Öner Günçavdı, “Ne miras ne alın teri; her zaman her yerde devlet desteği” başlıklı yazısında Anadolu sermayesinin yükselişinin ideolojik değil, ekonomik koşulların ve devlet desteğinin sonucu olduğunu savunuyor. AKP dönemindeki kalkınmayı, küresel dinamikler içinde doğal bir evrim olarak değerlendiriyor.
Her zaman devlet!
Cumhurbaşkanının eski metin yazarlarından olan Aydın Ünal’ın 4 Nisan günü Yeni Şafak gazetesinde yayımlanan yazısı kamuoyunda dikkat çekti. Başlığı “Miras Değil Alın Teri” olan bu yazıda, AKP döneminde palazlanan sermaye ile Cumhuriyet dönemi boyunca büyüyüp gelişmiş sermaye mukayese edilmekteydi. Özellikle Cumhuriyetin desteklediği bugün de daha çok TÜSİAD bünyesinde örgütlenmiş “büyük sermayeyi” Kemalist ideolojinin ürünü olmakla itham etti. Öte yandan piyasa ekonomisine geçişin başladığı 1980’lerden itibaren, aslında piyasalaşmanın bir ürünü olan, büyük ölçüde de Anadolu’da baş gösteren Anadolu sermayesini “yerli ve milli” olmakla niteledi. Ama bu ayrımı yaparken, ekonomik referanslardan ziyade, daha çok iki grup arasında gözlemlediği ideolojik farklılıklarından yola çıkan, son derece iddialı bir yol tercih etti.
Yazı içeriği itibariyle provokatif bir yazı olduğu için kamuoyunda tartışma yarattı.
Aydın Ünal’ın yazısında doğru noktalara değinirken, ülkemizdeki sermaye birikimi süreçlerini değerlendirirken bana göre büyük yanlışlar da yapmış. Hatta mensubu olduğu kesimin bugüne kadarki savunduğu birtakım konularda, kendi kesiminin sahiplendiği iddialarla çelişir duruma düşmüş.
Yazının konusu Türkiye’nin kalkınma sürecini politik iktisadi bakımdan değerlendirebilmek. Bu benim de aralarında olduğum bir grup iktisatçı tarafından çok uzun zamandır ilgilenilen bir konu. Aydın Ünal’ın yazısını fırsat bilerek ben de bu konudaki düşüncelerim paylaşmak istedim. Ancak bu yazıyı yayımlamak için kamuoyundaki tartışmaların biraz yatışmasını bekledim.
Yazıda cumhuriyet dönemindeki sermaye birikim modeline yönelik birtakım doğru değerlendirmeler olsa da, özellikle Anadolu sermayesinin yükselişi ve o sermayeyi TÜSİAD sermayesi ile yaptığı değerlendirmenin mahiyetinin birtakım eksiklikler içerdiği, hatta bu eksikliklerin yazara yanlış değerlendir yapmaya yöneltmektedir. Dahası Anadolu sermayesinin 1980’lerden itibaren yükselişini sadece siyasete ve temsil ettikleri ideolojiye dayandırması, bu süreç içinde ülke ekonomisinin “piyasalaşması” ve piyasa kurumlarının giderek güçlenerek devletin yerini almasını hemen hemen hiçbir şekilde görmemesini ise büyük eksiklik olarak düşünüyorum. Bu haliyle yazının iddiasının altını yeterince dolduramadığı görüşündeyim. Dahası konuya ideolojik pencereden bakma ihtiyacı yazarın bazı nesnel konularda değerlendirme hataları yapmasına yol açmıştır.
Devletçilik başlangıçta yeni rejimin güvencesidir
Malum olduğu üzer hiçbir siyasi rejim kendisini destekleyecek bir sınıfsal taban olmadan inşa edilemez. Örneğin sermaye birikim açısından belli bir seviyeye ulaşmış Batı medeniyetinin temel ilkelerinden biri olan “liberal demokrasi”, ekonomik refahını ağırlıklı olarak sanayi faaliyetlerden elde eden orta sınıfın üstünde yükselmektedir. Diğer yandan, tarıma dayalı geleneksel toplumlarda liberal demokrasiye işlerlik kazandıracak kurumların inşa edilebilmesi pek olası değil. Zaten, kuruluş döneminde de ülkenin topyekûn kalkınma hamlesine önderlik edecek verimlilik düzeyine sahip tarımsal bir ekonomisi yoktur.
Cumhuriyeti’nin kurucu kadroları ülkenin içinde bulunduğu olumsuz ekonomik koşullara rağmen, toplumsal refahı arttırması amaçlayan yeni rejimin belli bir kesimin sınıfsal desteğine ihtiyacı vardı. Ama ülkenin içinde bulunduğu geri kalmışlıktan dolayı öncelikle toplumsal kesim sayısı son derece de sınırlıydı ve ekonomik geri kalmışlığın bir sonucu olarak bunların birçoğu da yeni rejine destek olabilecek güçte değildi. Özel sektörde sermaye birikimi yeterli değil, ülke genelinde gelirler ve refah düşük, kırsalda yaşayan köylü ise son derecede yoksuldu. Dolayısıyla herkesin önceliği daha fazla refaha ulaşıp, yeni rejimin nimetleriyle tanışabilmekti. Siyasi iktidar da önceliği buna verdi.
Ülkedeki ekonomik sınıfların sermaye birikimleri yeterli olmaması bir yana, aynı zamanda kapsamlı bir kalkınma hamlesi için gerekli sermaye birikimini sağlayacak finansal piyasalar gibi ekonomik araçlara da sahip değildi. Böyle bir durumda sermaye birikimini sağlama görevi devlete düşmekteydi. İşte CHP’nin altı oklarından biri olan “devletçilik” ilkesinin ekonomik gerekçesi budur.
Buradaki devletçilik tercihi, siyasi iktidarın belli bir ideolojiyi topluma dayatmak istemesinden ziyade, yoklukla boğuşan bir ülkede bu yokluklarla baş edebilmek için siyasi pragmatizmle yapılmış bir tercihtir.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
“Asker-bürokratik” kesimin desteğiyle inşa edilen bir rejim
Ülkemizde devletçilik bir sermaye birikimi sağlama aracı olarak ortaya çıkarken, aynı zamanda kamuda bu ekonomik faaliyetleri yerine getirecek bürokratik bir yapının oluşması kaçınılmazdır. Sivil toplumun belli bir ekonomik güç etrafında bir araya gelemediği böyle bir ortamda, işte devletçilikle ortaya çıkan yeni bürokratik yapı, askerlerle de birleşerek rejimi sahiplenecek bir asker-bürokrat bir sınıf yaratmıştır. Devletçilik ekonomik alanda bu sınıfın ideolojisi olurken, siyasi manada da Kemalizm bu yeni sınıfın sahiplendiği resmi bir ideolojiye dönüşmüştür.
Zaten Aydın Ünal ve onun gibi düşünenlerin çok uzun zaman yürüttükleri siyasi mücadelenin hedefi olan ve siyasi vesayet kaynağı olarak görülen kesim de bu “asker-bürokrat” kesimdir. Ülke ekonomisi geliştikçe ve piyasa mekanizması tüm kurumları ile yerleşmeye başladığında, bu asker-bürokrat kesimin ekonomi ve siyaset alanında güçleri azalmış, onların yenini piyasa güçlerinin ve kurumlarının alması arzulanmıştır.
Asker-bürokrat yapının güç kaybetmeye başladığı ilk dönem, sermaye birikiminde belli bir büyüklüğe ulaşmış özel sektörün artık ekonomide daha fazla görünür olduğu 1950’lerden sonraki dönemdir. Özellikle bu dönemde özel sektör eliyle sanayileşmeye hız verilirken, özel sektör yatırımlarına yön göstericilik bahanesi ile bu bürokratik sınıfın ekonomideki etkinliğini sürdürebilmiştir. Ancak en büyük güç kaybı ise 1980 reformlarından sonra yaşanmıştır. Bizzat bu dönemde, bürokratik kontrolün zayıfladığı bir ortamda, zamanla gelişen piyasa mekanizması ülkede sermaye birikimi bakımından her kesimin önünü açmış; ama “asker-bürokrat” kesimin ekonomideki etkinliğini aşamalı olarak azaltmıştır. Ayrıca asker bürokratik kesimin1980’lerdeki ekonomik sorunları ortadan kaldırılmasına yarayacak çözümlerle öne çıkamaması, o günlerdeki piyasacı yaklaşımları alternatifsiz bırakmıştır.
Kanımca Aydın Ünal’ın yazısının siyasi bir öfkenin dışa vurumu gibi değerlendirildiğinde, ileri sürülen iddiaların da rasyonellikten uzak, bir “öfkenin” yansıma olduğunu düşünülebilir. O yüzden 1980 sonrası dönemde Anadolu’da ortaya çıkan sermaye kümelerinin temsil ettikleri kültürün başarılarını, ekonomik kalkınmanın bir sonuç değil de, bilinçli ve temelleri cumhuriyetin ilk yıllarına kadar giden “organize” siyasi bir mücadelenin sonucu olduğunu düşünmektedir.
Devrim mi?
Bu nedenle AKP öncesi sermaye birikimi süreci ve niteliğine yönelik ileri sürülen iddiaların bazılarına kısmen hak verirken, AKP sonrası için ileri sürülen görüşlere tamamıyla katılamayacağımı belirtmeliyim.
Öncelikle AKP döneminde yapılmış bir “devrim” olduğu inancında değilim. Yaşananlar ülkemizdeki kalkınma sürecinin, dünyadaki gelişmelerin çizdiği sınırlar içinde geçirdiği bir evrimdir. AKP sadece bu sürecin yönetimini yapmıştır.
Ama ülkemizin iktisat tarihinde önemli bir değişime imza attığını da belirtmeden edemeyeceğim.
Demokrat Parti dönemi de ülkedeki özel kesimin sermaye birikimin artmasına önemli katkılar yapmış, özellikle tarım ve ticaret üzerinden sermaye biriktiren kesimlerin önünü açmıştır. Ama unutmayalım o gün o sermaye birikimi sürecinin önünü açan ana neden, kendi siyasi ikbalinden vazgeçerek çok partili rejime dönüşe rıza gösteren CHP’dir.
Yine unutmayalım ki, 1950’lerin sonunda artık belli seviyeye ulaşmış tarım ve ticaret kaynaklı sermayenin sanayi sermayesine dönüşmesinin önünü tıkayan da yine Demokrat Parti olmuştur. 1950’lerin sonundaki krizlerin sebebi büyük ölçüde sanayi sermayesinin önünü açmakta isteksizlik gösteren Demokrat Parti’dir. Zira sınıfsal dayanağını tarım ve ticari kesimlerinden alan Demokrat Parti sanayileşmenin doğuracağı sınıfsal gerilimlerle yüzleşemeye cesaret gösterememiştir. Bu direnç sonunda askeri bir darbeye yol açmıştır.
Şimdi gelelim AKP’li dönemine.
AKP’li yıllar
AKP öncesi ülkemizdeki hemen hemen her iktidar istisnasız ülke ekonomisindeki sermaye birikimini arttırmayı amaçlayan politikaların peşinde gitmiştir. Farklı siyasi partilerin aralarındaki farklılıkların kaynağı sermaye birikiminin nasıl yapılacağı ve kimin eliyle biriktirileceği konusundaydı. Ama ülkemizdeki siyasette ülke kalkınması her zaman önceliğini korumuştur.
Zaten Aydın Ünal’ın yazısında belirttiği Anadolu sermayesinin doğuşu da bu gayretlerin bir sonucudur.
Maalesef AKP yüzyıla yakın süredir tüm siyasi hareketlerin çıkış noktası olan ülkenin sermaye birikimini arttırma arzusunun yerine “belli” kesimlerin servetlerini arttırma hevesine dönüştürmüştür. Kanımca bu ülkemizde bu boyutta sistemsel bir amaç haline ilk kez gelmiştir. Bu yeni hedefte de Aydın Ünal’ın iddia ettiği Anadolu sermayesinin yükselişinin sebebi olarak görülen ve Kemalizm’e karşı yürütülen kültürel mücadele arzusu yoktur.
Türkiye’nin 2017 yılında başkanlık sistemine geçişini sağlayan rejim değişikliğinin ardından uygulanan ekonomik politikaları ülkenin sermaye birikimini arttırmayı terk etmiş, onun yerine belli oligarşik kesimlerin servetlerinin arttırılması konulmuştur.
Sanırım Aydın Ünal’ın iddiaların temelini oluşturan gelişmeler daha çok AKP’nin 2017 yılına kadar yaşanan gelişmeleri esas alıyor.
2002 yılının Kasımında başlayan ve 2017 (daha doğrusu 2015 seçimlerine kadar) geçen süreyi, ekonomik uygulamalar bakımından bir bütün olarak düşünmek zor.
AKP, 1990’lı yılların siyasi ve ekonomik sorunlarının üzerine, büyük bir doğal afetin ardından ortaya çıkan bir ekonomik krizin toplum üzerinde yarattığı bıkkınlığın üstüne iktidara geldi. Dünya ekonomisinde o günlerde geçerli olan genişleyici politikaların tüm nimetlerinden de fazlasıyla yararlanabildi. Bunlar, AKP’nin kendinden önceki hiçbir iktidarın sahip olmadığı miktar ve nitelikte olanaklardı.
Yapısal sorunların başlangıcı
AKP döneminde yaşanan ekonomik gelişmelere çok büyük anlam yükleyenlerin dikkat etmesi gereken husus AKP’nin çok uzun yıllar hiçbir mali kaynak sıkıntısı çekmeden ve 2001 yılında yapılan reformların oluşturduğu kurumsal yapının sağladığı tüm olanaklardan sonuna kadar yararlanmış olduğudur. Dolayısıyla AKP’nin iktidara gelmesini Anadolu’dan başlayan toplumsal Kemalizm’e ve onun himayesinde olduğu iddia edilen kurumlara yönelik bir “başkaldırı” olarak düşünmek hatalıdır.
Ayrıca o günlerde AKP iktidarını destekleyen sermaye gruplarının, Aydın Ünal’ın iddialarının tersine, Kemalist ideolojinin koruması altında büyümüş ve sonrasında TÜSİAD bünyesinde örgütlenmiş olan büyük sermaye grupları olduğu gerçeğini hatırlamak lazım.
AKP bu olanakların yardımıyla ilk yıllarda elde ettiği kamuoyu rızasını konsolide etmeyi tercih etti.
Bu bağlamda AKP yönetimi, başlangıcı 1990’lı yıllara dayanan Anadolu’daki sermaye birikiminin önünü açtı. Ülkede devam etmekte olan kırdan-kente göçünün yönetimi yaptı. İtiraf etmeliyim ki, ilk dönemlerinde AKP bunu başarılı bir şekilde gerçekleştirdi.
Ancak bu süreç aynı zamanda Türkiye ekonomisinde bugün karşı karşıya kaldığımız birçok yapısal sorunun da başlamasına yol açtı.
AKP iktidarının ilk yıllarında kırsal nüfusu şehirlere doğru mobilize ederken, bunların yoksul olanlarını devlet yardımlarına bağımlı, zengin olanlarını da ticaret-hizmet-ve-inşaat gibi iktisadi faaliyetlere kanalize ederek iş sahibi yaptı. Bir kısmını da bu işlerde işçi yaptı. Ayrıca eğitimli olanları da ağırlıklı olarak kamu veya AKP kontrolündeki belediyelerde istihdam etti. Bu, sahibi kesimi dışında kalan ve Anadolu’dan büyük kentler göçmüş halkın AKP’nin ilk yıllarında gelire erişim modelidir. Bunun bir devrim veya mucize olarak nitelendirilebilecek yanı yoktur. Daha çok dışlı finansmana dayalı, sürdürülebilirliği dışarıdan sermaye girişlerinin devamına bağlı olan bir gelir modelidir.
Küreselleşmiş dünyada devlet korumasına muhtaç Anadolu sermayesi
Zaten kırsal nüfusa hâkim olan vasıfsızlık iktidardaki siyasilere bundan başka seçim şansı bırakmıyordu. Artan göç ister istemez bu kitlelerin gelire ve refaha ulaşabilmelerini sağlayacak iktisadi faaliyetlerin oluşturulmasını zorunlu kılıyordu. AKP de kendi iktidarının ikbali için o günlerin elverişli finansal ortamında elde ettiği kaynakları böyle bir gelir uygulamayı tercih etmiştir. Siyasi olarak a bu tercihinin karşılığını görmüştür.
Buna başka büyük anlamlar yüklemek yanlıştır.
Şimdi gelelim Aydın Ünal’ın Anadolu sermayesinin yükselişinde yaptığı yanlış değerlendirmelerin sonuçlarının ne olacağına.
Küreselleşme ile birlikte sanayide yaşanan teknolojik dönüşüm ülkeler için uluslararası rekabetin sınırlarını belirlemektedir. Bu yüzden sanayi faaliyetlerinin göçlerle kentlerde artan nüfusun sanayide istihdamını olanaksız kılmaktadır. Onun yerine iktidarlar kolay yolu seçerek, inşaat-ticaret-ve-hizmet gibi “al-sata” dayalı iktisadi faaliyetlere yönelmektedir. Bu faaliyetlerde eğitime, teknolojiye ve etkilerini orta ve uzun dönemde görebileceğin kurumsal reformlara ihtiyaç duyulmamaktadır. Dahası kısa dönemde uluslararası rekabette maruz kalmayan bu faaliyetler siyasilerin popülist politikalarına elverişli durum oluşturmaktadır.
Zaten hem Türkiye’de hem de dünyada geçerli olan mali koşullar da bu politikaların uygulanmasını kolaylaştıracak ucuz mali kaynaklara da sahipti.
Tıpkı 1950’lerdeki Demokrat Parti ekonomik pratiklerini uygulayarak, 21. yüzyılın hemen başlarında iktidara gelmiş olan AKP de, sanayileşmeye itibar etmeden ticari sermaye birikimine öncelik veren politikaya geri döndü. Bu alanda sermaye birikimi yaratacak olan girişicilerin uluslararası rekabet açısından gücü sınırlı, devlet desteğine muhtaç olmaları ise çok sürpriz olmadı. Ama daha önemlisi, bu sermaye gruplarının ekonomik olarak ikbalinin devletin kendilerini sürekli korumasına ve bu amaçla iç pazarın sürekli canlı tutulmasına ihtiyaç duymasıdır.
Ölçek olarak daha çok orta ve küçük sermayeli Anadolulu girişimcileri, zamanla ekonomik çıkarlarının büyük sermaye gruplarından farklılaşması nedeniyle kendi örgüt yapılarını kurdular. Ama bu girişimcilerin sermaye birikimini arttırabilmeleri aynı kendinden önce sermaye birikimine başlamış büyükler gibi önce yerel pazarların sağlayacağı olanaklardan yararlanmayı zaruri kılmaktadır. Bu yüzden onlar için yerel pazarın ve iç talebin önemi azalmadı, aksine arttı.
Yerli ve milli aslında ne demek?
Bugünlerde ekseriyetle “yerli ve milli” olarak ifade edilen bu girişimlerin yerlilikleri, yerel pazara ve onunla birlikle devletin desteğine duydukları bağımlıktır.
Dolayısıyla Türkiye’de ve Türk ekonomisinde değişen bir şey yoktur. Kutuplaşmış ve bugüne kadar dengesiz bir şekilde kalkınmış bir ekonomide, göreli olarak daha güçsüz olan sermaye sahiplerinin devletten koruma talepleri vardır. Hatta bu korumayı talep ederken, 1980’lerden bugüne inşa edilen piyasa ekonomisinin kurallarının da kendi lehlerine gevşetilmesi istenmektedir.
Sanırım Aydın Ünal, dikkate almadığı bu iktisadi gerçekler üzerine son derece iddialı siyasi fikirler inşa etmeye çalışmaktadır.
Kanımca AKP’nin bugün ekonomide yaptıklarının geçmişte denenmişlerden farkı yok. Zira o gün olduğu gibi bugün yapılanlar da, devlet müdahalesini ekonomik ve toplumsal müdahalenin bir aracı olarak görmelidir.