Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Burak Bilgehan Özpek yazdı: İkinci Erdoğan kimin travması?

Muhalif kamuoyu tamamen başkan adayının kim olacağı sorusuna kilitlenmiş durumda. Seçime birkaç ay kalmasına rağmen, muhaliflerin üzerinde uzlaştıkları bir aday hala yok. Kemal Kılıçdaroğlu ve Ekrem İmamoğlu isimleri arasındaki tartışma bütün hararetiyle devam ediyor. Bu tartışmanın oturduğu eksen ise “kazanacak aday” ile “yönetecek aday” arasında kurgulanan karşıtlığa dayanıyor. Zira, siyasi enerjisi ve kampanya canavarı kimliğiyle Ekrem İmamoğlu, kazanacak aday olarak öne çıkarken, Kemal Kılıçdaroğlu ise bilgeliği ve devlet tecrübesiyle yönetebilecek aday olarak tanımlanıyor. Açıkçası bu ikilem ile muhalif kamuoyu son bir sene içinde tanıştı. Daha önce yapılan seçimlerde, muhalifler için tek gaye Erdoğan’ın mağlup edilmesiydi. Bunun için önlerine getirilen adaylara sorgusuz sualsiz oy verdiler ve bu insanların iktidarı ele geçirdikten sonra nasıl yönetecekleri sorusu ile pek ilgilenmediler. Mesela, 2018 senesinde muhalefetin en güçlü adayı olan Muharrem İnce’nin, cumhurbaşkanı olduktan sonra gücü istismar edip etmeyeceği kimse tarafından sorgulanmamıştı. Herkes tamamen hedefe odaklanmıştı ve seçim gecesi bir zafer ümidiyle yaşıyordu. Zafer, bizzat Erdoğan’ın kaybetmesinden başka bir şey değildi çünkü.

Ne var ki, muhaliflerin hayatına son bir sene içinde, açıkçası Altılı Masa kurulduktan sonra, aday gösterilecek ismin seçilmesi durumunda ikinci bir Erdoğan’a dönüşüp dönüşmeyeceği sorusu girdi. Masa’nın metinlerinde ve birçok siyasetçinin demeçlerinde ısrarla vurgulanan bu endişe aslında seçilme şansı yüksek ve siyasi kariyer hikayesi Erdoğan’ı andıran İmamoğlu’na işaret ediyordu. Dolayısıyla, ikinci Erdoğan korkusunun temelinde İmamoğlu’nun adaylığını korkutucu bir ihtimal olarak sunmaktan başka bir şey yoktu. Dolayısıyla, ibre Kılıçdaroğlu’na dönmeliydi. Seçildikten sonra Altılı Masa’nın müzakere kültürünün ve masadakilerin ağırlıklarını fiili olarak devam etmesinin tek yolu bu adaylık olarak görüldü. Bu görüşte olanlar, kendilerini desteklemek için abartılı ve doğru olup olmadığını ancak ömrümüzden seneleri heba ederek anlayabileceğimiz kaba önermeler öne sürmekten de geri kalmadı. Onlara göre, halihazırda kazanılmış bir seçim vardı ve seçimleri kazanmak için kendi siyasi karizmasıyla öne çıkacak, yani başarıda hak iddia edecek bir adaya ihtiyaç yoktu. Zira eğer seçimleri kendi başarısı olarak gören bir lider ile seçime gidilirse, seçimden sonrası için bu kişinin Altılı Masa bileşenlerine kabinesinde yer vermemesi ve yürütme sürecinden dışlaması muhtemeldi. Seçim zaten kazanılmış olarak görüldüğü için, seçim zaferinin üzerinden iktidar kurmayacak bir lider ile devam etmek bu açıdan çok mantıklıydı.

Bu görüşün Altılı Masa’nın özellikle oy oranı düşük partiler ve Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaylığını destekleyenler için mantıklı olması yine de tartışmayı bitirmedi. Zira, seçimin kazanıldığına dair önerme muhalif kamuoyu tarafından sanıldığı kadar kolayca kabul görmedi. Birçok insan, seçimin kaybedilmesi durumunda hayatlarının beş yılını daha Erdoğan yönetiminde geçirmekten korkuyor ve seçimi kazanacak bir aday gösterilmesi gerektiğini söylüyor, yani İmamoğlu’nun adaylığını destekliyor. Bu noktada, tartışma yeni bir faza giriyor ve İmamoğlu, kazanması durumunda ikinci Erdoğan’a dönüşebilecek, yönetme yeteneği zayıf, hızla otoriterleşecek ve bütün sistemi merkezileştirecek bir kişi olarak tanımlanıyor. Buna karşın, Kılıçdaroğlu ise adeta bir aziz gibi tanımlanarak iktidarını kendi isteğiyle, çoğulculuğa duyduğu sarsılmaz bir inanca sahip olduğu için paylaşacak ve ülkeyi demokrasiye boğacak, akil adam olarak tanımlanıyor.

Bu yazıda, ikbalini siyasete bağlamış olan ve uzun yıllardır kendi his ve izlenimlerini sosyolojik ve siyasi tespit olarak sunmaktan imtina etmeyen kişilerin yaptığı kocaman tanımlamaları yanlışlamak için uğraşmayacağım. Bunu beyhude bir çaba olarak görüyor ve kimsenin ikna edilmek gibi bir derdi olmadığını düşünüyorum. Bunun yerine, niçin bu karşıtlığın kurulduğunu ve neden muhalif kamuoyunun gündemine geldiğini sorgulamak istiyorum. Benim düşünceme göre, muhalifler olarak yeni tanıştığımız bu terminoloji, AKP’den 2019 senesinde kopan ve daha sonra muhalif saflara gelen siyasetçi ve köşe yazarlarının travmalarının muhalefete taşınmasından başka bir şey değil. Elbette ki onların aday tercihi de, bu travmalarla yüzleşme amacı taşıyor.

Yanlış okunan tarih

Bugün muhalif cephede bulunan Deva ve Gelecek partilerinin gerek yönetim kadrolarında gerekse bu partilerin pozisyonlarını destekleyen yazarlar arasında, AKP’nin iktidar yolculuğunda emeği geçen çok insan vardır. Bunu ayıplayanlardan ve bu insanların muhalefete gelmesinden rahatsız olanlardan değilim. Ancak bu boşanmanın sebepleri üzerinde durmamız gerektiğini de düşünüyorum çünkü bunu anlamadan yeni bir evlilik kurmak pek mümkün olmuyor. Bize anlatılan hikaye, belli bir noktaya kadar gayet özgürlükçü, gayet demokrat ve gayet profesyonel yönetilen AKP hükumetlerinin bir noktada hesapta olmayan bir şekilde çıldırdığı. Öyle ki, pelikancılar denen bir grup kariyer düşkünü kişi, Erdoğan’ın çevresini sardı ve onu sadakat sarhoşu yaparak dava arkadaşlarından uzaklaştırdı. Bu arada, derin devlet de işin içine girdi ve MHP üzerinden Erdoğan’ı kendisine mahkum ederek adeta bir rehineye dönüştürdü. Dolayısıyla, parti içinde liyakat sahibi, ahlaklı insanlar için artık yaşama alanı kalmamıştı. Hızla yönetim kadrolarından uzaklaştırıldılar ve onlar da muhafazakarların bu yozlaşmış parti ile birlikte anılmamaları için risk alarak siyasete devam kararı aldılar.

Bu hikayenin özünde aslında, muhaliflerin şu anda yaşadığı tartışmanın bir dönem iktidar cenahında da yaşandığına dair şüpheler uyandıran bir şeyler var. Zira, AKP’nin bir siyasi partiden ziyade demokrasi projesi, Erdoğan’ın ise siyasi bir liderden çok üzerinde mutabakata varılmış bir siyasi programın oy toplamak için görevlendirilmiş yüzü olduğunu ima ediyor. Yani Erdoğan, aslında bu insanların dünyasında oy kazanmaya yarayan, seçilecek aday olarak kodladıkları kişi. Ancak AKP’yi istisnai kılan, kazanılan seçim sonrası yönetecek kişiler olarak Erdoğan yerine liyakat ve ahlak sahibi isimlerin atanması. Dolayısıyla seçimleri Erdoğan’ın kazandığı ancak hükumetin onun tarafından yönetilmediği bir sistemin ideal olduğuna inanıyorlar. Bu inanış beraberinde, Erdoğan’ın seçim başarılarını da onun siyasi enerjisi ve siyasi zekası yerine, hükumetlerin başarısı ve demokratikleşme süreçlerinin bayraktarlığını yapan aydınlara borçlu olduğunu iddia etmeyi gerektiriyor. Böylece, zihinlerde seçim kazanma eylemi ancak başarılı bir sistem ve sadece bu aydınların onayladıkları demokrasi söylemine harfiyen uymakla mümkün oluyor. Yani, liderin ve onun siyasi enerjisinin rolü minimize ediliyor.

Travma tam bu noktada başlıyor. Zira Erdoğan 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra yeni bir patikaya girdi. Önce, Davutoğlu ile Kılıçdaroğlu arasında yaşanan koalisyon görüşmelerini bloke etti ve hemen ardından da ülkeyi erken seçime götürerek yeniden meclis çoğunluğunu sağlamayı başardı. Şüphesiz ki bu adımlar memleketin selameti açısından oldukça olumsuz sonuçlar doğurdu ve ülke bu hamleler sonucunda senelerini kaybetti. Ancak AKP’yi, iktidarını paylaşmak zorunda kalan bir koalisyon ortağı olmaktan kurtaran ve yeniden sistemin hakimi durumuna getiren bu hamleler oldu. Erdoğan bununla da yetinmedi, Davutoğlu üzerinde baskı kurarak onu istifa etmeye zorladı ve onun yerine tem bir “yes man” olan Binali Yıldırım’ın seçilmesini sağladı. Birçok insan, başbakanlık seviyesinde yaşanan bu değişimin kabinenin kalitesinde bir düşüşe işaret ettiğini ve AKP’yi zor günlerin beklediğini düşündü. 15 Temmuz sonrası yaşananlar ise demokrasi adına AKP’yi kutsayan herkesi utandıracak nitelikteydi. Yargı bağımsızlığı bir tarafa bırakıldı ve insanların can güvenliği, mülkiyetleri ve özgürlükleri AKP’nin siyasi merhametine bırakıldı. Ve elbette ki merhamet hızlı şekilde önce siyasi kazanıma tahvil edildi, ardından ülkedeki suçun ve masumiyetin tanımını değiştirdi. Böylece mafya örgütlerinin, milliyetçiliğin arkasına sığınarak kendisini gizleyen suç şebekelerinin ve partizan görünümlü soyguncuların sahneye çıktığı bir dönem yaşandı. Ben de dahil birçok insan, AKP hikayesinin artık daha fazla dayanamayacağını düşünürken, 2017 referandumunda Erdoğan çok istediği başkanlık sistemini elde etti ve bir sene sonraki genel seçimde yeniden başkan seçildi.

Travma inanılan hikayenin çökmesinden başka bir şey değildi. Erdoğan, sözlerinden çıkmadığı için demokrasi kahramanı olarak kendisini öven, alkışlayan zevat olmadan kazandı. Davutoğlu ve Babacan gibi muhafazakâr mahallenin altın çocukları, medeni figürlerini yanından uzaklaştırmasına rağmen gücünü korumakla kalmadı, daha da arttırdı. Yani lideri önemsizleştiren, kazanma halini değersiz gören ve siyaset yapmayı sınıfsal bir olgu olarak görüp, elini kirletmek ile eş tutan bir anlayışı mağlup etti. Türkiye tabii ki çok şey kaybetti ancak seçilme ile yönetme arasındaki ayrıma dayanan siyaset iktidar cephesinde son buldu.

Travmanın tamiri

Muhalefette olanlar için bu anlaşılması zor bir durum. Onlar seçim kazanma olgusu ile önce 2015 senesinde Demirtaş’ın sarsıcı yükselişi ve İmamoğlu’nun 2019 senesindeki yaratıcı stratejisi ile yaşadılar sadece. Her iki başarı da açıkçası lider odaklıydı ve içinde ciddi bir kazanma hırsı barındırıyordu. Bu hırs hiçbir muhalifi rahatsız etmedi. Hatta bir kamu gücünü ele geçiren muhalif bir lideri ilk defa gören muhalifler, tarikat ve cemaatlere peşkeş çekilen belediye kaynakları geri alındıkça bundan ziyadesiyle memnun oldular. 30 Ağustos şenliklerinde kamusal bir alanda yıllar sonra ilk defa vals yapan gençleri gördükleri zaman coşkuya kapıldılar. Bitirilen her metro hattı, açılan her belediye lokantası, yapılan her sosyal yardım projesi onları gururlandırdı. Dolayısıyla, yaklaşan başkanlık seçimleri öncesi bekledikleri tek şey seçimi kazanmak ve Erdoğan’sız bir ülkede yaşamak. Fakat yaşadığı travmaları muhalefet üzerinden onarmaya çalışan ve kendi yanlışlanan hipotezlerinin belini ampirik olarak doğrultmaya çalışanlar yüzünden bu amaca ulaşamayabilirler.

Altılı Masa’nın kazanacak adaya duyduğu alerji aslında onların kaybettikleri bir davanın tortusunu taşıyor. Kazanacak aday lafları, İmamoğlu’nun gittiği şehirlerde coşkulu şekilde karşılanması hatta Saraçhane günü uyanan coşku onlara AKP döneminde tanık oldukları şenlikli mitingleri ve Erdoğan’ın etrafında oluşan sevgi yumağını hatırlatıyor. Bunun için Erdoğan’ın karşısına bir aday ile değil bir sistem ile çıkmak gerektiğini düşünüyor, seçimi kazanma işini de bir aday yerine talihe havale ediyorlar. Seçildikten sonra İmamoğlu’nun dönüşeceği kişinin ikinci Erdoğan’a benzeyeceği düşüncesi bu yüzden Ekrem Bey’in kişiliğinden veya yönetim tarzından çok bu insanların Erdoğan ile yaşadığı tecrübeler hakkında bir şeyler söylüyor bize. Daha önce gördükleri ilk kazanan aday daha sonra canavara dönüşmüş ve onların etini koparmıştı. Yeni bir kazanacak adayın da aynısını yapacağını düşünüyorlar. Bunun için aslında onları tiksindiren bir aday veya bir isim değil bizzat seçim kazanma olgusunun ta kendisi.

Halbuki, ne demokrasinin ne otokrasinin tasarlanarak başarılmayacağını, bunlar için gerekli olan öncelikli koşulun yapısal özellikler olduğunu düşünmeliler. Yani Erdoğan’ı otoriterleştiren, onun yanına ilişenlerin sözlerine kanıp aniden çıldırması değildi. Bizzat bu isimlerin cengaverce savundukları demokratikleşme süreci boyunca karşılarına çıkan her itirazı kriminalize edip, ortadan kaldırma eğilimiydi. O her şeyin yolunda gittiği meşhur demokratikleşme sürecinde, her muhalife beyaz Türk, darbeci, imtiyazlı ve şımarık dediğiniz; tezlerinizi savunmak için medya gruplarını ele geçirmeyi mübah gördüğünüz; siyasi meşruluk peşinde koşan bir siyasetçiyi ısrarla terör ile özdeşleştirdiğiniz ve desteklediğiniz liderin tasfiye ettiği isimlere sırf kariyerinizin önünden çekildiği ve size yükselme fırsatı yarattığı için sahip çıkmadığınız zaman zaten Erdoğan’ın otoriterleşmesi için uygun ortamı kendi ellerinizle hazırlamış oluyorsunuz. Bununla yüzleşmeyi reddedenlerin, karşısına çıkan ve seçim kazanma becerisine sahip her adayı Erdoğan’a benzetmesinden daha doğal ne olabilir ki?

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.