Sevilay Çelenk yazdı: Paris yanıp yıkılmasın…

Paris’ten tam Noel ışıkları Haussmann Bulvarı’nı, Galeries Lafayette’in bina ve vitrinlerini aydınlatmaya, Noel pazarları kurulmaya başlamışken döndüm. Dönmezden evvel Tuileries Bahçesi’ndeki pazara denk gelebildim sadece. Arkamda caddeleri ve binalarıyla pırıl pırıl parlayan bir Paris bıraktım. Fakat çok geçmedi, bildiğiniz silahlı saldırı olayı yaşandı. Uzun yıllardır orada yaşayan Türkiyeli arkadaşıma geçmiş olsun deyince, “Kara Noel oldu bu Noel” diye yazıverdi hemen.

Kara Noel gerçekten. Türkiyeliler’in kendi aralarında “mahalle” hatta bir arkadaşımın espri olsun diye “Aksaray” dediği, Strasbourg St. Denis’de bir ara sokakta bulunan Ahmet Kaya Kültür Merkezi’ne ve Kürtler’e ait bir berber ve bir restoran olmak üzere iki ayrı işyerine silahlı saldırı gerçekleşti. Yetkililerin “meczup” olarak kayda geçirmek istediği ırkçı saldırgan, üç kişiyi öldürdü ve iki kişiyi ağır yaraladı. Paris saldırısı ile ilişkili çok iyi bir değerlendirmeyi ve yanıtlanması gerekli soruları Fehim Taştekin yazdı. Okumanızı öneririm.

Bu kadar bildik bir bölgede gerçekleşince, saldırının üzüntüsünü daha ağır yaşıyor insan. Saldırı, Kürtler’in kendisini özel olarak bir ayrımcılığın ya da ırkçı nefretin muhatabı hissetmediği Fransa’da yaşanınca çok travmatik oldu doğrusu. Saldırıda sürgündeki genç Kürt sanatçı Mir Perwer (Mehmet Şirin Aydın), Kürt kadın hareketinden Emine Kara (Evin Goyi) ve Abdurrahman Kızıl hayatını kaybetti. On yıl evvelki saldırının yıldönümü yaklaşırken yaşanması, olayın travmatik etkisini daha da derinleştirdi. Ceren Bayar bu konuda yazdığı yazıda, Kürtler, “’Biz bu dünyada nerede ölmeyeceğiz’ diye soruyor” demiş. İnsanın gerçekten boğazına bir yumruk oturuyor bu soruyla birlikte. Güvendiğin yerde vurulmak zordur. Kürtler’in ölüp durmayacağı bir yer var mı dünya üzerinde? Paris böyle bir şehir değil miydi?

Uzun yıllardır Paris’te yaşayan bir kadın arkadaşım bana Türkiye’den gelen ve yeni tanıştığı öğrencilerden söz etmişti. Artık bu konuşma nasıl bir bağlamda gerçekleşti hatırlamıyorum ama onlara şunu söylediğini aktarmıştı. “Burası çok güzel bir ülke. Burayı sevin, bu dili çok iyi öğrenin, Fransızlar’la tanışın, ülkeye adapte olun. Bu çok önemli.” Fransa’da güven içinde eğitim görmenin maddi vs. zorluklarına rağmen büyük şans olduğunu, Kürtler için çok daha büyük bir şans olduğunu en iyi bilen insanlardandı kuşkusuz. Bu şansı gerçekten iyi kullanmış olan biriydi kendisi de.

Dönmeden önce tanıştığım bir Kürt öğrenci de benim zihnimi başka türlü çok açan bir şey söylemişti. Orada geçirdiğim bir yıla yakın süre içinde ağır bürokrasiyi saymazsak, hiçbir kötü tecrübe yaşamadığımı, bulunduğum akademik ortamda -elbette biraz da geçici olmamdan kaynaklı olarak- dostluk ve dayanışmadan başka da bir davranış görmediğimi ve Paris’e deyim yerindeyse aşık olduğumu söylemiştim. Bu yüzden de aslında bütün genellemeler gibi “Fransızlar… Bunlar…” diye başlayan olumsuz ifadelerden epeyce rahatsızlık duyduğumu da ifade etmiştim. İki kardeşin bile, Ruslar’ın deyişiyle gece ve gündüz gibi farklı olduğu bir dünyada “Fransızlar, Almanlar…” demenin manasızlığı vs. üzerine konuşuyorduk. Yarı yaşımdaki bu genç kadın, “Hocam biz Türkiye’de yaşadığımız onca zulüm, hakaret ve acıdan sonra bile ‘Bu Türkler şöyle, Türkler böyle…’ demiyoruz, Fransızlar için mi diyeceğiz” demişti. Gerçekten çok doğru, sosyal medyada bilhassa Kürt gençlerin öfke patlamaları olarak süregiden “Türkler…” temalı nefret ifadelerini elbette biliyoruz. Asla Kürtler’e yönelik olanlar kadar yaygın olmasa da epeyce var. Ama yine de normal gündelik hayatlarımızda, “Türkler şöyle böyle…” hemen hiç demiyoruz. Kendi kendimizeyken bile demiyoruz.

Kürtler’in öfkesi barışçı protesto olmayı aşıp Paris sokaklarını tutuştururken, olan biteni “Paris yansın” veya “Kürtler’in gücünü görsünler,” “Avrupa da yetti artık” diye karşılayan yorumları biraz da bu nedenle büyük şaşkınlıkla okudum. Olanları eleştirmeyi, birbirinden farkını koymadan, Gezi’de de Hendek olaylarında da Paris’te de sokağı terbiye etmeye dönük konformist bir tutumun devamı olarak okuyan yorumlar açıkçası bir de Türkiyeli aydınlardan gelince şaşırtıcı oluyor. Sosyal medyada da rastladım bu tür yorumlara. Gerçi sosyal medyada Kürtler bu ifadelere itirazlarını çok net biçimde derhal ifade ettiler. Bence muazzam bir direniş tarihi ve kültürü içinden yetişen Kürt kuşaklar, sokakta demokratik protesto görünümünü aşan şiddet eylemlerine mesafelerini tez zamanda daha da netleştirecekleri gibi, kimsenin Avrupa’ya yönelik nefretinin ya da Batı karşıtlığının taşeronu da olmazlar zaten.

Elbette demokratik toplum hayatının en önemli göstergelerinden olan sokak direnişlerinin ve protestoların şiddet içeren eylemlere dönüşmesi -hele ki travmatik bir öfkenin canlandığı ve provokasyonun söz konusu olduğu ortamlarda- hiçbirimizin onayına bakmaz. Yaşanacak ne varsa yaşanır zaten. Ama bunu desteklemediğimizi, bu olayları savunmadığımızı yazmaya bu toplumun üyeleri olarak hakkımız var. Kürtler’in Paris’te yaşanan bu görüntülerden hiçbir kazanımı yok. Kürd’ün gücü şehir ortasında kaba kuvvetle mi gösterilecek? Bunlar yaşandığı için Kürtler’in saldırılardan daha iyi korunacağını söylemek de gerçekçi olmaz. Son on yılda maalesef Paris’te Kürtler’e yönelik iki saldırı oldu. Fakat Paris’te diğer yaşananları hatırlamayacak mıyız?

Paris’te 13 Kasım 2015 tarihinde Bataclan tiyatrosundaki rehin almayla eşzamanlı gerçekleşen altı silahlı ve üç noktadaki bombalı saldırıda en az 132 kişinin öldüğü biliniyor. Bunun da öncesinde Charlie Hebdo silahlı saldırısı var. 7 Ocak 2015’te yaşanan bu saldırıda 11 kişi hayatını kaybetmiş, bir o kadar insan da yaralanmıştı. Çok acı bir başka olay da 16 Ekim 2020’de Samuel Paty adlı öğretmenin başı kesilmek suretiyle öldürülmesiydi. Olanlar Paris ve çevresiyle de sınırlı değildi. Yine 14 Temmuz 2016 tarihinde Nice kentinde Fransızlar’ın en önemli ulusal günündeki (La fête nationale Française) kutlamalar sırasında bir kamyonun kalabalığın içine kasıtlı biçimde dalması sonucunda 15’i çocuk 86 kişi hayatını kaybetmişti. Son beş-altı yıla sığan bütün bu radikal İslamcı terör saldırıları sonucunda bile Fransa’da İslamofobik tepkilerin ve taşkınlıkların önünü kesmeye, aşırı sağın bu olayları istismar etmesine yönelik çaba da hiçbir zaman eksilmedi. Sağ söylemlere prim vermenin ve aşırı sağın iktidara gelmesinin önünü almak için çok uğraşıldı. Bildiğim kadarıyla Fransızlar yüzlerce insanı ardı ardına kaybettikleri bu saldırılar sonrasında sokakta Fransız’ın gücünü göstermeye kalkmadı ya da kalkışamadı. Fransızlar korunmuyor diye isyanını sokaktaki şiddet eylemleriyle de ifade etmedi.

Ahmet Kaya Kültür Merkezi’nin üstelik de talep ettiği halde korunmamış olması ve saldırının sadece bireysel ırkçı bir saldırı olduğuna yönelik güçlü kuşkuların varlığına rağmen, kolayca öyleymiş gibi kabullenilmesi vs. kesinlikle haklı bir öfke sebebi. Bir önceki saldırının arkasındaki istihbarat örgütü bağlantılarının açığa çıkarılmaması da öyle. Yine de bunları Fransa’nın yakın tarihinde maruz kaldığı terör tablosu ortadayken, bu tablo içinde özel olarak Kürt toplumunun Fransa’da tümden korunmasız olduğu ya da hedefte olduğu biçiminde okumak ne kadar doğru?

Ben oradayken, geçtiğimiz ekim ayında, Lola isimli 12 yaşındaki küçücük bir kız çocuğu, okuldan eve dönerken apartmanın ana kapısında denk geldiği 24 yaşındaki Cezayirli, ciddi psikolojik sorunları olan genç bir kadın tarafından apartmandaki başka bir daireye kaçırıldı. Feci biçimde işkenceye ve tecavüze maruz kaldı, öldürüldü. Lola’nın parçalanmış cesedi plastik bir kutuya tıkıştırılarak binadan çıkarıldı, sokaklarda dolaştırıldı ve sonra aynı binanın önüne atıldı… Göçmen bir genç kadın, bir kız çocuğuna bunları yaptı… Bir gece yarısı sosyal medyadaki infiale denk gelerek öğrendiğim bu olayda, sağ partilerin temsilcileri, sağdan ve soldan Fransız yurttaşlar, “Fransız evlatlarının kendi ülkelerinde tavşan gibi boğazlanıp durmalarına daha ne kadar seyirci kalacağız” diye soruyordu. Fakat bu türden her yorumun altında en az üç-beş Fransız yurttaşı da ağır hasta olan bir kadının hangi ülkenin mensubu olduğunun ya da etnik kimliğinin hiçbir öneminin olmadığını, pekala hasta bir Fransız’ın da böyle bir olayın faili olabileceğini ve göçmenlere yönelik tepkileri kışkırtmaya derhal son verilmesi gerektiğini yazıyordu. Bu tür uyarılar gerçekten bugünün kaotik dünyasında çok kıymetli.

Kürtler’in haklı öfkelerini, tarihlerine ve mücadelenin onuruna uygun serinkanlı yöntemlerle açığa vurma yetenekleri bence epeyce güçlü. Bu yapıldığında Avrupa, Kürtler ile ilişkili pozisyonunu Kürt sorunu lehine gözden geçirmeye daha hevesli olacağı için ya da böyle bir beklenti olduğu için değil, şiddet görüntülerinin haklı ve meşru mücadelelere verdiği zarardan uzak olmak için de şiddetsizliği sahiplenmek önemli. Hendek olaylarında da bunu savundum. Zira bence o gün olduğu gibi bugün de sivil yerleşim alanlarında ve sokakta şiddetin yükselmesinin ağır sonuçları hep ve daima Kürtler’i mağdur ediyor. Bunu kışkırtanın esas olarak sistematik devlet şiddeti olduğunu bilmiyor değilim ama buna rağmen şiddetsizlikte ısrar etmek önemli.

Evet, Fransa’da Macron hükümeti Türkiye ile ilişkili siyasetini satranç hamleleri gibi her defasında ince ince hesap ederek ve öncelikli olarak Fransa’nın çıkarlarını gözetme doğrultusunda kuruyor. Maalesef günümüz dünyasında siyaset böyle… Peki siyaset böyle diye, on yıl arayla Kürtler’e yönelik gerçekleşen iki vahim saldırı da engellenemedi diye, Paris yansın, yıkılsın, Avrupa da yetsin bitsin artık mı diyeceğiz? Olayların Avrupa’nın diğer kentlerine yayılmasından medet mi umacağız? Naçizane kanaatim Kürt toplumunun elbette bunu demeyeceği yönünde… Kimin sözüydü ve tam olarak nasıldı hatırlamıyorum ama mealen söylersem, “Kürt evini tutuştursun, ben de cıgaramı yakayım” diyen akıldan uzak durmak şart. Üstelik Fransa, her şeye rağmen Kürtler’e, dünyanın birçok başka ülkesinden daha fazla ev olmuştur.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Bunları yazıyor olmam, Paris’te yaşanan ve anlayabildiğim kadarıyla zaten Türkiye’de yandaş medyanın abarttığı düzeyde asla olmayan sokak şiddetini ve Kürtler’in öfkesini ağır biçimde yargılayan ya da mahkum eden bir yerden konuştuğum anlamına da gelmiyor. Daha çok bunun üzerine düşünmek ve tartışmak gerektiğini savunuyorum. Her acıyı ve her tür haksızlığı en doğru yerinden kavramaya ve sonrası için mümkünse en meşru yerden karşılık üretmeye çalışmalıyız diyorum. Bir çağ yangınından dünya ancak böyle kurtulur…

Nazım Hikmet boşuna dememiş, elbette Paris’in yanıp yıkılmaması Parisliler’e de bağlı;

Henüz vakit varken, gülüm, 
Paris yanıp yıkılmadan, 
henüz vakit varken, gülüm… 
Parisliler, Parisliler, 
Paris yanıp yıkılmasın…

Olaylardan sonraki tutuma bakılırsa, Fransa elinden geleni yapmaya çalışıyor. Üç-beş arabayı ve sökülen kaldırım taşlarını saldırının önüne koymaya ve yaşananların üzerini buradan örtmeye filan kalkmıyor. Mesele sökülen kaldırım taşları, ters çevrilen ya da yakılan üç-beş araba değil zaten. Mesele Kürtlerin direnişin vakarını, meşru siyaset zeminini terk etmemeleri.

Bu tartışmalar esnasında aslında çok kişi hem burada hem Paris’te sokağın öfkesini yeni kuşaklarla, gençlerin önceki kuşaklardan doğal olarak farklı politik refleksleriyle ilişkili bir yerden anlamak gerektiğini pek güzel ifade etti. Ahmet Türk’ün bu sorunu bizimle çözmezseniz gelecek kuşaklarda diyalog kuracak kişiyi zor bulursunuz minvalindeki tespitlerini hatırlattı. Bir yandan o çok haklı ve bilgece bir uyarıydı ve sokaktaki öfkeyi görünce bunu düşünmemek işten değildi. Ama bir yandan da bu tespiti de bir mutlak, bir fact olarak almamak gerek. Nitekim şimdi arayıp buldum, İrfan Aktan da bu konuyu yazmış ve Selahattin Demirtaş’ın da Ahmet Türk’ten sonraki genç kuşaktan olmadığını kim söyleyebilir diye sormuştu. Konuşulamaz olanın Kürt kuşaklar değil hep devlet olduğunun da altını çizmişti.

Nihayet şunu söyleyebilirim, bizim kuşaklar bir yandan yeni kuşakları ve öfkelerini anlamaya çalışırken bir yandan da onlarla konuşmayı ve tartışmayı da kesinlikle sürdürecek. İşte yukarıda yarı yaşımdaki genç Kürt öğrencinin sözlerini ve ondan yeni bir şey öğrendiğimi de söyledim. Konuşacağımız kişi bulamayacağımız tespiti bir haklılık payı içeriyor olsa bile öyle yüzde yüz doğru filan değil. Konuşabiliyoruz ve konuşacağız. Başka çaremiz yok.

İyi seneler…