Neo-con sıfatıyla dünya, 11 Eylül saldırılarından sonra tanıştı. Ulus-aşırı terörizm ABD’yi kendi topraklarında vurmayı başarmış ve bilinen bütün jeopolitik ezberleri bozmuştu. Yani coğrafi uzaklık ile güvenlik arasında kurulan ilişki kopmuştu. Bununla birlikte, tehditlerin sadece devletler tarafından devletlere karşı oluşturulduğuna dair teori de yara almıştı. Saldırıyı devlet dışı bir terör örgütü düzenlemiş ve tabiri caizse ABD yönetimi bu saldırıdan dolayı kimi sorumlu tutacağını şaşırmıştı. Bu noktada devreye neo-con’lar girdi ve bütüncül bir okuma yapmayı başardı. Onlara göre saldırıyı bir devlet organize etmemişti ama radikalleşmenin sorumlusu köhnemiş yönetim tarzlarıyla bizzat devletlerdi. İslam dünyasının otoriter liderleri, yozlaşmış ve baskıcı bir yönetim tarzına sahipti. Kaynakları adil bir şekilde paylaşmayan, demokratik yolları tıkayan ve her türlü meşru eleştiriyi sert şekilde bastıran bu yönetimler, radikal İslami grupları güçlendirmekten başka bir işe yaramıyordu. Güçlenen örgütler ise ABD’nin güvenliğini tehdit eder hale gelmişti. Dolayısıyla, ABD’nin kendi güvenliğini sağlayabilmesi için sadece bir devleti cezalandırması yetmezdi. Zaten ortada cezalandıracak ve saldırıdan sorumlu tutulacak bir devlet de yoktu. Yapılması gereken radikalleşmenin önünü kesmekti. Bunun için gerekli olan şey ise otoriter yönetimlere karşı kutsal bir savaş açmak ve onları demokratik dönüşüme zorlamaktı. Şer ekseni olarak betimlenen, Irak, Suriye ve İran gibi ülkeler öncelikli hedef olarak ortaya kondu. Bu ülkelerde rejim değişikliği hedeflendi ve önce Afganistan’da sonra Irak’ta ilk adımlar atıldı.
Bu iddialı program tamamen eleştiriye kapalıydı ve doğrudan sonuca odaklanmıştı. Önerdikleri politikaya eleştirel yaklaşan herkesi hızlı şekilde yaftalamaktan geri durmadıkları gibi insan hakları konusunda son derece kötü bir sicile sahip olan diktatörleri de kendilerini meşrulaştırmanın etkili bir enstrümanı olarak kullandılar. Yani, neo-con’ların önerisine karşı çıkan herkes aslında Saddam’ın, Ahmedinecad’ın ve Esad’ın günahlarına kefil olan, dolayısıyla tekfir edilmesi gereken müşriklerdi. Böylece, neo-con’ların önerisi uygulandı ve işgal harekatları başladı. Geçtiğimiz 20 sene içinde ne Afganistan ne de Irak demokratik bir dönüşüm geçirebildi ve istikrarlı yapılar olarak varolabildi. Ortadoğu’nun demokratikleşme ülküsü büyük bir başarısızlıkla ve dünya için daha büyük güvenlik sorunlarıyla sonuçlandı.
Peter Galbraith, bu süreci şımarıklık, romantizm ve çıkarcılıktan aynı anda bahsederek anlatıyor. ABD’nin askeri gücünün verdiği şımarıklık, çok kısa bir sürede Saddam rejiminin devrilmesiyle güçlendi ve sonrasındaki sürecin de kolaylıkla yürütüleceğine inandırdı birçok insanı. Demokratikleşmeyi basit bir kurumsal mühendislik meselesi olarak algıladılar ve doğru yapıların kurulması durumunda toplumun da hızlı şekilde dönüşeceğini umdular. Romantizmleri ise yürütülen sürecin kolaylığından ziyade ortaya çıkacak sonucun vaat ettiği büyüleyiciliği ile Saddam döneminin tahammül edilemezliği arasına sıkışmış tartışmalarda kendisini gösteriyordu. Demokrasi ideali o kadar sarsılmaz bir ahlaki zemine sahipti ki bu amacı gerçekleştirmek, Iraklılar’a yeni bir hayat sunmak ve bunun için birçok ülkeyi diplomatik olarak karşısına almak pahasına gerçekleştirilmeliydi. Iraklılar için onurlu bir hayat mümkündü ve bunu onlara Amerikalılar verecekti. Çıkarcılık ise neo-con’ların bürokrasi üzerindeki güçlerinin artmasıyla, işgal edilen Irak’ta birçok konu hakkında söz sahibi olmalarıyla ve Mearsheimer ile Walt’un yazdığı gibi, asıl amaç olarak ABD’nin değil İsrail’in güvenliğini sağlamalarıyla açıklanabilir.
Yani büyük davaların, görkemli gelecek tasavvurlarının, insanı argümansız bırakan ahlaki salvoların arkasına gizlenmiş iki büyük gerçeklik vardı. Birincisi, amacın aracı önemsiz bırakan ve önemsiz bir teferruat gibi gösteren tarafı. İkincisi ise araçların önemsizleşmesi durumunda ortaya çıkan müstehcen bir çıkar şebekesinin varlığı. Ve günün sonunda, şaşırtıcı olmayan bir başarısızlık.
Bunları anlatıyorum çünkü neo-con zihin yapısı, aynı romantiklik, aynı ahlakçılık ve aynı tekfirci yaklaşımla bizlerin de hayatında 2002 senesinden bu yana var oldu. Şaşırtıcı olmayan şekilde, bütün bu ahlaki hikayenin arkasına gizlenmiş iktidar ve çıkar hesaplarıyla hem de. Bizlere, büyük bir demokratik dönüşümü gerçekleştirmek için aramıza katıldığı iddia edilen AKP, bir grup Türk neo-con tarafından takdim edildi. Hedeflerinde Saddam yerine aynı ahlaki öfkeyle karşı durdukları eski milli güvenlik rejimi vardı. Ve AKP’nin yoluna çıkan, onu eleştiren, onu zayıflatabilecek her aktör bir gerekçeyle aşağılandı ve muhatap alınmayacak düzeyde bir gayri-ahlakilik ile yaftalandı. Hatta, AKP’nin mutlak amacı ahlaki açıdan o kadar tartışmaya kapalıydı ki bu dönemdeki bütün insan hakkı ihlalleri, mülkiyet ihlalleri, illiberal uygulamalar ve hatta muhalefeti zayıflatabilecek gizli kamera kayıtları sineye çekildi, kutlu zafere yürürken tolere edilmesi gereken lüzumsuz ayrıntılar olarak görüldü. Demokratikleşecektik ancak bu demokratik rekabetin güçlü olmasıyla değil, bizzat güçsüz olmasıyla mümkün olacaktı. Türk neo-con’lar, Amerikalılar’ın Irak’ta yüzleştiği başarısızlığın bir benzerini yaşadılar. Gözlerinin önünde inşa edilen otoriterliğin taşlarını bizzat kendileri taşıdılar.
Ne var ki Türk neo-con figürler ve temsil ettikleri zihniyet, bu hesaplaşmayı yapmıyor ve sorumluluk kabul etmiyor. Onlara göre işler ters gitmesi yapısal bir sorundan çok Erdoğan’ın kişisel dönüşümüyle daha çok ilgiliydi. Yıllarca Erdoğan’ın başarısını onun demokratik değerleri savunmasıyla ve halkın bu değerlere olan açlığıyla açıklarken, Erdoğan’ın tam aksi istikamete yönelip, milliyetçi ve otoriter bir tonda siyaset yaparak da çoğunluğun oyunu alabilmiş olmasından pek ders çıkarmış değiller. Yani demokratikleşme süreci Erdoğan’ın kişisel eğilimleri yüzünden çöktü ancak Erdoğan’ın kişisel olarak ne 2015 yılının öncesinde ne de sonrasında yaşanan siyasi başarılarda bir rolü var. Zaten halihazırda derin devletin ve İttihatçı geleneğin elinde esir olan Erdoğan’a bir aktör veya fail muamelesi de yapmıyorlar. Bu yüzden 2023 yılında yapılacak olan seçim Erdoğan’a karşı değil, demokratikleşmeyi mağlup etmiş İttihatçılığa karşı bir mücadele kisvesine bürünüyor. Bu yüzden Erdoğan’ı yenebilecek enerjide bir siyasetçiden daha çok değerler setine sığınmış durumdalar.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Altılı Masa’yı tanımlarken konumlanılan pozisyon ve bu masaya atfedilen demokratik dönüşüm hedefi tam olarak bu zihniyeti yansıtıyor. Demokratikleşmeyi, Erdoğan’ı mağlup etme ve akabinde oluşacak siyasi rekabetin iç dinamiklerine bırakmak yerine, tasarlanarak ulaşılacak bir hedef olarak tanımlıyorlar. Ve her neo-con gibi bu hedefe ulaşma yöntemini önemsizleştiriyor, yöntem tartışması açanları da demokrasi idealine ihanet ile suçluyorlar. Bütün bu ağdalı sözlerin arkasına bir çıkarın saklanmadığını zannetmek de oldukça safça bir yaklaşım olur. Toplumsal karşılığı olmayan, destek verdikleri siyasi grupları aşağıya çeken ve fantastik muhafazakar ve seküler okumalarıyla hayatı es geçen bir grup insan için yeniden sisteme dönüş ümidi az şey değil.
Her neo-con projesi gibi, ahlaki gibi gözüken ama kamusal tartışmayı kapatan, demokrasiyi kalkan olarak kullanan ama demokratik tartışma için elzem olan muhataplara saygı ilkesini bir çırpıda ihlal edecek kadar hoyrat bu proje de muhtemelen başarısızlıkla sonuçlanacak. Yönteme odaklanan, aktörleri çıkarlarıyla birlikte tanımlamaktan imtina etmeyen, bunu ahlaksızlık olarak yaftalamayan ve bu çıkarları uyumlu hale getirerek başarıya ulaşılabileceğini düşünenler için ise başarısız olduktan sonra haklı çıkmanın bir anlamı kalmayacak.