Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (145): Altılı Masa toplantısı, erken seçim tartışması, HDP’nin Hazine yardımının bloke edilmesi, Sinan Ateş suikastı

Altılı Masa 10. toplantısını yaptı. 10 saat süren toplantının ardından “Cumhurbaşkanı adayının tespiti için istişarelerin başlatılmasına karar verdik” denildi. Emek ve Özgürlük İttifakı da “Ortak aday seçeneğine daha yakınız” açıklamasını yaptı.

Erken seçim tartışmaları sürerken AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’dan “Seçim tarihi mevsim şartlarına göre biraz öne çekilebilir. Belki tarihi biraz öne çekerek güncelleyebiliriz” açıklaması geldi. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli de partisinin grup toplantısında “Cumhurbaşkanı ve milletvekili genel seçimleri ister zamanında ister erkene alınsın biz iki seçeneğe hazırız” diyerek seçimin erkene alınmasının sinyalini vermişti.

AYM, HDP’nin Hazine yardımının bulunduğu hesapların geçici olarak bloke edilmesine karar verdi. HDP’ye yönelik kapatma davasında Yargıtay Başsavcısı Bekir Şahin, 10 Ocak’ta açıklama yapacak.

Eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı Sinan Ateş suikatının azmettiricisi olduğu düşünülen Doğukan Çep, İstanbul-Beykoz’da gözaltına alındı. Soruşturma kapsamında tutuklananların sayısı 10’a yükseldi.

Ruşen Çakır ve Kemal Can, Haftaya Bakış‘ta değerlendiriyor.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can’la yine haftanın öne çıkan olaylarını ele alacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Geçen hafta yayın boyunca ayağımı salladığım için seste bayağı gürültü olmuş. Tabiî sen hissetmedin, ama izleyiciler epeyce eleştiri getirdiler. Özür dileyelim. Benden kaynaklanan bir sorundu. “Artık olmayacak, söz veriyorum” deyip ayaklarımı sallamaya başlıyormuşum… Neyse. Kemal, gündem bayağı yoğun. Anlaşılan bundan sonra böyle gidecek. Çok olay var. Bunları azaltarak, birleştirerek konuşmaya çalışalım.

İstersen önce HDP meselesiyle başlayalım. HDP’nin başını çektiği Emek ve Özgürlük İttifâkı Perşembe günü toplandı, ama nedense açıklaması ancak bu sabah yapılabildi. Esas önemlisi, Anayasa Mahkemesi, 2023 yılı için HDP’nin Hazîne yardımının bulunduğu hesapların geçici olarak bloke edilmesine karar verdi. Karar 8’e 7 oy çokluğuyla alındı.Mahkeme başkanı da ret oyu verenlerden. Anayasa hukuku açısından, alınan bu kararla ilgili, “Kapatmak için şart olan 3’te 2 çoğunluk bunda da aranmalı mıydı, aranmamalı mıydı?” şeklinde teknik bir tartışma var. Bu pek bizim bildiğimiz bir husus değil, ama HDP’den, “Anayasa Mahkemesi rengini belli etti” tepkisi geldi. Kapatma karârı verme ihtimâlinin çok yüksek olduğu söyleniyor. Ancak orada şöyle bir husus var biliyorsun: 3’te 2 çoğunluk, yani 10’a 5 olması gerekiyor. Şu hâliyle bu blokaj karârı 8 üye ile alındı. Tabiî ki iktidârın uğraşması hâlinde 2 üyeyi buna eklemek çok zor olmayacaktır. Ama açıkçası, ben hâlâ Erdoğan’ın HDP’siz bir seçim istediğine çok emin değilim. Muhtemelen istiyordur diye düşünüyorum, ama hâlâ ona karar vermiş olduklarına emin değilim. Bunu bilmemizin de imkânı yok. Çünkü HDP’yi seçime sokmamanın iktidar için artıları ve eksileri olacak. Bunları nasıl hesaplayacaklarından çok emin değilim. Tabiî şu da olabilir: Seçime kadar kapatma karârı çıkmaz, ama para bloke edildiği için HDP seçim kampanyasında bayağı zorlanır. Zâten diğerlerine kıyasla mâlî imkânları çok da iyi olan bir parti değil. En azından seçime biraz yoksul girmesini sağlamış olurlar. Paranın bloke edilmesi karârını hızlı bir şekilde verdiler. Dolayısıyla kapatma karârı da hızlı bir şekilde seçim beklemeden verilebilir. Ne diyorsun?

Kemal Can: “Kapatma karârının karînesi olur mu? Hazîne yardımını bloke etme karârı, kapatmanın da karînesi midir?” tartışması yapılıyor, yapılacak da. Ama zâten iktidârın, gerek İmamoğlu’nun siyâsî yasağı meselesinde, gerek HDP’nin kapatılma dâvâsında hep aynı şeyi düşündüğünü düşünüyorum. Senin söylediğin gibi, “Hangisi işine daha yarar?” kısmını hep açık bir hesap olarak tutuyor. Bunu açık hesap olarak tutabilme yeteneği de elinde. Yani yargı üzerindeki etkisi nedeniyle dâvâları hızlandırmak, yavaşlatmak, belirli kararlar çıkartmak, istediği gibi çıkmayan kararları başka yollarla tekrar çıkartmak gibi imkânlara sâhip. Ayrıca, bu belirsizliğin karşısında yer alanların pozisyon netleştirilmesini de zorlaştırdığı âşikâr. O yüzden senin söylediğin gibi, “Hangisi daha çok işine yarar?” ya da “Hangisinin riskiyle hangisinin getirisi birbirini dengeler?” hesaplarını yaptıklarını ben de düşünüyorum. Hangisi daha elverişli olursa öyle hamle edeceklerini de düşünüyorum. Ama “HDP’nin kapatılması ya da birtakım rakiplere siyâsî yasaklar getirilmesi, ilkesel olarak bu tür mağdûriyetlere daha önce uğramış AKP’nin ya da Erdoğan’ın hiç istemediği bir şey. Bunu hiç istemez. Bu onun aleyhinedir” yorumlarına çok katılmıyorum.

Sen tam olarak öyle demiyorsun ama, hatırlarsan insanlar aylarca bunları konuştu: “HDP’nin kapatma dâvâsını MHP zorluyor. Aslında AKP’nin işine gelmiyor” ya da “İmamoğlu’na siyâsî yasak getirilmesi, Erdoğan daha önce bu yoldan geçtiği için asla yapmayacağı bir şey” dediler. Ben “asla yapmayacağı” herhangi bir şey olduğunu düşünmediğim gibi, bâzen kısa dönemli faydanın uzun dönemli zarâra rağmen gündeme getirilebildiğinin daha önceki örneklerini hatırlıyorum. Meselâ İstanbul seçiminin iptâli de öyle bir şeydi. Şimdi İmamoğlu ile ilgili yasak konusunda da aynı tartışma var. Siyâsî yasak getirildiği ve daha da ileriye gidilecek bâzı hamlelerin muhâlefet seçmenini ateşleyeceği, İmamoğlu’nun şimdi alana çıkmasıyla birlikte, “Meydan meydan gezeceğim. Bunu yaparlarsa dar edeceğim çıkışları” ya da artık İmamoğlu’nun her faaliyetinin bütün Altılı Masa genel başkanlarıyla birlikte bir icraat gösterisine dönüştürülmesi… Baktığın zaman bunlar iktidarın aleyhine; ama bir yandan da, birtakım yargı kararlarıyla yaratılan türbülans bâzı karışıklıklara yol açıyor ve belirsizlikler üretiyor. O zaman da, kısa vâdede başka işlerine yaradığını anlıyoruz ve bunu tartarak yürütme imkânına sâhip.

HDP dâvâsıyla ilgili de, gelirlerine ya da Hazîne’den ödenecek bedele blokaj konulması, HDP’nin kapatılma olasılığını yüksek olduğunu düşündüren bir gelişme oldu. HDP’nin kapatılması olasılığının, sayısal denge açısından ya da kapatma yerine düşünebilecek başka mahkeme kararları ihtimalleri açısından da kafa karıştırıcı bir tarafı var. Çünkü belki kapatma gelmeyip sâdece imkânlarını sınırlayan bâzı siyâsî yasaklar getirilerek bu dâvânın sonuçlandırılabileceği ya da doğrudan kapatma yoluna gidilebileceği söyleniyordu. Şimdi her ikisini de mümkün kılan bir zemin var. Ama bu konuda, daha önce de örneklerini gördüğümüz gibi HDP seçmeninin ve HDP yönetiminin tavrının net olma ihtimâli giderek artıyor. Zâten son toplantıda da ortak adayı destekleme eğiliminin güçlendiğini görüyoruz. Ama buna karşılık, kapatılmış bir HDP’nin, özellikle seçim güvenliği ve HDP’ye verilecek oyların bölgedeki güvenliği, yani sandıklarda onun kollanması ve gözetilmesi açısından ciddî problemler yaratabileceğini biliyoruz. Çünkü Altılı Masa, seçim güvenliğiyle ilgili hazırlıkları devam ettirdiğini söylüyor, ama seçime giremeyen HDP’nin bölgedeki teşkilât gücünü ve sandıkları kontrol imkânını nasıl telaâfî edeceğini ya da genel olarak muhâlefetin kendi adaylarını da destekleme ihtimâli olan bu potansiyeli, hem verilmiş oylar açısından nasıl koruyacağını hem de o oyların en yüksek katılımla gerçekleşmesi için nasıl bir motivasyon yaratabileceklerini çözmeleri gerekiyor. 

Bu konuda, tıpkı İmamoğlu karârına, hem İmamoğlu’nun ataklarıyla hem diğer parti liderlerinin tutumuyla giderek artan biçimde bir yüksek reaksiyon vererek, bunu bir motivasyona dönüştürme gayreti var. Benzer bir tutumu HDP karârından sonra görecek miyiz? O hâlâ netleşmiş değil. Ama Altılı Masa’nın artık, ortak listeler, aday ve belki bu konu gibi bu tür somut meseleleri gündemine alıp konuşması gerekiyor. Artık “Bunları zamânı gelecek, sonra konuşuruz. Şimdilik gündemimiz değil” demekten vazgeçtiğini görüyoruz. Bu da iyi bir işâret. 

Ruşen Çakır: Bıraktığın yerden Altılı Masa’ya geçelim. Ben bu konuda yarın bir yayın yapmayı düşünüyorum, onun için çok uzun konuşmayacağım. Senin demin bahsettiğin hususların hepsi dört sayfalık bir metinde yazıyor. Üç önemli temel şarttan bahsediyor: 1) seçim güvenliği; 2) Meclis’te alınabilecek en fazla sandalyeyi alabilmek için listelerin çalışılması — bu konudaki çalışmaları çok önemsiyorlar; 3) ortak adayın tespitiyle ilgili olarak istişârelere başlanması. Ben yarınki yayınımın başlığını da attım, “Kolları sıvamak” dedim. Biz kolları çoktan sıvadık, onlar daha yeni yeni sıvamaya başlıyor. 

Perşembe akşam geç saatlerde açıklanan bu metin, bana bu hâliyle daha öncekilere göre daha tatminkâr geldi bana. Tabiî ki herkesin beklediği başkanlık meselesi yok, ama “İstişârelere başlandı” diyor. Bir sonraki toplantı 26 Ocak’ta İYİ Parti’de yapılacak ve 30 Ocak’ta da, iki belgenin açıklanacağı toplantı olacak. Daha önce anayasa paketini açıkladıkları gibi, muhtemelen yine Bilkent Otel’de, Geçiş Süreci Yol Haritası ve Ortak Politikalar Metni açıklayacaklar. Artık bunlar son metinler. Bir ihtimal 26 Ocak’ta aday belli olur mu? Açıklanır mı? Belki 30 Ocak’taki son sunumda aday belli olabilir. Ama zâten çok az bir zaman kaldı. 

Burada şöyle bir husus var: Kolektif bir masa var ve masada insanlar bir şeyler üretiyorlar, böyle bir metin çıkıyor. Bu metni artısıyla eksisiyle tartışıyoruz. Ama ertesi sabah Ahmet Davutoğlu televizyona çıkıyor ve “Altılı Masa’dan ya da Masa dışından cumhurbaşkanı kim olursa olsun, stratejik kararlarda bütün parti liderlerinin yetkisi olacak” diyor. Bu açıklamayla her şey karman çorman oluyor. Yazılmış bir ortak metin var, ama ondan sonra bireysel hareket ediliyor. Meselâ, bugün yine Demokrat Parti Başkanı Gültekin Uysal, gazetecilerle bir araya geldi.

Kemal Can: “Genel başkanlardan biri olsun” dedi.

Ruşen Çakır: Evet,“Aday genel başkanlardan biri olsun” dedi. Dışarıdan birini, meselâ belediye başkanlarını istemiyor. Bu kendi partisinin görüşü, ama masanın eğilimi mi değil mi bunu anlayamıyorsun. Hâlâ o kolektiviteyi, ortak dili sağlamış değiller. Hep ortak akıldan bahsediyorlar, iyi, güzel. Bu metinde o ortak akıl görünüyor. Ama sonra herkes tek başına kaldığı zaman bir bakıyorsun: Davutoğlu şunu diyor, Gültekin Uysal bunu diyor; yine işler karışıyor. Ben açıkçası ortaya çıkan bu metni ciddî bir aşama olarak görüyorum. En uzun toplantıyı yaptılar, biliyorsun; saatlerce sürdü. Bana, artık Ocak sonunda bu iş netleşir gibi geliyor. Tabiî bunların hepsini akıl yürütmeyle söylüyorum.

Kemal Can: Metnin umut verici olup olmamasından bağımsız olarak, asıl önemsediğim şey şu: Şimdiye kadar “Daha zamânı değil” denilen şeyleri konuşmaya başlamaları ve senin söylediğin gibi, üstelik de yakın bir vâdede bir takvime bağlı olarak bunları açıklayacaklarını söylemeleri. Bu, kendi başına hayırlı bir gelişme. Çünkü buraya kadar asıl büyük gerilim şundan çıkıyordu: Ne karar verecekleriyle ilgili tereddütler, insanların bu konudaki endîşeleri hâlâ bâki. Ama herkesin çok gerildiği, merak ettiği ve isteseler de istemeseler de üzerine tartışmaların yaşandığı, hattâ iktidârın da biraz istismar ettiği bütün mevzûlar, “Biz daha onları konuşmuyoruz” diye kenara konuyordu ve bu durum kendi başına bir sorun yaratıyordu. Şimdi en azından bunu geçmiş oldular.

İkincisi, bütün liderlerin olmasa bile Altılı Masa’daki önemli liderlerin yaşadığı bir şey var. Birbirleriyle konuştuklarıyla, kendi çevreleri, kendi tabanları ya da daha çok kendi teşkilâtlarıyla konuşmak zorunda oldukları şeyler zaman zaman biraz çelişiyor. Yani kendi aralarında belki daha kolay çözdükleri, daha kolay ortak mutâbakat hâline getirebildikleri başlıklar, kendi teşkilâtlarından ve kendi çevrelerinden gelen tazyikler netîcesinde, oralara başka türlü yansıtılmak zorunda kalınıyor. Bunu çok sık gördük. Bâzen tersini gördük, dışarıda büyük bir gerilim oluyor. Sonra birdenbire ikili görüşmeler yapılıyor ya da masa toplanıyor. Oradan “Bir sorun yok” diye çıkıyorlar. Ama hem öncesinde hem sonrasında, senin söylediğin gibi başka anlamlara gelebilecek îmâların, göndermelerinin, bâzen “Lider iyi ama çevresi kötü” şeklinde, bâzen başka biçimlerde îmâ edildiği, biraz etrâfından dolaşılarak konuşulduğu şeyler hemen yürürlüğe giriyor. Bunlar biraz işin doğasında var. Çünkü ona bahâne olarak, “Bizim partimizde herkes özgür, kendini iâde edebilir” diyorlar. Sonra liderlerin kulak çekmesi arzusu gündeme geliyor, ama bunların ikisi de doğru değil. Liderlerin bütün parti sözcülerinin kulağını çekerek aynı lâfı söyletmesi doğru değil; o eğilimlerinin bir biçimde herkes tarafından anlaşılmasına ihtiyaç var. Bu çok tercih edilecek ya da demokratik bir yöntem değil. Ama tersi de, “Birlikte aynı hedefe yürüyoruz” diyen bir çevrenin her kafadan ses çıkan bir karışıklıkta bir kakofoniye yol açması da isâbetli değil. Bunun dengesini oluşturacak yapı: Altılı Masa. Ama Altılı Masa çok kapalı. Buna karşılık, o kapalılığın çok üzerinde bir yetkiye sâhip pozisyon edindiği için bu kopukluklar yaşanıyor. Yani insanlar tam olarak ne üzerinde mutâbık kalındığı ve bunun yöntemleri konusunda soru işâretlerinden kurtulamıyorlar.

Ortak program, yol haritası ve aday netleşince belki bu şeyler azalacak. Ama bahse konu olan noktayı Ocak sonu diye işâret ettiğinde, erken seçimin ne kadar erken olacağı ve kalan sürenin ne olduğu da önemli. Orada bir problem var.

Ruşen Çakır: O gerçekten en kritik konu. Altılı Masa, burada çok net bir şekilde, “6 Nisan ve öncesine varız, sonrasına yokuz” diyor. “Sonrasına yokuz” demesi şu: Sonrasında da olabilir, ama o zaman Erdoğan Meclis’i feshederse olacak. Ama orada da işler karışıyor. Bir anayasa mühendisliği olayı var. Meselâ CHP Milletvekili Prof. İbrahim Kaboğlu, bugün sosyal medyada, “Şu tarihte olursa şu olabilir, bu olamaz” şeklinde çok kapsamlı birtakım şeyler söyledi. Orada yine bir tartışma çıkacağı benziyor. “Her halükârda erken seçim olur” diyor. “Seçimin öne çekilmesi diye bir şey değil, erken seçim olur. Erken seçim de anayasada belirtilmiştir” diyor. Senin dediğin gibi, Nisan ayında olma ihtimâlinin çok güçlü olduğu anlaşılıyor. En kötü ihtimal Mayıs… Muhâlefete kalsa, 6 Nisan ve öncesi. Ama “6 Nisan ve öncesinde seçim yapalım” diyen muhâlefet, temel belgesini Ocak sonuna alıyor. Tamam, diyelim ki öneriyi Meclis’e getirdiler; 6 Nisan’da yapalım dediler. Buna nasıl yetişecek? Nasıl yapacak? Hakîkaten akıl alır gibi değil. Ama bir şekilde yapacak. 

Ben erken seçim bahsinde yeni bir polemikler dizisinin, tartışmanın yaşanacağını düşünüyorum. Ama şurası kesin ki, seçim normal târihinde, yani 18 Haziran târihinde olmayacak. Erdoğan da, parti sözcüleri de bunu söyledi. Muhâlefeti iknâ ederek 6 Nisan sonrasında da gün alamayacaklar. Sanki orada işler karışacak gibi.

Kemal Can: İktidârın erken seçimi zorlama gerekçelerinden biri olarak, Cumhurbaşkanı’nın 3. kez seçilip seçilememe meselesi öne sürülüyordu. Erken seçim yaparak, bu yasal sorunu ya da anayasal sorunu aşmak için seçimi erkene çekebileceği söyleniyordu. Ama seçimin erkene gelmesi, teknik olarak Erdoğan’ın 3. kez aday olup olamayacağı tartışmasını ortadan kaldırmıyor. Tek başına erkene gelmesi kaldırmıyor. Çünkü erken seçim karârı alınabilmesinin iki yolu var: bir tânesi, Meclis’in karar alması; diğeri ise Erdoğan’ın Meclis’i feshetmesi. Meclis’in karar alması durumunda, evet, Erdoğan’ın 3. kez seçilme hakkının doğabileceğini söylüyorlar. Senin de söylediğin gibi, muhâlefet bunun önünü kesmiş durumda. İki nedenle kesmiş durumda: Hem bu fırsatı vermemek için, hem de yeni seçim yasasıyla gidilmemesi için, Altılı Masa6 Nisan sonrası için “evet” oyu vermeme karârı aldı. Genel eğilim bu yönde. Yani bunu bir mutâbakat olarak îlân etmemiş olsalar bile –CHP îlân etti, ama henüz Masa olarak söylenmedi– böyle bir durum var. Diğeri açısından, Erdoğan kendi de söyledi. Daha önce kendi bu konuda net bir tavır almıyordu. Hattâ Bahçeli de bir tür onayla “Erkene çekilebilir” açıklamasını yaptı. Daha önce, “Zamânında yapılacak” iddiasındalardı.

Erdoğan’ın Meclis’i feshederek erken seçimi gündeme getirmesi, zâten kendisiyle ilgili mevcut tartışmayı değiştirmiyor. Dolayısıyla otomatik olarak yine anayasa yorumunu Yüksek Seçim Kurulu’nun karârı belirleyecek ve onun da bir îtiraz mercii yok. Erken seçimin bu açıdan bir önemi kalmamış görünüyor. Fakat erken seçimin teknik birtakım sonuçları var. Birincisi, senin söylediğin gibi: Yani henüz adayını belirlememiş ve programını netleştirmemiş muhâlefetin, çok hızlandırılmış ve dar bir alana sıkışmış bir kampanya yürütme mecbûriyeti var. Bu, biraz önce senin açılışta söylediğin gibi, iktidârın neredeyse her haftasına özel bir gündem yerleştirerek büyük bir hareketlilik yaratıp tekrar süreci ele geçirmesi, yargı süreçleri başta olmak üzere pek çok enstrümanı aynı anda devreye sokabilmesi ve kısa dönemde, seçim ekonomisi de dâhil olmak üzere pek çok avantajını hızlı seçimde kullanma becerisidir. Ayrıca böyle birtakım teknik sorunlar var. Üniversite öğrencilerinin oy kullanması, yeni yasada olan bir uygulama olarak 3 ay içerisinde ikametgâh değişikliği yapanların kullanamaması gibi, pek çok problem de ortaya çıkabilecek. Tıpkı diğer konularda konuştuğumuz gibi, iktidârın, bunların hepsini gözeterek, bir tür mühendislik çalışmasıyla karar vereceğini göreceğiz. 

Muhâlefetin, ortak listeler meselesi gibi çok ciddî, “Evet, şimdi konuşmaya başladık” dedikleri, ama bayağı sorun çıkartabilecek bir meselesi var. Dolayısıyla seçim ne kadar sıkışırsa, adayın kampanyası bir yana, Meclis çoğunluğunu elde edecek ortak seçim stratejisi ve ortak listelerin oluşturulması da hiç kolay bir süreç olmayabilir. Buna karşılık iktidar, bu konularda eli çok rahat davranıyor. Ben zâten daha önce de birkaç kez yazılı ve sözlü olarak söyledim: AKP ve MHP’nin, ortak liste konusunda çok daha rahat ve hızlı harekete etme imkânı olabilir. İyi bir karşı strateji geliştirilmezse, hâlâ düşük oylarla yüksek sonuçlar alma avantajını önemli ölçüde elinde tutabilir. Bunların hepsi, erken seçimin ne kadar erken ve ne kadar hızlı olacağıyla ilgili değişkenlikler içeriyor. YSK’nın vereceği karardan bağımsız olarak, bunun takvimini belirleme hakkını iktidârın elinde tutuyor olması da önemli bir mesele.

Ruşen Çakır: Sonuçta seçim erken olsun da, benim bundan birkaç yıl önce söylediğim “Erken seçim olur” lâfımda haklı çıkayım, “Ben demiştim” diyeyim. Rezil oldum, o ayrı… 

İmamoğlu konusunda da bayağı bir paragraf var ve ona sâhip çıkılmış. Biliyorsun, İmamoğlu bugün bir metro açılışındaydı. Davutoğlu, Akşener ve Kılıçdaroğlu geldi. Dâvetli olmalarına rağmen diğerleri gelememiş. İmamoğlu sürekli gündemde. Soylu’yla atışmaları devam ediyor. Üzerinde sallanan kılıca rağmen ben onun aday olma ihtimâlinin hâlâ bulunduğunu, yani masada olduğunu düşünüyorum. Tabiî cezâ alacağı kesinleşirse, yasak gelirse, mazbatası alınırsa iş değişir. Bu konular tekrar gündemde. İmamoğlu gerçekten bir figür olarak, aday olduğu, kazandığı ve İstanbul’u tekrar ikinci kez kazandığı andan itibaren bir popülaritesi vardı. Şimdi siyâseten bayağı öne çıkmış durumda. Sen de İmamoğlu’nun aday olma ihtimâlini bekliyor musun? Ben, düşük de olsa hâlâ olduğu kanısındayım.

Kemal Can: Adaylık açısından nasıl sonuçlanacağını kestiremiyorum, ama İmamoğlu’nun bu pozisyonunu yükselterek korumak ve mümkünse seçimin önemli parçalarından biri hâline getirmek konusunda bayağı hazırlıklı olduğunu biliyorum. Geçen gün yaptığı basın toplantısında da bunun işâretlerini verdi. Tâbir yerindeyse kavgayı büyüteceğini, kavgayı genişleteceğini, yayacağını, gerekirse ülkeyi dolaşarak bu meseleyi anlatacağını, iktidar bu hamlelerine devam ederse buna “Biz kolay lokma değiliz” diyerek cevap vereceğini ve kendisiyle ilgili bu politik meseleyi seçimin bir parçası olarak tutmak konusunda kararlı olduğunu gösterdi. Senin de söylediğin gibi Altılı Masa’dan da, en azından İstanbul’la ilgili bu hamleyi iktidârın bir güç gösterisi değil, bir zaafı olarak seçim arenasına taşımak istedikleri anlaşılıyor. “İstanbul’u vermeyiz” üzerinden bir şey kurarak, bunu seçimin temalarından biri hâline getirmek; “Bir tarafta, İstanbul’u almaya çalışan iktidar, öbür tarafta, bunu vermeme kararlılığı gösteren ve iktidârın yeni adayı olan muhâlefet” resmini netleştirmek istiyor herkes. 

Tabiî böyle bir resim oluşunca, burada İmamoğlu kritik bir faktör hâline geliyor. Bâzı çevreler, siyâsî yasak riskine ya da YSK Başkanı’nın söylediği gibi mazbatasının verilmemesi ihtimâline rağmen İmamoğlu’nun aday yapılmasının bu süreci güçlendireceğini söylüyorlar. Hattâ İYİ Parti’ye yakın bâzı çevreler, bunun daha çok, İYİ Parti’nin ve Akşener’in talebi gibi konumlandırıldığı için böyle olmasını zorlamanın, Altılı Masa’da bunu tez olarak ileri sürmenin önemli olduğunu söylüyorlar. Ama burada şu risk hâlâ geçerli: Evet, elbette İmamoğlu figürü, mazbatasını alamayacak olsa bile yüksek bir motivasyon üretebilir. Teorik olarak böyle bir şey mümkün. Ama bunun bir grup seçmende, özellikle kazanılana gitme ve kazanma garantisine yönelme yönündeki eğilimini sandığa taşıma motivasyonu açısından nasıl sonuç vereceğini kestirmek zor. Yani mazbatasını alamayacak ve kesinlikle tekrar edilecek seçimde kazanma ihtimâline yönelecek bir adayın mağdûriyeti, bir öfke konsolidasyonu yaratır. Ama seçime ve sandığı yönelmenin motivasyonunu artırır mı bu tartışma götürür bir şey. Çünkü “Mazbatasını almayacak bir aday için seçmen motivasyonunun o kadar yüksek olmaması ihtimâli, ilk turda daha düşük bir katılımla, aldığı oy daha az olsa bile, Erdoğan olacağını tahmin ettiğimiz iktidar adayını ilk turda kazanma şansına taşır mı?” gibi bir riski de hesaplamak zorundalar.

Bunların hepsi masada. Senin söylediğin gibi, iktidarda, birtakım hamlelerde her şeyin artısı ve eksisi var. Muhâlefet açısından da, muhâlefet aktörlerinin artık bu hesapları yapması gerekiyor. Her şeyin bir artısı var, ama her şeyin bir de riski var. Hangisinin ne kadar işleyeceğini iyi hesaplamaları gerekiyor. Bu hesapları çok rasyonel şeylere bağlayanlar olduğu kadar, sonraya dâir politik pozisyonlara göre bâzı tezleri zorlayanlar da çıkacak. Buradan bir ortak motivasyon mu üretilecek, yoksa bir gerilim mi çıkacak, muhâlefetin bunu hızlı netleşmelerle aşması gerekiyor.

Ruşen Çakır: Kemal, son olarak Sinan Ateş’ten bahsedelim. Bu konuya Altılı Masa’nın bildirgesinde bayağı bir geniş yer ayrıldı, biliyorsun. Açıklamada, “Bu vahşeti daha da vahim kılan husus ise, cinâyet sonrasında, başta Cumhurbaşkanı, İçişleri Bakanı, Adalet Bakanı ve MHP Genel Başkanı olmak üzere ilgili yetkililerin derin bir sessizlik içerisine girmeleridir” cümlesi çok dikkat çekici. Açıkçası bu, Meral Akşener’in grup konuşmasında söylediğinden daha vurgulu. Meral Akşener çok kısa bir şey söyledi ve hattâ bir yerde de, “Âilesi soru önergesi bile vermemizi istemedi. Biz de ona sâdık kalıyoruz” gibi bir şey söyledi. Bu ondan daha ileri bir yerde duruyor.

Çarşamba günü Sinan Ateş cinâyetini Adını Koyalım’da konuştuk. İlginç bir şeyler oluyor. Soruşturma ilerleyerek sürüyor. Kaçtığı söylenen birtakım isimler bulunuyor, yakalanıyor. 2 özel harekât polisi de tutuklandı biliyorsun. Bu arada şu notu da düşeyim: Özel harekât polisi olayın içine karışınca, aklıma 90’lı yıllar geldi; ama hiçbir yerde gözüme çarpmadı bu: 90’lı yıllarda da, özel harekâtçıların nasıl birtakım yasadışı işlere devlet eliyle ya da birtakım odaklar tarafından bulaştırıldığını biliyorduk. Yıllar geçiyor, husus değişmiyor. Çok ilginç bir benzerlik. Birtakım isimler yakalanıyor, gözaltına alınıyor. Birtakım isimler açıkça telaffuz ediliyor. Bir yere kadar gidiyor, ama hep sonuna kadar gitmeyeceğe de benziyor. Böyle acayip bir durum var. Birileri bir şeyler yapıyor, birilerinin de onun daha öteye gitmesini engelleyecekmiş gibi bir hava var. Çarşamba günü bıraktığımız yerden devam edelim. Dediğin gibi, siyâsî sonuçları tabiî ki olabilir. Çünkü siyâsî bir cinâyet. Ama olabilmesi için, siyâseten birilerinin buraya müdâhil olması gerekiyor. Şu hâliyle Altılı Masa’nın bu müdâhalesi tek başına bunu sağlamaya yetmez. Ama şunu en azından görüyoruz ki, eğer seçimden sonra iktidar değişir ve bu olay aydınlatılmamış olursa, Altılı Masa’nın bileşenleri bunu bir anlamda taahhüt etmiş oluyorlar sanki.

Kemal Can: Evet. Ama Türkiye’de senin hatırlattığın dönemlerde yaşanan pek çok olayda ᅳSusurluk olayı gibi, hattâ Hrant Dink cinâyeti gibiᅳ, daha sonraki yıllarda devletin, devlet görevlilerin içine girdiği ve siyâsîlerin içinde olduğu çeşit çeşit büyük çaplı skandal ortaya çıktı. Hattâ bu olayla ilgili de yeni bir Susurluk benzetmesi yapılıyor. Hatırlayalım, bu olayların hemen sonrasında, yine çok sayıda insanın ismi geçti, kitaplar yazıldı, koskocaman araştırma komisyonu raporları çıktı, çok kapsamlı ilişkiler ortaya döküldü. Yine çok daha yakın zamanda, Sedat Peker’in ifşaatlarında İçişleri Bakanı çıkıp 10 bin dolar alan birtakım siyâsetçilerden bahsetti… Bazı şeylerin ortalığa dökülüyor olması, bazı isimlerin zikredilmesi, çok sayıda bağlantının ortaya çıktığı, birtakım gözaltıların ve soruşturmaların yaşanıyor olması, illâ o olayın sonuna kadar gidileceği, bunun bütün ilişkileri açığa çıkartarak ortaya çıkacağı ve sorumluların cezâlandırılacağı anlamına gelmiyor. Çünkü bu olayların hepsinde, bundan daha fazla şey ortalığa döküldü. Meselâ Hrant Dink cinâyetinde gördüğümüz gibi, çok hızlı bir biçimde hemen bağlantılar bulundu. Hemen tetikçiler gözaltına alındı. Hattâ son dönemde yaşadığımız birtakım sokak saldırılarında da, hemen iki gün sonra birtakım insanların gözaltına alındığını duyduk. Onların bağlantılarıyla ilişkin iddialar ortaya atıldı. Açıkça bu tür şeyleri neredeyse arkalayan, hattâ teşvik eden açıklamalar yapan siyâsîler gördük. 

Şimdi bu olayla ilgili, sen “sessizlik” diyorsun, ama ben tam bir sessizlik olarak yorumlamayı çok doğru bulmuyorum. Çünkü aslında Devlet Bahçeli, “Üç Hilâl’i yargılatmayız” diyerek, aslında sessizlik diye yorumlanamayacak bir çıkış yaptı. Peşinden Semih Yalçın da yaptı. Yetmedi, Bahçeli’nin kahraman olarak îlân ettiği Kürşat Yılmaz da “Dikkatli olun” diye açıklamalar yapmaya devam ediyor. Bunlara baktığımızda, ben yine aynı şeyi söyleyeceğim: Evet, şu anda çok saçaklanmış durumda. Çok sayıda bilgi akıyor. O bilgiler çok çarpıcı. Ama açıkçası, bu ülkede siyâseti ve bu tür ilişkileri tâkip eden kimse için de sürpriz olmayacak bağlantılar. Önemli olan, bunların ortaya çıkıyor olması bunlar bilinmediği için değil. Türkiye’deki sorun, bu bilinen şeylere ne yapıldığıyla ilgili. Ben hâlâ yargı sürecinin ilerlemesinin şu andaki sorgu bilgilerinden daha önemli olacağını düşünüyorum. 

Hatırlarsan çok yakın bir zamanda birtakım danışmanların içinde olduğu çok acayip bir yolsuzluk hikâyesi ortalığa çıktı. Birtakım danışmanlar istifâ etti. “Galiba bir şeyler oluyor. Bu iş olacak, böyle kapatılamayacak” dedik, ama öyle cereyan etmedi. Dolayısıyla, bu olayın da şu andaki serinin birtakım gerilimleri ve rekabetleri aktive ettiğini ve oradan birtakım bilgilerin dışarıya saçıldığını anlıyoruz. Ama bunların nasıl bir sonuca doğru ilerleyeceğini, yine aynı şekilde şu andaki siyâsî iktidârın tepe kadroları tarafından belirleneceğini ve onun nasıl evrileceğinin işâretini henüz almadığımızı düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Evet Kemal, noktayı koyalım. Artık çok daha yoğun bir döneme gireceğe benziyoruz. İşlerimiz daha yoğun olacak. Atladığımız bir şey yok, değil mi? Her şeyi konuştuk. 

Kemal Can: Mutlaka bir şeyler daha vardır. 

Ruşen Çakır: Peki, burada noktayı koyalım. İzleyicilerimize de teşekkür edelim. Haftaya tekrar buluşmak üzere. İyi günler dileyelim.

Kemal Can: İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.