Burak Bilgehan Özpek yazdı: İkinci Erdoğan mı, ikinci Erbakan mı?

Türkiye’de kurumsal muhalefet ile toplumsal muhalefet arasında bir gerilim olduğu iddiası yeni değil. Özellikle Gezi Parkı protestolarından sonra siyaset kurumunun toplumun taleplerini temsil etmekteki yetersizliği sıkça tartışıldı. Hatta, milyonlarca insanın sokaklara dökülmesini, muhalefetin yetersizliğinin kaçınılmaz bir sonucu olarak görenlerin sayısı hiç de az değildi. Gezi ile birlikte uyanan muhalif ve öfkeli ruh hali, kurumsal muhalefeti her fırsatını bulduğunda sıkıştırmaya devam etti. Sosyal medya, muhalefete akıl veren ve kendi beklentisini karşılamayan söylem ve politikalardan ötürü muhalefet liderlerini eleştirenlerle doludur. Bir yanda, temsil ettiği toplum kesimiyle muazzam bir kaynaşma gösteren ve yaptığı her U dönüşünü kendi seçmenlerine alkışlatmayı başaran Erdoğan varken, muhalefet kurumsal siyasi partileri kıyasıya eleştirmeye alışmıştır ve bunu oldukça doğal kabul eder.

Kurumsal muhalefete yönelen eleştiriler en çok da hükümetin toplumun üzerine yürüdüğü ve bağırdığı sembolik olaylardan sonra yükselir. Mesela Boğaziçi Üniversitesi’ne kayyum atanması, birçok genç sosyal medya kullanıcısının, kendilerinin muhalif siyasetçiler tarafından yalnız bırakıldığını düşündükleri bir andı. Bu insanların çoğu, kendileri kadar öfkeli ve ateşli olmadıkları için siyasetçileri eleştirdiler. Bir doğal afetin ardından veya patlayan bir skandaldan sonra gözler hep muhalif siyasi partilere döner ve halkta oluşan duyguların siyasi alanda temsil edilmesi beklenir. Bunun olmaması ise hayal kırıklığıyla sonuçlanır. 

Bu hayal kırıklığının aslında uzun vadeli bir karşılığı yoktur. Zira, siyasi partiler tekil bireylerin tek başlarına gerçekleştiremeyecekleri amaçlara ulaşabilecek en maliyetsiz ve en etkin araçlardır. Parlamenter demokrasilerde bu yüzden siyasi partiler vazgeçilmez aktörlerdir. Seçmenler hayatlarının her anında siyasal bir bilinçle dolaşmazlar. Yani, kurumsal muhalefeti halka ihanet etmekle suçlayan devrimci bir sosyalistin, gözünü karartmış bir Türkçü’nün, Kemalizm ile hesaplaşmasını bir türlü bitiremeyen bir muhafazakarın veya verginin her türlüsünü hırsızlık olarak gören bir anarko-kapitalistin aksine insanlar bu denli yüksek bir siyasi bilinç ve motivasyon ile yaşamazlar. Dolayısıyla, hükumetin yönetme sahasını kendi adına yönetebilecek profesyoneller ve uzmanlara bu işi bırakırlar. Bu kişiler ise siyasi partilerin bünyesinde yer alır. Partilerin topluma takdim ettikleri, saygın ekonomistler, akil diplomatlar, tecrübeli bürokratlar, aslında halkın yetkinliğinin olmadığı alanları kendi uzmanlıklarıyla düzenlemeleri için oradadırlar. Dolayısıyla, memleket yönetiminin bir kahvehane muhabbetinden, bayram ziyareti sohbetinden veya boş zaman aktivitesinden daha ciddi bir mesele olması bu uzmanların ve profesyonellerin parti kadrolarındaki varlığıyla gösterilmiş olur. 

Almanya doğumlu İtalyan sosyolog Robert Michels (1876-1936)

Robert Michels siyasi partilerin içinde kaçınılmaz olarak bir oligarşinin oluşacağını iddia ederken aslında tezini halkın olduğu gibi temsilinin mümkün olmayışına dayandırıyordu. Halkın her anına aktif olarak katıldığı bir politik mekanizma mümkün değildi ve siyasi partiler, en özgürlükçü ve demokratik idealleri savunsalar bile, zaman içinde bu gerçeğin üzerine basarak kendi oligarşik yapılarını inşa ediyorlardı ona göre. Bu 19. yüzyıl Avrupası’nda öyle bir hal almıştı ki grev yapmayı konjonktür açısından riskli gören sosyalist parti milletvekillerine rastlamak mümkündü. Ya da kategorik olarak savaş karşıtı olması umulan bazı sosyalistlerin, ülkelerindeki siyasi koşulları gerekçe göstererek güvenlik ve dış politika tartışmalarına aktif olarak katıldıkları ve ulusal çıkar ekseninde tartışmalar yürüttükleri az görülen şeyler değildi. Bavyeralı veya Manchesterlı bir işçi, politika ile ilgilenmek için çok sınırlı bir kaynağa ve zamana sahipti. Bu yüzden parti oligarşileri bunu onların yerine yapıyor ve onları mecliste temsil ediyordu. Zaman içerisinde bu temsiliyet, toplumu dışarıda bırakan ve sadece parti seçkinlerinin kendilerini temsil ettiği bir oyuna dönüştü. Bu yüzden Sorel, kravat takmış ve meclis müzakerelerinde taviz vermeye, pazarlık yapmaya hazır sosyalist vekillere öfke kusuyordu. Onun formülü, işçilerin bir noktada içgüdüsel bir itkiye benzeyen öfkeyle sokaklara çıkması ve yumruğunu bütün yerleşik çıkar gruplarının yüzünde patlatmasıydı. 

Michels’in kariyeri ilginç bir noktaya evrildi. Seçkinlerin hakimiyetindeki parlamenter demokrasiye duyduğu tepki onu Mussolini İtalyası’nda ders vermeye sürükledi. Ona göre Mussolini, siyasi partilerdeki soytarılıklardan sıyrılmış, halkın iradesini temsil eden bir siyaseti benimsiyordu. Bugün birçok popülist liderin, ülkelerin kurumsal bürokrasilerine yapıştırdıkları oligarşi yaftasını siyasi partilerden de esirgemediklerini görüyoruz. Levitsky ve Way’in de iddia ettikleri gibi, siyasi partilerin hantal ve oligarşik yapıları aslında Trump benzeri dışarıdan gelen (outsider) isimlerin önünün kesilmesi gibi bir rol de oynamaktadır. Hatta Trump’tan yaklaşık bir asır önce Henry Ford’un siyasi partileri kızağa çekerek kendisini öne çıkartmayı planlayan başkanlık kampanyası bizzat partilerdeki muhafızlar (gatekeeper) tarafından önlenmişti. Dolayısıyla, Michels’in hantallık dediği şey aslında siyasal sistemi, sistem dışı tehditlerden de koruyan bir şeydi.

Bu durum bizi, siyasal elitlerin hakimiyetinin, siyaset sahnesini aşırılıklardan korumak için elzem olduğu noktasına götürüyor. Fakat burada, halkın temsil edilememesinden veyahut aşırıcı popülistlerin yükselişinden daha büyük bir tehlike var. Bahsi geçen seçkinlerin, her rakiplerini aşırıcı olarak tanımlaması ve siyasal sistem için tehdit oluşturduğunu iddia etmesi.

Şimdi kitabın ortasından konuşabiliriz. Türkiye muhalefetinin kurumsal çatısı olarak sunulan Altılı Masa’nın da benzer bir alerji ile hareket ettiğini söyleyebiliriz. Zira, iki büyük siyasi partiye eklenen ve oy oranı daha düşük olan dört tane siyasi parti var. Böylece Altılı Masa kuruldu. İlk kurulduğu zaman parlamenter sisteme geçiş üzerinde mutabakat arayan altı siyasi parti, zaman içinde, hiç kimsenin anlamadığı şekilde muhalefetin geleceği konusunda her konuya karar vermeye tek yetkili organ haline geldi. Bunun sebepleri uzun ve bu yazıda tartışmayacağım. Şimdilik, Altılı Masa’nın niçin altı partiden oluştuğu, altıya gelindiğinde onları neyin durdurduğu ve masaya oturan partilerin hangi kriterlere göre seçildiğinin de hiçbir şekilde izah edilmediğini söylemekle yetineceğim. Neticede, meşruluğunu aslında toplum yerine gerçekleştirmek istediği hedeften alan bir masa ortaya çıktı. Demokratikleşme hedefinin kendisi toplumun süreçlere katılımından çok daha önemli görüldü ve açıkçası toplumsal tepkiler göz ardı edilerek bir demokratikleşme projesi ortaya kondu. 

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Post-Kemalist diyebileceğimiz aydınlar, CHP ve İYİ Parti tabanlarını aslında “beton Kemalist” ve “faşist” olarak tarif etti ve özellikle CHP tabanını dönüştüren bir lider olarak Kemal Kılıçdaroğlu’nun övgülerle anılması gerektiğini söylediler. Yani demokratikleşmek için toplum iradesini temsil eden değil, mümkün mertebe onu temsil etmeyen liderler makbuldu. Muhtemelen uzun yıllar AKP’ye yakın durmalarından kaynaklanan bir psikoloji ile, Erdoğan’ı seçen toplumun liderine ayak uydurma yeteneğinden oldukça etkilenmişlerdi. Aynı performansı Kemal Kılıçdaroğlu’nun sergileyebileceklerini düşündüler. Yani parti oligarşilerinin varlığı demokrasi için bir kazanım üretebilirdi. Bu yüzden Altılı Masa, hem öngördüğü hedefler hem de Kemalist ve faşist olarak tanımladıkları tabanın beklentilerini boğmak için biçilmiş kaftandı.

Bu düşünceye sahip olan kişilerin ikinci söylemi ise, Altılı Masa oligarşisini tehdit eden ve toplumsal teveccühü kendisine çekmeyi başaran Ekrem İmamoğlu’nu yaftalamak oldu. Bugün İmamoğlu’na yakıştırılan “İkinci Erdoğan” sıfatı aslında tehdit altındaki oligarşinin kendi makullüğünü ispat edebilme gayretinden başka bir şey değil. Aslında makullüğün arkasına gizlenmeye çalışılan siyasi enerji ve karizma yoksunluğu. Ancak bu tabii ki sorun haline getirilmiyor çünkü siyaset yapabilme becerisi zaten toplumun temsili anlamına geldiği için bu arzulanmayan, hatta nefret ile anılan bir şey. Belediye başkanı olduğu günden bu yana toplumu kamplara bölen, düşmanlık yaratan, kendi seçmenlerini imtiyazlı hissettirmek için muhalifleri olabildiğince karikatürize eden, hatta şeytanlaştıran bir Erdoğan ile adaylık süreci başladığı andan itibaren kimlikler, tercihler, ideolojiler arasında ayrım yapmadan söylem ve politika üreten İmamoğlu’nu benzeştirme gayreti de bunun sonucu. 

Günün sonunda, muhalif tabanı Kemalist ve faşist, İmamoğlu’nu ise siyasi kurumları yok etmek isteyen hoyrat bir popülist olarak tanımlamak aslında bir gerçeği tespit etme gayreti taşımıyor. Aksine, toplumsal temsili beceremeyen, hatta demokratikleşme için halkın temsil edilmemesi gerektiğine inanan, bu şekilde kendi siyasi başarısızlığını gizleyebileceğini düşünen aktörler için oligarşik bir yapı inşa ediyor. Altılı Masa oligarşisi bu yüzden Erdoğan’dan çok toplumla kavga eden, enerjisini muhalifleri ikna etmeye harcayan bir görüntü çiziyor.

Aşikar ki seçkinci ve oligarşik siyasetin adayı Kılıçdaroğlu. Ve muhaliflerdeki Erdoğan nefretinin, onları paşa paşa sandığa götüreceğini ve “büyük idealleri” gerçekleştirmek için talihsiz ama gerekli olan halk oyunun siyaset yapmalarına lüzum olmadan ceplerinde olacağını hesaplıyorlar. Masadan ayrılanların maliyet ödeyeceği anlatısına ise iman etmiş durumdalar. Ancak unuttukları şeyi onlara yine Michels hatırlatıyor. Elitlerin varlığı onları sadece halk ile olmasa da diğer elitlerle de rekabete zorlar.  Bu rekabet çoğu zaman oligarşinin kendi iç mekanizmaları sayesinde çözülür ve hakim elitler tehlikeyi bu şekilde savuşturabilirler. Ancak elitler arası hesaplaşmanın bir yolu daha vardır; halkın tepkisi. Organik şekilde geliştiği düşünülen toplumsal reaksiyonlar aslında rakip elitlerin birbirlerine karşı kullandıkları etkili araçlardır. Dolayısıyla hızlıca yapıştırılan İkinci Erdoğan damgası, bu damgayı yapıştıranları da İkinci Erbakan yapabilir.