Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Burak Bilgehan Özpek yazdı: Yoga eğitmenleri ve siyaset bilimciler arasındaki farklar

Eşim Melike yoga dersleri alıyor. Bir yoga eğitmeni ile her hafta internet üzerinden düzenli olarak görüşüyorlar. Bana yoganın kendisine iyi geldiğini, rahatlattığını söylüyor. Buna ihtiyacı olduğunu biliyorum ve onun adına mutluyum. Yoga eğitmeni, Melike’ye hayatı sakince karşılaması gerektiğini, yaşadığı anların anlamı üzerinde düşünmesini ve iyimser ruh halini korumasını öğütlüyor. Ne var ki, Melike’nin yoga dersleri sonrası hissettiği huzur çocuklar kreşten eve dönünce son buluyor. Üç yaşında iki erkek çocuğumuz var ve çocuk gelişim kitaplarında yazan bütün büyüme ataklarını, gelişim sendromlarını coşkuyla yaşıyorlar. Kendilerine ve birbirlerine zarar vermelerini önlemek gibi bir kaygıyla yaşıyoruz sürekli. Geç yaşta anne ve baba olduğumuz için çocuk bakımı bizi oldukça yoruyor. Artık genç değiliz ve iki çocuk ile aynı anda baş edebilmek için haddinden fazla enerji harcamak zorunda kalıyoruz. Üstelik bu çocukları büyütmek oldukça masraflı bir iş. Hanemiz, bizi orta sınıf olarak tanımlayabileceğiniz bir gelire sahip ancak sabit maaşlı olduğumuz için yükselen enflasyon karşısında sürekli olarak masraflarımızı kısmak zorundayız. Yani, yoga eğitmeninin Melike’ye salık verdiği yaşam felsefesi hayatımızın maddi gerçekleriyle buluştuğu anda anlamını kaybediyor. Ortada ne kadar olumlu düşünürsek düşünelim değiştiremeyeceğimiz şeyler var.

Bu yazıyı mızmızlanmak için yazmıyorum. Kadri Gürsel’in geçtiğimiz günlerde Medyascope’ta yayımlanan yazısını okuduktan sonra bir cevap yazma ihtiyacı duydum sadece. Ve karşı karşıya olduğumuz akıl tutulmasını okuyucuların daha iyi anlayabilmesi için kendi hayatımdan bir kesit sunmak istedim. Zira, Kadri Gürsel’in, uzun süren bir suskunluktan sonra, Altılı Masa sürecindeki bütün can sıkıcı argümanları tekrarladığı ve bu argümanları eleştirenleri de hedef gösterdiği yazısı, tam olarak yoga eğitmenleri ile siyaset bilimciler arasındaki farkı tartışmamız gerektiğini bir kez daha gösteriyor. Gürsel yazısında, Kılıçdaroğlu adaylığına itiraz edenlerin seçimleri isimlere indirgediğini iddia ediyor. Üstelik, Kılıçdaroğlu adaylığının Türkiye’nin gerçekliğiyle uyumlu olduğunu bir kez daha vurguluyor ancak itiraz edenlerin değer bazlı normatif bir takıntıyla hareket ettiğini öne sürüyor.

Öncelikle Gürsel’in, “berkesengiller” olarak tarif ettiği ve sanıyorum benim de içinde bulunduğum bir grup siyaset bilimci için mesele hiçbir zaman “Kılıçdar kazanamaz İmam alır” avamlığı içinde tartışılmadı. Bizleri böyle resmederek, Gürsel, hayali bir maç kazanmak istiyor elbette. Ama durum böyle değil. Biz, otoriter bir hükümete karşı geniş bir koalisyon ihtiyacını her zaman teyit ettik. Muhalefeti oluşturan üç temel sütun olduğunu ve muhalefetin adayının CHP-İYİP ve HDP seçmeninin oylarını eksiksiz şekilde alması gerektiğini de sıklıkla vurguladık. Muhalefette oluşan birlikteliğin bozulmaması için ise, adayın bütün ideolojik ve kimlik gruplarını göbekten kesen meselelere yoğunlaşması gerektiğini, yani ekonomi, bürokratik çöküş gibi konuları konuşmasını önerdik. Hepsinden önemlisi, başkanlık yetkisini eline alacak olan kişinin kabinesini disiplinli şekilde bir arada tutabilecek, yönetme iradesine halkı inandırabilecek birisi olmasını tavsiye ettik. Başkanlık sistemi yetkilerinin, başkan olacak kişiyi yozlaştırabileceğini de hesaba kattık ve muhalefet partilerine olabildiğince meclise odaklanmaları gerektiğini salık verdik. Üstelik, seçimi kaybettikten sonra AKP ve MHP’nin yeniden parlamenter sisteme dönmek isteyeceğini de hesap ederek, seçilecek başkanın otoriterleşme tehlikesi olmadığını, mutlaka parlamento aritmetiğini düşünerek ve müzakere süreçleri sonunda adımlar atacağını öne sürdük.

Bu çerçeve, bizi Altılı Masa’yı sorgulamaya itti. Altı parti 2022 senesinin Şubat ayında bir anayasa yapmak için bir araya geldiler. Bu anayasa yapım süreci açısından sorunlu bir adımdı çünkü parlamenter sisteme geçişi destekleyen ve 2017 referandumunda yönetim kadrosu başkanlık sistemine karşı açık tavır alan HDP, Zafer Partisi, Memleket Partisi ve Bağımsız Türkiye Partisi gibi partiler masada yoktu. Bunun yerine, başkanlık sistemini desteklemiş, teklif için parlamentoda imza vermiş, referandumun kazanılması için mitinglere katılmış Deva ve Gelecek partileri masada oturuyordu. Yani bu masa, anayasa yapımı için geniş bir konsensüs arayışında olduğunu söylemiyordu. Ortada bir samimiyet sorunu vardı.

Altılı Masa’nın siyasi bir ittifak olarak ortaya çıkması ise daha sorunluydu. Zira, o dönemki bir çok araştırmaya göre, toplam oy oranı yüzde 2’nin altında olan dört siyasi partinin her biri veto oyuncusu olarak konumlandırılmıştı ve kabinede 8 sandalye alacakları öngörülüyordu. Hatta, seçimin kazanılması durumunda, başkanın kararları Altılı Masa liderleri ile ortak alacağı masa üyeleri tarafından defalarca beyan edildi. Yani Altılı Masa bir güç bölüşümü (power sharing) projesi halini aldı ve seçimlerden önce kurulan bir koalisyon oldu. Burada iki sorunlu nokta vardı. Birincisi, kendilerini muhafazakâr kesimin temsilcisi olarak gören partilerin aslında bir oy karşılığı yoktu ve bu sıfatı kendi kendilerini atfetmişlerdi. Kendilerine yakın gazeteci ve akademisyenler de, bu partilerin masadaki anlamını ve ağırlığını korumak için bu seksi hikâyeyi köpürttüler. Dolayısıyla, aslında toplumda kimseyi temsil etmeyen parti liderleri toplumsal karşılığı olan parti liderleriyle aynı statüye erişti. Daha açık konuşmak gerekirse, İYİ Parti lideri Meral Akşener dört küçük parti lideri ile aynı statüde değerlendirildi. CHP seçmeni, her halükarda genel başkanları veya CHP’li bir isim başkan adayı olacağı için bu açıdan rahattı. Hatta birçok CHP’li arkadaşımdan, seçim kazanıldıktan sonra bütün gücün zaten Kemal Kılıçdaroğlu’nda olacağını, bu küçük partilerin bu süreçte kullanıldığını bizzat duydum. Yani Altılı Masa’da ortaya konan ve Halil İbrahim Sofrası olarak romantize edilen şey, Kılıçdaroğlu’nun kendi adaylığını onaylatmak için oynadığı bir tiyatroydu ve dört küçük partinin görevi ise bu adaylığa itiraz edebilecek tek kişi olan Akşener’i boğmaktı.

İkinci sorunlu nokta ise HDP’nin pozisyonuyla alakalı. Muhalefetin ittifakını güçlü bir lider seçip, ona kabinesini kurma serbestisi tanımak yerine bir güç bölüşümü anlaşması üzerine kurması HDP’nin muhalefete verdiği desteği oldukça sorunlu hale getirdi. Toplam oy oranı yüzde 2’nin altında olan dört partinin veto hakkı olması ve kabinede sekiz sandalye alması ancak yüzde 10 oy oranına rağmen HDP’nin güç paylaşımından hiçbir şey almadan muhalefeti koşulsuz ve canı gönülden desteklemesi izah edilmesi zor bir durum ortaya çıkardı. Bu meseleye, Kadri Bey gibi düşünenler, muhtemelen yine İYİ Parti’yi suçlayarak cevap verecek ve HDP’nin masaya kabul edilmesi gerektiğini söyleyeceklerdir. Ancak onlara, sırf HDP’nin bu muallakta kalan durumu ve hükumetin propagandasından dolayı milliyetçi-muhafazakâr seçmenin muhalefete yaklaşmadığını, İYİ Parti’nin HDP’yi masaya kabul etmesi durumunda Kemal Bey’e zar zor taşıdığı yüzde 10 oyu da getiremeyeceğini hatırlatmak gerekiyor. MHP’nin, kendi listesiyle seçimlere girme kararını Akşener masaya döndükten sonra vermesi ve Sinan Oğan gibi vasıfsız bir adayın bile yüzde 5 oy almasını doğru okumak gerekiyor.

Yani seçimin kaybedilmesi, bizlere göre bu sorunlu siyasi mimarinin ürünüydü çünkü bu yapı sadece Kılıçdaroğlu aday olsun diye oluşturulmuş bir yapıydı ve bu yapıdan sadece Kılıçdaroğlu aday olarak çıkabilirdi veya aday çıkmazdı. Seçimi ise bu sorunlu yapı kaybettirdi. “Berkesengillerin” anlattığı bu hikâyeyi atlamak ve meseleyi isimlere indirgeyerek tartışmak Kadri Bey’i mutlu etse de durum bu.

Buna karşın, Kadri Gürsel ve onun gibi düşünen birçok insan devrimin koşullarının oluştuğu kanaatindeydi ve radikal bir şekilde Kılıçdaroğlu adaylığını desteklediler. Bunu iddia ederken, ellerindeki tek veri, bazı anket şirketleri tarafından yayınlanan Erdoğan’ın karşısına çıkacak herhangi bir adayın alacağı yüzde 55 oy rakamıydı. O dönem birçok anketi takip etmiş birisi olarak söyleyebilirim ki, herhangi bir adayın yüzde 55, Kemal Bey’in ise bu rakamın çok altında oy aldığını herkes biliyordu. Buna rağmen, sahnede başka hiçbir aday kalmazsa yüzde 55’in mecbur kalıp Kemal Bey’e oy vereceğini düşündüler ve hepimizin geleceği ile oynayan riskli bir işe giriştiler. Masadan kalktığı an Akşener’e edilen küfürler, adaylığını açıkladıktan sonra İnce’ye yapılan hakaretler ve seçim döneminde aykırı ses çıkartan herkesi topluma linç ettiren ruh hali bu kartelleşme sürecinin bir sonucuydu. Ortada hali hazırda kazanılmış bir seçim vardı ve bu seçim zaferi heba edilmemeli, onların zihnindeki değişimi gerçekleştirmek için kullanılmalıydı. Birçok entelektüel bu süreçte, Kılıçdaroğlu’nu ahlaki bir kıble olarak tanımlamaktan ve yıllardır birikmiş değişim arzusunu layıkıyla temsil edecek bir peygamber olarak sunmaktan geri durmadılar. Haliyle, Kılıçdaroğlu’nun karşısında yer alan kim varsa en adi tanımlamaları hak ediyordu. Tekfirciliğin bir çeşidiyle başlasa kaldık. Akşener’e derin devletin adamı, İmamoğlu’na ikinci Erdoğan, Yavaş’a faşist, İnce’ye ruh hastası bir psikopat yakıştırmaları bu yüzden bol keseden, hoyratça yapıldı. Bu, tipik bir muhalifin, seçimlerin kazanılmasını umut etmesinden daha fazla bir şeydi.

Bütün bu ahlaki söylemler aslında mide bulandırıcı birçok hamleyi de gizlemenin ve meşrulaştırmanın etkili bir yoluydu. Erdoğan öyle büyük ve tartışılmaz bir şeytandı ki, onu mağlup etmek kutlu bir cihada dönüşmüştü. Neticede harp hileydi. Bu sayede Kılıçdaroğlu’nun dört küçük partiyi milletvekilliği ve kabine rüşvetiyle kendi yanına çekmesi, muhalif medyanın CHP ile mali ilişkiler kurup adeta bir propaganda makinesine dönmesi, alternatif her sesin üzerine çullanarak yok edilmesi gibi her bir ahlaksız eylem, daha büyük bir ahlaki davada mutlak şeytana karşı yürütülen savaşın başarılı olması için atılması gereken stratejik adımlar olarak görüldü. Yani, her önüne gelen ile gizli protokoller imzalayan ve aynı koltuğu 5 farklı müşteriye satan ikinci sınıf otobüs firmalarından daha fazla saygıyı hak etmeyen Kemal Kılıçdaroğlu, usta bir stratejiste, 102 boyutlu satranç hamlesi yapan bir üstada dönüşüyordu. Halbuki ortada olan tek şey bir sosis imalathanesiydi.

Sevgili eşim Melike’nin yoga eğitmenine geri dönelim. Her şey inanmaktan geçer diyor. Bütün sıkıntılarımızın aslında bizim beynimizde olduğunu ve bakış açımızı değiştirirsek onlardan kurtulabileceğimizi söylüyor. Kazanacak aday yoktur diyor, inanırsak herkes kazanabilir diyor. İnanmaktan diyor vazgeçmeyin. Size bunun aksini söyleyenleri, olumsuzluk yayanları hayatınızdan çıkartın. Hatta öfkenizi kendinize değil onlara yönlendirin. Gerçekler aslında bizim var ettiğimiz hapishanelerdir Melike Hanım, sadece özgür olduğunuzu düşünün Melike Hanım, birden bire özgür olduğunuzu göreceksiniz Melike Hanım… Bırakın çocuklar tuvaletlerini halıya yapsınlar, halının temiz olduğunu düşünün şimdi de. Birbirlerini boğmaya çalışmıyorlar aslında, oksijenin ne kadar gerekli olduğunu anlatıyorlar birbirlerine. Düşünmeyin bunları. Market alışverişine ödediğiniz paranın fazla olduğuna kafa yorup ruhunuzu kirletmeyin. Et, süt, meyve…. Bunların size sahip olmasına izin vermeyin Melike Hanım. İnanın, olumlu düşünün ve kendinizi toksik insanlardan uzaklaştırın. Hayatınızın nasıl değiştiğini göreceksiniz.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.