Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (91): Siyasette mağduriyet barajı

Türkiye’nin her dönem tartışılan konusu “mağduriyet meselesi” Erdoğan’ın üçüncü kez cumhurbaşkanlığına aday olmasıyla ilgili sessiz kalmakla eleştirilen CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, partisinin grup toplantısında Yüksek Seçim Kurulu (YSK) ve yargıya eleştirilerde bulunmuştu. Kılıçdaroğlu, “YSK’ye güvenmediğimi sağır sultan duydu. YSK’ye güvenseydik özel olarak sandık güvenliği için çalışmazdık. Yargıya, YSK’ya güvenmiyoruz. Bu kadar açık” ifadelerini kullandı.

Kılıçdaroğlu’nun 14 Mayıs seçimi ve YSK hakkında söyledikleri siyaseten başka bir mağduriyet konusu mu?

Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek tartışıyor.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Adını Koyalım”la karşınızdayız. Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek’le yine bir konuyu ele alıyoruz. Bugünkü konumuz mağdûriyet meselesi. Türkiye’nin bitmek bilmeyen mağdûriyeti olan “mağdûriyet” konusunu konuşacağız. Buna ilhâmı veren olay ise, Kılıçdaroğlu’nun alenen dillendirdiği, 14 Mayıs seçimi ve Yüksek Seçim Kurulu ilişkisi üzerine söyledikleri: “Îtiraz etsek ne olacak? Zâten YSK’yı Erdoğan seçti. İÎirazlarımızın bir anlamı olmayacak” şeklinde özetlenebilecek bir açıklama yapmıştı. Sonra onu düzelteyim derken, grup toplantısında aynı şeyi tekrar söyledi. Buna bâzıları “öğrenilmiş çâresizlik”diyor. Buradaki temel olay, Erdoğan’ı böyle bir yerden sıkıştırıp, onun mağdur olduğu görüntüsü yaratmanın Erdoğan’ın lehine olabileceği düşüncesi. 

Kemal, seninle başlayalım. Nedir bu mağdûriyet meselesi? Erdoğan ya da iktidar mağdur görülmesin diye kaçınılan çok şey oldu. Bu son olayda, her ne kadar Erdoğan’ın üçüncü kez adaylığı meselesinde Altılı Masa’daki tüm partilerin farklı görüşleri olsa da, Kemal Kılıçdaroğlu aynı zamanda Altılı Masa’nın en öne çıkan ortak aday adayı. Bu mağdûriyet meselesine ne diyorsun?

Kemal Can: Bu mağdûriyet meselesi aslında bir paket. Bir de onun ikiz kardeşi “istismar” var. “İktidâra mağdûriyet fırsatı vermeyelim, onun istismar etmesine izin vermeyelim.” Bu ikisi, ikiz kardeş olarak çeşitli yorumcuların, çeşitli siyâsetçilerin bahâne havuzunun en önemli argümanları. Bu son olayda, “Erdoğan cumhurbaşkanı adayı olabilir mi? Yeniden aday olabilir mi?” tartışmaları oldu. Aslında daha da fazla tartışma var. Anayasaya göre, mevcut açıklanan târihte uygulanacak seçim yasası hangisidir? Meclis’i feshetme yetkisi yeni bir adaylık imkânı yaratır mı? Bütün bunlar, çok açık ve aslında tartışmaya çok da gerek olmayacak kadar sarih biçimde yazılmış birtakım anayasa maddelerinde net biçimde ortaya konmuştu. Bunlar etrâfında bir tartışma yaratılmasının, iktidâra bir mağdûriyet yaratacağı, Erdoğan’ın bunu kullanacağı varsayımıyla, “Bununla fazla uğraşmayalım, onun üzerine gitmeyelim” dediler. Buradaki referans, 2007’de AKP iktidârının ilk dönemlerinde Meclis’te anayasal, yasal, hukuksal, sayısal birtakım engeller çıkartılarak iktidârı engelleme gayretlerine verdiği cevapla ilişkilendiriliyor. “O zaman böyle şeyler yapıldı, iktidar da bunu avantaja çevirdi” diyorlar. Ama Kılıçdaroğlu, bir başka pencere daha açtı. Asıl problemli olan taraf da oydu. Yani “Îtiraz etsek ne olacak? Olacak bir şey yok. Zaten YSK’ya güvenmiyoruz. Dolayısıyla YSK’ya îtiraz etmenin de bir anlamı yok” dedi. 

Bu ikinci kısmına bakarsak, burada çok problemli bir şey var. Bunun bir benzerini Meclis’te de görüyoruz. “Nasıl olsa bu iktidârın Meclis’te sayısal çoğunluğu var” deyip, pek çok oylamaya katılmayanlar var. Kılıçdaroğlu son açıklamasıyla en çok tepkiyi çeken aktör hâline geldi; ama açıkçası bu, muhâlefet partilerinin tamâmında kullanılan bahâneler, çeşitli biçimlerde uygulamalı olan şeyler. “Nasıl olsa Meclis’ten geçecek” deyip yasa oylamalarına katılmamak gibi bir alışkanlık bile geliştirdiler. 

“YSK’ya güvenmiyoruz. Dolayısıyla niye gidip oraya îtiraz edelim? Bunun bir önemi yok, bir faydası da yok, hatta lüzumsuz” iddiasının arkasından üç tâne temel problem çıkıyor: Birincisi, “güvenilmez” dediğiniz kurum YSK; “Oraya îtiraz etmenin hiçbir karşılığı yok” diyerek, YSK üzerinde hiçbir etkinizin olmayacağını söylemiş oluyorsunuz. Ama bu kurum seçimi yapacak. Dolayısıyla siz seçmeninize, “Seçim güvenliği konusunda bize güvenin” diyorsunuz. Burada tuhaf bir tenâkuz oluşuyor. Yani hem seçmeni rahatlatmak için “Biz her oyununuzun sâhibiyiz. Asla bir oyunuzu bile ziyan etmeyiz, bunun için hazırız. Hiçbir şey de yapamazlar. Seçimde biz sonucu alacağız” diyorsunuz. Ama sonra da, “Bu seçimi yapacak kurum tamâmen iktidarın kontrolünde ve bizim oraya yapacağımız başvuruların hiçbir anlamı yok” diyorsunuz. Bu çok garip bir şey. Ayrıca politik olarak da sorunlu bir şey. Eğer sizin muhâlefet olarak herhangi bir kurum üzerinde bir siyâsî baskı yaratma yeteneğiniz yok ise, o zaman niye SADAT’ın önüne gidiyorsunuz? O zaman niye TÜİK’in önüne gidiyorsunuz? O zaman niye muhâlefet olarak çeşitli kurumların önüne gidiyorsunuz? Siz kapıya geldiniz diye onlar uygulamalarını değiştirmeyecekler, ama bir politik baskı yaratmaya çalışıyorsunuz, kamuoyunda oluşmuş rahatsızlığı oraya taşıyorsunuz. Dolayısıyla orada bir politik baskı oluşturuyorsunuz ve bu doğru bir şey. Ama “Bizim başvurmamızın hiçbir anlamı yok. Zâten onun vereceği karar belli” diyorsunuz. Bu, mahkeme kararları açısından da öyle. Mahkemelerin vereceği kararları biliyoruz; ama haksız siyâsî dâvâların kapısına yine gidip hukuk talep ediyoruz. Avukatlar oraya gidip savunma yapıyorlar. Orada bunu söylemeye devam etmek gerekiyor. Çünkü hukuksal-anayasal zeminin tahrip edilmesi, yok edilmesi, işlemez hâle getirilmesi bir realite olabilir. Ama bunun kabul edilmesi ve buna göre davranılması kabul edilemez. Dolayısıyla kendi pozisyonunuzu sorunlu hâle sokmuş oluyorsunuz.

İkincisi, bu seçmeni demoralize eden bir şey. Yani güya siz onları rahatlatmak için, “Biz işimize bakıyoruz, seçime odaklandık. Şimdi bu lüzumsuz ve sonuç çıkmayacak işle uğraşmayalım. Hem zâten iktidar da gündem değiştirmek için bunu tartışmamızı istiyor. Biz bunu yapmıyoruz, siz rahat olun. Seçimi alacağız” diyorsunuz, ama güvenilmez bir kurumun, iktidârın istediği her türlü karârı alabileceğine ilişkin yüksek bir kanaat beyânında bulunduğunuz için, seçmenin endîşesi yatışmıyor, tam tersine büyüyor.

Üçüncü bir sonuç şu: İktidârın yapmak istediği ya da yapacağı şeylerin önünde hiçbir engel olmadığını söylemiş oluyorsunuz: “İktidar kurumları da ele geçirdi, hukuku da anayasayı da rafa kaldırdı. İstediğini istediği gibi yapar. Bunun şikâyet edileceği bir merci de yok. Yapılacak hiçbir şey de yok” diyorsunuz. Tamam, karşınızdaki güç fütursuz olabilir. Bu hamleleri yaparak çok sayıda hukuk ihlâline imzâ atmış olabilir. Ama bunu bir realite olarak “Artık durum böyle” diye kavramsallaştıramazsınız. Dolayısıyla bütün bunları üst üste koyduğumuzda, bu yaklaşımın pek çok sorun ürettiği için çok isâbetli olmadığını düşünüyorum.

Şimdi bunun ikiz kardeşi istismar meselesinden de biraz bahsedelim. Bunu da başörtüsüyle ilgili anayasa değişikliği olayında gördük. Ondan daha önce tezkere olaylarında gördük. Şimdi, uluslararası ilişkiler bağlamında tekrar görüyoruz. Muhâlefet aktörleri sık sık, Türkiye’nin uğradığı haksızlık ya da mağdûriyetler üzerinde iktidârın bunu iç politikada kendisi için bir avantaja dönüştürme hamleleri yaptığını söylüyor. Dış politikada lüzumsuz gerilimler çıkararak bunu içeride kullanmak istediğini ya da olmayan bir sorun olan başörtüsünü yeniden bir anayasa değişikliği konusu yaparak istismar alanı açmak istediğini söylüyor. Bu tespiti yapıyorlar, gayet isâbetli ve doğru bir tespit. İktidar bunu istiyor. Ama ilginç biçimde, bunun devâmında, bu istismârı engellemek için, bu istismar alanının içinde tam da istendiği gibi davranmaya devam ediyorlar. Meselâ Anayasa Komisyon toplantısını terk ettiler. Ama zâten niye girdiler? YSK üzerinden düşünürsek, Anayasa Komisyonu’na girip vereceğiniz önerge zâten kabul edilmeyecekti; bunu biliyordunuz. Ama oraya bunu göstermek için girdiniz. Dış politika meselelerinde de böyle. Dolayısıyla aslında başından îtibâren, istismar hamlesini “istismar hamlesi” olarak işâret ettikten sonra, “Biz şöyle ya da böyle davranırsak bizim için şöyle der” diyerek, iktidârın istismârını besleyen tutumlar almaları son derece problemli. 

Çünkü çoğu zaman da, “Bu yanlış, ama bunu kullanacağı için biz bunu böyle yapıyoruz” diyorlar. Meselâ: “Başörtüsü meselesinin Anayasa’ya girmesi yanlış, ama bunu bizim aleyhimize kullanmasın diye biz oraya giriyoruz” veya “Tezkere aslında yanlış, ama bize bilmem ne demesin diye böyle yapıyoruz” diyorlar. Bu da tıpkı mağdûriyet meselesi kadar problemli ve aslında siyâsî olarak artık çok da geçerli olmayan ezberlere dayanıyor. Bu ezberlerden bir tânesi, tabanda, kamuoyunda, iktidârın bu tür mağdûriyet söylemlerinin ya da istismar imkânlarının çok önemli sonuçlar vereceğine ilişkin bir iddia. İkincisi de, kendilerine güvensizliği gösteren, kendi pozisyonlarına ilişkin inancı zedeleyen bir tutum. Bence bu ikiz kardeş çok sık karşımıza çıkıyor. “İstismârını engelleyeceğiz ya da mağdûriyet kullanmasının önünü keseceğiz” iddiaları, tam da iktidârın istediği şeylere yol açıyor. Çünkü o çizdiği alanın içerisinde yürüyen bir siyâset tablosu ortaya çıkıyor. 

Burada yan unsur olarak da “gündem değiştirme” meselesi var. Gündem değiştirme meselesini de yine bu paketin içinde değerlendirebiliriz. Ama burada şöyle bir durum da var: İktidârın bu tür hamlelerinin önünü kesmek için muhâlefetin ne yapması gerekiyor? Kendi gündemini kurduktan sonra, iktidârın mağdûriyet veya istismar üretebileceği alanlara ilişkin, bu alanların kullanımına dâhil olmayacağını baştan gösteren başka bir gündem kurması gerekiyor. Sâdece o gündemin içerisinde geçici pozisyonlar alarak, ne kendi seçmenini mutlu ediyor, ne de iddia ettiği gibi o zarar göreceği seçmende bir karşılığı oluyor. Üstelik artık iktidar seçmeni bile bu tür şeylerin alıcısı değil. Bu tür istismar ve mağdûriyet meselelerinin artık iktidar seçmeninde bile çok büyük karşılığı olduğunu düşünmüyorum. Şimdilik bu kadar diyeyim. 

Ruşen Çakır: Evet. Ayşe Hanım, sizin mağdûriyetlerinizi alalım.

Ayşe Çavdar: “Mağdur”un kelime anlamını söyleyince, Erdoğan’ın, hele şöyle bir ortamda herhangi bir şekilde mağdur edilemeyeceği ortaya çıkıyor aslında. Çünkü “mağdur” kelimesi gadre uğramış, zulme uğramış demek. Ülkedeki devlete tanımlanmış bütün yetkileri keyfince kullanan birinin, herhangi bir şekilde, herhangi biri tarafından herhangi bir zamanda mağdur edilebilmesi çok da mümkün değil. O zaman niye bu yolu seçiyorlar? Ben siyâsî analizden çok, bunun nasıl bir ruh hâline denk geldiği konusunda biraz spekülasyon yapmak istiyorum. Dediğim gibi, mağdur olmak, adâletsiz bir işleme mâruz kalmak demek. Erdoğan vakasında, hukuk ve o karşı karşıya geldiği zamanlarda, onun rahatlıkla mağdur kisvesine bürüneceği söyleniyor — en başından beri, Erdoğan’ın ilk zamanlarından beri. Aslında Erdoğan’ı ilk mağdur eden Tansu Çiller’dir. Geçenlerde Çiller’le birlikte bir metro açılışı da yaptı biliyorsunuz. Bir İstanbul Yasası tartışması vardı, hatırlar mısınız? 1995’te Doğruyol Partisi çıkarmaya çalışmıştı. Bütün mesele, Erdoğan’ın belediye başkanı olduktan sonra… O dönemde, TÜRSAB’la bir anlaşmazlık vardı. İstanbul’da restorasyonu yapılmış köşklerin tekrar Belediye’ye geçirilmesi hikâyesi. İstanbul o zaman da Türkiye’nin en bütçeli şehirlerinden biriydi. Tansu Çiller, İstanbul Yasası’nı çıkartarak İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yetkisini merkezde toplamayı önermişti. Kabul ettiremedi bunu, geçiremedi. Ama bu girişim o dönemde Erdoğan’ın çok işine yaradı. 

Biraz atlayarak anlatacağım; çünkü arada Erdoğan’ın mağdur olduğu çok işler var hakîkaten; sürekli mağdur olduğu için. Sonra, cezâevi hikâyesi var. Cezâevine şiir okuduğu için gönderildi. Oysa Meclis’i toplayıp, yâhut İstanbul Belediyesi’nde bir soruşturma açıp, “Bu adam yetkilerini nasıl kullandı?” diye sormadılar. Onun yerine, memleketin bütünlüğünü tehdit eden bir şiir okuduğunu söylediler ve onun üzerinden ritüellerle, törenlerle cezâevine gitti. O törenleri de burada anlatmıştım daha önce. Cezâevinde dört ay kaldı. Dört ay boyunca gayet de iyi bakıldığı anlaşılıyor. Bayağı kayırılmış bir mağdur, kayırılmış bir mahpus olduğunu şimdi daha iyi anlıyoruz. Sonra cezâevinden çıktı, başbakan oldu. 2007’de bir daha mağdur oldu. Gezi’de bile o mağdur oldu. Gezi onu mağdur eden bir şeydi. Oysa orada, çeşitli şekillerde devletin gadrine uğramakta olan ya da uğramaktan korkan insanlar yan yana gelmişti. Park orada bir buluşma yeriydi sâdece. O insanlar bir hukukun tesis edilmesini istiyorlardı. Ama yine Erdoğan mağdur oldu. 2014’te, o mağduriyetle cumhurbaşkanı oldu. Bu adamcağız öyle bir adam ki, ne zaman hukukla karşı karşıya gelse, hukuk ona bir şey sorsa, bir işlemini iptal etmeye çalışsa, bir arzusunu bertaraf etse, “Çocuğum, bu olmaz, bunu yapamazsın. Çünkü bu kanunlara, kurallara aykırı” dese, Erdoğan bir şekilde mağdur oluyor. Şimdiki denklem de öyle. Biz onun yaptığı anayasayı, onun kendisi için, yani nasıl bir otorite istiyorsa o otoriteye sâhip olması için yaptığı anayasayı ya da seçim yasasını işletirsek, Erdoğan gene mağdur olur. Erdoğan’la hukuk karşıtlığı acayip bir vaziyette ve ne yazık ki, genellikle onun bu otoriteyi kullanmaya lâyık bir insan olduğunu düşünmeyen… bir de liyâkat sorununu düşünürseniz, sâhip olduğu otoriteyi kullanma liyâkatine sâhip olmadığını düşünen insanlar tarafından ona hediye edilen bir şey. 

Bunda şöyle bir tuhaflık var: Çünkü onu kimin mağdur îlân ettiğine baktığımızda, aslında ondan yana olan insanlar olduğunu görmüyoruz. Ondan yana olan insanların gözünde –ki bunu başörtüsü hikâyesinde anlatmıştım birkaç kez, tekrar etmeyeceğim– Erdoğan bu insanları kullanıp, rakiplerini mat eden bir insan. Kemal çok doğru söyledi. Sâdece şimdi değil, eskiden de Erdoğan’ın mağdûriyet pozisyonunu satın alıyor değildi muhâfazakâr seçmen ya da onun seçmeni. Üstelik karşıdan ona yapıştırılan mağdûriyet manipülasyonuyla elde ettiği ya da elde edebileceği zaferi önceden hissedip, hikâyenin öyle gelişeceğini düşünüp onun yanında oluyordu. O yüzden muhâlefetin bunu yapması bir acayip. Sâdece sorunlu olmakla değil, bir tür rehin olmakla da ilgili bir pozisyon. Peki, arkasında ne olabilir? Dün Kılıçdaroğlu, “Yüksek Seçim Kurulu’nu ya da Anayasa Mahkemesi’ni çalıştıramayız; çünkü o güçlü. YSK ve AYM onun emrinde” diye bir açıklama yaptı. Hukuku çalıştıramayacağımız halde, onun aday olamayacağı söylemini ya da seçimi o târihte bu yasayla yapamayacağını tekrar edersek ne olur? Erdoğan yine mağdur olur. Aslında bu şu anlama geliyor: “Biz onu yenecek kuvvette değiliz. Ona karşı hukuk mekanizmalarını işletecek kuvvette de değiliz. Fakat bir sığınağa ihtiyâcımız var”. O sığınak, yine ona âit olan bir mağdûriyet. Bu çok tuhaf. Bunun arkasında iki şey olduğunu düşünüyorum: Bir tânesi, Türkiye’nin târihinde, geleceğinde, siyâsetinde kendisi için belirlediği yere bir türlü iknâ olamama hâli. Rehinlik dediğim şey de bu. Muhâlefet de, “Bunu yaparsa Erdoğan yapar” demiş oluyor. 

Bir de farkındaysanız, muhâlefet bir türlü mağdur olamıyor. Herkesin başına bir şey geldi. İnsanlar sokakta saldırıya uğradılar, “namus”larına söz edildi. Kılıçdaroğlu’na linç girişiminde bulunuldu. Olacak iş değil. Canan Kaftancıoğlu siyâsî yasaklı, Ekrem İmamoğlu’nun siyâsî yasaklı olma ihtimâli var. Ekrem İmamoğlu’nun başına bunun gelmesinin sebeplerinden bir tânesi de aday olma ihtimâli — öyle bir kesinlik olmadığı halde, o ihtimâli bertaraf etmek için. Fakat Kılıçdaroğlu’nun, Canan Kaftancıoğlu ve Ekrem İmamoğlu sürecinden sonra nasıl bir rol üstlendiğini de gördük. Tamam, sâhip çıktı ama, onların sokağa çıkıp örgütlemesini, başlarına gelen adâletsizlik… İşte tam da burada, hukuksuz bir şekilde gadre uğradılar ve gerçekten objektif koşullar altında mağdurlar. Bir taraftan onların bunun etrâfında bir siyâset geliştirmesini engelleyip, öbür taraftan aslında elinde bulunan yetkileri kullanma salâhiyetine sâhip olmadığını düşündüğü birinin bu ona söylendiğinde mağdur olacağını iddia etmesi gibi garip bir durum var. Burada galiba bir tür, kendini yanlış bir şekilde, ülkenin gerçek ve kurucu sâhibi sanmaktan ve bütün bunlara da hoşgörü gösteriyor olma pozisyonundan kaynaklanan bir başka tuhaf durum var. Yani bizim talihsizlik gibi gördüğümüz şeyi birçok yerde de gördük. Meselâ: “Anayasaya aykırı, ama ‘Evet’ diyeceğim” — ki o zaman o anayasa, Erdoğan’ın yaptığı şu son anayasa da değildi. Tamam, 2010’da üzerinden şöyle bir geçilmişti, ama elimizdeki şu anayasa da değildi. Sonuçta, onun kendisi için biçtiği bir kumaş hükmündeki anayasa da değildi. O zaman da söyledi Kılıçdaroğlu. Sonra, “Biz onu yapmasaydık, Erdoğan referandum yapardı. Ve bir referandumda, ülkenin iç karışıklığa doğru sürüklendiğini görürdük. Şimdi de benzer bir şeyi görüyoruz” dedi. 

Burada hem kendisiyle ilgili, ülkenin sâhipliği konusunda bir iddia var. Ama çok gizil bir başka şey daha var. Bunu da daha evvel burada birkaç kez söyledim. Bütün bu yan yana gelmiş mevzûları, buradaki aritmetiği, hukuksuzluğu, adâletsizliği muhâkeme edemeyecek bir ahâliyle karşı karşıya olduğunu da düşünüyor bir taraftan da. Şöyle bir söylem ortaya çıkıyor: Hem kendini ülkenin gerçek sâhibi, sâhici otorite, her şeyi bilen, her şeyi takdir eden, bütün bu olup bitenlere sabreden… O sabrın da bir bedeli var. Ne yazık ki o bedeli de kendileri ödemiyor. Çünkü gadre uğrayan, bütün bu kararların sonuçlarıyla yaşamak zorunda olan pek çok insan var. Onları sabra davet eden, “Sokağa çıkmayın, kendi siyâsetinizi üretmeyin, bekleyin. Kazanacağız, dört ay sonra her şey değişecek” gibi tuhaf tuhaf, aslında süreçle ilgili hiçbir şey önermeksizin, harekete geçmeksizin, hiçbir mekanizmayı kullanmaksızın, “Bekleyin. Sizin siyâsetinizi bertaraf ediyorum şimdi; nasılsa ben kazanacağım, bütün bu işleri düşüneceğim” diyen; gayet yukarıdan bakan, ama içinde bir tür ezikliği de barındıran, tuhaf bir alaşım. Bu, CHP’nin târihinden mi kaynaklanıyor, şimdiki hâlinden mi kaynaklanıyor bilemedim. Bir de içinde “mutlak suçlu” var tabiî. Son zamanlarda, özellikle Kılıçdaroğlu’nun helâlleşme hikâyesiyle berâber, CHP’nin sürekli olarak günah çıkardığı, çünkü ülkedeki bütün suçları işleyecek kudrete ancak onun sâhip olduğu gibi bir yanılsama hâli. Sen çok seviyorsun bu helâlleşme mevzûunu Ruşen, ama ben o mevzûun bir sorun içerdiğini, doğru dürüst hayata geçirilemediğini, kavramsallaştırılamadığını düşünüyorum. Öyle bir lâf olarak koydular onu, bir tür mottoya dönüştü. Neredeyse 70 senedir iktidar olmayan bir siyâsî partiden bahsediyoruz. Ama bu siyâsî parti bütün mağdûriyetlerin gerçek müsebbibi. Bunu, bir şekilde günah çıkararak telâfî etmeye çalışıyor. Bu telâfî sürecinin sonuçlarını da nedense o değil de ahâli yaşıyor gibi tuhaf bir şey içerisindeyiz. 

Bence şu anda Altılı Masa’nın bu şekilde çalışmasının sebeplerinden bir tânesi de bu. DEVA’nın, Gelecek Partisi’nin, hattâ Saadet Partisi’nin de çizdiği, kafalarında oluşturduğu CHP söylemini, “CHP tırnaklarını çeksin, bir kenara çekilsin, kendini değiştirsin, bir şey yapsın” söylemini sâhiplenen de bir tarafı var. Onların hikâyesinde Erdoğan’ın mağdûriyeti nereye denk geldi? Açık söyleyeyim, özellikle DEVA Partisi kurulurken, partiyi kuran insanların bir kısmıyla konuştum. Ne zaman bir özeleştiri ya da Erdoğan’a karşı daha en başından cephe almak ve kopuş söylemi üretmeleri gerektiğini söylesem, bana sürekli olarak, “Erdoğan mağdur olur” cevâbını verdiler. Yani: “Eğer Erdoğan’ı direkt eleştirerek çıkarsan oradan, Erdoğan mağdur olur, biz de hâin oluruz”. Bence ikincisini atlatamadılar. İlki zâten Erdoğan, ebedî ve ezelî mağdur ve muktedir olarak orada duruyor. 

Erdoğan’ın mağdur olacağı söylemiyle ilgili bir mesele daha var, onu da ekleyeyim. Siyâsetin, propaganda araçlarına ve onların kullanımına indirgenmesiyle ilgili bir tarafı var bir kere. Bu, siyâsal iletişim danışmanlarının pazara hâkim olmalarıyla ilgili bir şey belki de. Onlar da bir tür pazarlama hikâyesi olarak bakıyorlar buna. “Ne satar? Ne satmaz? Halkımız neyi sever? Kimi sevmez?” diye, bu mağdûriyet konusunda, halkımızın mağdûru sevdiği, mağdurdan yana olduğu gibi, bence tuhaf ve palavra bir görüş var ortalıkta. Halkımız öyle değil çünkü. Halkımız mağduru sevse neler olurdu. Halkımızın, düştüğü yerden kalkarken düşmanlarını indiren, mağdûriyet aracını doğru ve kendi çıkarı için kullanabilen insana, bir tür seyirlik nesne gibi bakma ve eğer bu yolda kazanacaksa, kazanandan yana olma gibi bir durumu var. O yüzden büyük bir çelişki yaratıyor. Burak’ın hep söylediği mağdûriyet söylemine böyle bir ahlâkî yaklaşımla bakıldığı zaman, bir de muhâlefet kendisini mutlak güçlü ve dolayısıyla mutlak suçlu gördüğü zaman, bunlar yan yana geldiği zaman, bunu dengeleyecek bir şey kuramıyor. Bunun sonuçlarını nasıl görüyoruz?  Başörtüsüyle, onun iktidar arzusu ve iktidar arzusu için kullanamayacağı hiçbir şey olmaması durumunu birbirinden ayıramıyor meselâ. Cezâevlerinde o kadar siyâsetçi var, gazeteci var, öğrenciler var, pek çok insan var. Sendikalar grev yapamıyorlar; sürekli olarak yasaklanıyor. İnsanlar haklarını kullanamıyorlar, sürekli hak ihlâlleri var. Bunlar mağdur değil; ama Erdoğan, bütün bunları yapan insan mağdur hâline geliyor bir taraftan.

Dediğim gibi, kendisinde bir mutlak güç vehmetme hâlini gösteriyor bu — özellikle CHP’de. Yani her şeyin sorumlusu o mutlak güç gibi. Bu onu hem mutlak suçlu yapıyor bir taraftan da; çünkü bütün bunlar hep “CeHaPe zihniyeti” yüzünden oldu. O yüzden de CHP kendi geçmişiyle helâlleşiyor. Bir taraftan, mağdur ettiklerinin gönlünü almaya çalışıyor. Ama bir taraftan da, bu suçluluk söylemi tekrar dönüyor. Onun mutlak güç yanılsamasıyla CHP bir türlü muhâlefette hissedemiyor sanki kendisini — öyle bir durum var. Sonunda elimizde şöyle bir hal kalıyor: Aslında, Altılı Masa’nın etrafında mutlak otorite hâline gelmiş birisi var. Oradakilerden en az ikisi, ona saygısızlık etmeyi, bir tür babaya saygısızlık etmek gibi algılıyorlar belki de. Babacan ve Davutoğlu’ndan bahsediyorum. Dönüyoruz masadaki diğerlerine. Onun mağdûriyeti kullanma fütursuzluğundan o kadar korkuyorlar ki, suçu bir şekilde kendi üstlerine almış oluyorlar. Bizim elimizde de, siyâsetin kendi objektif parametrelerinin asla işletilmediği, hukukun nasılsa o güçlü olduğu için işletilemeyeceği, hukuk işletilemeyeceği için onun nasılsa mağdur olacağı gibi, saçma sapan, bir yere varmayan bir söylem kalıyor. O nedenle bu mağdûriyet ezberinden vazgeçmek, belki de onu çıkarıp bir kenara koymak, Altılı Masa’yı çalıştırmayan işletmeyen şeyin ne olduğunu daha detaylı bir şekilde görmemize yardımcı olur diye düşünüyorum. Teşekkür ederim.

Ruşen Çakır:Evet Burak, seninle noktalayalım. Hep konuştuğumuz, “Muhâlefetin siyaset alanını genişletmesi” önermesinin önündeki en önemli engellerden biri, hakîkaten istismar ve mağdur edilme meselesi. Aslında bu, sanki siyâset yapmamanın mâzeretine dönüşmüş gibi. Ne dersin?

Burak Bilgehan Özpek: Evet. Daha önceki programlarda da söylemiştim; şu anda Cumhuriyet Halk Partisi’nin çevresinde çok ezbere siyâset konuşan ve andropoza yaklaşan, sağcı erkek ezberleriyle Türkiye’yi okumaya çalışan bir kesim var ve hakîkaten artık çok modası geçmiş, demode olmuş argümanlarla Cumhuriyet Halk Partisi’nde 2023 siyâseti yaptırmaya çalışıyorlar. Bu da komik oluyor. Kemal Kılıçdaroğlu’nun şu anda hakîkaten içinde yaşadığı dünya, Türkiye okuması; 2007-2008 yıllarındaki muhâfazakâr basının, muhâfazakâr akademinin tartıştığı meseleler ve onların hayat okumasını ciddî anlamda yansıtıyor. Yani merkez-çevre teorisini alıyor, bunu doğru kabul ediyor. Muhâfazakârları, çok uzun süre sistemden dışlanmış, çok köklü mağdûriyetler yaşamış ve genel îtibâriyle ilkesel olarak, vicdânî olarak tepkilerini de mağdurun yanında veren bir toplum kesimi olarak tanımlıyor. Bununla birlikte, Millî Güvenlik Kurulu ve askerin rolünü hiç gündeme getirmeden, koskoca bir Türkiye Cumhuriyeti târihinden tamâmıyla Cumhuriyet Halk Partisi’ni sorumlu tutuyor ve Cumhuriyet Halk Partisi seçmeninin sırtına da büyük bir günah yüklüyor. Yani genel îtibâriyle böyle bir okuma var. Bu okuma, berâberinde, “Aman Tayyip Bey’i mağdur etmeyelim” gibi bir mağdûriyet söylemini de getiriyor. 

Halbuki kurumlar ve popülist siyâsetçiler arasındaki ilişki gerçekten çok önemli ve siz, kurumlar popülistleri istemiyor ve popülistler bundan mağdûriyet devşiriyor diye herhangi bir mağdûriyete karşı reaksiyon gösteremezsiniz. Çünkü popülistlerin iktidardaki davranış kalıplarıyla muhâlefetteki davranış kalıpları birbirinden ayrıdır. Yani popülizm literatürü, muhâlefetteki popülistler ve iktidardaki popülistler olmak üzere iki ayrı fazdan, iki ayrı periyottan bahseder ve popülist siyâsetçiler bu iki dönemde de farklı davranış kalıpları sergilerler. Meselâ muhâlefetteki popülistler için kurumlar, halkın sesinin temsil edilmesini engelleyen bariyerlerdir. Kurumları yöneten seçkinler, elitler, kendi çıkarlarını devam ettirmeye çalışan oligarşinin bir parçası olurlar. Dolayısıyla popülistler, onların getirdiği herhangi bir yasal kısıtlamayı, halkın irâdesine yönelik bir tehdit, bir kısıtlama olarak kullanabilir; burada etkin siyâset yapabilir. 

Ancak, iktidâra geldikleri zaman o popülistler bu kurumlarla ilişkilerini hakîkaten çok farklı bir seviyeye taşırlar ve artık halk adına bu kurumları tahrip etmeye başlarlar. Fakat bu kurumlar, sâdece popülist siyâsetçiye veya popülist partiye oy verenlerin değil bütün vatandaşların garantisi olduğu için, “devlet” dediğimiz aparat popülistlerin özel mülkiyeti hâline dönüşür. Dolayısıyla kurum savunusu, popülistlerin muhâlefetteyken içinde bulundukları meşrûluk zemini açısından ele alındığı zaman farklıdır, iktidâra geldikleri zaman farklıdır. Özellikle Türkiye vakasında baktığınız zaman, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yükselişine mesâfeli olan veyâhut onu durdurmaya çalışan kurumların, meselâ Millî Güvenlik Kurulu’nun, Anayasa Mahkemesi’nin, YÖK’ün, askerin kontrol edebildiği diğer bürokratik kurumların anti-demokratik yapısının karşısında durmak, 2000’li yılların başında demokratik bir tavra tekabül edebilirdi. Ancak, AKP iktidârı ele geçirdikten sonra, Tayyip Erdoğan’ın aleyhine alabileceği kurumlara muhâlefet etmek sizi otoriter bir noktaya sürükleyebilir. Dolayısıyla muhâlefetteyken, kurumlar demokrasiyi kısıtlayan bir noktada ele alınabilir. Ancak iktidardayken kurumlar demokrasiyi koruyan enstrümanlardır. O yüzden siz, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidârında, yani popülist bir parti iktidârında ısrarla kurumları savunmak zorundasınız ki demokrasiyi koruyabilesiniz. Arada böyle bir fark var. Yani bugün Yüksek Seçim Kurulu’nu savunmalısınız, bugün anayasayı savunmalısınız, bugün bürokratik kurumların otonomisini savunmalısınız, bugün TRT’nin, üniversitelerin özerkliğini savunmalısınız ki Tayyip Bey bu kurumlara özel mülkü gibi davranmasın. 

Aslında Doğu Avrupa tecrübesi bize çok benziyor. Biz sosyalist bir tecrübe yaşamadık, ama sosyalist tecrübeden sonra ortaya çıkan demokratikleştirici hareketlerin çoğu, aslında popülist hareketler. Yani bunu Cas Mudde de yazdı. Soğuk Savaş biterken ve Doğu Bloku dağılırken, bize demokratikleştirici gibi gözüken hareketler, daha sonra popülist bir yörüngeye savruldular. Ama otoriter bir sistemi bir şekilde zayıflatmak için popülizme ihtiyâcınız var; o yüzden biraz hoşgörüyle yaklaşıyorsunuz. Daha sonra bu partiler, ciddî anlamda sağ popülist politikaları izlemeye başladılar. En bâriz örneğini de Polonya’da gördük. Polonya’da Kaczynski’nin yargı reformu şöyle bir amaç taşıyordu: Yargıçlar komünist dönemin kalıntıları; dolayısıyla köklü bir reformda bu adamların görevden alınması gerekiyor. Yerine yeni yargıçların atanması gerekiyor. Bunu kim atayacak? Kaczynski atayacak. Burada, eski dönemi öcü gibi gösterip yeni dönemde bir sağ popülist otoriterliğin inşâ edilme çabası var. Aslında yeni atanan kişiler doğrudan hükûmeti denetlemesin diye atanan kişiler. Sizin orada o yargı reformuna karşı çıkmanız, komünist dönemi savunduğunuz anlamına gelmiyor. Tam tersine, bir kurumu savunmalısınız ki, Kaczynski gibi liderler kendi otoriterliğini inşâ etmesinler. O yüzden kurum savunusu önemli, bundan kaçmamak lâzım. Siz ömrünün büyük çoğunluğunu Adalet ve Kalkınma Partisi’nde veyahut sağ siyâsette geçirmiş, genel îtibâriyle, Fethi Açıkel’in ifâdesiyle, “kutsal mazlumluğun psikopatolojisi”yle hareket etmiş insanlardan mağdûriyet dersi almamalısınız. Çünkü artık o dönem kapandı. Adalet ve Kalkınma Partisi, bürokrasiyi, kurumları, yargıyı, medyayı tamâmıyla ele geçirmiş durumda. Burada sizin demokrasi adına yapacağınız şey, kurum savunusu yapmak. Böyle geçiştiremezsiniz. Kemal Bey’in etrâfında, ona bir şekilde sağ siyâseti anlatan insanların kim olduğunu hepimiz biliyoruz. O insanların aklıyla Türkiye okuması yaparsanız, sürekli olarak Tayyip Erdoğan’ın otoriterliğini besleyen demeçler vermek zorunda kalırsınız. Bu birincisi. 

İkincisi, halkın tepkisiyle halkın gündemi birbirinden farklı şeyler. Yine benzer şekilde, kontrol edilemeyen bir popüler tepkiden çok korkuluyor. Kurumsal siyâset aslında bundan korkar; bu doğal bir şey. Yani kendi kontrolü dışında bir toplumsal muhâlefetin, Adalet ve Kalkınma Partisi’ne koz vermesinden, ergence davranmasından, kurumsal muhâlefetin alanını biraz daraltmasından korkuyor olabilirler. Bunu tasvip etmesem de anlıyorum. Ben, insanların protesto etme hakkının son derece önemli olduğunu ve protesto kültürünün ölmemesi gerektiğini savunan birisiyim. Partilerin böyle bir dönemde bundan çekinmesini de anlıyorum. Çünkü Adalet ve Kalkma Partisi, provokasyon yeteneği son derece yüksek bir makine. Ancak, halkın tepkisinden çekinmeniz, halkın gündemini boş bırakacağınız anlamına da gelmiyor. Her gün bir AKP skandalının patladığı, Sedat Peker’lerin konuştuğu, pudracıların manşet manşet haber olduğu, 128 milyar dolar meselesinin her vatandaşa ulaştığı o efsânevî 2020 baharı aslında tam bunun örneğiydi. İnsanlar belki sokağa çıkmadı, zâten pandemi vardı; ama gündemleri muhâlefet tarafından bir şekilde halka ulaştırılıyordu ve muhâlefet tarafından belirleniyordu. Bütün yolsuzluklar, bütün yönetişim sorunları halkın gündeminde tutulmayı başarıyordu. 

Şunu söylemek istiyorum: Biz çok güçlü insanlar değiliz. Yani bizi koruyacak bir zırhımız yok. Kırılgan insanlarız ve sadece fikirlerimizle var oluyoruz. Kurumsal muhâlefet, bizim îtirazlarımıza kulak tıkadığı veya gündemde tutmadığı zaman, hedef doğrudan bizler oluyoruz. Yani kamusal alan, çok tekinsiz ve karanlık bir yer hâline geliyor. Çünkü bizim muhâlefet siyâsetçilerinden beklediğimiz şey nedir? Herhangi bir kamusal meselede çıkıp bütün şimşekleri üzerlerine çekmeleri — ki bizler de rahat ve güvenli bir alanda konuşabilelim, argümanlar üretebilelim. Onların sustuğu bir ortamda, bir anayasa hukukçusu YSK meselesini gündeme getiremiyor; olmuyor bu. Siyâset kurumu destek verecek, gündemde tutacak ki mesele kamusal tartışmaya açık hâle gelsin. O suskunluk, bir paradigmayı besliyor. Bu, dış politika meselelerinde de böyle, ekonomi meselelerinde de böyle, iç hukukla alâkalı meselelerde de böyle. İnsanlar korktukça, konuşmadıkça, kamusal alandaki varlıklarını sonlandırdıkça, kamusal alanı tehlikeli ve korunaksız gördükçe, kendi dünyalarına çekilirler. Böyledir bu. Güç ile iktidar arasında bir fark varsa, yani salt güç ile iktidar kurmak mümkün değilse, iktidar daha kolektif, daha gönüllü bir eylemi işâret ediyor ise, bu gönüllülük olmasa bile, kamusal alandaki boşluktan dolayı, AKP sâdece güç ile iktidar kurabiliyor. Çünkü kamusal alanda farklı sesler yok. Ben bunu çok önemsiyorum. 

Son olarak, nâçizâne önerim: Aslında YSK’nın Türkiye’nin bir sonraki cumhurbaşkanının kim olacağına karar verme meselesi, biraz İmamoğlu adaylığına da dokunan bir şey. Yani muhâlefet açısından, Tayyip Erdoğan’ın durumunu, İmamoğlu’nun siyâsî kırılganlığı ile eşleştirme imkânı var. Baktığınız zaman, “Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nı yasalara, kurumlara rağmen halk seçecek” anlayışı, aslında Tayyip Erdoğan’ın tercih ettiği anlayış. “Yasa, anayasa, kurum, YSK ne derse desin, kurumlar halkın seçtiğine saygı gösterir” diyor. Fakat velev ki İmamoğlu aday olsun ve seçilsin, onun karşısına konulan bariyer ise bizzat kurumun kendisi. Bizzat o kurumu İmamoğlu’nun karşısına koyuyorlar. Halk seçse dahi mazbatasını vermeyecek.

Muhâlefet, kendi içindeki sıkıntılardan, komplekslerden, küçük hesaplardan kurtulup böyle bir argüman da geliştirebilir. “Tayyip Bey, eğer halk seçecekse, sizi de Ekrem Bey’i de halk seçecek. Eğer kurumlar birisine mâni olacaksa, Ekrem Bey’e de size de mâni olacak” argümanını geliştirmek hakîkaten zor olmasa gerek. Niçin geliştirilmediğini, niçin olmadığını, gördüklerimden ve tanık olduklarımdan anlıyorum. Fakat bunu nasıl anlatabileceğimi bilmiyorum.

Ruşen Çakır: Evet, sevmediğinizi biliyorum, ben de çok heyecan duymuyorum, ama Altılı Masa’yı konuşmak zorundayız arkadaşlar. Bu zorunluluğu kabul edin, çünkü yarın Altılı Masa’nın 11. toplantısı var. Diyarbakır ve Şanlıurfa’da kongrelerini tâkip ettiğim Meral Akşener bu toplantıya ev sâhipliği yapacak. Gazetecilere, bu toplantıda artık adayın konuşulacağını söyledi. Yarın adayın açıklanması beklenmiyor, ama aday da konuşulacak. Esas önemli olan, Pazartesi günü açıklanacak olan Yol Haritası ve Ortak Program. Ona son şekli verilecek. Bu program, aday kim olursa olsun onun uyuyacağı program olacak. Yol haritası da aynı şekilde öyle. Zâten Akşener de söyledi bunu.

Sen nasıl yorumluyorsun Kemal? Yine çok fazla bir şey beklemeyelim mi? Seçim eğer 14 Mayıs’ta olacaksa 3 ay gibi bir zaman kaldı. Çok fazla bir zaman da yok.

Kemal Can: Evet. Zâten bırak aday açıklamayı, adayı konuşmanın ertelenmesinin gerekçesi, “Hele bir seçim târihi ortaya çıksın, bir seçim târihi açıklansın. Ondan sonra biz hızlı hareket ederiz” argümanına dayanıyordu. Şimdi öyle ya da böyle bir seçim târihi var. Üstelik ısrarla “Hâlâ kesin değil” denmesine rağmen, Erdoğan o târihi birkaç kez telaffuz etti. Galiba Meclis’ten karar çıkartma denemesini de yapacakları kulislere yansıdı. Dolayısıyla bu durumda, Altılı Masa’nın artık adayı konuşmaktan kaçma şansı yok. Diğer tartışmaları bir kenara bırakalım, kendi sözleri açısından bağlayıcı biçimde, şu anda bunu gündemlerine koymak zorundalar. Üstelik iddia edildiği gibi bu toplantıda nihâî hâlini verecekleri Yol Haritası ve Ortak Program da ay sonunda açıklanacaksa, onun açıklanmasının sonrasına ertelenmesi meselesi de ortadan kalkacak. Yani “Adayı açıklamamız, bu Ortak Program’ın çıkmasından sonra olmak zorunda” iddiası da cevap bulduğuna göre, artık bunu konuşmak ve bir vâdede de netîcelendirmek, bir zarûret hâline geldi. Zâten diğer Altılı Masa liderleri de söyledi, muhtemelen bu konu, bu toplantıda Masa’ya gelecek ve konuşulacak. Üstelik ortak listeler ya da benzeri teknik çalışmalar için de çok ciddî bir mesâînin başlaması gerekiyor. 

Dolayısıyla “Biz Altılı Masa’dan ne bekliyoruz? Bir şey çıkar mı, çıkmaz mı?” sorularının ötesinde, Altılı Masa’nın, çok yüksek bir “yapılacaklar listesi” var. Ne kadarında hangi seviyeye geldiklerini de bilmediğimiz için, bütün bunları 3 ayda sonuçlandıracak ve muhâlefetin kazanmasına yarayacak biçimde bir formüle bağlamak hiç kolay değil. Onun için artık bu hızlanma meselesinin, bizim bir şey bekleyip beklemememizden bağımsız olarak, bir seçmen baskısına da dönüşmesi ihtimâli var. Çünkü özellikle ortak listeler ve benzeri şeyler, bu seçimi yürütecek olan parti teşkilâtlarında da büyük bir tansiyona yol açmaya başlayacak. Bunu o yüzden daha fazla uzatamazlar diye düşünüyorum. Bu toplantıda, büyük ihtimalle Masa’ya –umarız ki açıklıkla– bütün seçenekler konur ve en azından konuşma başlar. Ama o Ortak Program ve Yol Haritası meselesinde pürüzlerin ne kadar olduğunu bilmiyoruz. Onları netîcelendirip ay sonunda açıklama konusundaki gündem, bu uzun tartışmaya ne kadar imkân verecek, hangisini önceleyecekler? Çünkü şimdiye kadar Altılı Masa’nın bize akseden tarafı, problem çıktığında, problemi tartışıp çözmek değil, Altılı Masa’da problem yokmuş gibi davranarak, dışarıda çözmeye çalıştıklarını, birlikte konuşmayıp başkalarıyla konuşarak problemleri halletmeye çalıştıklarını gördük. Umarım bu alışkanlık devam etmez. 

Senin Altılı Masa sorunu böyle cevaplamışken, deminki oturumdan mülhem, “Altılı Masa ne yapmalı ve neyi neden yapmıyor?” meselesine, bu mağdûriyet ve istismar penceresinden birkaç şey eklemek istiyorum. Ayşe de, Burak da, CHP’nin geleneksel rolü ve şu andaki akıl çevresi açısından birtakım problemlere işâret ettiler. Ama ben şunu söylemek istiyorum: Türkiye toplumunu, seçmen yapısını, siyâsetin şu andaki dinamiklerini hem geleneksel olarak yanlış okumak hem onu yanlış bir târihsel zemine oturtmak hem de mevcut durumu yanlış algılamak, evet, önemli bir mesele. Ama açıkçası, bu aşırı ihtiyatlı, rahatsız edici pasif tutumun, sâdece biraz önce konuştuğumuz mağduriyet-istismar endîşelerinden beslenen bir şey olduğunu düşünmüyorum. Bunun çok kullanışlı olduğu için tercih edildiğini düşünüyorum. Çoğu zaman, bunun şunu ya da bunu yapmak ve çok elverişli bahâneler ürettiği için böyle seçildiğini düşünüyorum. Ayşe de, Burak da, ağırlıklı olarak CHP üzerinden meseleyi târif ettiler, ama olay CHP’den ibâret de değil. Genel olarak muhâlefet ittifâkının, bu iktidârı yenme perspektifi içerisinde kurduğu ilişkinin bir tarafında “endîşeli muhâfazakârlar” vurgusu çok fazla, ama bir o kadar da, “endîşeli Türkler” de bu konuda etkili. Açıkçası bu, “Aman ha! Toplum ergenlik yapar” korkusunu, aslında başka bir ergen tutumuyla telâfî etmeye çalışıyorlar. Çünkü ergenlikte bir âsîlik, kontrolsüz bir başkaldırı vurgusu vardır. Ama ergenliğin önemli vasıflarından biri, irâde göstermek konusundaki tereddüt ve genellikle de kendi irâdesini büyüklerine teslim ederek, bütün karar süreçlerinde edilgen bir tutum almak da bir ergen davranış. Dolayısıyla, toplumdan “âsî ergen” olması korkusuyla uzak durmaya çalışan muhâlefetin, âilenin uyumlu çocuğu olarak pozisyon alabilecek başka bir ergen tutuma, başka bir yetersiz ergenliğe savrulduğunu görüyoruz. 

Bunu değiştirecek ve Burak’ın son noktada işâret ettiği, öneri olarak koyduğu şey; hukukî mücâdele, kurumsal direnç, toplumu muhâlefet aktivasyonuna aktif olarak katma gibi şeylerden uzak kalmanın, gerekçeler sıralamasında birinin diğerini ezdiği ya da birinin diğerine zarar vereceği iddiası, çok önemli bir mesele oluyor. Burak, “Bir anayasa hukukçusunun çıkıp ‘Erdoğan yeniden aday olamaz’ demesi bile lüzumsuz bulunuyor” dedi. Hattâ bunu fazla ısrarla söyleyen, gündemi bozan, o mağdûriyet ya da istismar imkânına kapı açan ve muhâlefetin stratejisini bozan biri muamelesi görüyor. Ya da, iktidâra karşı daha güçlü bir direnç talebinde bulunan herkes, bu konuda biraz daha ısrarcı olursa, “bozguncu” etiketi yiyor; lüzumsuz bir şey yapmakla suçlanıyor. Bu da aslında bir baskıya neden oluyor. 

Fakat muhâlefetin şunu becerebilmesi lâzım: Biraz önce söylediğim gibi, Altılı Masa’nın, kendi yapması gerekenler listesi gibi, muhâlefetin, toplumun önünde tek kanaldan tek şeye odaklanmış olarak yürümekle, bir ivme yaratamayacağını biliyoruz. Altılı Masa’nın kendisi için üretmeye çalıştığı, gerçek olmayan teksesliliğin, muhâlefetin yapısını bozduğunu, bunun ivmesini, heyecânını, etkisini ve kazanabilirliğini engellediğini görüyoruz. Bir arada toplanarak, mutâbakat metinleri, anayasa metinleri gibi parçalı, birbirinden uzak şeyleri getirip birbirine yapıştırmakla ilgili bir faaliyetle çok uğraştılar. Şimdi artık bunun tersine açılarak, birlikte oluşturulmuş o mutâbakatın, her alanda bir tür patlangaç gibi tekrar kendi içinde açılan ve toplumsal muhâlefeti içine çeken bir içeriğe kavuşturulması gerekiyor. Açıkçası ben asıl, Altılı Masa’nın krizlerinden değil, bu problemini çözmekteki zorluklarından endîşe ediyorum. Çünkü bu, hâlâ önüne konmuş bir mesele gibi durmuyor. Hâlâ kampanyanın teknik sorunlarını konuşuyoruz. Altılı Masa’nın kendini konumlandırmasıyla ilgili problemleri konuşuyoruz. Ama artık söz konusu olan 3 ay gibi bir süre ise, hakîkaten muhâlefetin ortak bir enerji olarak başka bir işlev kazanması gerekiyor. Onun önündeki engeller nasıl kalkacak, o konuda masaya ne getirilecek, ondan çok emin olamıyorum açıkçası.

Ruşen Çakır: Ayşe seninle devam edelim. Çok konuşmak istemediğini biliyorum, ama çok az kaldı artık. Yarınki toplantıyla ilgili ne bekliyorsun?

Ayşe Çavdar: Meral Akşener söylemiş zâten sana. İki tâne metin varmış. Seçimden sonra aralarındaki ilişkinin nasıl gideceğine dâir bir metin, bir de bir program çıkaracaklarmış. Adayı adıyla konuşacaklarmış. Adayı konuştuklarına göre şunu tahmin edebiliriz: Tamam, adayı 12 Şubat’ta açıklayacaklar ama, muhtemelen yarından îtibâren kulağımıza, “Aday şudur budur” diye fısıldanmaya başlayacak. Dolayısıyla “başlıyor” diyebiliyorum, başka bir şey söyleyemiyorum, diyecek de fazla bir şey yok. “Geçmişten bugüne Altılı Masa nasıl gitti?” diye bir toparlama yapabilirim, ama onu da lâfı uzatmak için söylüyorum. Aslında söyleyeceklerim bu kadar. 2-3 cümle daha söyleyeceğim, çünkü gerçekten Altılı Masa ile ilgili konuşmadığımız bir ayrıntı yok. 

Altılı Masa, en baştan îtibâren her fırsatı, her toplantıyı, her karârını toplumla arasına mesâfe koymak için kullandı. Altılı Masa’yı bu kadar acıtıcı, kendisinden bahsetmenin zor olduğu bir hâle sokan da bu. O kadar belge çıkardılar, bu belgelerin içeriğini kiminle tartıştılar bilmiyoruz meselâ. Kiminle, hangi süreçlerle tartıştılar bilmiyoruz. Partinin ileri gelenleri, o konulardaki uzmanları yan yana geldiler. Bu, şu demek oluyor: Özellikle anayasa değişikliği taslağı –Allahtan o bir taslak– şöyle düşünmemize neden oluyor: Bu partiler, bir seçim de olmadığı halde, kendilerini belli kesimlerin temsilcisi olarak görüyorlar ve dolayısıyla o kesimler adına bu tür değişiklikleri, bu tür önerileri yapabileceklerini gösteriyorlar. Mutâbakata karışmam. Kendi aralarındaki hukuku, bir tür hukuk olmayan hukuku önemsiyorum ama karışmam; onu belirleyecekler. Tamam, eyvallah, ama programı kime sorduklarını da bilmiyoruz; öyle bir şey de yok. Partiler kendi programlarını açıkladı, lansmanlar yaptılar. Ekonomi programlarından bahsediyorum. Zâten hepsinin en iddialı olduğu konu da ekonomi mâlûmunuz. Şimdi ortak bir program koyacaklar ortaya. Ben ağırlığın ekonomide olduğunu zannediyorum. Diğer meseleleri Parlamento’yu işleterek çözeceklerini tahmin ederek — öyle olacağını umuyorum daha doğrusu. Dolayısıyla pek kimseye sormadan kendi aralarında, kendilerini bir yerlerin temsilcisi olarak görerek, artık onlar parti olarak ne kadar temastalarsa, o temas partinin uzmanlarına ne kadar geçtiyse, o kadarıyla bir şeyler yaptılar. 

İkinci bir hatâ: Bunları yaptılar, ama biz oturup okumadıkça, tartışmaya açmadıkça bize anlatmadılar. Ben de birkaç kez, “Ama siz tartışmıyorsunuz ki” sitemiyle karşılaştım. Biz niye kendiliğimizden tartışalım böyle bir şeyi? Kendileri de televizyon programlarına çıktıklarında, meydanlara çıktıklarında, kendi aralarında oturup yaptıkları işleri kamuoyuyla paylaşmadılar. O metinleri yazmak için tam bir sene harcadılar. Ama metinleri bir siyâsete dönüştürebilmiş değiller. Metinleri ahâliye anlatmak gibi bir dertle uğraşmış değiller. Ahâliye anlattıkları şey, Erdoğan’ı neden mağdur etmemeleri gerektiğiyle ilgili bir şey. O metinler yok ortada. Dolayısıyla ne bekliyorum? Vallahi hiçbir şey beklemiyorum. Onlar da bir şey beklemiyorlar işin kötü tarafı. Onlar da, ahâliyle aralarındaki bu mesâfeden memnun gibi görünüyorlar.

Yine az önceki “mağdûriyet, suçluluk ve mutlak güçlü” vehimleri arasında kurduğum denkleme döneceğim. Niye memnunlar o mesâfeden? Çünkü esâsında ellerinde satabilecekleri pek bir şey olmadığını kendileri de biliyorlar. Ahâlinin mecbûriyetine güveniyorlar, yani “Nasıl olsa tıpış tıpış oy vereceksiniz” durumu. Adayı belirleyecekler, ama hiç kimsenin söz hakkı yok o adayın belirlenme sürecinde. Hiçbir mekanizma kurulmuş değil. Tamam, bizi sildim, ama partiler arasındaki karar verme sürecinin âdil ve düzgün bir şekilde işletildiğine dâir de tek bir emâre yok. Bunlar da bir performans sonuçta. Bunlar da tıpkı “Erdoğan mağdur olur” gibi bir performans. Bütün bunları niye yaptılar? Kocaman kocaman adamlar ve kadın, bu kadar yıldır siyâset yapıyorlar, Türkiye’yi hepimizden daha iyi biliyorlar. Dolayısıyla bütün bunları amaçsız yapmış olamazlar. Bence tam da “Ahâli siyasete yabancılaşsın ve başka çâresi kalmadığı için tıpış tıpış oy versin” diye yaptılar. Dolayısıyla kendilerinden beklenti, “Bir arada dursunlar, bir de bir aday çıkarsınlar. Biz de kahrederek de olsa oy verelim” hâline indirgenmiş bir şey var şu anda. Muhâlefet seçmeniyle aralarındaki ilişki bu. Bir de, her fırsatta muhâlefet seçmenini dövdüler. Öyle bir taraf da var. Her fırsatta, yalnızca kendileri muhâlefet seçmenine, “Dur, sus, şimdi yapma, sokağa çıkma, bunu söyleme, onu yapma, onu tartışmaya açma”  demekle kalmadılar, bir de adaylık tartışmasında olduğu gibi, muhâlefet seçmeninin kendi arasında hizipleşeceği koşullar da yarattılar. Dolayısıyla beklentiler en aza indi. 

Ben aynı kanaatteyim: Bir toplansınlar, açıklasınlar metinlerini, bir de başkan adayı açıklasınlar da artık seçmen hiç değilse kendi kampanyasını yapsın. Çünkü anladığım kadarıyla, onların seçmenden beklentisi, güle oynaya, neşeyle gidip bu seçimi kazanmak değil, koşulları zorlayarak ucu ucuna kazanmanın kendilerine yettiği bir durum öneriyorlar bize. Elimizde şimdilik bu var. Bakalım ne sürprizler yapacaklar. Açıkçası, Altılı Masa’ya bakıp, “Aa, yapabiliyorlarmış bunu” diye şaşırmayı çok istiyorum. O zaman daha bile uzun konuşurum. 

Ruşen Çakır: Burak, sen Millet İttifakçısın daha çok, Altılı Masa’ya rezervlerin var. Yarınki toplantıdan sen ne bekliyorsun?

Burak Bilgehan Özpek: Evet, gerçekten çok konuştuk bu konuyu. Altılı Masa kendi başına bir uzmanlık alanı olsa, bizim bu programı her hafta derste gösterirler; o kadar çok konuştuk yani. Ama şu açıdan önemli tabiî. Bu otoriter yönetimden kurtulmak için ittifak kurma pratiği açısından çok önemli bir vaka ve dünyada bir ilk aslında. Türkiye’de “dünyada bir ilk” denince de bir albenisi oluyor. Ama hakîkaten bu iyi bir şey değil. Çünkü geride bıraktığımız bir sene boyunca…

Kemal Can: Başkanlık sistemi de dünyada tek zâten. Ama iyi bir şey değil. 

Burak Bilgehan Özpek: Evet, dünyada bir ilk. Altılı Masa da dünyada bir ilk zâten. Bir albenisi varmış gibi gözüküyor, ama aslında çok sorunlu bir şey. Çünkü bir kere dünyadaki diğer tecrübeleri göz ardı ediyor ve Türkiye toplumuna, Türk siyâsetine çok istisnâî bir durum atfediyor. O açıdan şöyle yaklaşmak lâzım: Geride bıraktığımız bir sene içerisinde, hâlihazırda seçim kazanıldıktan sonra neler yapılacağı tartışıldı. Ben halkımızın Altılı Masa’nın ne olduğunu çok iyi idrak edemediği kanaatindeyim. Birçok insan Tayyip Erdoğan yönetiminden bunaldı ve bir ittifak karşısına aday getirsin ve oy versin istiyor ve oyları korunsun istiyor. Yani bunun ötesinde bir Altılı Masa tasavvuru yok insanlarda. Halbuki Altılı Masa çok iddialı bir iş yapıyor. Seçimler hâlihazırda kazanılmışçasına, seçim sonrası yapacağı her şeyi, geride bıraktığımız bir sene içerisinde tartıştı. Seçimleri nasıl kazanacağı hâriç. Biz aslında siyâsî bir ittifakı yarın tartışmaya başlayacağız. Ortada kurulmuş bir siyâsî ittifak yok. Ortada, seçimler kazanıldıktan sonra kabinenin nasıl olacağı, hükûmet programının ne olacağı, anayasa değişikliğinin hangi taslak metin üzerinden ilerleyeceği gibi konular var. Fakat sandık güvenliği yok. Ortak aday listeleri, başkan adayı kampanya stratejisi netleşmiş durumda değil.  

Halbuki yerel seçim örneği bize, seçimi kazanma süreci, seçim öncesi kurulacak ittifakların, siyâsî arayışların, titiz çalışılmış kampanya stratejilerinin ve sandık güvenliğinin ne kadar önemli olduğunu göstermişti. Eğer yerel seçimlerden bir ders çıkartacaksak, bu dört dersi çıkartmalıydık. Fakat biz bu dört dersi çok hızlı bir şekilde ihmal ettik. Çünkü ana varsayım çok hatâlı: “Seçimler hâlihazırda kazanıldı. Kazanılmış bir seçim var” varsayımı. Meselâ dün Tuncay Özkan’ı dinlerken irkildim. Bilmiyorum siz ne hissettiniz, ama Tayyip Bey’in oyunun %26 olduğunu söyledi. Tayyip Erdoğan’ın oyununun %26 olduğuna inanıyorsanız, hakîkaten seçimleri kazanmak için çok çaba sarf etmenize gerek yok. Seçimleri kazanmak için iddialı bir aday göstermenize de gerek yok. Sandık güvenliğini de öyle ciddîye alıp çok fazla yatırım yapmanıza da gerek yok. Yani 24 puanlık çalamazlar. Hattâ kendisine, “AKP oyu mu?” diye soruluyor. “Tayyip Bey’in oyu” diyor. AKP+ MHP oyu %26. Buna inanarak bir strateji uyguluyorsanız, tabiî ki Altılı Masa gibi, bir sene boyunca seçim sonrasında ne yapacağınızı, iktidârı nasıl paylaşacağınızı tartışırsınız. Bu çok iddialı bir proje.

Muhâlifler Ahmet Davutoğlu’nun sözlerine kızıyor, ama ben hakîkaten anlamıyorum. Kızacağınız aktör Ahmet Davutoğlu değil; Altılı Masa tam olarak böyle bir proje ve Ahmet Davutoğlu, partisinin oy oranının küçüklüğüyle filan ilgilenmiyor. Onun dünyasında Altılı Masa’nın oyu var. Gelecek Partisi Altılı Masa’nın eşit paydaşı olduğu için, o oyun da eşit ortağı. Yani Ahmet Davutoğlu, “Benim 0,2 oyum var, o yüzden konuşmayayım” demiyor. “Biz bir arada durduğumuz için bu seçimi kazanacağız ve birliktelik çok önemli olduğu için, her aktör eşit olarak masada yer alıyor. Benim de eşit söz hakkım olmalı; o oyda benim de payım var. CHP’nin, İYİ Parti’nin ne kadar payı varsa, benim de o kadar payım var” diyor. Davutoğlu’na gelen tepki çok haklı bir tepki bence. Davutoğlu’nun açıklamaları siyâsetin rûhuna, doğasına çok aykırı açıklamalar. Fakat Altılı Masa bu. Ahmet Davutoğlu’na kızmaya gerek yok; çünkü Altılı Masa’nın murâdı bu. O yüzden, meselâ o murat, siyâsetin gerçekleriyle bir yerde çakışacak. Şu anda o aşamaya geldik. 

Meselâ ortak aday listelerinde küçük partilere verilecek kontenjanlarla ilgili birçok rakam konuşuluyor. Dün Cumhuriyet gazetesinde 25 kontenjan verileceği haberi çıktı. Kimisi 50 diyor. Kimisi, 25 vekilin sâdece Saadet Partisi’ne verileceğini söylüyor. Bunun gibi bir sürü dedikodu dolaşıyor ortalıkta. Ama bir noktada, bu küçük partilerin Meclis’te temsil edilmesi gerekecek, yani yürütme erki üzerinde bu kadar iddialı olmak istiyorlarsa, anayasa değişikliğinde bir söz hakları olmasını istiyorlarsa, bu partilerin bir şekilde Meclis’te olması gerekir. Peki, nasıl Meclis’e girecekler? İşte, bir partinin listesinden girecekler. Peki, partilerde siyâset yapan profesyonel siyâsetçiler, siyâsî kariyer peşinde koşanlar, bu işe para, enerji, emek harcayanlar nasıl sâkinleştirilecek? Muhtemelen Kemal Bey’in adaylığı durumunda, başkan olduğu durumda, binlerce bürokratik pozisyon açılacak, kamu kaynakları Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı’nın eline geçecek, “Herkesi bir şekilde sâkinleştireceğiz” gibi bir strateji ortaya çıkıyor. Yani “Biz küçük partilere 25-30 milletvekili vereceğiz, ama bunun karşılığında genel başkanımızın adaylığını alacağız ve genel başkanımız, zâten kazanılmış bir seçim olduğu için, aday olarak girip kazanacak. Biz de partililer olarak âbat olacağız”. Böyle bir çıkar mekanizması. Bu çok iknâ edici değil. Çünkü Kemal Bey’in inanarak çıktığı yoldaki o varsayım, hakîkaten çok derinden sarsılıyor. Seçimin henüz kazanılmadığını, Kemal Bey’in adaylığı durumunda kazanmanın zor olduğu, en azından kesin olmadığı, dolayısıyla insanlara vaat edilen sâkinleşme reçetesinin ihtimallerden bir tânesi olduğunu da hesâba katmamız lâzım. “İktidar bize gelecek.” Ama gelmeyebilir de. Siz o 25-30 milletvekilliğinden olursunuz, iktidar da size gelmezse, hayâtınızdan 5 sene daha kaybedersiniz. Bu, siyâsetin gerçeği aslında. 

Ali Babacan, “Biz başkan adayını papalık seçimi gibi yapacağız” diyor. Daha önce de konuştuk bunu: Papalık zâten kazanılmış bir şey. Papa, tekrar Papa olabilmek için bir seçime girmiyor, konseyden çıkıyor ve Papa oluyor. Zaten Papalık diye bir şey var. Konseyden çıkan Papa’nın Papa olamama ihtimâli yok. Ama Altılı Masa’dan çıkan başkan adayının başkan olamama ihtimâli var. Dolayısıyla o sâkinleştirme stratejileri çok işe yaramayabilir.

İkincisi, zâten sâkinleştirmek için iktidârın gücünü tabana gösterme meselesi başlı başına sorunlu bir şey. Bu, şu demek: Altılı Masa Kabine konusunda istediği öneriyi yapsın, program konusunda istediği öneriyi yapsın, bunların anayasal olarak hiçbir hükmü yok; bunu kabul etmemiz lâzım. Yani yeni seçilen başkan, “Aferin arkadaşlar, çok güzel çalışmışsınız. Okudum not ettim, görüşürüz” diyebilir. Yani bunu söylemesinin önünde hiçbir engel yok. Hiçbir bağlayıcılığı yok. Altılı Masa anayasal bir statü değil. Olamaz da. Bir de, orada şöyle bir hesap da dönüyor: Başkanlığı bir şekilde aldıktan sonra, zâten cennetin kapıları açılacak. O dakikadan sonra başkan olan kişinin zâten kimseyle birlikte çalışmaya ihtiyâcı olmayacak. Bu sistem Tayyip Bey tam da böyle davransın diye tasarlandı zâten. Hiç kimseyle pazarlık yapmadan gidebilsin diye tasarlandı. O bakımdan, başkan adayının kim olacağı da aslında çok önemli bir konu. Bir partinin genel başkanı mı olacak, yoksa partiler dışı, partilerin üzerinde uzlaştığı bir kişi mi olacak? 

Geçen haftaki Adını Koyalım’da yine HDP meselesini konuşmuştuk. Ben o konudaki argümanımda ısrarcıyım: Muhâlefetteki üç sütunu, yani HDP, CHP ve İYİ Parti’yi, seçmenleriyle birlikte sandığa götüremediğiniz zaman seçim kazanamazsınız. Seçim kazanmanın formülü bu kadar basittir. Dolayısıyla Altılı Masa bu kadar büyük projelere girmişken, HDP’nin oyuyla seçimi kazanabilecekken, HDP’yi müzâkerelere dâhil etmemesinin bir mantığı yok. Altılı Masa’da bâzı küçük partiler var. Ben hayâtım boyunca, Altılı Masa’daki o partilerin üyesi olmayan, ama o partilere sempati duyan bir tâne bile insanla karşılaşmadım meselâ. Karşılaştığım X partili insanların hepsi partide siyâset yapıyordu. Manavda, pazarda, şurada burada karşılaşmadım. 

Öte taraftan, yüzde 12 oy almış HDP var. Onlar bu müzâkerenin dışına itilecekler. Ama 0,1’lik partinin genel başkanı cumhurbaşkanı yardımcısı olacak. Bu olmaz. Şu da olmaz: “Efendim, İYİ Parti niye HDP ile bir araya gelmiyor?” Bu böyle bir şey değil ki. İYİ Parti yönetimi HDP ile bir araya gelsin ve Altılı Masa’ya dâhil etsinler, “Berâber kabine kuracağız” desinler. Bakalım İYİ Parti tabanı bu projeye nasıl bir cevap verecek? Siyâsal sistemin selâmeti açısından, İYİ Parti’nin HDP ile doğru ilişki kurması çok önemli. Ama Kabine müzâkeresinde bulunmak bambaşka bir şey. Siyâseti bu zihniyetle okuduğunuz zaman paramparça bir tablo ortaya çıkıyor. O zaman da seçimleri kazanma ihtimâli biraz inkıtâya uğruyor. 

Biz bir senenin ardından ilk defâ, ortak aday listesi, başkan adayı ve seçim stratejisi üzerine ciddî bir şeyler konuşulduğuna tanık olacağız. Peki, biz bunları nasıl bir atmosferde konuşuyoruz? Bunu da söyleyip bitireyim: Sürekli olarak kulis bilgisi yayan, “Her şey tamam. Aday belli, karar net. Hiçbir sorun yok. Altılı Masa yan yana, can cana, omuz omuza bütün problemlerini çözüyor” diye ortalığı kaynatan –tâbirimi hoş görün, hiç kullanmak istemiyorum ama, biraz da “goygoyculuk” yapan– adamlar bir atmosfer yaratıyor. Yani şu meseleleri ciddî konuşmak yerine, sürekli olarak böyle bir birlik beraberlik havası ve bu ciddiyeti hatırlatan insanlara da “Muhâlefete muhâlefet mi yapıyorsun?” gibi bir yaklaşımla davranan bir psikoloji var şu anda. Böyle bir yere ulaşamayız. Çünkü muhâlefete, “Niçin beni mutlu etmiyorsun, niçin benimle aynı ahlâkî çerçevede değilsin?” diye muhâlefet etmek başka bir şeydir, “Seçim kazanma sürecinde hangi projelerle, hangi stratejiyle ortaya çıkıyorsunuz ve sizin kurduğunuz mekanizmanın temel ayakları rasyonel olarak sorunlu” demek başka bir şeydir. Kimin muhâlefete muhâlefet ettiği, kimin iktidâra çalıştığı da, muhtemelen seçim gecesi belli olacak.

Ruşen Çakır: Bitirdik mi Burak Bey?

Burak Bilgehan Özpek: Evet, bitirdim.  

Ruşen Çakır: Zâten bir sen, bir de Berk Esen, beni çok zor durumda bırakıyorsunuz. 

Burak Bilgehan Özpek: Evet, gördüm yazdığınızı. 

Ruşen Çakır: Söylediğim şaka tabiî. Geçen gün bir yayında böyle bir şey oldu, orada da cevâbını verdim. Biz çoğulcu bir platform olarak sözü olan herkese çoğulcu bir şekilde imkân sağlıyoruz. Bunu bir kere daha söyleyeyim. Kim ne derse desin bildiğimizden şaşmıyoruz. 

Arkadaşlar, haftaya Altılı Masa’nın yaptığı faaliyetleri konuşacağız. Kara haber erken gelirmiş, bir hafta önceden söylemiş olayım. Ben Pazartesi günü Ankara’da olacağım zâten. Altılı Masa’nın açıklamasını yerinde izleyeceğim. Muhtemelen Şubat ortası gibi aday da açıklanacakmış. Nasip olursa oraya da gideriz herhalde. “Adını Koyalım”ı burada noktalıyoruz. Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’a çok teşekkürler. İzleyicilerimize de teşekkürler. Haftaya görüşmek üzere, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.