Bir önceki Ülkü Ocakları Başkanı Sinan Ateş, 30 Aralık’ta Ankara’da uğradığı silahlı saldırı sonucu hayatını kaybetti. Bu siyasi cinayetin ardından MHP’den, MHP lideri Devlet Bahçeli’den ve Ülkü Ocakları’ndan taziye mesajı yayımlanmaması da kamuoyunda ayrıca tartışılıyor.
Ruşen Çakır, Sinan Ateş suikastının ülkücü harekete olası etkilerini değerlendirdi.
Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir
Merhaba, iyi günler. Ülkü Ocakları’nın eski başkanı Sinan Ateş, Ankara’da 30 Aralık’ta gündüz gözüyle, Cuma namazından çıktıktan sonra bankamatikten para çekerken, motosikletli iki saldırgan tarafından silâhla öldürüldü. Yakın bir zamanda, 2019-2020 yıllarında Ülkü Ocakları’nın bir dönem başkanlığını yapmıştı. Sonra istifâ etmişti ve öldürülmesinin ardından çok şey yaşandı. Ama bir yanıyla da hiçbir şey yaşanmıyor. Çok ilginç bir olay var. Bu olayı konuşması gereken, en çok dile getirmesi gerekenler susuyorlar. Yani kim bunlar? Ülkücü hareketin merkezi olan Milliyetçi Hareket Partisi ve tabiî ki eskiden başkanlık yaptığı Ülkü Ocakları… burada bir sessizlik var. Onun dışında birçok kişi olayı anlamaya, yorumlamaya çalışıyor. Bugün CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu da özellikle bu konuya değindi: “Âilesinin sükûnet çağrısına uyuyoruz, ama Saray başta olmak üzere bâzılarının sessiz kalması da çok anlamlı” dedi. Bu arada, İsmail Saymaz’ın bugün çıkan yazısı çok kapsamlı ve çok iyi. Oradan öğreniyoruz ki Cumhurbaşkanı Erdoğan, Sinan Ateş’in eşi Ayşe Ateş’i aramış ve başsağlığı dilemiş. Sonuçta en azından devletten, böyle bir olaydan haberdar oldukları, bunu önemsedikleri mesajı olarak belki kabul edebiliriz. Ama yine İsmail’in yazısında bahsettiği gibi, İçişleri Bakanı’ndan, Adalet Bakanı’ndan herhangi bir ses sedâ yok. Olay çok ciddî bir olay ve doğrudan siyâsî olduğu anlaşılıyor. Birazdan ona değineceğim. Dünkü yayında bayağı bir değinmiştik. Bugün bir tür, dünkü yayının tâkibi gibi olacak, fikrî tâkibi gibi olacak. Ama bu anlaşıldığı kadarıyla siyâsî bir cinayet, bir suikast. Bunun birçok nedeni olabilir ve gördüğümüz kadarıyla yeni yeni bilgilerle birlikte bu, başta kendisi olmak üzere, yani Sinan Ateş olmak üzere birçok kişinin beklediği, çok da şaşırmadığı bir saldırı. Belki ölümü beklemiyor olabilirler; ama Sinan Ateş’e saldırılmasına “Neden?” diye soran kimseye rastlamadım. Ülkücü hareketle ilişkisi olan çok sayıda kişiyle görüştüm. Bunların büyük bir kısmı şu anda Ülkü Ocakları’nda değiller. MHP’den kopmuş durumdalar ya da dışlanmış durumdalar. Hepsi, bunun beklendiğini; ama ölümden ziyâde, belki daha başka bir gözdağı verilmesini beklediklerini söylüyorlar. İsmail’in yazısında bu detaylı anlatılıyor. Daha önce de çıkmıştı; bir Mersin olayı var: Ülkü Ocakları içinde yaşanan bir iç çatışma olayı. Bu, 15 Mart 2022’de yaşanmış bir olay. Mersin’de eski Ocak Başkanı Çağrı Ünel’e, Adana’dan geldikleri düşünülen birileri saldırıyorlar. O da silâhını çekerek bunlardan birisini, Emrullah Kaplan’ı öldürüyor. Bu olayın ardından öldürülen Emrullah Kaplan’ın cenâzesine Ülkü Ocakları sâhip çıkıyor ve Ülkü Ocakları başkanları bunun tâkipçisi olacaklarını söylüyorlar ve birtakım yayın organlarında bu olaydan dolayı eski Mersin Ülkü Ocağı Başkanı Çağrı Ünel dışında, eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı Sinan Ateş de sorumlu tutuluyor. Hattâ kendisine FETÖ’cü filan diyorlar. İsmail bu olayın ardından Sinan Ateş’le bir röportaj yapmış. Galiba onun bir gazeteciye adıyla konuştuğu son röportaj olsa gerek. Orada buna anlam veremediğini, FETÖ’cülükle suçlandığını, kendi yerinin MHP olduğunu, MHP’ye bağlı olduğunu söylüyor. Fakat biliyoruz ki ayrıldıktan sonra ᅳayrılması da anlaşıldığı kadarıyla bir telkin sonucu, istenmediği için bırakıyorᅳ, ayrıldıktan sonra Türkiye’yi gezmiş. Sosyal medya hesaplarından bunları paylaşmış. Türkiye’nin dört bir tarafına gitmiş, Iğdır’a gitmiş, Şanlıurfa’ya gitmiş. Meselâ Eskişehir’de eski Menzil şeyhi Abdulhakim Erol’un oğlu Fevzeddin Erol’la buluşmuş. Hattâ onun fotoğraflarını Instagram’dan da paylaşmış. Doğu Anadolu’da, Güneydoğu Anadolu’da aşîretleri ziyâret etmiş. Ülkücülerle buluşmuş ve hareket hâlinde, bir şeyler yapmak isteyen birisi gibi. Yani Ülkü Ocakları Başkanlığı’nı bıraktıktan sonra Hacettepe Üniversitesi’nde hocalığı var; ama siyâsî bir arayış içerisinde olduğu anlaşılıyor. Bunu da hareketin dışına çıkmadan yapmak istediği anlaşılıyor. Kimilerine göre böyle bir iddiayı taşıyabilecek birisi, yani hareketin içerisinde bir odak yaratabilecek birisi; kimilerine göre de yapabilecek bir durumda değil. Fakat sonuçta o da belli bir yerden sonra kendisinin istenmediğini anlamış sanki ve biraz daha frene basar gibi olmuş. Fakat sonunda hayâtını kaybetti.
Dünkü yayında, Devlet Bahçeli’nin bugünkü grup toplantısında ne söyleyeceğinin önemli olduğunu söyledim ve Devlet Bahçeli bugünkü konuşmasında bu olaydan bahsetti. Ama Sinan Ateş’in adı yok. Olayın, cinâyetin kendisi yok. Fakat şimdi okuyacağım bölümü kesin bu olayla ilgili söylüyor, diyor ki: “Önümüzü kesmek için pusu kuranlar yine olacaktır. Bu doğaldır. Birliğimizi ve dirliğimizi sabote etmek için fırsat kollayan mihraklar yine çıkacaktır. Bu beklenmelidir. 2023’ün muazzez hedeflerini lekelemek, örselemek ve yürüyüşümüzü sekteye uğratmak için tetikte bekleyen iç ve dış menfaat çeteleri yine şanslarını deneyecektir. Bu da mümkün ve muhtemeldir. Fakat hiç kimse sabrımızı yanlışa yormasın. Hiç kimse suskunluğumuzun asâletinden cesâret almaya kalkışmasın. Kötü niyetlerini bildiğimiz, kötünün ilişki ağlarını tanıdığımız ve tâkip ettiğimiz odakların bizimle aşık atması, bize ayar vermek küstahlığına tevessül etmeleri, cumhuriyetin yeni yüzyılını tartışmaya açma sinsilikleri sonuç vermeyecek, yapılan hesaplar ters tepecektir. Bunların ortalık malına dönmüş ezberleri, bizim ise el sürülmemiş hayallerimiz vardır ve bu hayallerimize yetişme çabaları beyhûde bir çırpınıştır. Ağızlarını tetik, dillerini tüfek yaparak habire nefret ve nifak kusan hayâsızlara 2023’ün hedeflerini kirlettirmeyeceğiz. Üç hilâli de yargılatmayacağız.” Yani adı verilmiyor, suikasttan, cinâyetten bahsedilmiyor; ama buradan hareketle MHP’nin bir şekilde suçlanıyor olması, birtakım odakların bunu yaptığını, ama bunun boşa çıkacağını ve üç hilâli yargılatmayacağını söylüyor Devlet Bahçeli. Ama hâlâ kendisinden, Ülkü Ocakları’nın üst düzey yetkililerinden bu olayın adının konulduğunu görmedik — yani “şu yaptı, bu yaptı”nın dışında. Şunu da diyebilirler: “Tamam, devlet bunu araştırıyor, soruşturuyor”. Eşinin söylediği gibi, “Devletimize güveniyoruz” demişti eşi. Benzer bir şey söyleyebilirler; ama en azından bir rahmet dileyebilirler. O şu âna kadar olmadı.
Peki ne oluyor? Cenâze çok büyük bir kalabalıkla kalktı. Bâzıları soruyor, diyor ki: “MHP Ülkü Ocakları bu olayı sâhiplenmiyorsa…” ᅳyani Sinan Ateş’in öldürülmesini açıkça kınamıyorlar ve onun yanında durduklarını belirtmiyorlar. Peki bu insanlar nereden çıktı – ki o insanların hemen hemen hepsi bozkurt işâretleriyle kaldırdılar cenâzeyi. İşte burada ilginç bir durum var. Bu ilginç durum da şu: MHP ve Ülkü Ocakları sâhip çıkmasa da ülkücü hareketin içerisinden birileri ona sâhip çıkıyor. Bu birilerinin bir kısmı, belki de önemli bir kısmı zâten MHP’den ve Ülkü Ocakları’ndan kopmuş ya da dışlanmış olabilirler, bu mümkün; ama bir kısmının da hâlâ organik bağı olduğunu düşünmemiz için çok neden var. Her şeyden önce Sinan Ateş âilecek ülkücü olan, çok küçük yaştan îtibâren Bursa Ülkü Ocakları’nda yetişmiş birisi. En azından Bursa’da onu ülkücü çevrede çok eskiden beri tanıyan çok sayıda –ki Bursa’da ülkücü hareket öteden beri belli bir güce sâhiptir– insanlar var. Dolayısıyla merkezlerin sessiz kalması, suskun kalması, aşağıda herkesin aynı şekilde suskun kaldığı anlamına gelmiyor. Tabiî ki ona uygun hareket edenler var; ama onun dışında ülkücü hareket târihinde yaşanan böylesi önemli bir olayı, ᅳbelki de ilk defâ yaşananᅳ Ülkü Ocakları’nda yakın zamâna kadar genel başkanlık yapmış birisinin sokak ortasında öldürülmesini, yani bir suikaste kurban gitmesini sorgulayan, bunu anlamaya çalışan insanlar var. Bir iddiaya göre e-devlet üzerinden MHP üyeliğinden ayrılanlar varmış; ama bunun rakamlarını vs. kim nasıl hesaplar bilmiyorum. Bunu çok ciddî bir şekilde dolaştıranlar var ve daha önemlisi bu kadar önemli bir olayın bu kadar sessizlikle geçiştirilmek istenmesinin siyâsî sonuçları olacağını düşünenler var. Bunları özellikle kabul etmek lâzım. Dışarıda kalan ülkücüler diyelim, yani MHP’de ana merkezde olmayan, bir şekilde dışlanmış ya da kendileri uzaklaşmış kişiler; ama hareketle bir şekilde ilişkileri olan kişiler bir dönüm noktası olabileceğini söylediler — hattâ birisi bana, başlığa öyle çıkarttım, “Bunun bir mîlât olabileceği”ni söyledi. Bu tabiî teorik olarak mümkün; ama pratikte çok kolay bir şey değil. Çünkü şu âna kadar, Sinan Ateş olayından önce birçok kişi, ana gövdeden ayrılan birçok ülkücü –ki bunların içerisinde gazeteciler de var, yazarlar da var, eski milletvekilleri de var– saldırıya uğradılar ve saldırıya uğramalarının nedeninin de büyük ölçüde o gövdeden kopup o gövdeye yönelik çıkışlar yapmaları olduğunu herkes biliyordu. Ama bütün bunlardan hareketle büyük bir hareketlilik olmadı. Tabiî çok şükür ölüm de olmadı, ama o kişileri çok zedeleyici ölçüde saldırılar yaşandığını gördük. Sokakta, evlerinin önünde çok sayıda kişi saldırıya uğradı ve bunların ardından pek bir şey olmadı, çok büyük bir hareket olmadı. Genellikle kol kırıldı yen içinde kaldı. Ama bu sefer çok üst düzey bir ismin, Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı yapmış bir ismin göstere göstere sokak ortasında silâhla öldürülmesi işin renginin biraz değişebileceğini gösteriyor açıkçası. Burada kim nasıl rol oynar? Bu çünkü kendi hâlinde gelişecek bir olay değil. Çünkü sonuçta çok köklü bir hareket var. Bu köklü hareket târihi boyunca çok sorunlar yaşamış, kendi içinde tartışmalar yaşamış vs., ama hâlâ çok önemli bir yerde — şu hâliyle bakıldığı zaman, iktidârın parçası. Dolayısıyla devletin bir parçası ve dolayısıyla burada, bu hareketin içerisinde bunun özgür bir şekilde tartışılabilmesinin zemini pek yok. Bunu birileri nasıl yaratır? Açıkçası çok göremiyorum.
Yarın “Adını Koyalım”da bu konuyu Burak Bilgehan Özpek, Ayşe Çavdar ve Kemal Can’la konuşacağız. Özellikle Kemal, biliyorsunuz, Tanıl Bora ile birlikte ülkücü hareketin târihi üzerine çok sayıda araştırmaya imzâ atmış bir gazeteci arkadaşımız. Orada da tartışacağız. Sonuçta bir ihtimal var; ama bu ihtimâli gerçekleştirebilecek aktörler ya yok, ya savruk ya da güçlü değiller. Dolayısıyla bu olay bir şekilde akıllarda hep kalır; ama siyâsî sonuçlara yol açmayabilir ya da hak ettiği ölçüde siyâsî sonuçlara yol açmayabilir diyelim. İllâki birtakım siyâsî sonuçları olacaktır; ama hak ettiği ölçüde siyâsî sonuçlara ulaşmayabilir. Burada tabiî AKP’nin, Erdoğan’ın tavrı da çok önemli olacak. Eğer bu olayın gerçekten araştırılmasını, bütün yönleriyle ortaya çıkarılmasını isterlerse –ki bu çok zor olmayacaktır, devletin istihbârat imkânları, güvenlik imkânları bunu yapabilecek durumda, bunu biliyoruz–, eğer istenirse, bu olay bir siyâsî cinayet olarak görülüp bütün yönleriyle araştırılıp ortaya çıkarılmak istenirse, onun sonucunda çok ciddî siyâsî sonuçlar ortaya çıkabilir. Dolayısıyla burada ülkücü, özellikle dışlanmış ülkücü kadrolardan ziyâde, iktidârın, devletin, İçişleri ve Adalet Bakanlığı’nın ne yapacağı, olayın üstüne mi gideceği yoksa üstünü mü örteceği çok belirleyici olacak. Mîlât dedik; eğer iktidârın AKP ayağı isterse, ülkücü hareket için bir mîlât olabilir bu. Ama şu günden bakıldığında böyle bir şey isteyeceğini sanmıyorum. Büyük bir ihtimalle bu olayın, uyuşturucu kullanan birtakım sabıkalı kişilerin şu ya da bu nedenle ᅳnedeni de çok önemli olmadanᅳ işledikleri adlî bir cinâyet olarak kayıtlara geçme ihtimâli şu hâliyle bakıldığı zaman yüksek gözüküyor. Ama seçime bu kadar bir süre kala böyle bir suikastin göstere göstere işlenmiş olması çok mânîdar. Kimilerine göre hedef gözdağı vermekti, cinâyet hesapta yoktu. Olabilir; ama sonuçta 38 yaşında birisi, bir ağırlığı olan, belirli bir çevrede tanınırlığı olan, iddiaları olan, sevenleri olan birisinin katledildiğini görüyoruz. Bakalım devlet devletliğini yapacak mı? Görevini yerine getirecek mi? Bu olayı gerçekten ortaya çıkartıp aydınlatacak mı? Yoksa Türkiye Cumhuriyeti târihindeki aydınlanmamış cinâyetlere bir yenisi mi eklenecek? Fakat şunu da söyleyelim ki aydınlanmış ya da aydınlanmamış, Türkiye Cumhuriyeti târihindeki çok istisnâî olaylardan biri yaşandı 30 Aralık’ta, Ankara’da, Çukurambar’da. Evet, yarın “Adını Koyalım”da tekrar bunu konuşacağımızı söylemek istiyorum. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.