle, Akşener tarafından geri plana çekilmişlerdi. Bunu fırsat bildiler ve isimlerini duyurdular. Ayrıca, geri plandaki konumlarından duydukları rahatsızlığı dile getirip, o rahatsızlık dolayısıyla bir rahatsızlık vermiş oldular. Burada mesele, Akşener’in bu mevzûya nasıl bir cevap verdiği. Gürsel Tekin’in bu şekilde çıkış yapması, az önce sözünü ettiğim, Kılıçdaroğlu’nun partisini tasarlama işini çok geciktirmesiyle ilgili bir mesele. Kemal Bey orada güç dengelerini oluşturmak zorunda — ki herkes yerini bilsin, hangi konuda ne konuşacağını bilsin. Altılı Masa’yı fazla ön plana çıkardığı için boşta kalan bir yer var; belli ki orayı bir elden geçirmesi gerekiyor. 

Meral Akşener’in “HDP ile aynı masaya oturmayız” dediği açıklamayı izledim. Orada şöyle bir problem var: Aslında Akşener HDP’ye oy vermeyen bir Kürt târifi yapıyor. Asıl mesele de bu. Bu tanımı yaparak, kendisini AKP ve MHP’nin yarattığı bir tür cendereye sıkıştırmış oluyor. Şunu diyor Akşener: “Biz odak gruplarla toplantılar yapıyoruz. O odak gruplarına Kürtler de geliyor. Geçenlerde AKP’li olan Kürtler de geldi o gruplara… Onlara ‘Meral Akşener hakkında ne düşünüyorsunuz? diye soruldu’ ” diye anlatıyor Akşener. Onlardan bir tânesi Kürtler için, “HDP ile çok yan yana, onlara destek oluyor” minvâlinde bir cümle söylemiş. Kendisi Kürt olan bir başka kadın da, “Kürtler demeyelim. HDP ve PKK diyelim” demiş. Akşener’in kendisine târif ettiği ideal Kürt seçmen târifi bu. Ve bu ideal Kürt seçmen târifi, AKP’nin MHP ile işbirliği yaptıktan sonra –Çözüm Süreci’ni bitirdikten sonra bile değil– târif ettiği ideal Kürt seçmenle aynı şey. Dolayısıyla oraya tâlip. Bu ciddî bir sıkıntı. 

Bunun niye bir sıkıntı olduğunu, İYİ Parti içerisinden bakarak açıklayacağım. Pırıl pırıl, çok iddialı finansçılar, teknokratlar getirmişsiniz; kimseye söz söyletmiyorlar. Devleti tanıyan bürokratlardan bayağı insan almışsınız. Merkez sağa gitmek iddianız var. Merkez sağ, her türlü müzâkereye açık olmak demek. O teknokratlar üzerinden ekonomi tanımı yapmanın sebebi de o. “Temel konular üzerinden gidelim, gerisini konuşuruz” diyorsunuz. Az önce söylediğim örüntü meselesi. Bir mevzû var ki o çok önemli: Sâdece, kimilerinin romantik bulduğu, bence hiç de romantik olmayan, gayet matematik hesaplar demek olan insan hakları açısından değil. Çünkü bunlar paylaşılacak, bir şey târif edecekler, çeşitli prosesler, devlet prosesleri üretecekler. Ama bu mevzûda konuşmanız gerektiğinde, mevcut iktidarla aynı şeyi konuşuyorsunuz. Orası da daracık bir boğaz. Bütün bu içinden geçtiğimiz devlet krizi, sâdece siyâsî kriz ve ekonomik buhran değil, devletin buhranda olduğu, her yerden çetelerin fırladığı bir bağlama getiren o daracık krizi yaratan tanımın içerisine sokuşturuyorsunuz kendinizi. Mesele bu. Siz merkez sağ iddiasındasınız. Bu ne demek? “Ben muhâfazakâr da olacağım, milliyetçi de olacağım. Dinle aramda yakın ama mesâfeli bir ilişki olacak Ama milliyetçiliğin, milletin târifini ben yapacağım” diyorsunuz. E hani? Niye yapmıyoruz? Tam yeri işte burası. Kürt meselesi bence eşitlik, yurttaşlık meselesi. Onunla uğraşmadan millet târifini nasıl yapacağız? Yurttaşlık meselesiyle uğraşmıyorsak, Türkler’in kim olduklarını DNA ile mi çıkaracağız? 

Federalizm meselesine geleyim. Kürt olmayan birisi olarak söylüyorum bunu: Kürt meselesini konuşurken federalizm gibi bir şey konuşmak artık çok geç. Bu 90’larda, o zorunlu göç olmadan olabilirdi. Büyükşehir nüfusları Kürt’ken, ben Kürt olmayan birisi olarak, HDP’nin siyâsetini, “Kürtler Cumhuriyet’e paydaş olmak istiyorlar” diye okuyorum. Ve dolayısıyla her konuda bir şeyler söyleyecekler, her masada olacaklar. Kürtler Kürt olarak Cumhuriyet’e paydaş olmak istiyorlar. Kürtler Kürt olarak Cumhuriyet’in yurttaşlık târifi içerisinde bir yer ediniyorlar. Hatırlarsanız, geçen yıl bu zamanlarda HDP 11 maddelik bir “Demokrasi Tutum Belgesi” hazırlamıştı. Kürt meselesini 4. maddede saymışlardı. Önce, devletin işlerinin neden yolunda gitmediğini ve devletin işleyiş biçiminin hangi türden sorunlar yarattığına dâir bir harita çıkarmışlardı. “Kürt meselesi, ilk 3 maddenin sonuçlarından biridir” diyorlardı. HDP Tutum Belgesi’ni hazırlayıp kamuoyuna açıkladığında, herkes “Altılı Masa’nın elini rahatlatacak” diye okudu. Bu, Altılı Masa açısından ne büyük zavallılık. HDP bir şey yapacak ve “Altılı Masa, benim sizde gözüm yok” deyip onların da elini rahatlatmış olacak. Altılı Masa bu ilişki biçiminden bir hegemonya, bir iktidar üretecek. Yani hakîkaten işimiz var. Bu kadar temel bir meselede, kendi sözünü söyleyecek kudreti ve en azından dil birliğini oluşturamamış bir masa –söz birliğini değil, çünkü söz birliği yapmak zorunda değiller; konuşabilecek bir dil üretmekten bahsediyorum–, devleti böylesi bir buhrana sokmuş AKP’nin alternatifi olan, onu aşacak ve yeni bir şey kuracak bir hegemonya üretecek öyle mi? Ne yapıyoruz biz?

Buradan yine İYİ Parti ve Akşener’e döneceğim. Akşener, kurduğu bu dille, o izlediğim söyleşisinde ve her fırsatta, ideal Kürt târifi yaparak… Kürsüden yaptığı kimi konuşmalarda da bunu görüyoruz. Bu sene henüz kürsü konuşması yapmadı galiba. Yaptıysa da kaçırdım. Geçen sene sürekli izliyordum. Orada da ağzından kaçırıyor, engel olamıyor. Hassâsiyetin farkında değil. Kürtler’in bu meseleleri nasıl konuştuklarının, nasıl duyduklarının farkında bile değil. Buna yeterince kafa yoran bir ekibe de sâhip değil. En azından, Kürtler’in meselelerini, tam da AKP ve MHP’nin târif ettiği devlet nazarından bakan bir bakışla Kürt meselesini ele aldığı belli. Hal böyle olunca, Kürt meselesini, eşit yurttaşlık meselesini, yani milletin nasıl târif edileceğini, milleti var eden mekanizmaların nasıl ortaya çıkarılacağını konuşmasını beklediğimiz Altılı Masa’nın önündeki engel, tıkaç, İYİ Parti’ymiş gibi duruyor. Altılı Masa ile İYİ Parti arasındaki temel gerilim de bence bundan kaynaklanıyor. Dolayısıyla mevcut kriz, sanki AKP ve MHP’nin HDP kartını ileri sürüp Altılı Masa’yı tuzağa düşürmesi gibi anlatılıyor. Bu hakîkaten bir zavallılık deklarasyonu. Altılı Masa’nın bu konuda –bu konuda olmayınca, bence hiçbir konuda– aslında bir siyâsî kapasiteye sâhip olmadığının bir deklarasyonu. Bu çok acıklı bir şey. Bu, bir açıklama, bir îzah değil. Altılı Masa’nın bunu çözmesi gerekiyor. 

HDP bu konuda elinden geleni yaptı. Hattâ o kadar çok yaptı ki, kendi tabanından eleştiri almaya başladı. HDP ne yaptı? O “Demokrasi Tutum Belgesi”ni hazırladı. Bekledi, bekledi, aylar sonra kendi ittifakını kurdu. Bir ittifakımız daha var bizim. Ve HDP orada. HDP çok açık bir şey söylüyor: Başkanlık seçiminde o altılı ittifakla anlaşabiliriz belki, adaya bağlı. Ama Parlamento’da sizinle yarışacağız. Siz iktidar olduğunuzda da, bu Altılı Masa bir iktidar târif ettiğinde, muhâlefet olacağız’’ diyor. Zâten söylüyor bunu. Neye muhâlefet olacağı ve nasıl muhâlefet edeceği de çok açık. O teknokrat ekonomi anlayışına da muhâlefet edecek, AKP-MHP mîrâsı üzerinden devam etmeye pek eğilimli Kürt meselesi tartışmasına da muhâlefet edecek. Öyle bir şeye de ihtiyaç var tabiî ki, çünkü Altılı Masa, şu problemlerle, AKP-MHP karşısında kendi iç tartışmasına bir dil üretebilecek siyâsî kapasiteye bile sâhip olmayan bir masa idâre edecekse, ciddî bir muhâlefete de ihtiyaç var — ki o muhâlefet o dilin oluşmasına katkıda bulunsun ve hikâye AKP muhâlefetine kalmasın. 

Demek istediğim şu: Burada mevzû sâdece, önceki gün Gürsel Tekin’in öyle söylemesi, sonra Koray Aydın ve Yavuz Ağıralioğlu’nun çıkıp açıklama yapması… Bunun kısa vâdeli açıklaması var. Dediğim gibi, Gürsel Tekin Altılı Masa’ya, İYİ Partililer de Meral Akşener’e çelme taktılar. Zayıf noktayı kaşıyıp ortaya çıkarmış oldular. Fakat o zayıf nokta niye var? O zayıf nokta İYİ Parti’nin kendisini târif edememesi yüzünden var. Türkiye’de devletin işi, göçü sevk ve idâre etmektir. Türkler’in devletten anladığı şey bu. Dumrul’dan yola çıkarak, bir tür târihsel antropoloji hipotezi olarak söylüyorum bunu. Bu göçün bir yerden bir yere olması gerekmez. Bir halden bir hâle de olabilir. Bizi, devletten ve devlete tâlip olan siyâsîlerden, olduğumuz ve içinde daraldığımız şeyden, artık mevsimini, iklimini beğenmediğimiz şeyden, kaynakların yetmediği halden başka bir hâle dönüştürmesini isteriz. Hissiyat olarak söylüyorum. 

Siz en temel meselelerde, yani sokakta kavgayı çıkaran, kaynakların en çok aktığı ve devleti temelinden çürüten bir meselede, devleti çürütenlerle, o kaynakları akıtanlarla, sokakta insanların arasına girenlerle aynı târifler üzerinden giderek siyâset yapacaksınız ve “Ben geleceğe tâlibim” diyeceksiniz. Hayır, siz düne tâlipsiniz. Bu dünün siyâseti çünkü. Bugünü bu kadar krizli buhranlı hâle getiren, dünün siyâsetiydi. Eğer muhâfazakârsanız ve AKP ve MHP ile muhâfazakârlıkta yarışacaksanız, o zaman muhâfazakârlığın terimlerini yeniden târif edeceksiniz. Onların târif ettiği tâbirlerle, içerikle onlara muhâlefet edemezsiniz. Çünkü AKP bunu yaptı zâten. Meselâ AKP için, “AKP merkez sağı radikalleştirdi, alt right (alternatif sağ) hâline getirdi” diyoruz değil mi? Eh tamam, hal böyle, bunu kabul ettik. O zaman niye AKP’nin sağ târifinin içinden bir merkez sağ târifi çıkarmaya çalışıyoruz?

Önümüzde bir grup insan var. Bir grup insan dediğimiz, memleketin neredeyse yüzde 10-15’i. Diyor ki: “Ben kendimi bu Cumhuriyet’e yeterince ortak hissetmiyorum ve ortak olmak, paydaş olmak istiyorum.” Öyle “federalizm” vs. demiyorlar. Dediğim gibi çok geç. Büyükşehirlerin nüfuslarına bakın. Kürt sorunu 90’larda olduğu gibi bir bölgeye has bir sorun değil ki. Kürt meselesi aynı zamanda bir şehirlilik meselesi ve her şeyi içeren bir yurttaşlık meselesi. “Ben yurttaş olmak istiyorum” diyor. Ben Kürt olmayan birisi olarak, Kürt siyâsetinden anladığımı söylüyorum: Bu taraftaki gelip diyor ki: “Tamam, ben seni yurttaş yapacağım, söz. Ama senin yurttaşlık konularını örgütlenmiş siyâsetinde değil, o örgütlenmiş siyâsetin dışında kalanlarla konuşacağım.” —Niye? —“Onlar benimle daha sıkı ilişki kuruyorlar.” Daha az talepkârlar diyor aslında. Bence Altılı Masa’nın en zayıf tarafı da bu. Çünkü siyâsî bir dil kurmasını ve geleceği örgütleyecek kelimeleri îcat etmesini engelliyor bu problem. 

Burak Bilgehan Özpek: Ben bir şey söyleyeceğim. 

Ruşen Çakır: Buyur Burak. 

Burak Bilgehan Özpek: Gürsel Tekin’e verilen tepkinin, Gürsel Tekin’den çıkarak HDP taşlamaya dönüşmesi çok yanlış bir şey. Bunu eleştirdik, eleştiriyoruz, bu ayrı bir şey. Ama bu tepkiyi baz alarak, İYİ Parti’nin HDP’ye olan mesâfesini de kökten mantıksız bulmamak lâzım. Çünkü HDP’ye siyâseten verilecek bir kredi, HDP’nin, muhâtap olarak Öcalan’ı göstermesiyle de sonuçlanabilir. Bu, siyâsî partiler açısından çok büyük bir risktir. Bizim yaşadığımız şöyle bir saçmalık var — Demirtaş bunun altını çok iyi çiziyor: “Kürt meselesini askerî ve siyâsî olarak ikiye ayırabilirsiniz. Bir sorunu askerî olarak çözmek istiyorsanız, şiddeti başlatanla konuşabilirsiniz. Kürt meselesi sizin için bir şiddet sorunuysa, Öcalan’la gidip konuşun. Benim elimde silâh yok. Ama Kürt meselesini siyâsî bir sorun olarak görüyorsanız benimle konuşacaksanız” diyor. Hükûmetin ısrarla bize verdiği reçete de şu: Siyâsî meseleleri Öcalan’la konuşuyoruz, askerî meseleleri Demirtaş’la konuşuyoruz. Yani şiddetten Demirtaş’ı sorumlu tutuyoruz. Siyâseti etkilemek için de Öcalan’ı ön plana koyuyoruz. 2019 yerel seçimlerinden önce hükûmetin Öcalan’ı konuşturma meselesini hatırlayalım. Bâzı şeylerin ismini de koymak lâzım. “HDP sâdece siyâset yapmak, siyâsetin meşrû aktörü olmak ve siyâset dışı aktörleri de siyâset dışında bırakmak istiyor mu?” sorusunu da sormak gerekiyor. “Sayın Öcalan” demeden cümle kuramayan HDP’li siyâsetçiler var. Bu açıdan, İYİ Parti gibi partilerin durumunu da anlamak lâzım. 

Ayşe Çavdar: Başta “Kılıçdaroğlu o masayı kurarak aktörleri târif etti” demiştim. HDP’yi ne olarak muhâtap aldığınızda, siz de onlara masada olmaları gereken yerde nasıl oturacakları konusunda bir seçenek tanımış oluyorsunuz. Çünkü HDP de siyâsetin içerisinde muhâtap olunarak kendisini partililere, oy verenlere, Kürtler’e, Kürt hareketine anlatacak. Çünkü HDP de tek bir parti değil, bir koalisyon. HDP’nin bir dolu bileşeni var. O bileşenlere kendini anlatacak. Fakat tam da dediğin gibi Öcalan’la siyâset, HDP ile şiddet pazarlığı yapıldığında, HDP’ye, seçmenlerine anlatabileceği hiçbir şey verilmiş olmuyor. Bunu dışarıdan, Kürt olmayan birisi olarak, HDP siyâsetini dışarıdan gözlemleyen biri sıfatıyla söylüyorum. Ama gördüğüm, eğer o masada ona yer verilmiyorsa, HDP’nin seçmeniyle konuşacağı şeyler değişiveriyor. Ben hiçbir zaman HDP’nin çıkıp, “Bu iş şiddetle çözülür” dediğini duymadım. 

Ruşen Çakır: Arkadaşlar bu meseleyi daha önce de konuştuk, öyle görünüyor ki daha çok konuşacağız. Ama bir yerde noktayı koymamız lâzım. Büyük bir ihtimalle, bu konuyu önümüzdeki hafta ya da bir sonraki hafta yine masada bulacağız. Bugün esas olarak Kılıçdaroğlu’nu ama onun üzerinden de HDP’nin muhâlefetteki yerini konuştuk. Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’a çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.