Adını Koyalım (85): Ekrem İmamoğlu’na ceza özel yayını

İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanı Ekrem İmamoğlu’na Yüksek Seçim Kurulu (YSK) üyelerine hakaret ettiği gerekçesiyle 2 yıl 7 ay 15 gün hapis cezası verildi.

Kararın Yargıtay tarafından onanması halinde İmamoğlu, siyasi yasaklı hale gelecek.

Muhalefet ne yapacak?

Bu karar seçim sürecini nasıl etkileyecek?

Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek, “Adını Koyalım Özel”de değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Adını Koyalım Özel” yayınıyla karşınızdayız. Kemal Can, Burak Bilgehan Özpek ve Ayşe Çavdar’la birlikte, Ekrem İmamoğlu’na verilen cezâyı yorumlayacağız. Arkadaşlar, merhaba.

Çavdar-Can-Özpek: Merhaba.

Ruşen Çakır: Dün, yani Çarşamba günkü Adını Koyalım yayınımızda tarȋkatları konuştuk. Kemal Can o yayında yoktu. Biz önceden kayıt yapmıştık ve biz de Kemal Kılıçdaroğlu gibi tongaya düştük. Aslında mahkemeyi biliyorduk, ama tarȋkat olayı da çok önemli bir konu ve hâlâ gündemde. Fakat Ekrem İmamoğlu olayı her şeyin önüne geçti. Olayın birçok boyutu var. Tabiȋ ki ortalıkta komplo teorileri de uçuşuyor. Bu olay kime yaradı, kime yaramadı? Aday belli oldu mu olmadı mı? Dün Saraçhâne’de yaşananlar ve bugün yaşanacak olanlar… Biz bu yayını bugünkü Saraçhâne toplantısının öncesinde yapıyoruz. Belki sonrasında, en azından haftaya bu konuyu tekrar konuşuruz. Kemal, sen dünkü yayında yoktun, o yüzden seninle başlayalım. Çok soru var, ama ben soru sormayacağım. Ne diyorsun bütün bu olan bitene.

Kemal Can: Her şeyden önce, senin de söylediğin gibi herkes keskin yorumlar yapıyor. Komplo teorisi olanları bir kenara bıraksak bile, “Bugünden sonra…” diye başlayan çok sayıda yorum yapılıyor. Bu dâvâda çıkan karar bekleniyor muydu, beklenmiyor muydu ayrı bir tartışma; ama bu dâvâ meselesinin yarattığı durumu bir final resmi olmaktan çok, bir başlangıç kapısı gibi düşünüyorum. Bu, iktidar için de muhâlefet için de bâzı fırsatlar ve riskler içeriyor. Dolayısıyla, çok peşin, “Tamam, artık bu kesinleşti. Şunun için yapıldı. Bu olacak” tespitlerinin biraz isâbetsiz olabileceği fikrindeyim. Herkesin, pozisyonunu yeniden değerlendirmesi gereken bir durum ortaya çıktı.

Zâten yorumlarda da görüyoruz, iktidar cephesinde bir kafa karışıklığı var. Benim görebildiğim, bâzı isimler, bu karârın iktidâra, Erdoğan’a dönük bir komplo olduğunu söylüyor. “Adayı yargı belirledi” diyen de var, bundan iktidar için risk doğacağını söyleyen de var. Bunun hukuksal bir süreç olduğunu ve henüz tamamlanmadığını söyleyen de var. Buradaki belirsizlik ve kafa karışıklığı, imkânlar ve riskler birlikte düşündüğünde, çok net cevaplar oluşmuyor. Şu çok açık: İktidar, cumhurbaşkanlığının önemli adaylarından birinin pozisyonunu, siyâsȋ geleceğini, onun muhâlefet içindeki ve partisindeki yerini etkileyecek ve bunu da zaman faktörüyle kendi eline alan bir hamle yapmış oldu. Bu, istediği sonucu verir vermez; bu, İmamoğlu’nu siyâseten tasfiye etmenin imkânını yaratır yaratmaz ya da tersi, yaratılan mağduriyetten dolayı çok kötü bir reaksiyonla da karşılaşabilir. Bu olasılıkların hepsi var. Ama şu da bir hakȋkat: İktidar, mahkûmiyet karârı ve mahkûmiyet karârının yine siyâsetin müdâhalesiyle hangi hızda kesinleşeceğine ilişkin takvimi elinde tuttuğu için, hem bir tarafıyla bugünkü yorumların çoğunda olduğu gibi İmamoğlu için en azından baskı anlamında bir yeniden adaylık sürecini zorluyor. Ama bir yandan da, bir sürü açıdan adaylığını, o hukukȋ Damokles Kılıcı’nı elinde tuttuğu için, daha önce Selahattin Demirtaş davasında gördüğümüz gibi 3 ay içinde kesinleşme ihtimalini düşünürsek, bir yandan da o kaderini eline almış oluyor. Muhâlefetin böyle bir riske girip girmemesi ayrı bir konu, ama iktidârın bu takvimi yönetmek gibi bir amacı var. Bu işe yarar mı? Bir fayda çıkartabilir mi? Önemli bir rakibi, İmamoğlu gibi bir aktörü görevden alma ihtimâli gibi şeylerle sıkıştırmak ona iktidârını koruma imkânını sağlar mı? Ya da bu, İmamoğlu’nun önünü açar mı, keser mi? Bunlar ayrı bir tartışma konusu. Niyet ettiği bu mu diğeri mi? O da ayrı bir tartışma konusu.

Gelelim muhâlefet tarafına: Muhâlefet tarafında hep konuştuğumuz, Altılı Masa’nın kendiliğinden oluşturmayı çok başaramadığı heyecan, bir arada bulunma arzusu ve öfke yapıştırıcısının, bu olayla iktidar eliyle geldiğini görüyoruz. Altılı Masa, Masa’da buluşmak dışında birlikte ilk kez bugün alanda siyâset sahnesine çıkıyorlar. Bu olay, siyâsȋ bir eylem olarak birlikte davranmayı tetikleyen bir şey oldu. Bunun sosyal medyadaki işâretlerinden anladığımız, bir heyecan yarattığı da ortada. Dün Meral Akşener’in Saraçhâne’ye gitmesi, İmamoğlu’nun konuşması, sosyal medyada daha önce pek çok olayda çok aktif görmediğimiz birtakım isimlerin çok açık tavırlarla meseleye dâhil olmaları bu hareketliliği gösteriyor. Bir de, öfke çok kuvvetli bir yapıştırıcı. Bunun en çarpıcı örneğini 2019 yerel seçimlerinde iptal edilen İstanbul seçimlerinde gördük. İktidar bunu yaptığı için, çok güçlü bir muhâlefet konsolidasyonun oluştuğunu, hattâ kendi seçmeni içerisinden önemli bir küskün ve kızgın blokunun çıktığını, ya sandığa gitmeyerek ya İmamoğlu’nu destekleyerek cevap verdiğini gördük. Dolayısıyla, seçmeni, özellikle muhâlif seçmeni öfkelendirme anlamında, bu karârın önemli siyâsȋ sonuçları olabilir. Bu, iktidar için negatif sonuçlar yaratacağı gibi, muhâlefet için de bir türlü sağlanamayan ivmeyi yaratabilir. Ama aynı şekilde, muhâlefet için de çeşitli riskler içerdiğini görüyoruz. 

Bu hâdiseye Berlin’de yakalanan Kılıçdaroğlu’nun öngörü problemi, buna karşılık çok hızlı harekete geçen ve bugün gerçekleşen o birlikteliğin zeminini oluşturan ve bence çok doğru bir hamleyle vaziyet alan Akşener’in tutumu. Dolayısıyla, şimdi adaylık sürecinden başlayarak, Altılı Masa’nın ve genel olarak muhâlefet stratejisinin biçimlenişinde önemli avantajları da olabilir, önemli riskleri de ortaya çıkabilir. İmamoğlu’nun üzerinden dönen tartışmalar, artık yeni bir içerik kazanmış durumda. Doğrudan, bu yargı karârı öncesindeki adaylık tartışmalarında İmamoğlu faktörüyle, bu karar çıktıktan sonraki İmamoğlu faktörü aynı şeyleri temsil etmiyor. Kılıçdaroğlu’nun geldikten sonra yaptığı konuşmalardan edindiğim izlenimim, “İmamoğlu 16 milyonun başkanı. Hizmetlerine devam edecek. Çok önemli bir belediye başkanımız. Onun arkasındayız” cümlelerinin altını çizdiğini gördüm. Dolayısıyla, tıpkı Canan Kaftancıoğlu karârından sonra yeni bir il başkanı atamayıp, onun arkasında durmanın bir benzerini, Belediye Başkanı olarak Ekrem İmamoğlu’nu desteklemek gibi bir vurgunun daha belirleyici olduğunu gördüm. İmamoğlu’nun konuşmasında ise, “Ben hâlâ gencim”le vurgulanan, Akşener’in onun yanında oluşuyla başka birtakım anlamlar çıkartıldığını da gördüm. Dolayısıyla, muhâlefet açısından, kendi akışında ve iddialarına göre iktidarın tazyiklerinden arındırılmış bir aday belirleme sürecini biraz kontrollerinden çıkartabilir. Tabiȋ bu faktörlerle birlikte, hiç konuşulmayan başka seçenekler de ortaya çıkabilir. Dolayısıyla iktidârın bu hamlesiyle, orada bir kenetlenme görüyoruz; ama süreci, devam hamlelerinin nasıl geleceği belirleyecek. 

Ben bu olayda, iktidar açısından da muhâlefet açısından da tamamlanmış bir resim ve bu resme göre çıkartılacak sonuçlardan çok, başlayan yeni bir sürecin işâretlerini görüyorum.

Ruşen Çakır: Ayşe Hanım, Berlin deyip susuyorum. Senin şehrin Türkiye’nin kaderini değiştirdi, ne dersin?

Ayşe Çavdar: Değiştirmedi. Belli ki yanlış zamanda gidilmiş. Nasıl ayarlayamamışlar onu da anlayamadım. Dünkü gibi bir günde Kılıçdaroğlu keşke geri gelmeseymiş, burada olmasaymış. Bu aslında, özellikle Kılıçdaroğlu ve etrâfındaki ekibin, bu işi ne kadar hafife aldıklarını, her şey normalmiş gibi davrandıklarını gösteriyor. Oysa hiçbir şey normal değil, her şey çok olağanüstü koşullarda ve olağanüstü yöntemlerle yürütülüyor. Dolayısıyla en azından Kılıçdaroğlu ekibinin bir taktik strateji sorunu olduğu ortaya çıkmış oldu. Benim dünden gördüğüm kadarıyla, hem İmamoğlu hem Akşener, bu konuda Kılıçdaroğlu ekibi kadar boş değiller. Ortamdaki boşluğu doldurabilmek için ellerindeki tüm kozları kullanabiliyorlar.

Dünkü ilginçlik oradaydı bence. Kılıçdaroğlu Berlin’de yakalandı. Kılıçdaroğlu’na yakın insanların, “Parti orada zâten. Mahkeme salonunda temsil ediliyor nasılsa. İmamoğlu’nun arkasında duruyoruz zâten” vaziyetinde. Hattâ sabahleyin Gain’de Mirgün Cabas’ın programında Hilmi Hacaloğlu’nu dinledim. Hilmi, bu duruşmanın karar duruşması olduğunun ta geçen duruşmada belli olduğunu anlatıyor. Mahkeme salonunda alınan tedbirler, yapılan düzenlemeler, arka planda gelen bilgiler… Böyle bir ortamdayken Kılıçdaroğlu’nun, “Biz karârın çıkacağını bilemedik” deyip gitmesi tuhaf. Bence Kılıçdaroğlu çok büyük bir yara aldı. Zâten bir zamandır, frekansı sıklaşan bir düzende, büyük hatâlar yapıyordu. Bence bu onlardan en büyüğü oldu. Çünkü bir taraftan, kendi partisinden bir belediye başkanı, ama aynı zamanda rakibi; onun karşısında aldığı tavır dolayısıyla “Demokrat dede” vasfından önemli bir tâviz vermiş oldu. 

AKP tarafı için de şöyle söyleyebilirim: Bayağı gülerek izliyorum. Çünkü “Bu karar Erdoğan’a yapılan bir komplodur” diyenleri gördüm. Galiba Abdulkadir Selvi söylüyordu bunu. Hattâ “Muhâlefet tarafı abartıyor. Daha bu karârın istinaf tarafı var, muhtemelen oradan dönecektir” diyenler de oldu. Dolayısıyla o tarafta, bu karârın ne anlama geldiği ve nasıl verildiği konusunda bir anlaşamama hâli olduğu görülüyor. Bu anlaşamama hâli tartışmanın demokratik içeriğiyle ilgili değil, esâsında AKP’nin ve Erdoğan’ın geleceğiyle ilgili projeksiyonlar arasında bir tartışma olduğunu gösteriyor. Bence o da enteresan.

Bir tarafta Kılıçdaroğlu, Ekrem İmamoğlu’nun cumhurbaşkanlığı adaylığında içerideki büyük rakibi. Öbür tarafta da, Erdoğan tarafı bir şekilde farklı projeksiyonlar arasında bir çatışmayla mâlûl. Kimisi bunun çok büyük bir hatâ olduğunu söylüyor. Dün hakȋkaten kurucu bir gündü. Karârın açıklanması bir yana, o karârın bir mitinge dönüştürülmesi, Akşener’in Ankara’dan oraya gelmesi… Kaftancıoğlu da otobüsün üstündeydi, ama o o kadar hareketli değildi. Dolayısıyla dün, dengeleri değiştiren bir vaziyet oldu. Sadece karârın verilmesi değil, karar verilirken Erdoğan ve Kılıçdaroğlu taraflarının aldığı pozisyon, bunun yanında Saraçhâne’den bir enerjinin çıkması, önümüzdeki dönemde rollerin nasıl değişebileceği yolunda bir fikir verdi. Bakalım olacak mı? 

Bu sabah İmamoğlu ve Kılıçdaroğlu’nun birlikte yaptığı toplantıyı izledim. Aşırı dikkatlilerdi. Kemal güzel söyledi. Ekrem İmamoğlu’nu, İstanbul Büyükşehir Başkanlığında enterne etmeye yönelik bir yaklaşımı vardı Kılıçdaroğlu’nun. Ama İmamoğlu’nun da buna pek niyeti varmış gibi görünmüyordu. Nitekim, “Hiçbir başarı cezâsız kalmaz. O yüzden aldığım bu cezâyı bir ödül olarak görüyorum” diye başladı konuşmasına. Bu, bir sürü anlama gelebilecek bir lâf. Dolayısıyla, oralarda süregelen birtakım gerginliklerin nihâyet bir netȋceye ulaşmasında önemli katkısı olacak bir karar gibi görünüyor — göreceğiz. Sonuçta her şey ortada. Bundan sonraki süreci nasıl işlettiklerine bakacak galiba. Ben Erdoğan tarafının da İstinaf’tan ve Yargıtay’dan nasıl bir karar çıkacağı konusunda bir görüş birliğinde olduklarını, bunun böyle çizgisel kararlaştırılmış bir süreç gibi işlediğini düşünmüyorum. Sonraki kararlarını, verilen ara karârın sonuçlarının nereye doğru evrildiğine bakarak verecekler gibi geliyor bana. Dolayısıyla her şey ortada. Altılı Masa’nın bundan sonraki tavrının ne olacağı, biraz da bu işin faydasına mı zarârına mı olacağı konusunda Saray’ın yapacağı değerlendirmeye bağlı gibi görünüyor. 

Ruşen Çakır: Burak, çok soru var; ama Ayşe ve Kemal gibi sen de bu konudan bahsedeceksin muhtemelen. Dünün en büyük kazananlarından bir tânesi Meral Akşener’di. Bana göre, Ekrem İmamoğlu her halükârda kazandı, Kılıçdaroğlu kaybetti. Bence Erdoğan da kaybetti. Meral Akşener’in Ankara’dan Saraçhâne’ye doğru yola çıkması, tam bir siyâset yapma olayı. Dün bunu sosyal medyada da dile getirdim. Altılı Masa’da, Kılıçdaroğlu’nun adaylığını benimsetme çabaları dışında bunu pek görmüyorduk. O anlamda dün yaşananlar,  Ekrem İmamoğlu kadar, Meral Akşener için de bir dönüm noktası oldu. Katılır mısın?

Burak Bilgehan Özpek: Evet, katılıyorum. Olaylar olup bittikten sonra bir tablo çıkıyor karşımıza. Biz, olayların sonuçlarını alıp, sebepleri üzerine analiz yapıyoruz — ki bu çok hatalı bir yaklaşım. Çünkü bu mahkeme sürecini başlatan ve bu karârın verilmesini isteyen insanlar, bu sonuçların ortaya çıkacağını tahmin etmeden bu girişimlerde bulundular. Çünkü sonuçları sâdece güç sâhibi olan, güç vâsıtasıyla eyleyen iktidar değil, ona karşı tepki veren diğer aktörler de belirliyor. 

Dün, İmamoğlu’nun insanları Saraçhâne’ye çağırması, Akşener’in de ona destek olmak üzere arabayla Ankara’dan yola çıkması, uygulanan politikaya karşı aktörlerin verdiği tepkiyi gösteriyor ve ortaya umulmadık bir sonuç çıkıyor. Hepimiz bu dâvânın hukukȋ olmadığını kabul etmeliyiz. Bu dâvânın sonucu, AKP’nin siyâsȋ hesaplarına göre ortaya çıktı; bu konuda tereddüt sâhibi olamayız. Bu siyâsȋ hesaplara göre, Ekrem İmamoğlu’nun siyâsȋ yasaklı hâle gelmesi AKP’nin arzuladığı bir şeydi. İnsanların Saraçhâne’de toplanması, Akşener’in İmamoğlu’na destek vermesi ve dün oluşan heyecan dalgası ise, AKP’nin bu işi başlatırken görmeyi umduğu bir sonuç değildi. Bu, aktörlerin tepkisi sonucunda oluşan bir durum oldu. Yani bambaşka bir murâd ile atılan adım, bambaşka bir tablo oluşturdu. O yüzden kazananlardan bahsediyoruz. 

Geçmişte gadre uğrayan siyâsetçiler oldu, sosyal medyada tepkiler de oldu. Fakat unutuldular. Bu kararlardan sonra yeni bir gerçeklik ortaya çıkıyor ve insanlar o gerçeklikle yaşamaya da alışıyorlar. Meselâ dün dâvâ karârını öğrenmiş olabilirdik. Akşener sadece bir tweet atarak ne kadar üzgün olduğunu söylemiş olabilirdi. Bizler de sosyal medyada karârın ne kadar yanlış olduğunu paylaşabilirdik. Biraz etkileşim alırdık muhtemelen. Halbuki verilen tepki, hükûmetin umduğu gerçekliğin dışında başka bir tablonun ortaya çıkmasını da berâberinde getirdi. 

Daha önceki programlarda da söylemiştim. Tayyip Bey’in seçime gitmeden önce mutlaka siyâset sahnesini temizlemek, doğru rakiplerle, doğru muhâtaplarla düzenlemek gibi bir eğilimi olduğunu düşünüyorum. Bu da, Tayyip Erdoğan’ın Altılı Masa konusunda ne düşündüğü ve Altılı Masa’nın potansiyel adayı konusunda ne düşündüğü sorusuna bizi götürüyor. Bana sorarsanız, Altılı Masa’nın mevcut hâlinden sürekli olarak muğlak, soyut, vatandaşlar tarafından pek kavranamayan, dolayısıyla ilgi çekemeyen, çok da yüksek bir enerjiyle hareket edemeyen Altılı Masa ve bu masanın sonunda Kılıçdaroğlu’nun adaylığı, Tayyip Bey’i mutlu edecek bir gelişme. O bakımdan, dünkü mahkemenin getirdiği siyâsȋ yasak meselesi Ekrem İmamoğlu’nun başkanlık şansını artırıyorsa, bu, Tayyip Erdoğan’ın amaçladığı bir şey değildi. Başkanlık şansının artması, Ekrem İmamoğlu’nun ve Meral Akşener’in verdiği reaksiyonlar sâyesinde oldu. Mahkeme bu karârı verirken amaçlanan, Altılı Masa’nın gündeminden Ekrem İmamoğlu ihtimâlini düşürmekti bence. Yani siyâsȋ yasaklı hâle gelmiş bir ismin, Meral Akşener tarafından Altılı Masa’ya önerilmesini engellemekti. Bunu daha önce, İYİ Parti’nin Cumhur İttifâkı’na dâvet edilmesi meselesinde de konuşmuştum. Orada amaç, kör göze parmak, İYİ Parti’yi çok da nezaketli olmayan bir üslûpla Cumhur İttifakı’na dâhil etmek değildi. Tam tersine, oluşturulabilecek herhangi bir huzursuzluk karşısında, Akşener’in hızlı bir şekilde hükûmetle anlaştığını îmâ edebilecek bir kompozisyon yaratmaktı. Dünkü hamle de, Akşener’in, Ekrem İmamoğlu ismini Kemal Kılıçdaroğlu’na karşı öne sürmesinin önüne geçmeyi amaçlıyordu. Siyâsȋ yasaklı birisi başkan adayı olamaz; riskli bulunabilir.  

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Dolayısıyla dünkü mesele, Mehmet Barlas’ın 20 Eylül 2022’de yazdığı gibi, “Muhâlefetin adayını Tayyip Erdoğan tâyin edecek” meselesine çok uygun bir adımdı. Ancak işler böyle ilerlemedi. Çünkü aktörler güç karşısında bir tepki veriyorlar ve yeni bir gerçeklik ortaya çıkarıyorlar. Bu gerçeklik bize muhâlefet kanadı içerisinde siyâsî yasak karârından daha çok tepki duyulan bir şeyler olduğunu gösterdi. Meselâ, CHP’nin parti içi oligarşi meselesi daha çok tartışılan bir mesele hâline geldi. Yani mesele, Türkiye Cumhuriyeti cumhurbaşkanlığı seçimi olmasının dışında, aynı zamanda CHP’nin bir sonraki genel başkanının kim olacağı meselesi. Dün Kılıçdaroğlu’nun İstanbul’a gelme sebebi, Ekrem İmamoğlu ile ilgili çıkan siyâsî yasak karârından ziyâde, Meral Akşener’in İmamoğlu ile otobüsün üzerine çıkıp çok heyecanlı bir konuşma yapması ve toplumun buna ilgi göstermesi. CHP Genel Başkanı’nın, dünkü duruşmanın karar duruşması olduğundan haberinin olması lâzım. Haberinin olmaması ihtimâlini düşünemiyorum. CHP Genel Başkanı’nın, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne hükûmetin müdâhale etmesine, Belediye Başkanı’nı yasaklı hâle getirmesine çok ciddî anlamda alerji duyması gerekiyor. Eğer duymuyorsa, bunu programının ikinci üçüncü sırasına atıyorsa, Berlin Üniversitesi’nde bir zooteknoloji profesörü ile yaptığı toplantıdan daha önemsiz bir şeyse, bunun da bence bu parti içi oligarşi meselesiyle açıklanan bir tarafı var. 

Bugün Kılıçdaroğlu ile İmamoğlu’nu konuşuyorsak, bu sâdece Türkiye Cumhuriyeti cumhurbaşkanlığı meselesi değil, aynı zamanda CHP’nin içindeki bir oligarşi meselesidir. Bu oligarşiler siyâsȋ partilerde çok normaldir. Ancak bizde yaşanırken anormal hâle gelen, oligarşi yapısının ya da seçkinlerin oluşturduğu bu yapının, birbirleriyle hesaplaşma süreçlerine cumhurbaşkanlığı seçimlerinin âlet edilmesi oluyor. Bu hepimizin, CHP’li olmayanların da hayâtını etkiliyor. Bir de işin bu boyutu var.

Dolayısıyla, karardan ziyâde, karar sonrasında aktörlerin, İmamoğlu ve Akşener’in verdiği tepki, Kılıçdaroğlu’nu âcilen özel bir uçakla İstanbul’a gelmeye itti. Siyâsî yasak karârından, İstanbul Belediyesi’ni kaybetmekten daha korkutucu olan, bir anlamda Ekrem İmamoğlu’nun daha müstakil bir aktör olarak, CHP hiyerarşisinin dışına çıkarak başka siyâsî aktörlerle ilişki kurarak ve halkın desteğiyle, bir şekilde güç tâzelemesi oldu. Bugün AKP’li ve CHP’li hesapların “Kılıçdaroğlu’na darbe yapılıyor” söylemleri, bunu îmâ edercesine yaklaşımları ve büyük ve anlamsız bir komplo içerisine girme sebepleri de, karar sonrasında oluşan tablo ile alâkalı bir şey.

Son olarak, daha önceki programlarda ‘’“Küçük parti, büyük parti” ayrımı yapmıştım ve söylediklerim çok tepki çekmişti. Bu sabah Kemal Bey’i dinlediğim zaman, Meral Hanım’ın İstanbul’a gitme karârını müstakil bir siyâsî parti genel başkanı olarak aldığını, bu karârı verirken Kemal Bey’le müzâkere etmediğini öğrendik — ki bu çok normal, bunlar müstakil partiler. Fakat benzer bir tavrı Ahmet Davutoğlu sergilememiş ve Kemal Bey’i bilgilendirerek İstanbul’a gitme karârı almış. Bu, Altılı Masa’nın rûhuyla alâkalı bazı şeyleri de söylüyor bize. Benim bir türlü anlam veremediğim, oy oranlarından bağımsız bir şekilde, seçimi siyâsî bir ittifâka dönüştürmeden, gelecek yüzyılımızı planlayan ve Altılı Masa’da eşit söz hakkıyla oturan partilerin, CHP ile kurdukları ilişkinin doğası hakkında da bir şey söylüyor. Ve tabiî Altılı Masa’nın önereceği başkan adayı hakkında da bize bir şeyler söylüyor. Kitabın ortasından konuşayım: Bugün oy oranları az olan partiler, o Masa’ya oturmadan önce daha yüksek oy oranlarına sâhiplerdi. Masa’ya oturmak o oy oranlarını daha da aşağıya çekti. Bu ayrı bir mesele. Fakat oy oranlarından daha farklı bir şekilde temsil edilme imkânı bulan partilerin, Altılı Masa mekanizması içerisinde Kemal Bey’den başka bir başkan adayı önermesini de çok mümkün görmüyorum açıkçası. O yüzden, siyâset konuşmadan geçirdiğimiz her gün, yani partilerin oy oranlarındaki farklılaşmanın niçin yok sayıldığını konuşmadığımız her gün, eşit oy hakkı prensibinin, demokrasinin ve siyâsetin doğasına aykırı olduğunu konuşmadığımız her gün, parti içi oligarşileri, CHP’deki İmamoğlu-Kılıçdaroğlu karşıtlığını konuşmadığımız her gün büyük bir kayıp. Siyâset bize bunları konuşmamız gerektiğini söylüyor. Bir noktada konuşacağız. Meselâ dün, karardan daha çok bunları konuştuk. Önümüzdeki dönemde de bunları konuşacağa benziyoruz. 

Ruşen Çakır: Bugünle ilgili beklentinizi sormak istiyorum. Her biriniz bu konuya biraz değindiniz; ama bugün, belki de ilk defâ, altı lideri dışarıda bir arada göreceğiz. Daha önce hep kapalı mekânlarda, Bilkent Otel’deki sunumlarda ya da parti genel merkezlerinde masa etrafında bir arada olmuşlardı. Ama dün akşamki Akşener-İmamoğlu görüntülerinden sonra bugün de İmamoğlu ve altı lideri birlikte göreceğiz. Kemal, ne dersin? Bugünün dünden daha önemli bir gün olma ihtimâli var mı?

Kemal Can: Sembolik anlamı açısından, dün yaşananı tekrar eden ve büyüten, diğer liderleri de dâhil eden… Sen Altılı Masa’nın ilk defâ dışarıda birlikte görüneceğini söyledin. Aslında daha önce Kılıçdaroğlu ve Akşener’in birlikte katıldığı ortak mitingler ve bâzı belediye açılışları oldu. Ama gelişen bir siyâsî olay karşısında ortak reaksiyon ve orada, hakkında karar verilen belediye başkanının arkasında yer alarak, onu desteklemek için ve yapılan hukuk dışı, gayrinizâmî siyâset tanzimi hamlesine cevap olarak muhâlefetin birlikte davranması, kendi başına önemli bir şey. Zâten bu Altılı Masa’yı en çok konuşan programlardan biri olarak, “Gelişen birtakım şeyler karşısında neden birlikte reaksiyon vermiyorlar?” konusuna defâlarca değindik. Biz bunu özel bir istek olarak gündeme getirmiyorduk. Muhâlefet seçmeninin böyle bir beklentisi olduğunu, zâten Altılı Masa’ya bir anlam yükleyecek olanın da bu olduğunu… Çünkü bu iktidârı değiştirme iddiasının arkasında, bu iktidârın yaptıklarına birlikte karşı olma görüntüsü olmak zorunda. Bunun güçlü bir biçimde verilemediğini düşünüyorduk. Bu önemli bir aşama. 

Ama bir yandan da, olayın gerçekleşme biçimi hâlâ reaktif. Bunu reaksiyonlarla görüyoruz. Meselâ Berlin’e gitmemiş Kılıçdaroğlu, daha önce aralarında konuşmuşlar ve herkesin “Zâten biliniyordu” dediği bu karar çıkacaksa, bu karâra karşı nasıl bir reaksiyon vereceklerini planlamış, böyle bir olasılığa göre kendini hazırlamış bir Altılı Masa yok. Dün Akşener’in becerikli ve hızlı hamlesini, Kılıçdaroğlu’nun öngörülemez bir biçimde Berlin’de bu hâdiseye yakalanmasını, Davutoğlu’nun Kılıçdaroğlu’ndan işâret beklemesi gibi birtakım şeyleri sayıyoruz. Bu da aslında bu reaksiyonun biraz kendiliğinden geliştiğini; kurgulanmış, iyi planlanmış, aylardır ortak bir masada çalışan muhâlefet bloku tavrının dışında geliştiğini düşündürüyor. Bunun reaksiyon anlamında gelişiyor olması iyi bir şey. Ama bir yandan da, bu tür gelişmelere karşı, üstelik bütün liderlerin konuşmalarında bir olağanüstülük vurgusu varken, bu iktidârın her şeyi yapabileceğine ilişkin bir inanç varken ve bunların karşısında, insanların umutsuz olmamasını, kendilerine güvenmesini isteyen bir muhâlefet ittifâkı varken, resmin biraz daha net olması beklenir. Umalım ki bu kendiliğinden gelişen şey, bunu siyâset zemininde daha belirleyici hâle taşısın. Ama bence hem tartışmalardan hem bunun adaylık meselesiyle bağlanma biçiminden, bunun kendiliğinden pozitif vereceği taraflar var; bugün yaşanan olay bunun bir işâreti. Ama bunun mutlaka iyi yönetilmesi ve ilerletilmesi gerektiğini düşünüyorum. 

Burak’ın ilk turda söylediklerine not olarak şunu da söyleyeyim: Kılıçdaroğlu’nun öngörüsüzlüğüne, bir sürü insanın hatâlarına şaşırıyoruz. Bütün bu süreci başlatan, bu dâvâyı yürüten, bu dâvâda çıkacak karârı belirleyen ve şimdi, dâvâanın devam sürecinde, her aşamasını yönetecek olan iktidârın, çıkacaklardan bu kadar bilgisiz, habersiz ve öngörüsüz olup olmadığı konusunda biraz daha dikkatli düşünmek gerektiğini düşünüyorum. Yani beklemediği bir şeyle karşılaştığı sonucunu çok erken çıkartmamak gerekir. Çünkü bâzen bâzı sonuçlar, gerçekleştiği anda yarattığı etkilerden çok daha uzun sonuçlar çıkartır. Bunlardan bir tânesi de, Erdoğan’ı 20 yıl iktidarda tutan bir mahkûmiyet karârıdır. Bunu ve İstanbul’un iptal edilen seçimlerini de hatırlayınca, ne kadarının öngörüsüzlük, ne kadarının… Tamam, hesaplar tutmayabilir; ama bu, bilmediği, anlayamadığı göremediği için mi, yoksa kontrol ederek işine yarar hâle dönüşecek şeyleri daha fazla bulduğu için mi yaptığı konusunu, ilerleyen süreçte göreceğiz. Çünkü şu anda bu dâvâ, kesinleşmesi îtibârıyla hâlâ iktidârın iki dudağı arasında devam eden bir süreç olarak işlemeye devam ediyor. Bunun da siyâsî birtakım sonuçları olacak. Biraz önce Burak değindi: Meselâ Akşener’in Altılı Masa’ya İmamoğlu ismini getirmesi. Hiç bahsedilmiyor ama, İmamoğlu’nun böyle bir riskin parçası hâline getirilmesi, Kılıçdaroğlu’nun önemli ölçüde prestij kaybetmesi, üstelik İmamoğlu aday olmayacaksa, onu yapmamakla tekrar ileri çıkartmasının karşısında, birdenbire önümüze Mansur Yavaş seçeneği de gelebilir. Bunların hiçbirini bilmiyoruz. Burak, Mehmet Barlas’a referans verdi. Erdoğan hâlâ kendi rakibini belirleme konusunda tamâmen muhâlefete teslim olmuş gibi görünmüyor. Ben o kadar da bîhaber, başına geleceklerden habersiz birini görmüyorum. Bu, iktidar cephesindeki “Erdoğan’a komplo” iddialarının da saçma olduğuna inandığımı gösteriyordur herhalde. 

Ruşen Çakır: Ayşe, sen ne bekliyorsun bugünden? 

Ayşe Çavdar: Bugün tabiî ki önemli; dünün devamı olacak. Ama bugünü ve dünü daha da önemli kılacak olan şey, Altılı Masa’nın farklı koşullarda gerçekleşebilecek mevzûlar hakkında, farklı senaryolar üzerinde çalışması. Az önce söylediğim şeyi tekrar edeceğim: Bugüne kadar ne yazık ki, sanki olağan koşullarda siyâset yapıyorlarmış gibi davranmayı seçtiler ve bu pek de iyi olmadı. Çünkü birbirleriyle rekabeti, Altılı Masa’nın toplam sözünün, siyâsetinin önüne geçti. Birbirinizle bu şekilde rekabet edecekseniz, Altılı Masa’yı niye kurdunuz? Tamam, bugün yan yana gelirler, birlikte bir görüntü verirler; ama sonrasının bir garantisi olduğunu düşünmüyorum. Çünkü muhâlefet seçmeni böyle pikler yaşadı. Altılı Masa çeşitli durumlarda bir şeyler yaptı, heyecanlar yükseldi; ama ondan sonra yine bir geriye düşüş yaşandı. O geriye düşüş de birbirleri arasındaki rekabetin ön plana çıkmasıyla oldu. O yüzden, evet, bugün önemli. Dünün nasıl anlamlandırıldığı konusunda bize bir şey söyleyecek. Çünkü eminim dünden bugüne aralarında bir dolu şey konuşmuşlardır. Ama asıl önemli olan, bundan sonra nasıl bir tavır sergileyecekleri. Sürdürebilecekler mi, istikrarlı olabilecekler mi bugün gösterdikleri tavırda? Bugün tabiî ki bir dayanışma mesajı verecekler: “Birbirimizin yanındayız. Saldırıya uğrayanı tabiî ki koruyacağız” diyecekler. Ama ondan sonra devam edecek mi? Bence o iş de ortada. Bunun sebebi de, dediğim gibi, normal koşullarda, normal bir rejimde, normal bir demokraside siyâset yaparmış gibi siyâset yapmayı sürdürmeleri. Her şey sanki çok olağan, hep böyle oluyormuş gibi. İçinde bulundukları koşulların olağanüstülüğünü ve aslında onları yan yana getiren koşulları yeterince okuyamayan bir tavırları var. 

Tekrar edeyim: Evet, bugün önemli olacak. Ama bugün podyumda yan yana gelerek oluşturacakları sahneyi sürdüremezlerse, tek başına hiçbir şey ifâde etmeyecek. O yüzden bekleyelim ve görelim. Tamam, bugüne önem verelim, iyi bir başlangıç noktası olabilir. Fakat devamı gelmeyecekse ve bu planlanmadıysa –ki pek öyle görünmüyor–, görelim Mevlâ’m neyler vaziyetinde olacağız yine.

Ruşen Çakır: Burak, seninle bitirelim. Sen ne bekliyorsun bugün?

Burak Bilgehan Özpek: Bugün ve bundan sonrası için biraz zor bir süreç bekliyorum. Altı liderin toplanma sebebi, alınan siyâsî yasak karârını eleştirmek mi, yoksa dünkü karar sonrası ortaya çıkacak siyâsî tabloya ortak olma çabası mı? Bunu anlamaya çalışıyorum. Çünkü karar sonrasında, Akşener’in İmamoğlu ile verdiği görüntüyü dengeleme çabası da olabilir. İkincisi, ittifakın yapısına dâir çok temel eleştirilerim oldu. Bu partiler, hayatlarına müstakil olarak devam eden, müstakil olarak siyâsetlerini yapan ve seçimi kazanmak için pragmatik sâiklerle bir araya gelmiş partiler değil. Nedense bundan çok gayri ahlâkî bir durummuş gibi bahsediyorlar. Yani, seçim için bir araya gelmek, seçimi kazanmak tiksindirici bir durum gibi gözüküyor bu insanlar için. Halbuki çok doğal bir şey. Demokrasi tam olarak bu. Bundan konuşmak yerine, daha normatif, daha geleceğe yönelik bir inşâ talebindeler. 

Ruşen Abi, siz geçen hafta, CHP’nin vizyon toplantısında insanlarla konuşurken, “Seçim için bir hazırlığınız var mı?” diye sormuşsunuz ya? Onlar da size, “Şimdi bu sorunun sırası mı?” diye ters ters cevap vermişler, bu da tam olarak böyle bir tavır. Sanki seçimi kazanmaya çalışmak utanılacak bir şeymiş gibi. Siyâsî partiler, müstakil olarak bir varlık ortaya koyup bunun üzerinden bir seçim ittifâkı kurmayınca, bunun ikamesi olarak, her partinin eşit temsile sâhip olarak masada oturması… fakat işin aslının da böyle olmadığını görüyoruz. Muhâlefet ittifâkı burada, Kemal Bey’in tepede olduğu bir hiyerarşik örgütlenme şeklinde ilerlemek istiyor. Dolayısıyla bütün aktörlerin, yani belediye başkanlarının, diğer parti liderlerinin, gazetecilerin, akademisyenlerin o hiyerarşiye sâdık kalması, o disiplin içerisinde davranması bekleniyor. Bu, beklenildiği gibi olmayınca da, sinirler geriliyor, büyük bir çatışma, bir iç kavga çıkacakmış gibi bir durum ortaya çıkıyor. 

Ekrem Bey, tepesinde Kemal Kılıçdaroğlu’nun olduğu bu hiyerarşinin disiplini içerisinde davranmazsa, Meral Hanım böyle davranmazsa, meselâ ben böyle davranmazsam ve bu, halktan da ciddî anlamda karşılık görürse, muhâlefet ittifakının sorunsuz bir şekilde ilerleyebileceğini düşünmüyorum açıkçası. Çünkü ismi konulmamış, doğru sözleşme ile oluşturulmamış, sürekli olarak ideal bir ittifak tablosu, Ertem Eğilmez filmlerindeki gibi birbirini seven âile tablosuna benzeyen; fakat arka planda, son dönem A TV dizileri gibi sürekli birbirinin kuyusunu kazan bir durum var ortada. Bu ittifak neye benziyor? Bunun adını koymak gerekiyor. Bu ittifak siyâsî bir ittifak değil. Birbirini çok seven, idealist bir şekilde bir araya gelen partilerin ittifâkı da değil. Bunun arkasında bambaşka hiyerarşik bir örgütlenme var. Bu hiyerarşik örgütlenmeye başkaldıran, bunu tanımayan ve halkı da bir şekilde kendi etrafında kenetleyen her aktör, çok büyük bir tehdit unsuru olarak kabul edilecek ve bundan sonra, iki isim arasında; Kemal Kılıçdaroğlu ve Ekrem İmamoğlu arasında geçecek bir adaylık süreci, acaba bu ittifakta nasıl bir çatırdama yaratacak? Ben o konuda çok ümitli değilim açıkçası. Bu altı parti liderinin kendi içinde bir çözüm bulacağı, bir uzlaşma yakalayacakları konusunda çok ümitvar olmadığımı söylemem lâzım. 

Ruşen Çakır: Evet, programı bitiriyoruz. 

Kemal Can: Herkesin “İşte başladı, bütün liderler Saraçhâne’de buluştu” umuduna, biz “Adını Koyalım” ekibi olarak yine limon sıkmış olmayalım. İnşallah iyi olur. Katılmadığım için söylemiyorum. Her şeyden bir fırsat çıkabilir, bunu görüyoruz. Yani, bir mahkûmiyet karârından bambaşka bir şey çıkabilir, bir gerilimden de bambaşka bir şey çıkabilir. Bunu nasıl yönettikleriyle ilgili. Ama her şey imkânlardan ibâret değil. Siyâset, imkânlar kadar riskleri de berâber düşünmeyi gerektiriyor. 

Burak Bilgehan Özpek: Evet, çok doğru.

Ruşen Çakır: Ama şurası bir gerçek ki, bu mahkûmiyet karârı, muhâlefet liderlerinde ve tabanda epeyce bir hareket yarattı. Ne zamandır görmediğimiz bir hareketliliği gördük. Ne kadar sürdürebilecekler, sürdürebilecekler mi, ne yapacaklar, bunu göreceğiz. Ama şu anda fırsat penceresi daha fazla gibi görünüyor. Tabiî ki riskleri içinde barındırmadığı anlamına gelmiyor. Bunu tâkip etmeye devam edeceğiz. Bugünkü toplantı, daha doğrusu miting diyelim, başlı başına önemli bir gösterge olacak. 

Ayşe Çavdar: Bu arada, bir arkadaşım göndermiş, fotoğraflar geldi Saraçhâne’den. İnanılmaz bir polis tedbiri, olağanüstü önlemler alınmış. Dolayısıyla galiba iktidar da bugüne bir önem atfediyor. 

Ruşen Çakır: Bakalım, göreceğiz. Burak Bilgehan Özpek, Ayşe Çavdar ve Kemal Can’a çok teşekkürler. Adını Koyalım’ın özel yayınını burada noktalıyoruz. İzleyicilerimize de teşekkürler, iyi günler.