Öner Günçavdı yazdı: Sivil siyaseti dışlamadan ekonomik dönüşüm sağlayabilmek (III)

İki haftadır devam ettiğim yazı dizimize bu hafta da devam etmek istiyorum. Amacım geçmişte yaşadığımız ekonomik gelişmelerin siyasi yapıya yansımaları hakkında fikir vermek. Buradan yola çıkarak ülkemizin siyasi geleceğine yönelik öngörülerde bulunabileceğimizi umuyorum.

Kalkınma sürecinde yaşanan ekonomik değişimlerin ülkemizdeki iktidar erkini kullanan koalisyonların değişmesi yönünde bir ihtiyacın doğmasına neden olduğunu ileriye sürmüştük. Bu değişim fiili olarak gerçekleşmediğinde, ülkenin önce ekonomik bir darboğazla karşılaştığı, ardından da siyasi alanda iktidar erkinin el değişimini zorlayacak dışsal bir müdahaleyi evreye soktuğunu iddia etmiştik. 12 Eylül 1980 askeri darbesi de, tıpkı daha öncekiler gibi böyle bir müdahaleydi. Önceki gibi o da ekonomik darboğazların arkasından geldi.

80’li yıllar sadece Türkiye için değil, aynı zamanda dünya için de önemli değişikliklerin yaşandığı bir dönem oldu. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrası uygulamaya konulan kalkınma anlayışında önemli dönüşümler yaşandı. Dolayısıyla bu dönemde Türkiye’de yaşanan değişim ihtiyacını sadece ülkenin kendi içinde yaşanan sosyal ve ekonomik dinamiklerle açıklamak mümkün değildir.

Savaş sonrası sanayileşmeyi esas alan kalkınma anlayışı ile dünya ekonomisindeki arz açıkları büyük ölçüde kapanmıştı. Ama sorun bu kez de talep yetersizliği veya üretilenin satılamaması meselesine dönüştü. O günlerde bunun iki nedeni vardı: Birincisi artan üretim maliyetleri. Diğeri ise ortaya çıkan yüksek fiyatlardan mal talep edecek yeterli satın alma gücünün olmamasıydı. Yani ücret artışlarının fiyatlardaki artışı yakalayamamasıydı.

Daha önceleri arz açıkları varken, üretim maliyetleri pek dert edinilmez, ne üretilirse satılabileceği düşünülürdü. Zaten ücretlerin bu dönemde göreli olarak yüksek seyretmesi, arzu edilen satınalma gücünün de yeterince yüksek olmasını temin ediyordu.

Ancak izleyen yıllarda, biraz da hazırlıksız olarak, yaşanan petrol şokları ve beraberinde meydana gelen enflasyonist ortam satın alma gücündeki azalmaya yol açtı. Bu da, o güne kadar sanayiyi ve sermaye birikimini refahın kaynağı olarak gören kalkınma anlayışı uyarınca sermayenin korunmasını gündeme getrdi. Büyük ölçüde ücret artışlarının enflasyonun gerisinde kalması tercih edildi.

Bir yandan üretim kapasitelerinin artmış olması, diğer yandan satınalma gücünde meydana gelen azalmalar, talebi ve üretilen malın satılabilmesini sorun haline getirdi. Üretim kapasitelerinin rekabet edebilirliği önem kazandı. Bu şartlar altında ülkeler sahip oldukları sermayenin uluslararası rekabet edebilirlik kıstasına göre yeniden organize olmasının gerekliliğine inanmaya başladılar. Daha önce benimsenen sermaye birikimini gerekli kılan farklı gerekçeler önemini yitirirken, rekabet edebilirlik ve kar sermaye birikimi için ana kıstas olmaya başladı.

Ülkeler ürettikleri malların satılabilirliğine ve bunun için uluslararası düzeyde rekabetçi üretime sahip olmaya özen gösterdiler. Bu da mevcut sermaye stokunun gözden geçirilmesine, rekabetçi olmayanların elde çıkartılmasına veya tasfiyesine yöneltti onları.

Elbette bu da sermaye grupları içinde yeni bir bölünmeye yol açtı. Rekabet gücü kıstasını sağlayabilen ve sağlayamayan olarak radikal bir ayrım ortaya çıktı. Rekabetçi olmayan sermaye sistem dışına itilirken, uluslararası rekabetçiliği olan sermaye de sahiplenildi. Bu, sermayede 1960’larda yaşanan kamu/özel ayrışmasından sonra sermaye içindeki yaşanan ikinci önemli ayrışmadır.

Bu durum savaş sonrası dönemde ilk kez işsizliğin ve enflasyonun bir arada yaşanmasına neden olmuştur. O güne kadarki iktisat anlayışına göre öngörülemeyen bu yeni durum, hükümetlerin kendi “gelirler politikalarını” gözden geçirmelerini zorunlu kıldı.

Bir seçenek olarak satınalma gücünün arttırılıp, geçmişte olduğu gibi talep yaratılabilmesi mümkündü. Ancak ücret dışındaki ve kontrol etmekte zorlanılan maliyet kalemlerinde ciddi artışlara maruz kalan sermaye kesimi bu seçeneği eskisi kadar kolay kabullenmeyecekti. Zira bu tercihin büyük ölçüde sermaye birikimini yavaşlatma tehlikesi vardı.

Bunun yerine maliyet unsurları arasında yer alan ve ülkelerin kendi kontrolündeki ücretler baskılanarak, kısa dönemde sermaye birikiminin yaşadığı sorunların aşılması tercih edildi. Bu da bizi ister istemez düşük ücret politikaları ile karşı karşıya bıraktı. Refahın kaynağının sermaye birikimi olduğu düşünüldüğü için iktidarlar sermaye yanında yer alıp, ücretleri baskılamayı tercih ettiler.

Sermaye içinde yaşanan yeni kırılmayla birlikte iktidar koalisyonunda da değişim zaruri hale geldi. Bu kırılmayı sivil siyasetin hâkim olduğu bir ortamda gerçekleştiremeyen Türkiye, iktisadi sistemde meydana gelen bu değişimlerin iktidarda yol açacağı kırılmaları yine sistem dışı müdahalelerin eliyle gerçekleştirdi.

İktidar koalisyonunda sermaye artık bir bütün olarak yer almak yerine, onun uluslararası rekabet gücüne sahip olanı tercih ediliyordu. Özellikle daha önceki sermaye birikimine atfedilen farklı amaçların geçerliliğinin kalmadığı böyle bir ortamda, birden karşı karşıya kaldığımız “sermaye fazlasının” kamu ve özeldeki ayaklarının tasfiyesi gerekiyordu. Artık ülkenin ekonomik kaynakların kullanımından bu sermaye bileşenlerine pay verilmesine gerek yoktu. Zaten bunun için de kaynak kalmamıştı.

Bu durum iktidarın meşruiyetini dayandırdığı kesimlerin de değişmesini beraberinde getirdi.

Özellikle kamunun sermaye birikimi sürecinden dışlanmasına öncelik verildi. Bunun ekonomi bürokrasisinde de yeniden bir yapılanmaya yol açtığı söylenebilir. Sanayileşmede kamunun önemini savunan bürokratik anlayışın tasfiyesi gündeme geldi. Bu konuda ciddi bir siyasi mücadeleye girişildi.

Hatta 1983 seçimlerindeki kampanyalarda sermaye birikiminde kamuculuğu temsil eden Halkçı Parti Genel Başkanı Necdet Calp’ın Turgut Özal ile girdiği tartışma hala hafızalarda tazedir. Calp’ın kamu sermayesinin bir unsuru olan Boğaziçi Köprüsü’nün gelirlerinin satılmasına karşı “Sattırmam” demesi, buna karşı Özal’ın ise “Satarım efendim” diyerek cevap vermesi bu ideolojik ayrışmayı çok açık bir şekilde gözler önüne sermiştir.

Dönemin siyasi partileri liderler 1983 seçimleri öncesi Açık Oturum’da

Aslında bu tartışma, sermaye birikim sürecine o günlerdeki iki farklı bakış açısını özetleyen güzel bir tartışma olması nedeniyle önemliydi. Ayrıca bu bakış açıları büyük ölçüde o günlerdeki siyasi tartışmaların dayandığı iki farklı siyasi ekseni oluşturdu.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

80’lerin sonuna doğru, daha önce eski siyasetçilere getirilmiş olan siyaset yasakların kalkması, o güne kadar ciddi bir siyasi muhalefetle karşılaşmamış olan iktidarın, iktidar mücadelesini kızıştırmaya yetti. Özellikle mahalli seçimlerde karşılaşılan yenilginin ardından, iktidar uyguladığı iktisat politikasında dönüşüme gitti. Çok uzun süre uygulanan düşük ücret politikası terk edilerek reel ücret artışlarına izin verildi. Ancak tüm bu aleyhte gelişmelere rağmen, işgücünün iktidar koalisyonunda yer almasına izin verilmedi ve çalışan kesimler iktisadi kararların dışında tutulmaya devam edildi.

Ancak tüm bu gelişmeler ve artan siyasi rekabet, iktidarın ekonomide mali kaynak sorunu yaşamasına yol açtı. Dahası bir yanda hala gücünü kaybetmemiş eski dönemlerin temsilcileri olan kesimlerin muhalefet partilerini kullanarak konsolide olmaları, diğer yanda iktidarın yanında olan kesimlerin rızalarını alabilme endişesi iktidarı seçime yönelik popülist politikalar uygulamaya yöneltti.

Bunun için iktidar mali kesimdeki oyun alanı genişletmeyi seçerek, ihtiyacı olan mali kaynakları dışarıdan temin etmeyi tercih etti. Böylece, 1990 yılında TL’nin konvertibilitesi ilan edilerek, sermaye akımlarının izne tabi olma koşulu kaldırıldı. Bu basit bir iktisadi karar değildi. Bu kararın yeni iktidar koalisyonun oluşumuna da büyük etkileri olmuştur.

Sermaye stoku nitelik itibariyle dönüştürüldü ve ihracat yapabilmek birikimin yeni kıstası haline geldi. Ancak popülizmin yol açtığı artan mali kaynak ihtiyacı da ülkenin tasarruflarının harcamalarını karşılamada yetersiz kalmasına ve böylece ülkenin dış kaynağa bağımlılık duymasına yol açtı.

TL’nin konvertibilitesini sağlayan karar 32 numaralı Kararname ile sağlandı. Yeni oluşturulan bu yeni kurumsal düzen içinde iktidarın bankacılık sektörüyle (yani finansal sermayeyle) girdiği işbirliği iktidarın ihtiyaç duyduğu kaynakların elde edilebilmesine olanak sağlamış, onların da iktisadi kararlardaki etkinliklerinin artmasıyla sonuçlanmıştır.

Ancak makroiktisadi istikrarsızlık altında, nispi fiyat yapısı bozulan bir ekonomide yabancı kaynakları ülkeye çekme gayreti, vatandaşı yüksek faiz ve enflasyonla karşı karşıya bıraktı. Bu koşullarda kamunun yüksek harcama ve bunun için borçlanma arzusu, ister istemez faizlerin yükselmesiyle sonuçlandı ve bu da kesimler arasında ciddi miktarlardaki kaynağın el değiştirmesine neden oldu. Ancak bu gelişmelerin en önemlisi; II. Dünya Savaşı sonrası dönemde, çok uzun yıllar fiziki sermaye birikimi kalkınmanın en önemli faktörü olarak görülürken, artık bu noktadan sonra “finansal sermayeye erişim” kalkınma için çok daha önemli olmaya başladı. Bu kalkınma iktisadında genel gören paradigmada da önemli bir değişime yol açtı.

Netice olarak bu sermayeyi temsil eden kesimler de ülke kalkınmasına yönelik kararlarda daha etkin olmaya başladılar.

90’lı yıllar sermayenin iki kesimi arasında yaşanan rekabetle geçti. Farklı sermaye kesimlerinin temsil eden siyasi oluşumlar ekonomideki mevcut refahın yeniden dağıtımı konusunda amansız bir mücadele içine girdiler. Yeni değer ve refah yaratmadan, olanı paylaşabilmek için siyaset yaptılar. Bu anlayış ülkemizde 1990’lı yıllardaki siyasetin belirleyici unsuru oldu.

Bu rekabette ANAP dışa açık, ihracatta rekabetti önemseyen “yeni sermaye” kesimlerinin temsil edildiği politik yelpazenin sağında yer alan bir partiyken, DYP daha geleneksel sermaye kesimlerini (tarımı, devletçi ve iç pazar odaklı sermaye kesimlerini) temsil eden bir başka sağ parti olarak bu mücadelede yer aldı. Aslında bu haliyle 1990’ların siyasi mücadelesi sermayeyi temsil eden “eski” ile “yeninin” bir mücadelesiydi.

Bu rekabetin yol açtığı makroiktisadi istikrarsızlık, üretimden ziyade, ortaya çıkan yüksek faiz-yüksek enflasyon sarmalıyla refahın kesimler arasında, siyasi güç nispetinde el değiştirmesini sağladı. Bu da 1990’lı yıllardaki koalisyonlar döneminin yaşanmasına neden oldu. Bu dönemin oluşturduğu en büyük değişim ise finansal kesimdeki sermayeyi temsil eden kesimlerin ekonomik kararlarda etkinlik kazanmaları oldu.

Aslında kalkınma ile birlikte sermayenin bu denli çeşitlenmiş olması önemli bir gelişme olarak karşımıza çıkıyor. II. Dünya Savaşı sonrası dönemde sanayi ülkelerin refah arayışlarındaki en önemli sektör ve bu sektördeki fiziki sermaye birikimi en önemli kalkınma aracı olarak düşünülürdü. Tüm dünyada yaşananlara müteakip, ülkemizde de 32 numaralı Kararname ile oluşturulan yeni kurumsal yapı, refah üretimine çok fazla katkı yapmasa da finans sermayesini kalkınmada kilit öneme sahip hale getirmiştir. Ancak tecrübeler göstermiştir ki, bu sermayenin bizim ekonomimizde oynadığı rol büyük ölçüde içeride üretilen refahın dışarıya transferine aracılık etmek ve içeride de mevcut refahın arzu edilen kesimlerce tüketilebilmesine yardımcı olmak şeklinde gerçekleşmiştir. Özellikle 1990’lı yıllarda yoğunlaşan bu faaliyetler ve oluşturulan kurumsal yapı, değer ve refah yaratmak yerine, mevcudun dağıtımında işe yaradı.

Öte yandan finansal kesimin aracılık ettiği fonların miktarı hiç durmadan artarken, bu sektörün milli gelir içindeki payı aynı oranda arttırılamadı. Sonuç olarak ekonomide değer yaratan faaliyetlerden uzaklaşıldı.

İktidarda kaynakların kullanımında etkili olmak isteyen sermaye kesimlerinin mücadelesi dağıtılacak değerler tükenene kadar sürdü. Bu da paylaşacak değeri yaratamayan siyasi kurumları kamuoyu nezdinde gereksiz kıldı. Ekonomide sürdürülebilirliği olan ve değer yaratacak bir iktisadi yapı ihtiyacı doğdu. Ama bu ihtiyaç aynı zamanda fonksiyonsuz kalmış, daha çok yeniden dağıtım üzerine yoğunlaşmış eski yapının da tasfiyesini beraberinde getirdi. Ülke bu koşularda 2001 krizini yaşarken, kriz sonrası gündeme gelen reformlarla kamunun ülkenin ekonomik kaynaklarının kullanımındaki etkinliği çok daha fazla azaldı. Kamuyu ekonominin dışında tutacak tedbirler devreye sokuldu. Bu bir bakıma ülkemizin siyasetinde etkin olan kamucu ekonomi bürokrasisinin tasfiyesi, piyasaya karşı mevzi kaybı olarak da düşünülebilir.

Türkiye 2001 krizi sonrası yapılan seçimlerle yeni bir iktidar koalisyonunun oluşumuna, ekonomide ise yeni kaynak kullanım önceliklerine geçişe şahit oldu.