Adını Koyalım (88): Sinan Ateş suikastı

Eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı Sinan Ateş’in öldürülmesinin yankıları sürüyor. Cinayete ilişkin soruşturmada üç kişi tutuklanırken, tetiği çektiği düşünülen E.Ö. henüz yakalanamadı. Siyasi sonuçları olacak bu suikast aydınlatılabilecek mi, yoksa üstü mü örtülecek? Milliyetçi Hareket Partisi ve Ülkü Ocakları neden suskun?

Bir grup siyaset bilimci, Altılı Masa bileşenlerine atı sorunun yer aldığı bir açık mektup yazdı. Metinde, Altılı Masa’da ortak aday konusunda görüş birliği sağlanamadığı takdirde nasıl bir aday seçme yöntemi takip edileceği ve milletvekili seçim listelerinin hangi yöntemle hazırlanacağına dair sorular yer aldı.

Adını Koyalım’da Ruşen Çakır, Kemal Can, Ayşe Çavdar ve Burak Bilgehan Özpek tartışıyor.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Adını Koyalım”la karşınızdayız. Bu hafta yine Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’la birlikte iki konuyu konuşacağız. Ama öne çıkacak olan konu, Ülkü Ocakları’nın eski başkanı Sinan Ateş’in 30 Aralık günü Ankara Çukurambar’da gündüz gözüyle siyâsî bir cinâyete kurban gitmesi, öldürülmesi ve bunun muhtemel siyâsî sonuçları — ki şimdiden bir şeyler şekillenmeye başladı. İkinci bölümde de Altılı Masa’yı konuşacağız. Biliyorsunuz Altılı Masa’nın yarın onuncu toplantısı var. Bu toplantı öncesinde, Burak Bilgehan Özpek’in de aralarında bulunduğu bir grup siyâsetbilimcinin Altılı Masa’ya hitâben kaleme aldığı açık mektup var. O mektuptan hareketle Altılı Masa’yı da ikinci turda konuşacağız.

Burak, önce seninle başlayalım. Ankara’da, senin yaşadığın yerde çok acayip bir olay oldu— karışan insanları da biliyorsundur diye tahmin ediyorum. Tanıyor muydun bilmiyorum, ama o çevreleri de biliyorsun. 2019-2020 arasında Ülkü Ocakları’nın genel başkanlığını yapmış, aynı zamanda Hacettepe Üniversitesi’nde doçent olan Sinan Ateş gündüz gözüne öldürüldü. Çok daha ilginç olanı, kendisinin bağlı olduğu MHP ve Ülkü Ocakları, bu konuda tam bir sessizliğe büründü — hiçbir şey söylemediler. En son bugün, Süleyman Soylu, “İki kişi daha arıyoruz. Daha fazla bir şey konuşmak soruşturmaya yarar getirmez” diye bir açıklama yaptı. Âilesi, “Biz devletimize güveniyoruz. Lütfen bu konuyu çok da fazla kaşımayın” dedi. Hattâ dün Kemal Kılıçdaroğlu, bugün ise Meral Akşener, grup toplantılarında âilenin bu talebine riâyet edeceklerini de söylediler. Birbirinden esrarengiz şeyler peş peşe yaşanıyor ve bu çok ciddî bir olay, çok ciddî bir siyâsî cinâyet. Birileri tutuklandı, birileri aranıyor, ama olayın sıradan bir olay olmadığı, siyâsî olduğu belli. Ne diyorsun?

Burak Bilgehan Özpek: Evet, siyâsî bir cinâyet; ama burada iç içe geçmiş birkaç olgu var. Dolayısıyla orada teşhisi koymak biraz zor oluyor. Öldürülen kişi siyâsî bir figür ve öldürülmeseydi önümüzdeki dönemde de ismini siyâseten çok duyabilirdik — bunu söylemek lâzım. Cenâzesine katılıma baktığımız zaman hakîkaten kendi câmiasında sevilen, sayılan bir kişi olduğunu da anlayabiliyoruz. Genel îtibâriyle Sinan Ateş’i yâd edenler de çok iyi konuşarak andılar. Dolayısıyla siyâsî bir cinâyet olduğu konusunda bir şüphemiz yok. Çünkü bu hâdise siyâsî bağlantıları ya da siyâsî ilişkileri sonucunda yaşanmış gözüküyor. Biz bu programa hazırlanırken kendi aramızda Whatsapp grubunda konuşuyoruz. Ben “Örgüt içi infaz gibi duruyor” dedim, Kemal Abi îtiraz etti. Evet, çok net bir şekilde örgüt içi bir infaz diyemiyoruz; ancak geleneksel olarak fraksiyon çatışmasından veyâhut ideolojik farklılıklardan kaynaklanan, daha doğrusu ideolojik olarak motive olmuş bir saldırı olduğunu da söyleyemiyoruz. Dolayısıyla, bir siyâsetçinin öldürülmesi var. Ancak bunun sebebi, siyâsî bir tartışmanın dışında başka bir şey olabilir. Ben öncelikli olarak bunu söylemek istiyorum.

Bununla birlikte şöyle de bir durum var: Milliyetçi Hareket Partisi’nin, özellikle 7 Haziran sonrası sistem içerisindeki konumu ve Türkiye’nin genel îtibâriyle hukuk devleti ilkesinden sapması, dolayısıyla komitacılığa, yasadışı faaliyetlere ve yasadışı faaliyetlerin beka söylemiyle meşrûlaştırılmasına açık hâle gelmesi, bence bütün bu olayların arka planında konuşulması gereken şeyler. Çünkü biliyorsunuz, Türkiye son 7-8 senedir bir Olağanüstü Hal, bir teyakkuz ve bir seferberlik psikolojisinde hareket ediyor. Dolayısıyla Milliyetçi Hareket Partisi’nin burada oynadığı meşrûlaştırıcı bir rol var. Aslında çok kutsal ve çok idealistmiş gibi gözüken, “Pazara kadar değil mezara kadar” sloganlarıyla taçlandırılan ve kendi çıkarını göz ardı ederek Adalet ve Kalkınma Partisi’ne destek veriyormuş gibi kendisini tanıtan bu ilişkinin arka planında, pür çıkar ilişkisi var — bunu hepimiz biliyoruz. Milliyetçi Hareket Partisinin kongresine hükûmetin müdâhale etmesi ve bu kongreyi yaptırmaması, Devlet Bey’in başkanlık sistemine destek vereceğini söylemesi ve hükûmetin her adımının millî güvenlik adına meşrûlaştırılması, yepyeni bir mekanizmanın ortaya çıkmasını berâberinde getirdi. Bu, gerektiği takdirde Türkiye’de kanûnun, kurumsal bürokrasinin, hiyerarşilerin, yani biçimsel olarak hukukî pratiklerin hızlı bir şekilde güvenlik adına ihlâl edilebileceği bir durumu da yarattı. 

Daha önce de konuşmuştuk: Türkiye’de Millî Güvenlik Kurulu’nun yerine Adalet ve Kalkınma Partisi’nin gelmesi, kendisininin ikame etmesi, millî güvenlik kavramının aslında parti güvenliği kavramına, Cumhuriyet İttifâkı’yla berâber Cumhur İttifakı güvenliği kavramına dönüşmesini de berâberinde getirdi. Geçtiğimiz sene bu zamanlar, dolar 20 liraya yaklaşırken, Millî Güvenlik Kurulu bunun rekabetçi ekonomi politikasının bir sonucu olduğunu söyleyerek, doğru olduğunu ifâde etmişti. Aynı benzer metin, AK Parti MKYK’sından ya da AK Parti Başkanlık Divanı’ndan da çıkabilir. O yüzden Millî Güvenlik Kurulu, yani ülkenin millî güvenliğinin çerçevesini çizen kurum, aslında siyâsî partiler tarafından ikame edildi. Burada Devlet Bahçeli’nin ve Tayyip Erdoğan’ın çok önemli rolleri olduğunu düşünüyorum. Devletin yerine aslında iki siyâsî partinin rol alması, kanunlar yerine bu siyâsî partilerin ikballerinin, siyâsî geleceklerinin korunması, Türkiye’de çok büyük bir kriz yarattı. Bu, demokrasi krizi olduğu kadar, aslında bir devlet krizi. Çünkü devletin, yasal sorumluluğu olmayan ve yasal bürokrasinin içerisinde yer almayan kişiler tarafından idâre edilmesi ve hattâ bu kişilerin attıkları herhangi bir adım, herhangi bir eylem millî güvenlik adına meşrûlaştırıldığı için, devletin olmadığı alanlarda da eylemeye yetkili kılınması gibi bir durum ortaya çıkıyor. Ortaçağ’da kralların sınır bölgelerindeki güvenliği sağlayamadıkları için kendilerine görev atfeden ve “Burada kanun benim” diyen insanlar vardı. Bunlar, vigilantism dediğimiz, kral adına herhangi bir şey eyleme hakkına sâhip olan, hiç kimseye karşı sorumlu olmayan ve eylemlerinden dolayı kimseye hesap vermeyen kişiler için kullanılan bir terim. Şimdi benzer bir durum, hakîkaten bu milliyetçi gruplar için, özellikle hükûmete destek veren gruplar için kullanılabilir. Bu gruplar herhangi bir beka tehdidine karşı emir beklemeden, yasal çerçeveye dikkat etmeden, kendileri bir şekilde eyleme geçme haklarını kendilerinde buluyorlar.

Meselâ bunun en bariz örneğini, Sedat Peker îtiraflarında Mehmet Ağar’a atfedilen bir söz ile yaşadık. Bir otele el koyuyorlar ve savunma olarak, “Biz el koymasaydık da terör örgütü mü el koysaydı?” gibi bir savunma ortaya çıkıyor. Yani herhangi bir eylemi hızlı bir şekilde meşrûlaştırma yöntemi, millî güvenlikle açıklama. İlginç bir şey, şunu da söylemek lâzım: Bilmiyorum izliyor musunuz YouTube’da ama, mafya babalarının videoları var, çok ilginç. Dünyada bizim kadar milliyetçi bir mafyası olan ülke var mıdır bilmiyorum. Mafya dediğimiz kurum, hakîkaten illegal işlerle uğraşır. Öyle değil mi? Yasalar tarafından yasaklanan, dolayısıyla yapıldığı zaman çok kâr bırakan illegal aktivitelerle uğraşır. Bizim mafyamız, ciddî anlamda milliyetçi olduğunu vurgulama ihtiyâcı duyuyor. Bunun sebebi de biraz önce bahsettiğim atmosferle çok alâkalı. Çünkü eğer siz, millî güvenlik adına insanları tedbir alma konusunda serbest bırakırsanız, kamu hiyerarşisinin dışında alternatif hiyerarşiler oluşturursanız ve yasaları millî güvenlik döneminde ihlâl edilebilecek teferruatlar olarak görürseniz, insanlar eylemlerine millî güvenlik kılıfı geçirmekte çok acele ederler ve böyle yapılar hızlı bir şekilde mafyanın, illegal grupların taarruzu altında kalır. Çünkü herhangi bir eylemi hızlı bir şekilde güvenlik veya beka söylemiyle veyâhut siyâsî tutumunuzla meşrûlaştırabilirsiniz ve cezâ almaktan kurtulabilirsiniz. Bence bu işin öyle bir matematiği var. 

Dolayısıyla Sinan Ateş meselesinin bize gösterdiği şey, bu millî güvenlik söyleminin, ideolojikmiş gibi gözükmesine rağmen aslında kriminal aktiviteleri kendine çeken bir magnet gibi olması ve toplumdaki bütün kriminal tiplerin, kendilerini meşrûlaştırmak veya kendilerini korumak için bu tip grupların etrâfında kümelenmesi. O yüzden bu meselenin arkasında bir fraksiyon çatışması veya ideolojik bir ihânet düşüncesi var mı yok mu bilmiyorum. Ama bununla berâber şunları da hesap etmek lâzım: Türkiye’de serbest bırakılan millî güvenlik söylemini sarf ettiğiniz takdirde, serbest olduğunuz, yapmakta herhangi bir şekilde sakınca görmediğiniz, cezâlandırılmadığınız büyük bir illegal aktivite sektörü var. Bu insanlar çok bağırarak, çok hamâset yaparak milliyetçi ve ülkücü olduklarını söyleyebilirler; fakat arka planda aslında çok çirkin, çok müstehcen bir iş de dönüyor olabilir. O yüzden oradaki mesele aslında çok basit bir çıkar çatışması da olabilir. Oradaki mesele çok daha bencil bir mesele de olabilir. O yüzden örgüt içi infaz veya siyâsî cinâyet tâbirlerinin yanlış olduğunu düşünmemekle berâber, bunun motivasyonunun da ideolojik olmayabileceğini iddia ediyorum. 

Ruşen Çakır: Kemal, seninle devam edelim. Mâlûm, içimizde ülkücü hareketi en iyi bilen sensin. Tanıl’la (Bora) berâber yazdığınız kitaplar var. Ve şu anda da yazmakta olduğunuz, hattâ senin hâlâ bitirmediğin bir kitabınız daha var. Yine buradan Tanıl’a selâm çakıp seni şikâyet edeyim. Ülkücü hareketin târihinde bu kadar büyük bir cinâyet var mı? Ülkücü birisi öldürüldüğü zaman, ülkücüler birilerini suçlar ve o kişiye şehit olarak sâhip çıkarlar. Burada o da yok. Yepyeni bir durumla karşı karşıyayız, değil mi?

Kemal Can: Ne kadar yepyeni bilmiyorum. Çünkü bu hareketin târihinde hiç Ülkü Ocakları Başkanı öldürülmedi. Aslında hiç olmadı da değil, ama iç kapışmalarda ölümle sonuçlanan bu tür cinâyetler çok sayıda değil. “Bu hareketin geçmişinde bu tür şiddet hâdiseleri yoktur” demek pek gerçekçi bir şey değil. Bunun her çeşidi var, daha kitlesel olanları var. Ayrıca senin söylediğin gibi, burada bir ülkücünün öldürülmesi karşısında câmianın reaksiyonu konusunda konuşurken, tuhaf bir veri olarak şunu da dikkate sunmak isterim: Meselâ Kürşat Yılmaz’ın aslında “ülkücü katili” olarak, ölen Sinan Ateş ve onun çevresini işâret ettiğini de düşünelim. Orada karmaşık bir şey var. 

Neyse, senin söylediğine bu cevapları verdikten sonra, teknik olarak neden “örgüt içi infaz” tanımına îtiraz ettiğimi aslında Burak da özetledi. Benim îtirâzım teknik bir îtiraz; çünkü bu olayda, ortaya çıktıkça karmaşık boyutlu, birbirinin üstüne binen, birbiriyle çakışan, bâzıları rastlantısal, bâzıları zorunlu olarak birbiriyle ilişkilenmiş birkaç şeyin aynı anda işlediğini düşünüyorum. Dolayısıyla, “Şöyle oldu. Şu nedenle bu olay böyle gerçekleşti” demenin biraz zorlaştığı bir tablo var. Ama olayı siyâsî bir cinâyet hâline dönüştüren zâten bu karmaşıklığın kendisi; çünkü aslında siyâsî olan bu karmaşıklık, hem bu hareket açısından hem bu ve benzeri olaylar açısından baktığımızda, bu olayları, kronolojisi, onun içerisinde kimin hangi nedenle hareket ettiği gibi konuların dışında, olayın bütünü ve böyle bir şeyi mümkün kılan zeminin kendisi siyâsî. Bu açıdan baktığımızda, “Bu cinâyet siyâsîdir” diyebiliriz. Çok net olarak diyebiliriz. Tıpkı, “Susurluk Kazâsı siyâsî bir trafik kazâsıdır” diyebilmemiz gibi… 

Bu olayı siyâsî yapan üç temel mesele var. Burak kısmen onlara değindi. Özellikle son dönemde bunu daha çok konuşuyoruz, ama Türkiye’de bu hep böyleydi. 70’li yıllar gibi bir deneyim yaşadık. 90’lar gibi bir deneyim yaşadık. 2010’lardan sonra, özellikle 2015’ten sonra yine başka bir veçhesini yaşıyoruz. Dolayısıyla, siyâsetin şiddetle ilişkisi ve şiddetin bir siyâsî araç olarak kullanımı meselesinde bu ülkenin çok fazla deneyimi var. Üstelik bu hareketin de, bunların çeşitli dönemlerinde, çeşitli biçimlerde çok önemli etkisi olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla bu, meseleyi siyâsî yapıyor.

Olayı siyâsî yapan ikinci mesele ise ᅳyine kısmen Burak değindiᅳ, bu suç dünyası, karanlık dünya. Bunun gayrinizâmî resmî ayakları da var. Bunun çeşitli tablolarını, Susurluk’tan Sedat Peker ifşaatlarına kadar pek çok hâdisede gördük. Hele son yıllarda bunun çeşit çeşit ifşaatını gördük. Suç dünyasıyla, mafyayla ve bu ilişkilerin kurduğu ekonomik-siyâsî ilişki ağlarıyla, siyâsetin giderek artan, çeşitli zamanlarda büyüyen kuvvetli bir ilişkisi var. Bu da, bu tür alanlarda ister akçalı bir meseleden ister kişisel rekabetten, ister bir kan davasından olmuş bu tür cinâyetleri, bu tür şiddet eylemlerini kendiliğinden siyâsî yapıyor. Çünkü bu ilişki siyâsî zâten.

Bunu siyâsî yapan üçüncü bir nokta da şu: Bu tür şeylerin yapılabilmesine zemin sağlayan meşrûiyet alanı. Cezâsızlıkla, kayırmayla, gözetmeyle, teşvikle biçimlenen bu ilişkilerin bir etkinlik alanı var. Bu olay çok önemli, çünkü bir cinâyetle sonuçlandı. Tabiî ki cinâyet çok baskın bir hâdise. Birinin güpegündüz sokak ortasında öldürülmüş olması… Yakın dönemde yaşadığımız şeylere bakalım: sokak ortasında beyzbol sopasıyla bir siyâsetçinin dövülmesi, bir gazetecinin ağzının burnunun kırılacak ve hastaneye düşecek biçimde yaralanacağı bir saldırıya uğraması, bu saldırının öncesinde açıkça bâzı siyâsîlerin hedef göstermesi, sonra da cevâben, “Bizim delimiz de vardır, velimiz de vardır” denilerek, bunun çok da şaşırtıcı olmadığını açıklama cesâreti göstermesi. Bir parti liderinin, birden çok suç örgütü liderini “dâvâ arkadaşı” ya da “kahraman” diye lanse etmesi, onlar için özel af talebini gündeme getirmesi, gündeme getirmesi yetmezmiş gibi bu talebin realize olması… Bunlar önemsiz şeyler mi? Bu önemli bir hâdise de, bu hâdiselerin hepsinin siyâsî olduğunu gösteren diğer resimlerin hiçbiri önemli değil miydi? Onlar önemsiz mi? Hayır, değil. Bu toplam bir paket. Dediğim gibi, bunun içerisinde karmaşık ilişkiler var. Tam olarak hangi sâikle kimin nasıl hareket ettiğini çözemesek bile, bunun bütününe baktığımızda, bu işin her tarafıyla siyâsî olduğunu görebiliyoruz. Dolayısıyla bunu siyâsî bir mesele olarak konuşmakta bir sorun yok. Ama siyâsî bir meseleyi daha teknik bir rekabet, parti içi gerilim olarak târif edip, bundan ibâret olduğunu düşünürsek, yanıltıcı bir alana girebiliriz. Ya da bunu söylemek için yeterli veriye sâhip değiliz. Hem de, bahse konu insanın politik rolüyle ilgili varsayımsal birtakım iddialar var, ama onlarla ilgili şüpheler de ortaya çıkabilir.

Bir başka veçhesi de şu: Kılıçdaroğlu ve Akşener’in bu olaya, âilenin yaklaşımı açısından biraz ihtiyatla bakıyor olmaları; bir taraftan, “Bu olay siyâsîdir ve çok önemlidir ve önemli sonuçlar doğurmalıdır” iddiasını koyduktan sonra, “Ama âile de böyle istiyor” meselesini bunun peşine eklemek, bir gariplik içeriyor. Âile elbette bunu talep eder. Ama o insanın bu saldırıya uğramasının o insandan ibâsîret olmayan bir tarafı varsa, bu, politik bir mesele olarak bütün politikacıların gündeminde olmak zorundadır. 

Peki, ikinci kısmına gelelim: Bu nasıl sonuçlar doğurur? Açıkçası, daha önceki olaylarda da olduğu gibi, bu olayda da şöyle düşünüyorum: Bir şeyin çok önemli bir olay olması, aynı önemde etkiler yaratması anlamına gelmiyor. Bu pek çok hâdisede önümüze geldi. Yani yaratılan siyâsî etkiler, olayın önemiyle birebir doğrusal bir ilişki taşımıyor. Olayın etkileri, başka ilişkilerin bu olay üzerinden nasıl şekilleneceğine göre biçimleniyor. Dolayısıyla ben bu olayın yaratacağı etkilerin, asıl olarak iktidar içerisindeki gerilimdeki karşılığından oluşacağını düşünüyorum. 

Muhâlefet partilerinin hepsi başsağlığı mesajları yayınladılar. Hattâ daha sert iddialarda bulundular. Muhâlefet partilerinin çoğu bu olayı önemsediğini gösterdi. Ama ben, Sedat Peker ifşaatlarından, daha önceki saldırı serilerine kadar, bu olayda da muhâlefet aktörlerinin, toplumsal dinamiklerin ya da herhangi bir baskı grubunun, bu olayın yaratacağı siyâsî etkileri yönlendirme veya büyütme kabiliyetine sâhip olduğu kanaatinde değilim. Böyle bir niyette olduklarından da çok emin değilim. Tıpkı, iktidârın birtakım adımlar atıp muhâlefetin içini zorlaması gibi, buradaki tartışmanın ve muhâlefet partilerinin de büyük ölçüde yapmaya çalıştığı şeyin, “AKP ile MHP arasında bir gerilim meselesine dönüştürürsek bir sonuç çıkabilir” yaklaşımı olduğunu düşünüyorum. Yoksa biraz önce söylediğim büyük siyâsî meseleyi gündeme koyan ve asıl olarak onu sorgulama nesnesi hâline getiren bir tutum görmüyorum. Dolayısıyla bu işin, birkaç kurban verilerek yatıştırılan ve “Şunlar yapmış ve bundan yapmış” deyip bir süre sonra da soğutmaya bırakılarak üstü kapatılan bir şey olup olmayacağı, önemli siyâsî etkiler yaratıp yaratmayacağı, iktidar içerisindeki seyrinden anlaşılacak. Orada da henüz belirleyici aktörlerin hamlelerini görmüyoruz. Birtakım dedikodular var, bunu vesîle ederek bazı rekabet alanlarının aktifleştiğine ilişkin epeyce dedikodu dolaşıyor. Ama bunların henüz nasıl karşılık bulacağını bilmiyorum. Dolayısıyla olay önemli, olay siyâsî; çok ciddî etkiler elbette yaratabilir. Ama, “Olay önemli ve siyâsî olduğu için bu etkiler otomatik olarak gerçekleşecek” kısmında biraz daha ihtiyatlı düşünmek gerektiğini daha önceki ve yakın dönem örnekleriyle söylüyorum. 

Çünkü hatırlarsan Sedat Peker’in videoları ile herkes çok eğlendi. Hattâ daha ileri gidip, iktidar içerisinde büyük bir çatlağa yol açacağı varsayıldı. Ama en azından şimdi o sonuçları, devam eden bir siyâsî süreç hâlinde izlemiyoruz. 

Ruşen Çakır: Dün yaptığım yayında, bu suikastın ülkücü hareket için bir mîlât olup olmayacağını ele almaya çalıştım. Aktörler önemli; bunun siyâsî sonuç alabilmesi için, ülkücü hareket içerisinden birilerinin ya da muhâlefetin, güçlü bir şekilde bu konunun üzerine gitmesi gerekiyor. Dün ve bugün, Akşener ve Kılıçdaroğlu, hattâ bugün Temel Karamollaoğlu da değinmiş; ama bunların hepsi de belli bir yere kadar tutup bırakıyorlar. İktidar içerisinde bu meselenin gündeme gelme ihtimâli şu anda gözükmüyor. Ama Erdoğan’ın bir şekilde MHP ile bir meselesi varsa, bu olayı belki kullanmak isteyecektir. Ama şu hâliyle, aktör sorunu, özne sorunu olduğu için, normalde buradan çıkabilecek siyâsî sonuçlar pek çıkmayacak gibi gözüküyor. Sen ne dersin Ayşe? Sanıyorum olay yeri, senin çok bildiğin, bir zamanlar yaşadığın bir yer. Bildiğim kadarıyla sen ülkücü hareketi de bilen birisin. 

Ayşe Çavdar: Azıcık biliyorum, evet. Susurluk bir trafik kazâsıydı, Burada ise sokakta işlenmiş bir cinâyet var. Ama sonuçta, MHP açısından ve genelde siyâset açısından, sonuçlarının Susurluk gibi olacağını düşünüyorum. Susurluk’un sonuçları derken, “Siyâseti dönüştürdü. Bir temizlendik, rahatladık” açısından söylemiyorum. Susurluk’un arkasındaki ilişkileri düşünecek olursak, bütün bu süreci, siyâsetin, devletin artık böyle bir şey olduğunun topluma kabullendirilmesi açısından bir basamak olarak görüyorum.

Kemal Can: Ayşe, seni destekleyen bir şey söyleyeyim. Şu anda özel televizyonlardaki dizilerin %70’inin Susurluk dünyasını idealize eden diziler olduğunu da görmek lâzım. Bu da bir politik sonuç. 

Ayşe Çavdar: Kesinlikle öyle. Az önce Burak mafyamızın milliyetçi olduğuna dâir bir şey söyledi. O da tam tersi bir durumu gösteriyor: Yani mafya alanı milliyetçilere taşere edilmiş vaziyette olduğu için mafyamız böyle. Türkiye’de milliyetçi olmadan mafya olamazsınız. Çünkü o kanunsuz işleri ancak bir şey adına yapıyor olmanız lâzım. Ayrıca, insan kaynağında bulabileceğiniz çeşitli alanlar oradan çıkar gelir. Dolayısıyla, Susurluk kazâsının ortaya çıkardığı manzara ve sonra yarattığı süreçler, MHP’yi de çok ciddî anlamda dönüştürmüştür. Şimdi de benzer bir yerdeyiz. O dönemde MHP muhâlefette bile değildi; işin kıyısında, kenarında bir yerlerdeydi ve birden merkeze taşınmıştı. Arabanın içerisindeki diğer insanlar üzerinden, devletle, uzun süre iktidarda kalmış bir merkez parti arasındaki ilişkiler fâş olmuştu ve bize “Evet, bu var” denmişti. Bu ne demek? “Beğensen de var, beğenmesen de var ve bu olacak.” Niye? “Çünkü kurşun atan da yiyen de şerefli insanlar.” Değil mi? Tansu Çiller öyle söylemişti. Şimdi farklı olan, galiba kurşun yiyenin bir şekilde dışlanmaya çalışılması. Ama başka bir şeyler var. 

Ben burada anlatmak için şöyle bir çalışma yaptım ve gazeteciliğin 5N1K sorusu üzerinden giden bir hat açmaya çalıştım. Bir tânesi, Sinan Ateş’in “Kim?” olduğu sorusu. Sinan Ateş, Ülkü Ocakları eski genel başkanı ve kısa dönem başkanlık yapmış birisi. Gazeteci Yavuz Selim Demirağ, Sinan Ateş’in Devlet Bahçeli tarafından Ülkü Ocakları başkanlığından alınmasını bir hikâyeye bağlıyor ve diyor ki: “Devlet Bahçeli o sırada hastaydı. Kalp kapağı ameliyatı geçiriyor. Sinan Ateş MHP’nin geleceğine dâir ne olacağını düşünüp, bunu tartışmaya açtı. Bahçeli hastâneden çıktığında bu konu kulağına gidince Sinan Ateş’i gönderdi.” Bana çok mantıklı geliyor bu gerginliğin başlangıcı. Çünkü Ülkü Ocakları ile MHP arasındaki ilişki, pek de dışarıdan göründüğü gibi bir ilişki değil. Bunu şu şekilde benzetebiliriz — en azından Türkeş hayattayken öyleydi: Bir babanın bir büyük bir küçük oğlu var; Ülkü Ocakları onun küçük oğlu, ocak mîrâsı onun. Türk töresinde ocak mîrâsı en küçük çocuğundur, asker edilir gönderilir. Dolayısıyla onun hayâtından vazgeçilmiştir. Ülkü Ocakları ile MHP arasında sürekli olarak bir gerilim vardır zâten. Ülkü Ocakları’nın, MHP içerisindeki bâzı insanlarla araları iyidir. Türkeş hayattayken, MHP ve Ülkü Ocakları Türkeş’in iki oğlu gibiydi. Ülkü Ocakları, Türkeş orada olduğu için MHP ile daha babacıl bir bağ içerisindeydi. 

Ama Devlet Bahçeli hiçbir zaman böyle bir ilişki geliştiremedi. Hani bir zamanlar insanların, “Devlet Bahçeli ne güzel şeyler yapıyor?” diye anlattığı şeyler vardı ya? “İnsanları sokaktan çekti, beyaz çorabı yasakladı, Ülkü Ocakları’nı sokağa çıkarmıyor, ‘bilgisayara bakın’ diyor” filan… Aslında bütün bu girişimler, Devlet Bahçeli’nin ileride kendisi için bir sorun teşkil edeceğini gayet doğru bir şekilde tahmin ettiği Ülkü Ocakları’nın alanını sınırlama girişimiydi. Bahçeli bundan ne zaman vazgeçti? 2013’te Gezi zamânı MHP, vekillerini, dolayısıyla Ülkü Ocakları’nı Gezi Parkı’na gönderip, açıklama yapan tek siyâsî parti. O esnâda siyâsî partiler arasında bu şekilde açıklama yapan başka bir parti yok. Dolayısıyla Bahçeli muhâlefetteyken Ülkü Ocakları’nı kontrol edebiliyordu, alanını daraltabiliyordu, yeni yönlere yönlendirebiliyordu. Ama iktidar ortağıyken ve iktidar ortağı olmanın ona sağladığı güçleri, MHP’yi oluşturan güç çevreleri arasında paylaştırırken, aynı beceriyi sağlayamıyor. Dolayısıyla Sinan Ateş’in 2019’da, “Devlet Bahçeli’den sonra MHP’nin başına kim geçecek?” tartışması yapması kadar doğal bir şey yok. Çünkü sonra ne olacak? Bu aynı zamanda, Ülkü Ocakları ile MHP arasındaki gerilimin bundan sonra nasıl devam edeceğine de dâir bir şey. Dediğim gibi o, pek de birbirine bayılan kardeşler arasındaki bir ilişki değil; hiçbir zaman öyle olmadı.  Bunun, Sinan Ateş’in dışlanması, ‘hâin’ îlân edilmesiyle sonuçlanması o kadar tesâdüfî değil. Nitekim bunu biraz İYİP’in oluşma sürecine benzetebiliriz. 

Şunu da hatırlatırım: Eski Ülkü Ocakları başkanlarından MHP içerisinde siyâset yapmasına izin verilen tek bir kişi bile yok yaşayanlar arasında. Galiba bir tek, Sinan Ateş’ten önceki başkan Olcay Kılavuz var. Onun da bu hikâyedeki rolü belli. Zannediyorum bu bile Ülkü Ocakları ile MHP arasındaki ilişkinin, dışarıdan göründüğü gibi bir ilişki olmadığını gösteriyor. Kürşat Yılmaz gibi isimlerin bu konu hakkında açıklama yapması, müdâhalede bulunması da öyle… Çünkü Kürşat Yılmaz’ın açıklaması herhangi bir açıklama değil. Müdâhalede bulunuyor: “Aman ha! Bizim bildiğimiz şeyler olabilir. Sonradan utanabilirsiniz. Şimdi cinâyete kurban edilmiş birinin acısıyla söylediğiniz şeyler, ileride başınıza belâ olabilir” demeye çalışıyor bence. Bütün bunları, Ülkü Ocakları ile MHP arasındaki ilişki ve gerilimle açıklamak mümkün. Dolayısıyla bu, tam da Susurluk kazâsı gibi, hem bu ilişkinin niteliğini hem de ilişkinin nasıl bir dönüşüm geçirmekte olduğunu ortaya koyan bir şey.

İkincisi, mevzûnun nasıl geliştiğinin hepsini anlatmayacağım fazla uzamasın. Bir iki tanesinde kalacağım. Bir de, Ülkü Ocakları ile MHP’nin devletle olan ilişkisi var. Adalet Bakanı ve İçişleri Bakanı konuyla ilgili bir şey söylememeye çalışıyorlar. Ama bence Emniyet konuşuyor. Çünkü ısrarlı gözaltılar var. Meselâ Olcay Kılavuz’un evinde bulunan, onun, savcılıkta ifâde vermeden önce geri götürdüğü birinin tekrar gözaltına alınması var. Üç gündür bu olayı tâkip ediyorum. Kimden duyduğumu hatırlamıyorum, ama gazeteci arkadaşlarımızdan birisi ᅳgaliba Timur Soykan’dıᅳ, Sinan Ateş’in Ankara Emniyet Müdürü ile yürüyüş arkadaşı olduğunu, birbirlerini gayet yakından tanıdığını söylüyor. Bir başka gazeteci, bütün Emniyet Teşkilâtı’ndaki ülkücülerin, bu işin ortaya çıkarılması için uğraştıklarını söylüyor. Tıpkı İstiklâl Caddesi’ndeki patlamada olduğu gibi, burada da ortaya çıkan manzara bize şunu gösteriyor: Bir taraf, bunun siyasallaşmasını, bu soruşturmanın sonuçlarının kamulaşmasını isterken, diğer taraf sessizlikle buna direniyor ve kontrol etmeye çalışıyor. Dolayısıyla biz yalnızca dışarıdaki ülkücülerin değil… Ülkücüler şu anda beş altı ayrı yerde siyâset yapıyor. MHP’nin dışında, CHP’de siyâset yapan Ülkü Ocakları başkanı var meselâ: Alaattin Aldemir. Başkaları da olacak gibi görünüyor. Remzi Çayır kendi partisini kurdu. Zafer Partisi’nde, Gelecek Partisi’nde, İYİP’te var. Dolayısıyla siyâsetin pek çok alanında varlar. Bürokrasinin de pek çok alanındalar. Ve ülkücüler birbirleriyle hemfikir değiller. Zâten gerçekleşmiş bir parçalanmanın ortaya koyduğu bir çatışmanın, artık ayyûka çıkmasından bahsediyoruz. Dolayısıyla, meselenin nasıl kotarıldığı, soruşturmanın nasıl ve kimler tarafından yürütüldüğü, kimin ne zaman sustuğu ya da konuştuğu, bize, ülkücü hareketin parçalanmışlığının hem siyâset içerisinde hem devlet içerisinde ne tür sonuçları olduğunu da gösteriyor.

Dikkat çekmek istediğim bir mevzû daha var: Sinan Ateş cinâyetine karışan isimlerden Doğukan Çep, 2013’te, Maltepe Gülsuyu’nda, Hasan Ferit Gedik cinâyetini işleyenlerden birisi ve tutuklu yargılanıyor. 2015’te tahliye ediliyor. 2018’de, kesinleşmiş 35 yıl hapis cezâsından sonra Gürcistan’a kaçıyor. Hakkında yakalama kararı olan Çep bugüne kadar yakalanamıyor. Sinan Ateş cinâyetinin önemli bir parçasının, Mersin’de yaşanan bir para meselesi olduğu söyleniyor. Bu para meselesinin, MHP’nin ileri gelenleri tarafından çözülmeye kalkışılması, ama bu çözümün de bir uyuşturucu çetesine taşere edilmesi gibi bir kurgu çıkıyor karşımıza. Anlatılanlar bize bunu gösteriyor. 

Gülsuyu Gülensu neresi diye bakalım. Ortada bununla ilgili daha büyük bir şey var çünkü. Elbette bu cinâyetin siyâsî sonuçları var, ama bu cinâyetin birtakım toplumsal ve ekonomik manipülasyonları da var — o tarafına da dikkatinizi çekmek istiyorum: Gülsuyu Gülensu, aşağı yukarı 2006’dan beri, yani TOKİ kendisini reforme edip şehirlerin hâkimi ȋlân ettiğinden beri, bir kentsel dönüşüm mahallesi. Kentsel dönüşüm mahalleleri, önce oradaki insanlar hem damgalanıp hem de çetelerin müdâhaleleri yüzünden orada yaşayamaz hâle getirilip, oranın yeniden “nezih” bir beton tarlası olarak inşâ edilmesiyle öne çıkıyor. Orada işlenen bir cinâyetten bahsediyoruz. Bu cinâyetin bir şekilde taşere edildiği, kazâra da olsa ᅳçünkü güya ayağına sıkmak istiyorlarmış da, Sinan Ateş düşünce boynuna gelmiş filan diyorlar ya?ᅳ, cinâyetin örgütlenme sürecindeki aktörlerin hangi kaynaktan beslendiğine bakıyoruz. Dolayısıyla bu sâdece ülkücü hareketin nerede ne yaptığı, devlet içerisindeki hangi bağlantılarla hangi işlere soyunduğundan biraz daha farklı bir şey. 

Bir de, devletin ekonomik operasyonlarında, kendisine direnen, kendisiyle hemfikir olmayan, hayâtını başka türlü düzenlemek isteyen –Gülsuyu’nda olan buyduᅳ ahâliyle kurduğu ilişkiyi de sorgulamak gerekiyor. Kentsel dönüşüm hikâyesinden bahsederken, sadece birtakım eski gecekondu mahallelerinin yıkılıp, yerine zenginlerin oturacağı ve insanları zenginleştiren blokların inşâ edildiği bir süreçten bahsetmiyoruz. Aynı zamanda yeni birtakım ekonomik ve siyâsî aktörlerin üretilmesi sürecinden bahsediyoruz. Burada da, Hasan Ferit Gedik cinâyetiyle Sinan Ateş cinâyeti arasındaki bağlantı, bu ilişkinin ne kadar derinden, tepeden kurgulandığını ve finanse edildiğini gösteriyor bence. Gülsuyu Gülensu’da bunu yapamadılar. Çünkü o mahalle, bir işçi mahallesi. Sosyalist ve Alevî bir mahalle. Dolayısıyla örgütlüler; birbirleriyle dayanışma içerisindeler. O nedenle o mahalleyi yıkamadılar. Ama yıkabildikleri bir sürü mahallede o düzenek böyle işledi. Şu anda Türkiye’deki o uyuşturucu, özellikle met kullanımı çılgınlığına bakarken, bence kentsel dönüşüme de bakmamız gerektiğini ve bu hikâyenin sonucunun nereye bağlandığını da söylüyor.

Sonuç olarak, bu cinâyet para için bile işlenmiş olsa, hem işlenme süreci hem sonuçları dolayısıyla, yalnızca siyâsȋ değil, toplumsal birtakım çürüme mekanizmalarının, iktidardaki siyâsî partiler tarafından nasıl örgütlendiğini ortaya koyan bir cinâyet. Bu yönüyle de Susurluk’a çok benziyor. Çünkü Susurluk’ta, birtakım çürük mekanizmaların devlet tarafından nasıl kotarıldığını, nasıl “Kurşun atan da kurşun yiyen de şereflidir” denilerek koruma altına alındığını göstermişti. Bana küçücük umut veren bir şey de, ülkücü hareketin siyaset ve bürokrasi içerisinde parçalanmış olması nedeniyle, birinin çıkarının ya da arzusunun diğeriyle çeliştiği bir ortamda, bizim, belki de bize bunu böylece kabul etmemizi söyleyenlerin arzularından başka bir şeyi gerçekleştirecek olmamız. Yani bir şekilde bu ortaya çıkacak gibi görünüyor. Sorumlular cezâlandırılır ya da cezâlandırılmaz, o ayrı bir şey. Âilenin, hikâyenin anlatılmasını istemediği bir bölümü olabilir, o da ayrı bir şey. Ama belli ki biz bu cinâyetin evsâfını öğreneceğiz. Bu cinâyetin evsâfı, siyâsetin son 20 yıldır ᅳaslında daha da uzun zamandırᅳ nasıl işlediği konusunda biraz fikir sâhibi olmamızı gerektirecek. Olur da iktidar değişirse, zannediyorum uyanık olacağımız konulardan bir tânesi de bu ve benzeri hikâyeler olacak. Bu da küçük bir umut ışığı olarak orada dursun. Ama dediğim gibi, sonuçta bu cinâyet, siyâsî amaçlarla işlenmiş bir cinâyet olmasa da, bize yalnızca cinâyetin fâillerini değil, içinde yaşadığımız siyâsî ve gayet niyetlenilmiş toplumsal çürümenin fâillerini de gösteren bir büyük vaka. 

Ruşen Çakır: Ayşe, teşekkürler. İkinci turda başka bir konuya geçelim. Altılı Masa’yı çok konuştuk. Yarın onuncu toplantılarını Gelecek Partisi’nin ev sahipliğinde yapacaklar, ama burada ilginç bir ayrıntı var: Burak Bilgehan Özpek’in de aralarında olduğu bir grup siyasetbilimci, Altılı Masa’nın parti liderlerine yönelik bir açık mektup yayınladı. Mektupta altı soru var. Mümkün olduğu kadar hızlı yapalım bu turu. Burak, seninle başlayalım: Neden böyle bir şey kaleme alındı? Bu soruları kısaca özetler misin? Bir de, senin de dâhil olduğun siyasetbilimciler, bu metne imzâ atanlar, buradan nasıl bir şey bekliyor?

Burak Bilgehan Özpek: Bu metni kalemi aldık; çünkü siyâsî bir mekanizma, olabildiğince siyâset dışı bir terminolojiyle konuşuluyor ve toplumu heyecanlandırmayan bir tarafı olduğu gibi, siyasetbilimcilerin de kafasındaki soru işâretlerini gidermekte çok başarısız. Bunu söylemek lâzım. Genel îtibâriyle demokratikleşme, otoriterleşme, siyâsal kurumlar üzerine çalışan akademisyenlerin imzâ attığı bir bildiri oldu. Bu bildiri Altılı Masa’ya, bir sene geçmesine rağmen kendisini, usûllerini, amaçlarını, yöntemlerini bir türlü îzah edemediğini söylüyor. Yani soru sorarak bunu söylüyor. Çünkü cevâbı aranan sorular, Altılı Masa’nın karar alma süreçleriyle alâkalı bir netleşme talep ediyor. Öncelikli olarak mektup bir ittifak fikrine karşı olmadığını belirterek başlıyor. Yani muhâlif gruplar arasında bir ittifâkın olması gerektiğini, otoriterleşmeye karşı ortak bir cephe kurmanın çok mantıklı olduğunu söylüyor. Ancak, ortak bir muhâlefet fikrinin kendiliğinden başarı getirmeyeceğini, bunun doğru bir siyâsî projeyle, doğru bir siyâsî modelle ortaya çıkması gerektiğini belirtiyor ve bâzı sorular soruyor.

Birinci soru, tabiî ki bu kadar baskın ve baskıcı bir hükûmete karşı ortak aday ne zaman îlân edilecek ve eğer bu konuda bir görüş birliği sağlanmazsa, aday seçme yöntemi ne olacak? Bu, bizimle paylaşılmış bir yöntem değil. Hâlen tartışılıyor. Geçtiğimiz hafta bile yanılmıyorsam Kemal Bey’in, “Adayın oy birliğiyle mi, oy çokluğuyla mı seçileceği belli değil” diye açıklaması vardı. Ahmet Davutoğlu’nun da, “Ortak aday mı olacak, çoklu aday mı olacak belli değil” diye açıklaması var. Dolayısıyla Altılı Masa’da nasıl bir sonuç çıkacağını bilmiyoruz.

Meselâ Ali Babacan’ın çok absürt bir açıklaması var. Papalık seçimine benzetiyor, “Beyaz duman çıkacak, hepimiz geçeceğiz” diyor. Papalık zâten kazanılmış bir seçim. Kazanan kişi o kurumun başına geçiyor. Bizim başkan adayından beklediğimiz şey, hâlihazırda kazanılmış bir seçimin başına geçmesi değil. Bu görüşlerde, Etyen Mahçupyan ve benzeri aydınların seçime hâlihazırda kazanılmış muamelesi yapmış olması çok etkili oldu. Sanki seçim kazanıldı, bütün işler bitti ve biz kimin yöneteceğini seçeceğiz. Evet, bu papalık seçimine benzeyebilir, fakat başkan adayının bizzat kendisi seçimin kaderini etkileyecek bir olgu olduğu için, bu konuda sürecin nasıl işleyeceğine dâir, Altılı Masa’dan en azından bir görüş talep ediyoruz. Eğer oy birliğine varılmazsa, ortak bir aday olmazsa ne olacak ve Masa tıkanırsa tıkanıklık nasıl aşılacak? Bu konuyu bir siyâsetbilimcinin sorması gerekiyor. Vatandaş olarak hepimizin sorması gerekiyor.

İkincisi, Ekrem İmamoğlu’na siyâsî yasak getirilmesi ve İstanbul Belediyesi’ne kayyum atanması konusu. Akademisyenler, Altılı Masa’nın buna karşı alacağı pozisyonun önemli olduğu düşünüyor ve Altılı Masa’nın bu tip müdâhalelere karşı kararlarının etkili olabileceği düşüncesinde. Meselâ İmamoğlu’nun adaylık statüsü alıp almaması aslında bu işin gidişâtını etkileyecek. Veyâhut bu eylemler, Ekrem İmamoğlu’nun adaylık statüsünü alıp almamasını etkiliyor. Cuma günü Temel Karamollaoğlu’nun mülâkatını hepimiz okumuşuzdur. Siyâsî yasaklı hâle gelmiş birisinin artık başkan adayı olamayacağını söylüyor. Halbuki otoriter yönetimlere karşı yaratıcı olmak ve otoriter yönetime mâliyetler yüklemek en mantıklı çözüm. Yani Ekrem İmamoğlu’nu aday yapmak ve aday olan birisine siyâsî yasak getirilmesi ile, henüz aday olmamış ve masaya ismi önerilecek birisine siyâsî yasak getirilmesi hükûmet açısından aynı mâliyeti üretmiyor. Bu, Ekrem Bey aday olsun veya olmasın meselesinin dışında bir şey. Bunları düşünmek gerekiyor. Altılı Masa’nın buna karşı stratejisi nedir? Meselâ Saraçhâne mitingi bir gün sonra oldu. Aynı gün yapılan çağrılar, anlıyoruz ki cevapsız kalmış. Kemal Bey Almanya’daydı. DEVA ve Gelecek partileri programlarını bozmamışlar. Sâdece Akşener gitti. Benzer bir durumda koordinasyon nasıl sağlanacak, nasıl tepki verilecek? Bunların netleşmesi gerekiyor. 

Üçüncüsü, bu bildiri milletvekilliği seçimini çok önemsiyor. Meclis çoğunluğunun mutlaka alınması gerektiğini söylüyor. Cumhurbaşkanlığı seçiminin yanında bu seçim için özel bir gayret sarf edilip edilemeyeceğini soruyor. Yani partiler Parlamento seçimlerine ortak bir liste ile mi girecek, yoksa birbirleriyle rekabet mi edecekler? Ortak liste çok önemli. Herkesin kazandığı bir durumu ortaya çıkartır. Yeni seçim yasası bunu biraz da mecbur kılıyor. Muhâlefetin, hiç oy kaybetmeden bütün oyları kapsayacak şekilde seçime girmesi gerekiyor. Ama bu ortak liste mi, yoksa ayrı aday mı meselesi de netleşmiş değil. 8 ayrı senaryodan bahsediliyor, çalışma gruplarından bahsediliyor, ama bu çok netleşmedi. 

Bu da biraz dördüncü soruyla alâkalı. Geçtiğimiz hafta, Cumhuriyet Halk Partisi’ne yakın bir gazetecinin söylediği gibi, küçük partilerin CHP listelerinden 40 ilde aday yapılması meselesi var. Bu azımsanacak bir mesele değil. Çünkü bu partiler ittifâka alındıkları zaman, onların AKP’den belli bir oyu kopartıp gelecekleri hesap ediliyordu. Dolayısıyla hem AKP’den eksilten hem muhâlefete ekleyen bir tarafları olduğu düşünülerek çok mantıklı bir durumdu. Ama bir sene geçtikten sonra, bu partilerin aslında oylarını iyice düşürdüklerini gördük. Şu anda bâzı mûteber anket firmalarına göre bu üç partinin toplamı %2’nin altında. Dolayısıyla onlar AKP’den oy getirip muhâlefete katkı sağlayacağına, muhâlefetin oyuyla Meclis’e girme imkânına sâhip olacaklar. Bu sayı çok önemli. Ortak aday listelerinde kaç kontenjan alacakları çok önemli. Çünkü daha önce de bu programda konuşmuştuk, bu partiler eğer Altılı Masa mekanizması devam edecekse ᅳki böyle öngörüyorlar, bir hükûmet programı yazıyorlar ve yeni seçilen yönetimde de hak sâhibi olabileceklerini düşünüyorlarᅳ, anayasal olarak bunun tek yolu, Meclis’te varlık sâhibi olmaları. Yani yürütme erkini denetlemek için ayrı bir Altılı Masa mekanizması ihdas edemezsiniz. Anayasaya aykırı bir durum, baktığımız zaman suç; dolayısıyla Meclis’teki varlıklarının temin edilmesi gerekiyor. Meclis’teki varlıklarının temin edilmesi için de DEVA, Gelecek, Demokrat Parti ve Saadet Partisi’nin hangi parti listesinden Meclis’e gireceği önemli. Cumhuriyet Halk Partisi listesinden mi girecek, yoksa İYİ Parti listesinden mi girecek?

Bu şu açıdan önemli: Eğer bu partilerin yönetici seçkin sınıfının Meclis’te olması, milletvekili olması, yani siyâsî olarak bir kazanım elde etmesi, başka bir partili liderinin lûtfuna bağlıysa, bu, onların Altılı Masa’daki objektifliğini nasıl etkileyecek? Yani bu, benim birkaç hafta önce Medyascope’a yazdığım “Altılı Masa’da gerçekten altı parti mi var?” sorusunun cevâbı aynı zamanda. “Altılı Masa, aslında iki parti müzâkerelerini daha estetik, daha karmaşık hâle getiren bir illüzyon mu?” sorusunu ve karar alma usûlünü tekrar soruyor. “Oy birliği mi yoksa oy çokluğu mu?” konusunda bir tıkanma olabilir. Nasıl hareket edilecek? Bu bildiri, Altılı Masa’dan bunu açıklamasını istiyor.

Son soru da, Altılı Masa liderlerinin omuzlarında büyük bir yük var. Bu insanlar karar alacak. Ama bu insanların aldığı karârın bedelini, mâliyetini biz ödeyeceğiz. Meselâ ben işimi kaybedebilirim, Medyascope zorlanabilir, soruşturma geçirebilir, sivil toplum kuruluşları baskı altında olabilir, vatandaşlar daha kötü ekonomik koşullar altında yaşayabilirler. Yani bu alınan karârın bir mâliyeti var ve bu mâliyeti muhâlefetteki insanlar çekecek. Ama çok seçkinci bir yapı olan ve riskli kararlar alma eğiliminde olan Altılı Masa liderlerinin birkaç yol söylemesi lâzım. Bu riskli karârın mâliyetini eğer biz çekeceksek, bu riskli karârın paydaşlarını genişletecekler, yani yöntem olarak bize, “Anketlere baktık, ön yoklama yaptırdık veya tabanlarımıza sorduk” gibi bir şey söyleyecekler ve Amerika Birleşik Devletleri’nde ya da İngiltere’de olduğu gibi, halkın aday sürecine aktif katılımı çeşitli yöntemlerle bir şekilde sağlanacak. Eğer bunu istemiyorlarsa, yani anketleri reddediyorlarsa… Çünkü bu tamâmen altı kişinin kendi arasında verdiği bir karar. Dolayısıyla bu riskli karârı altı kişi alıyor, ama mâliyetlerini toplum üstleniyorsa, bu altı kişinin, karar sonucunda oluşabilecek başarısızlıktan dolayı bir mâliyet üstlenmesi gerekiyor. Bu mâliyetin ne olabileceği tabiî farklı şekiller alabilir; ama en azından parti liderlerinin aldıkları karârın mâliyetini üstlenmeleri gerekiyor. Meselâ biz, şu anda baktığınız zaman muhâlif olarak risk alıyoruz, birçok akademisyen ve birçok gazeteci riski alıyor ve bizim milletvekili olma gibi bir isteğimiz yok. Böyle bir durumumuz da yok. Dokunulmazlığımız da yok ve çok savunmasız insanlar olarak yıllardır burada konuşuyoruz, bir şeyleri eleştiriyoruz, bir şeyler söylüyoruz. Millî güvenlikle alâkalı konularda bile îtirâzımızı dile getiriyoruz. Bu hükûmet olduğu için risk altındayız. Ama bu karârı alan insanlar ve kadrolar, aslında risk altında değiller. Onlar dokunulmazlık zırhıyla devam edecekler. O yüzden onların kaybetmesi durumunda, bu bildiriye imzâ atanların nasıl bir mâliyet ödeyeceklerini de merak ediyorum. Bu kadar. 

Ruşen Çakır: Evet Kemal, seninle devam edelim. Bildiriyi okudun. Oradaki hususların birçoğunu zâten daha önce de konuşmuştuk. Ama yarınki toplantıyı ve bundan sonrakileri de düşünerek en gözde konumuz olan Altılı Masa hakkında ne diyorsun?

Kemal Can: Medyascope’un, hattâ “Adını Koyalım” programının izleyicilerinin, bu bildirideki soru başlıklarına çok yabancı olmadıklarını tahmin ediyorum. Medyascope’un birkaç yorumcusu bu bildiride imzâ sâhibi. Ayrıca metindeki temel sorularla ilgili, benim gibi, muhtemelen izleyicilerin de çok tanıdık oldukları birtakım soru kalıpları var. O konuda, en azından Medyascope yayınlarını izleyenler açısından bir sürpriz yok. 

Ama ben işin birkaç yönüne bakacağım: Genel olarak bu açık mektup meselesi, birtakım uzmanlık alanlarının faaliyet konuları ile ilgili meselelere; meselâ diplomatların bir dış politika meselesinde, ekonomistlerin önemli bir ekonomik kararda, yargı mensuplarının bir mahkeme karârı hakkında bir teknik değerlendirme, bir ortak görüş, bir eğilim ifâde etme ihtiyaçlarını anlarım. Ama genel olarak bu imzâ ve açık mektup meselelerinin biraz problemli olduğunu düşünenlerdenim. Şu nedenle: Bu biraz, “Neden sizin düşündükleriniz diğer herkesin düşündüğünden önemli?” sorusunu akla getirir her zaman. En son sorudan, bu “bedel” meselesinden başlayayım. Burak, “Herkes bir risk altında. Siyâsîler de daha somut olarak kendileri için de o bedelin adını koymalı…” diyor — yani hep yaptıkları gibi, en fazla, “Şu olmazsa istifâ edeceğim; bu olmazsa siyâseti bırakacağım” gibi bir şey demelerine gidecek bir talep ortaya koyup, bir tür denklik kurulmasını istiyor. Ama denklik burada kurulmuyor. Aslında bütün siyâsî partiler ve siyâsî liderler zâten siyâsetin kendi gereği ölçüsünde bir riskin içerisine giriyorlar ve o riskle ilgili bir bedel varsa, bu bedeli ödetme dinamiği işliyorsa, o bedeli öderler. Yoksa bunu taahhüt ettikleri için oluşacak bedelin, bugünün sonucunu değiştiren bir karşılığı da yok. Yani birileri, “Bu olmazsa siyâseti bırakırım ben, filan yaparım” dese ne olacak ki? Bunun binlerce örneğini duyduk.  Siyâsetbilimciler iddiasındaki bir soru olarak bunu bu anlamda biraz yadırgadığımı söylüyorum.

Burak Bilgehan Özpek: Yani mâliyeti üstlenme karârı daha rasyonel ve ihtiyatlı vermesini gerektirmez mi?

Kemal Can: Siyâset bilimi, “Yanlış karar alan siyâsîler bunun siyâsî bedellerini öderler” diye söylüyor zâten. Ayrıca, “Ben 100 bin dolar koyuyorum” gibi bir şey mi söylemesi gerekiyor? Anlamıyorum.  

Burak Bilgehan Özpek: Tek bir iktidar yapısı olarak düşünürseniz, siyâsî bedel makro iktidârı kaybetmek. Ama bununla birlikte mikro iktidar alanları var ve bunlar korunaklı alanlar.

Ruşen Çakır: Yani Burak diyor ki: “Onlar yine milletvekili maaşlarını alacaklar, olan sana bana olacak”.

Kemal Can: Ben şu pratik sonucu anlamıyorum: “Ben milletvekili seçilmeyeceğim ya da seçilirsem istifâ edeceğim” demesinin, şu anda risk olarak gördüğümüz soruna faydasını anlamış değilim. Ne yapacak yani? İstifâ etme riski dolayısıyla bu riskli hamleden kaçınacak mı? Onu anlamıyorum.

Burak Bilgehan Özpek: Başka insanların oyu ve başka insanların parası çok kolay harcanır Kemal Abi. 

Kemal Can: Tabiî ki öyle; ama bu bedel taahhütle belirlenen bir şey değil. Neyse, ben hakîkaten çok anladığımı söyleyemem. Çünkü daha önceki sorular, daha rasyonel gerekçelere bağlanabilecek, cevap aranan sorular. Yani: “Nasıl bir yöntemle yapmayı düşünüyorsunuz? Şu olursa bu ne olacak?” Bunların bir anlamı var. Ama sonuncu soru son derece sübjektif, “Bize garanti verin” anlamını yaratan ve o garantinin de çok bir anlamı olmadığı bir şey gibi duruyor. Neyse, bu, çok uzun bir tartışma konusu olacak bir mevzû değil. 

Ama ben asıl olarak şundan biraz yorulmaya başladım: Biz Altılı Masa’yı çok konuşan bir ekibiz ve Altılı Masa’nın problemleri üzerine çok konuştuğumuz için, muhâlefetin çeşitli kesimlerinden, eleştiriden daha sert karşılıklar da görmüş insanlarız. Evet, çok ciddî sorunları var. Bu bildiride soru olarak sorulan başlıkların içerisinde de bunların bir kısmı var. Ama açıkçası, bu etrâfından konuşmak, karnından konuşmak, tam olarak bir şeylere cevap vermeme kısmının, îtirazlar ve sorular konusunda da aslında artık biraz fazla olmaya başladığını düşünüyorum. Meselâ, “Biz şu süreçte şöyle bir aday meselesinin şu yöntemle yürütülmesi gerektiğini, böyle olması gerektiğini düşünüyoruz” demekle, îtiraz etmek arasında şöyle bir sorun var. Birileri, meselâ Akşener Kılıçdaroğlu’na îtiraz ediyor. Ama artık bu aşamaya gelinmişken, Altılı Masa’nın belirsizliği eleştirilirken, bu neden açıkça ifâde edilmiyor?

Aslında bu metnin altında imzâsı olan birtakım insanlar, “Kılıçdaroğlu neden olmasın?”, “İmamoğlu neden olsun?” diye yazılar yazıp, konuşmalar yaptılar. Şimdi artık bu açıklıkta konuşmanın zamânı değil mi? Eğer politik bir tavır, objektiflik sınırlarında kalan bilimsel ya da jurnalistik bir temel soruyu soran bir tutumdan, daha siyâsî pozisyon talep eden, hattâ daha ileri giderek bedel talep eden bir siyâsî pozisyon alınıyorsa, açıkçası burada daha net olunması gerektiğini söylüyorum. Dünyadaki pek çok örnekten de biliriz. Sen Amerika başkanlık seçimleri örneğini verdin. Amerika, başkanlık seçimlerinde, sanatçısından akademisyenine, gazetecisine kadar daha ilk aşamadan îtibâren önseçim sürecinde kimin kimi desteklediğini açıklar. Meselâ “Altılı Masa’nın belirsiz ve şeffaflıktan uzak tutumunu acaba herkes bir ölçüde paylaşıyor mu? Herkes mi bu şeffaflıktan uzak, pozisyonunu netleştirmeyen, biraz arada duruşları fazla mı kullanmayı istiyor?” diye düşünmeye başlıyorum. Bunda da garip bir şey yok. Altılı Masa bâzı şeyleri açıklıkla ortaya koysun. Hakîkaten de koysun; koymaması da büyük eleştiri konusudur. İyi de… bunu eleştirenler de bunu ortaya koysun. Yani böyle genel târiflerle, kimi neden desteklediklerini söylemeyen, birtakım iddiaların çok fazla konuşmaya başlandığını ve bunun iddia edilen belirsizlik ve şeffaflıktan uzak ve pozisyonların netleşmediği hâlin bir parçasına dönüştüğünü düşünüyorum.

Burak Bilgehan Özpek: Kimi destekleyelim Kemal Abi? Kim aday? Kılıçdaroğlu aday mı meselâ? Ekrem Bey aday mı?

Kemal Can: Ekrem Bey kendisinin desteklenmesini isterken, kendisinin adaylığını açıklamaması gibi başka bir mesele de var.

Burak Bilgehan Özpek: Bu insanlar aday mı? Böyle bir süreç var mı? Tam tersine, Altılı Masa, aday çıkmasın diye “Aday önemsiz” diyen bir masa. Yani öyle bir şey söylüyorsun ki, hani sanki adaylar var da biz bunlar arasında lâf kalabalığı yapıp birisini diğerine tercih ediyormuşuz gibi. Tam tersine, adayların çıkmamasının nedeni, Altılı Masa’nın adayları önemsizleştirmesi. Bunun da bir sebebi var.

Kemal Can: Tamam, ama bunun karşılığı bence aday önermektir. Meselâ, “İktidar İmamoğlu’nun aday olmasını istemediği için, onun kazanabilme ihtimâli en yüksek aday olduğu…” argümanı güçlü biçimde kullanılıyor. Ama aslında, Temel Karamollaoğlu’nun dediğini söyledin, ama bu pek çok insan için kafada olan bir soru. Aynı argüman, onun seçilme ya da aday yapılması riskini de besleyen bir şey. Şimdi bu pozisyonlar netleşmeyince, “İktidar İmamoğlu’nun aday olmasını istemiyor” argümanı, hem İmamoğlu’nun aday olmasını bir zorunluluk hâline getirecek bir argüman olarak da kullanılabilir bir şey. Aslında sizin bu mektubunuzun îmâ ettiği bir şey. Ya da senin yaratıcılık ve motivasyon üretme açısından doğrudan söylemediğin bir şey. Ama aynı şekilde, Temel Karamollaoğlu veya başka birinin verilerinin söyleyebileceği gibi, ya adaysız kalınacak bir sürecin ve riskin gerekçesi olacak argüman da aynı argüman. Böyle bir tablo ile karşı karşıyayız. 

Meselâ, bu yaratıcılık ve motivasyonun yaratacağı imkân, yani siyâsî yasağın yaratacağı mağdûriyetten bir seçim dinamizmi üretme meselesinde şu problemi gözden kaçırmamak lâzım: Temel seçmen motivasyonu açısından mağdûriyet önemli bir dinamik olabilir; ama meselâ, bu mahkeme karârından sonra, anketlerde İmamoğlu’nun popülaritesinin ne kadar arttığından bağımsız olarak, muhâlefetin toplam oylarının ne kadar arttığına bir bakmak lâzım. İmamoğlu karârı muhâlefet seçmeninin konsolide olmasına ve kararsız seçmenin bu haksızlığa karşı nasıl reaksiyon verdiğine göre biçimlenecek. Meselâ bununla ilgili verilere henüz sâhip değiliz.

Altılı Masa aktörleri dâhil herkesin, neye îtiraz ettiklerini, neyi desteklediklerini, neden neyi desteklediklerini söylemeye başlamalarıyla oluşacak bir şeffaflıktan bir sonuç çıkacağını düşünüyorum. Çünkü o zaman karşısında olanlar bunu görecekler. Bununla ilgili kanaatlerini oluşturacaklar. Ve o zaman gerçek eğilimleri görebileceğiz. Meselâ sen, “Aday olarak çıkmış biri yok, ben şimdi kimi desteklediğimi söyleyeyim?” diyorsun ya? Aday diye çıkmış biri yokken, “Hangi aday kazanabilir?” diye ölçüyoruz ama. Böyle ucûbe bir durum var. Senin örnek verdiğin demokratik süreçlerle ve şeffaflıkla belirlenmiş seçim kararlarının gerisinde, çok önceden açıklanmış pozisyonların süreç içerisinde test edilerek varıldığı bir sonuç var. Meselâ şimdi bunun için ne kadar bir süremiz var? Adaylar açıklandıktan sonra, seçim de erkene gelirse, büyük ihtimalle ya sizin istediğiniz gibi ya da başka bir yöntemle, seçkinlerin yoluyla aday açıklandığı andan îtibâren, herhangi bir çevrenin, parti çevresinin ya da genel olarak seçmenin adayla ilgili fikir geliştirebilecek bir zamânı yok: Ya arkasına geçecek, ya buna reaksiyon gösterecek. Şimdi buraya sıkıştırılmış durumda. Buraya sıkıştırılmasının nedeni sâdece Altılı Masa’nın kapalı olması ile ilgili değil. Buraya yöneltilen eleştirilerin de aslında o açıklıktan uzak olması. Yani muhâlefete muhâlefet etmenin, muhâlefet ettiğin konuyla sınırlandırılması meselesi biraz sorunlu bir mesele. 

Ruşen Çakır: Nasıl olsa seçime kadar Altılı Masa’yı daha çok konuşacağız. Ayşe, seninle noktalayalım. Ne diyorsun Altılı Masa ile ilgili? 

Ayşe Çavdar: Ben önce metnin yazılma sürecini merak ettim. Çünkü ortak metin yazmak kadar belâ bir şey yok. Defâlarca ortak metin yazma işinin ortasında kalmış, sekretaryasını yapmış ve illallah demiş birisi olarak, ortak metin yazmanın ne kadar zor olduğunu, hele metne imzâ atacakların eğitim seviyesi yükseldikçe daha bile zorlaştığını ve mevzûnun en sonunda, en asgarî bir müşterekte buluşmaktan ibâret kaldığını biliyorum. Dolayısıyla ne kadar zamanda yazdığınızı çok merak ediyorum.

Burak Bilgehan Özpek: Çok zor oldu. Çünkü imzâlamasını talep ettiğimiz her kişi bir revizyon öneriyor. Akademisyenler böyle; adres sorsan revize edip verecekler.

Ayşe Çavdar: İnsanların metinlere imzâ atıp hapislere girdiği, işlerini kaybettiği bir ülkede yapılıyor böyle bir iş. Fakat yine de tebrik etmeyeceğim. Çünkü birkaç yıl önce şöyle bir önerim vardı. Demiştim ki: “Biz ortak imzâlı metinler yazıyoruz, bunları artık iktidâra yazmayalım. Çünkü iktidârı bir mecrâya dönüştürüyoruz. Eleştirilerimizi de oraya yapmayalım. Çünkü iktidar yine bir mecraya, bizim muhâtap aldığımız bir mevkie dönüşüyor bunlar aracılığıyla. Biz dilekçelerimizi muhâlefete yazalım”. Muhâlefeti eleştiriyoruz. Niye eleştiriyoruz muhâlefeti? Geleceğin iktidârı olarak gördüğümüz için. Esâsında onları iktidar yapacak şey, bizim eleştirilerimizde, bu tür metinlerde onları muhâtap alıyor olmamız. Böylece, bir tür mânevî iktidar alanına yerleşmiş oluyorlar. Ama sonra bundan vazgeçtim. Çünkü Altılı Masa en ufak bir eleştiri karşısında bile çok alıngan. Kendilerini bir kurtarıcı olarak görüyorlar. Parti ayırmaksızın söylüyorum: Oralardaki herkes çok çalışıyor, çok didiniyor. Aman Allah’ım neleri göze alıyor. Her şeye rağmen siyâsî muhâlefet ediyor, kendini ortaya koyuyor. Biz de onların yaptıklarına râzı olmuyoruz. Ne korkunç, ne nankör insanlarız! Tam da, iktidârın kendi kitlesine ve hepimize birden yaptığı suçlamanın aynısı. Dolayısıyla bu ortak metinler hikâyesinden vazgeçtim. 

Ama şunun kıymetli olduğunu düşünüyorum: Altılı Masa’da seçilmiş insanlara yönelik açık mektuplar. Son zamanda Medyascope‘ta Alphan Telek ve Aydın Selcen yaptı bunu. Daha evvel de Metin Solmaz yazmıştı böyle bir açık mektubu. Onları teker teker mevzûnun öznesi hâline getiren mektuplar önemli diye düşünmüştüm. Çünkü şöyle çok daha genel bir krizden bahsedeceğim: Türkiye’de merkez sağın yerini, şu an MHP ve AKP’den oluşan gayet radikal, uç bir sağ zümre işgal etmiş vaziyette. Hele şöyle bir performanstan sonra, yani memleketi şu hâle getirdikten sonra, o ikisinin toplamının %5’i geçmemesi lâzım. Fakat siyâsetin diğer tarafları kendilerini bir türlü toplayamadıkları, ortak bir enerji üretip toplumla muhabbet içerisinde o enerjiyi bir siyâsete, bir eylemliliğe dönüştüremedikleri için, o gayet radikalleşmiş şey giderek devlet hâline geliyor. Önümüzdeki seçimlerde eğer MHP ve AKP’nin oluşturduğu kanat kazanırsa, bu, bizim devletimiz olacak artık. Bundan sonra böyle. Bundan sonra başka biri gelip onların yerine alsa bile böyle olacak. Çünkü bunun ağırlığını, bunun bıraktığı izi temizlemek daha da büyük bir zorluk hâlini alacak. Dolayısıyla önümüzdeki seçim, yalnızca “İktidar kalsın mı kalmasın mı?” diye oyladığımız bir şey değil, aynı zamanda şu anda kendilerinin muhâlefette olduğunu söyleyen, ama toplam muhâlefetin iktidârı konumundaki Altılı Masa’nın aktörlerinin de geleceğini belirleyecek. Yani aslında sonuncu madde hakkında bir şey söylüyorum. Öyle bir taahhütte bulunmalarına gerek yok. Hattâ ben, kazansalar bile birkaç yıllık geçiş sürecinin sonrasına kalamayacaklarını, sâdece aktörlerin değil partilerin de kalamayacaklarını düşünüyorum. Kazansalar bile kalamayacaklar. Belki CHP kalabilir; o da kurumsal bir yapısı olduğu için. Kendi içinde hizipleri ve farklı kanalları da olduğu için kalabilir, ama gerisinin geleceğinden açıkçası o kadar emin değilim.

Altılı Masa’yı konuşurken es geçtiğimiz; Kemal Kılıçdaroğlu’nun bilerek mi bilmeyerek mi yaptığından emin olmadığım şöyle bir tarafı daha var: Kemal Kılıçdaroğlu AKP sonrasındaki sağı da tasarlıyor Altılı Masa’da. Kimi muhâtap aldığı, oy potansiyelinden çok, “İleride Masa’nın sağ tarafında kim otursun?” sorusuna cevap veriyor. Ben bunu bilerek yaptığından emin değilim. Ama sonuçta CHP, CHP gibi bir parti olduğu için, yani Cumhuriyet târihinde kendi söylemiyle oynadığı rol ortada olduğu için, bir şekilde o masaya oturmak, aldığı oy potansiyelinden ya da gelecekte ne vaat ettiğinden bağımsız olarak Türkiye’nin bundan sonraki, yani şu mahvolmuş, birbirleriyle yarışa yarışa radikalleşmiş ᅳben ona “benzerlerin rekabeti” diyorumᅳ benzerlerin rekabeti içerisinde iyice radikalleşmiş, çürümüş sağın yerine, “Nasıl bir sağ olsun?” sorusuna da cevap veriyor. Yani “Bu masada kimi muhâtap alıyorum? Gelecekteki sağı. Eğer bu çerçevenin içerisinde bir sağ olursanız…” Meselâ Ümit Özdağ orada yok. O da bir sağ parti. Ama Gelecek Partisi var ya da İYİP orada. Başka milliyetçi çevreler de var, ama orada İYİP var. İYİP’in orada olması, bütün bu süreç içerisinde CHP ile kurduğu ilişki, tamam, bir teknik zorunluluktan ibâret; ama az önce konuştuğumuz MHP’nin dönüşümünü de düşündüğümüz zaman, sâdece bundan ibâret gibi görünmüyor. 

Dolayısıyla böyle bir Masa’yı bir seçim makinesi olarak görmek bana yeterli gibi gelmiyor. Sonrasıyla ilgili düşündükleri başka bir şey var. Ama aynı zamanda bir seçim makinesi olması gerekiyor. Çünkü seçimde, başka ihtimallerin ᅳmeselâ yeni bir sağ ihtimâli, yeni bir CHP ihtimâliᅳ bunlar arasındaki ilişkilerin yeniden kurgulanması ihtimâli, 156 sayfalık anayasa değişikliğinde târif ettikleri parlamenter sistem, o parlamenter sistem, küçük partilerin de az sayıda milletvekiliyle yürütmeyi denetleme işine gayet etkin bir şekilde katılabildikleri bir şey öngörüyor. Bunun gerçekleşmesi için, aynı zamanda bir seçim makinesi de olmaları gerekiyor. O aşamaya henüz geçmediler. Dolayısıyla, bütün bu maddeler konusunda hemfikir olduğumu söyleyebilirim 6. maddeye kadar. Altıncı madde de, “Böyle bir şey yazmaya gerek yok” diyor. Çünkü zâten kazansalar da gidecekler, kazanmasalar da. Çünkü bizim şu andaki gördüğümüz performansları şunu söylüyor: “Oylarınızı bize ‘Allah sizi kahretsin’ diye vermeniz yeterli. Arzu ettiğiniz muhâlefete ulaşılamıyor. Çünkü bizim hayal gücümüz buna yetmiyor”. Ama metinlerde yetiyor o hayal gücü. Geçen gün birisi bana, “Temel konularda uzlaştılar” dedi. Hayır, metinlerde uzlaştılar. Teşkilâtlar metinleri okumadı. Milletvekilleri bile okumadı. Aralarından seçilmiş insanlar yazdı. O yüzden o metinler bu kadar iyi. Bayağı iyi. İlk mutâbakat metni de bayağı iyiydi. Anayasa değişikliği metni de iyi. Ama onları siyâsallaştırmayarak gösterdikleri beceriksizlik, o metinlerle Altılı Masa arasındaki mesâfeyi de koyuyor aynı zamanda. Yapamıyorlar çünkü. Bize “O hayal gücümüz yok” diyorlar.  Ayrıca: “Toplumsal muhâlefetin dile getirdiği talepleri verebilecek yürek bizde yok. Bizde, böyle bir niyet de yok. Biz ne yapabiliriz? Biz, bizden sonrakilerin kendilerini gösterebilecekleri bir siyâsî zemin oluşturabiliriz. Yani geçiş süreci. Size onu oylatacağız. Sonraki Türkiye’yi, kendi aramızda o geçiş sürecinde ortaya koyacağımız rekabet çerçevesinde kararlaştıracağız. AKP’den kurtulalım. Aramızdaki rekabeti nihâyet ortaya koyabileceğimiz, gerçek anlamda rekabet edebileceğimiz bir siyâsî açıklık târif edelim, sonrasına hep berâber bakarız. Ama, ey toplumsal muhâlefet! Arzu ettiğiniz, hayal ettiğiniz Türkiye’yi size verebilecek yüreğe de, yeterliliğe de, arzuya da sâhip değiliz. Çünkü o ülke bizim de yönetemeyeceğimiz bir ülke.”

O yüzden 6. madde konusunda Kemal’e de sana da katılıyorum. 6. madde, bence kazansalar da kazanmasalar da ya çok radikal dönüşümler geçirerek kalacaklar orada ya da var olamayacaklar. Çünkü bize son 6 aydır yaşattıkları umutsuzluğun bedelini, seçimi kazansalar da ödeyecekler. Çünkü bizden istedikleri, “Allah sizi kahretsin. Alın. Haram olsun, ama alın bu oyu” diyerek vereceğimiz bir desteğe tâlipler. Ama yine de tebrik ederim; ortak metin yazma sürecini, hele bu kadar seçkin bir toplulukla idâre edebilmiş olmak, delice bir şey. Ben yine de masada birini ya da masanın etrâfında birini muhâtap alan tekil mektupların, onların ortalamayı almalarını sağlayacak daha yaratıcı sonuçlara açık olabileceğini düşünüyorum açıkçası. Bir de tabiî çok metne imzâ atmış ve artık bundan yorulmuş, bir süredir mümkün olduğu kadar metinlere imzâ atmaktan imtinâ eden ᅳ“imtinâ etmek”ten kastım, nasıl olsa işe yaramayacağı için uzak durmaya çalışanᅳ birisi olarak söylüyorum bunu. Belki öyle açık mektuplar da yazılır. Bu kadar.

Ruşen Çakır: Evet, 2023’ün ilk “Adını Koyalım” yayınını noktalıyoruz. Ayşe Çavdar’a, Burak Bilgehan Özpek’e ve Kemal Can’a çok teşekkürler. İzleyicilerimizi de teşekkürler, iyi yıllar.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.