AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Demokrat Parti’nin 1950’de iktidara geldiği seçimlere atıfta bulunarak seçimler için 14 Mayıs’ı işaret etti, “Milletimiz 73 yıl sonra aynı gün yanıtını verecek, Altılı Masa’ya ‘Yeter’ diyecek” dedi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın seçimler için bu tarihi işaret etmesi ne anlama geliyor? Ortak cumhurbaşkanı adaylarını seçim tarihi belli olduğunda açıklayacaklarını bildiren Altılı Masa, adayını ne zaman açıklayacak? CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu adaylıkta ısrarcı mı? İYİ Parti lideri Meral Akşener, Kılıçdaroğlu’nun adaylığını kabul etmezse ne olur? Adaylık tartışmasında İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu devre dışı mı kaldı?
Adını Koyalım’da Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Kemal Can ve Burak Bilgehan Özpek değerlendiriyor.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Adını Koyalım”la karşınızdayız. Yine bu hafta Burak Bilgehan Özpek, Ayşe Çavdar ve Kemal Can’la bir konuyu enine boyuna tartışacağız. Arkadaşlar, merhaba.
Can-Özpek-Çavdar: Merhaba.
Ruşen Çakır: Başlık için, Kılıçdaroğlu’nun adaylığı ve Akşener’in buna râzı olup olmadığı ve buradan neyin çıkabileceği konusunu saptamıştık; ama bugün önemli bir gelişme oldu: Cumhurbaşkanı Erdoğan, grup toplantısında seçim târihi olarak 14 Mayıs’ı işâret etti. “İşâret etti” diyorum, çünkü onun bunu telaffuz etmesi, olacağı anlamına gelmiyor. İş hukukî olarak biraz karışık. Olayın hukukî kısmı hakkında da görüşleriniz olabilir. Açıkçası ben pek bilmiyorum, ama olayın siyâsî yönü de çok mânîdar. İlk turda bununla bir başlayalım istiyorum. Daha sonra ise, seçim târihi de netleşiyor olduğuna göre, Altılı Masa da herhalde verdiği sözü tutup birkaç gün içerisinde adayını açıklayacak diyelim ve Kılıçdaroğlu’nun adaylığı meselesini konuşalım.
Burak, seninle başlayalım. 14 Mayıs çok sembolik bir târih. Yeni kuşaklar için ne anlama geldiği meçhul, ama belli bir niyet var. Cumhurbaşkanı’nın telaffuz ettiği bu târihte Demokrat Parti göndermesi var. Ama iktidarın karşısında, Altılı Masa’da da Demokrat Parti var. Ne dersin? 14 Mayıs sana neler düşündürüyor?
Burak Bilgehan Özpek: Açıkçası hiçbir şey düşündürmüyor. Hukukî bir mülâhazam da yok. Bu işin hukukî boyutuna hâkim değilim, ama tecrübeli bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak, seçimlerin Tayyip Bey’in istediği târihte yapılacağı kanaatindeyim. Bu târih ayarlaması birçok sebepten olmuş olabilir. İktisâdî olarak hükûmet mevcut sistemi devam ettirmekte çok zorlanıyor. Çünkü tam anlamıyla bir seçim ekonomisi izliyorlar. Bunu uzun süre devam ettirmek oldukça güç. O yüzden seçimlerin erken yapılması, aslında bir şekilde AKP’nin çok fazla mâliyet ödemeden kendisini bir sonraki döneme atması için önemli bir fırsat olabilir. Çünkü Adalet ve Kalkınma Partisi hakîkaten birçok toplum kesimine boncuk dağıtarak ilerliyor. Bunu söylemek lâzım. Böyle bir sebebi olabilir.
2018’e baktığımız zaman, Afrin Operasyonu sonrası oluşan coşkuyu biraz sandığa yansıtmayı amaçlamışlardı. Bir de, Türk ekonomisi iki çeyrek üst üste %7,4 büyümüştü. KGF’ler (Kredi Garanti Fonu) çok etkili olmuştu. Yani oradaki seçim aslında hem maddî olarak AK Parti’nin kendi tabanını ve toplumun bâzı kesimlerini tatmin ettiği, hem de milliyetçi duyguları okşayarak onları bir şekilde mobilize edebildiği bir seçimdi. Ama burada böyle bir sınır ötesi operasyonla coşmuş bir milliyetçiliğe tanık olmuyoruz. Daha doğrusu henüz olmadık.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
İkincisi de, ekonomik şartlar bir önceki seçimle aynı değil. Fakat buna rağmen, Erdoğan krizi yönetmeyi iyi başarıyor, onu söylemek lâzım. İyi başarıyor derken, krizi önleyemiyor fakat krizin hangi toplum kesimi tarafından daha fazla hissedilmesi, hangisi tarafından daha az hissedilmesi gerektiğine karar verici noktada. Meselâ son asgarî ücret zammına baktığınız zaman, aslında Anadolu’nun bir taşra şehrinde yaşayan asgarî ücretlinin bu durumdan çok memnun olduğunu görürken, büyük şehirlerde yaşayan, dolayısıyla mâliyetleri fazla olan asgarî ücretli çalışanların sıkıntı çekmeye devam ettiğini görüyoruz. Ama Erdoğan için oy alabildiği kesimin mutluluğu ve sadâkati önemli. O yüzden o kaya gibi duran %30’un altına pek inemedi. Yani muhâlefet AKP’yi %30’un altına çekemedi. Hattâ son zamanlarda yapılan anketler, ciddî bir yükselişe işâret ediyor. Böylece Adalet ve Kalkınma Partisi, aslında kendisini seçime hazır hissediyor. Çünkü EYT meselesini bir şekilde geçirdi. Bu 3 milyon kişiyi ilgilendiriyor. Âileleriyle berâber yaklaşık 9-10 milyon kişinin hayâtına etki eden bir karar oldu bu. Asgarî ücret zammı, sözleşmeli personelin kadroya alınması, memurlara ve emeklilere yapılacak zam, emeklilere muhtemelen Ramazan Bayramı’nda verilecek ikramiyeler, bu ikramiyelerin tatmin edici olması, bu tip seçim dönemi popülizmiyle başarı kazanmayı umuyor.
Fakat en büyük etken, açıkçası muhâlefetin bir birliktelik sergileyememesi. Yani çok fazla birliktelik, bir aradalık, çoğulculuk, çeşitlilik vurgusu duyduğumuz bir atmosferdeyiz. Bunların çoğunun altı boş ve insanlar karanlıkta gözlerini kırpıp ıslık çalarmış gibi bir psikolojiyle hareket ediyorlar. Ama muhâlefet kendi meselelerini maalesef konuşmuyor. Biz bu programda aşağı yukarı bir senedir muhâlefeti konuşuyoruz. Doğru ya da yanlış olabilir, ama en azından teknik bir açıdan konuşmaya çalışıyoruz. Ama ister muhâlefet olsun ister iktidar kanalları olsun, daha geleneksel medyaya baktığımız zaman, hakîkaten hiçbir şey konuşmadan vakit geçiren yorumcular görüyorsunuz. Muhâlefet hiçbir meselesini konuşmadı, teknik açıdan ele almadı. Teknik açıdan ele almadığı için sloganlar üzerinden ilerleyen bir süreç var. Ama bu süreç muhâlefetin kendi içindeki krizleri yok etmiyor tabiî ki. Bugün Altılı Masa’nın bir adayı yok. Altılı Masa, seçimden sonra yapacağı şeyler üzerine çok fazla odaklanmış durumda. Neredeyse seçimden sonra atılacak her adıma karar verilmeye çalışılıyor. Geçtiğimiz bir senede, hâlihazırda kazanılmış bir seçim sonrası nasıl bir kabine kurulacağı, nasıl bir hükûmet programı uygulanacağı gibi, aslında seçilecek başkanın bir saniyede reddedebileceği ve kimsenin de ona mâni olamayacağı bir süreç işledi. Buna rağmen seçimin nasıl kazanılacağına dâir toplumu tatmin eden hiçbir açıklama yok.
Daha önce de konuşmuştuk. Meselâ ortak aday listeleri, başkan adayının kim olacağı, sandık güvenliği gibi doğrudan seçimi etkileyecek konularda hiçbir somutlaşma göremedik ve somutlaştıkça da bu Masa zâten ayrışıyor. Yani yasal sorumluluğu olmayan, seçilecek başkan adayının reddetmesinde hiçbir mâni olmayan, yasal hiçbir bağlayıcılığı olmayan metinler ve demokratik bir gelecek inşâsı konusunda saatlerce konuşup uzlaşabilirsiniz. Burada bir sıkıntı yok. Ama siyâset dediğimiz mesele, aslında çok somut bir şey. Kazananları var, kaybedenleri var; harcanan bir emek, enerji, zaman ve para var. Dolayısıyla aktörler kaçınılmaz olarak kazançlarını maksimize etmek isterler. Fakat Altılı Masa müdâfîleri bizden bu 6 lidere evliyâ imiş gibi muamele etmemizi bekliyor. Bunlar bütün riskleri göze almış, ellerinin tersiyle dünya nimetlerini itmiş ve bir şekilde Türkiye’nin geleceğini kurtarmak için kellelerini ortaya koymuş liderler gibi lanse ediliyor. Tabiî ki böyle bir şey yok. Hiçbirimiz çocuk değiliz ve masallarla siyâset yorumlanmaz. Yarı romantik, yarı çocuksu, yarı rasyonel argümanlarla siyâset yorumlanmaz. Hâlen daha siyâsî aktörler var. Bunlar bir seçim kazanmaya çalışıyorlar ve seçimi de güç maksimizasyonu yaparak kazanmaya çalışıyorlar. Fakat buna dâir somut hiçbir şey maalesef konuşulmadı. Bunu söylüyoruz, bunu söyleyince de kızıyorlar. Niçin kızdıklarını anlamıyorum, ama bir somutluk yok. Somutlukta ne zaman buluşuruz? Ortak aday listeleri ortaya çıktığı zaman partilerin kontenjanlarını göreceğiz. Orada bir netliğe ulaşabiliriz. Meselâ düşük oy oranlarıyla kontenjan talep eden partiler olduğunu duyuyoruz. Aslında onlar bu taleplerini de kendilerinin çok istisnâî bir kimlik grubunu temsil ettikleri ve çoğulculuğu sembolize ettikleri için talep ettiklerini söylüyorlar. Yani aslında bir kontenjandan değil, bir kotadan bahsediyoruz. Yani bir oy bile alsa belli sayıda milletvekilliğinin kendisine verilmesi gerektiğini, bunun da çoğulculuk adına normal olduğunu söyleyen bir anlayış var burada. Meselâ orada bir kıyâmet kopacak. Çünkü partiler için çalışan insanlar, profesyonel siyâsetçiler var, onların bir siyâsî kariyer hesâbı var ve yıllardır çalışmalarına rağmen hiç tanımadıkları insanlar listelerde kendi önlerinde yer alabilirler. Bu bir kriz. Bunu nasıl aşacaklarını gerçekten bilmiyorum, merak ediyorum. Sıkı pazarlıkların ve müzâkerelerin olacağını düşünüyorum.
Başkan adayı meselesi tamâmen bir kriz meselesi. Çünkü anlatıldığı gibi, yeni seçilecek başkan ha Ali olmuş ha Veli olmuş gibi bir mesele değil. Bana sorarsanız, başkan, bildiğimiz anayasal yetkilerini kullanacak. Kullanması hesaplanıyor. Çok büyük bir güç. Dolayısıyla başkanın kim olacağı tabiî ki önemli, elbette önemli. Bunu göz ardı edemeyiz. Bununla birlikte, muhâlefetin bir kabine oluşturmak gayreti var; bu kabine de maalesef kapsayıcı olamıyor. Yani Altılı Masa o kadar iddialı bir projeyle ortaya çıkıyor ki, dışarıda bıraktığı aktörlerin tepkisine sebep oluyor. Geçtiğimiz hafta Medyascope’taki yazımda da yazdım: HDP’nin Altılı Masa’yla müzâkere etme isteği son derece normal bir istek. Çünkü HDP anayasa yapım sürecinden dışlandı. Yani anayasa yapım sürecinde bunun dayanıklı olabilmesi için olabildiğince çok aktör kabul etmeniz lâzım; ama olmadı.
Bunu da geçtim, Altılı Masa, kendisini Kabine veya ülkeyi yöneten bir İcrâ Kurulu olarak kabul ediyor. Hattâ gerek Davutoğlu gerek Babacan gerek Karamollaoğlu, başkanın alacağı kararlarda müdâhil olma taleplerini dile getirdiler. Şimdi böyle baktığımız zaman, bunların hepsinin mümkün olabilmesi için HDP’nin oy vermesi lâzım. Ama HDP müzâkerelerin bir parçası değil. Altılı Masa o kadar iddialı bir projeyle ortaya çıkıyor ki, bu iddia, berâberinde dışlanmışları da getiriyor. O yüzden HDP’nin ayrı aday çıkarma kararı, muhâlefet açısından olumsuz bir durum; çünkü bütün bu aktörleri, sosyal medyada gördüğümüz fanatikleri ve partizanları bir tarafa bırakırsak, muhâlefet dediğimiz, aslında 3 sütun: Yani Cumhuriyet Halk Partisi, Halkların Demokratik Partisi ve İYİ Parti. Bu üç sütunu bir araya getirip seçmenlerini de sandığa götürebilen her proje seçimi kazanır. Yani bunu hepimiz biliyoruz. Ama maalesef mevcut Altılı Masa projesi kapsayıcı olmaktan ziyâde, daha dışlayıcı. HDP’yi dışarıda bıraktı. Muhtemelen başkan adayı konusunda da Kılıçdaroğlu ısrârı devam ederse, İYİ Parti’nin dışarıda kalması gibi bir durum söz konusu olacak. Yani Altılı Masa birleştirmekten daha çok, ayrıştıran bir proje hâline geldi. O yüzden muhâlefetin yaşadığı bunalım, hükûmet tarafından da görülüyor. Hattâ bunu çok net ifâdelerle eleştiriyorlar. Tayyip Bey sağ geleneksel seçmeni iyi tanır. Onun yaptığı sağ geleneksel seçmen analiziyle, Ahmet Davutoğlu’nun, Ali Babacan’ın veya bu insanlar etrafındaki entelektüellerin yaptığı muhâfazakâr seçmen analizi birbirinden çok farklı, çok bağımsız. Tayyip Bey “düzen ve istikrar” arayışına karşılık vermeye çalışıyor ve bu şekilde oy almaya çalışıyor. Geçmişte birbirinden farklı yüzlerce şey savunmasına rağmen arkasında bir kalabalık bulmasının sebebi de bu. Erdoğan, aynı sene içerisinde çözüm sürecine ve terörle mücâdeleye destek bulabilen bir lider ve bu desteği veren insanların ideolojik bir takıntısı olmadığını gösteriyor. Güç, düzen ve istikrar ihtiyâcının daha önemli olduğunu gösteriyor.
Öte taraftan, muhâfazakâr muhâliflerin okuması çok daha farklı. Onlar, muhâfazakârların yeni sistem içerisinde rahat edebilmeleri için bâzı imtiyazlara, bazı korumalara ihtiyâcı olduğunu, bunun da ancak Altılı Masa sâyesinde mümkün olduğunu söylüyorlar. Bu da berâberinde dağılmış bir görüntü veriyor ve muhâfazakâr, geleneksel seçmen dediğimiz seçmen grubunu itiyor. Ben burada seçimi kazanabilmek için Tayyip Erdoğan’ın seçmen okumasının doğru olduğunu, buna da aynı şekilde karşılık verilmesi gerektiğini savunanlardanım. O yüzden seçim târihi yaklaştıkça, aslında muhâlefet açısından çok da olumlu bir tablo yok. Tayyip Bey’in ülkeyi çok kötü yönettiği, ekonomiyi batırdığı, devlet kurumlarını beceriksiz partizanlara emânet ettiği aşikâr. Buna rağmen, onun karşısına bir alternatif yönetim projesi koyulmadıkça, bu sistem bu şekilde devam edecek. Dağılmış bir görüntü çizmemek gerekiyor. Muhâlefet maalesef şu âna kadar bunda pek başarılı olamadı. Seçimi kazanmaya dâir somut hiçbir projeyi ben şahsen duymadım.
Ruşen Çakır: Evet, Burak. Teşekkürler. Kemal, seninle devam edelim. 14 Mayıs’ın sembolik anlamlarına sen bir anlam yüklüyor musun? Karârın hukukî yönüyle ilgili söyleyeceğin şeyler de olabilir. Ama burada meselâ Meral Akşener hemen, “Mayıslar bizimdir” dedi, veri olarak kabul etti, meydan okudu. DEVA Partisi’nden birtakım isimlerin de aynı şekilde, “Hoş geldin 14 Mayıs” dediklerini gördük. Demokrat Parti, Gültekin Uysal, zâten “14 Mayıs bizim târihimiz” dedi. Ne diyorsun?
Kemal Can: Bu sembolik târihlere çok anlamlar yükleniyor ama, ben seçmende bu yüklenen anlamlar kadar karşılıkları olduğu kanaatinde değilim. Hiçbir zaman böyle şeyler olmaz. Yani seçmenin 13 Mayıs’ta vereceği oyla, 14 veya 15 Mayıs’ta vereceği oy arasında, o seçim tarihinin kendisi hakkında bir kanaat oluşturmaz; seçmen, tercihlerini buradan kurmaz. Semboller önemlidir. Semboller bunu dile ve propagandaya çeviren siyâsî aktörlerin kullanımı için bir anlam ifâde eder. O târihi öyle belirlediğiniz için ne seçmenin desteği değişir ne seçmenin motivasyonu artar. Senin soruyu sorarken verdiğin örnekte olduğu gibi, 14 Mayıs’ın iktidar tarafından sembolik bir anlamla kullanacağı varsayımıyla, 14 Mayıs’a birdenbire bir şey yüklemek gerektiği ihtiyâcıyla, bütün muhâlefet partileri de 14 Mayıs hakkında bir şeyler söylediler. Meselâ Demokratik Parti, CHP’nin yenilgiye uğratıldığı bir târih olması hasebiyle kendisi için sâhiplenecek bir şey olduğunu söylüyor. Genel sağ siyâset açısından, CHP karşısında kazanılmış zaferin târihi olarak bir anlamı var. Dolayısıyla aslında 14 Mayıs’ı kendi seçmenini motive etmek için değil, muhâlefet partilerinin kendi aralarındaki problemleri de yeniden semboller üzerinden kışkırtmaya yarar biçimde kullanmış olduğunu düşünüyorum. Bunun için yaptı demiyorum. Çok açık bir şey var: Yeni yasa ile girmek istedikleri için, 6 Nisan’dan önce olamayacaktı. Zâten seçimin kendi târihi 18 Haziran. İkisinin ortasında bir târih bu. Aslında ne erken seçim, ne zor koşullardan kaçarak seçime kendini atmaya çalışması olarak açıklanabilecek kadar erkene gelmiş bir seçim. Bunların hiçbiri değil.
Hukukî kısmında çok tartışmalı şeyler var ve fazla teknik bir konu. Olayın iki tarafı var: Bir, hukukî yorum açısından da aslında herkesin uzlaştığı, ama iktidârın, Yargı, Yüksek Seçim Kurulu gibi organları kontrol imkânı açısından dediğini yaptırma yeteneği olduğunu biliyoruz. Tıpkı İstanbul seçimlerinde aynı sandıktaki bir oyu iptal ettirip, diğerini yeniden seçime götürmesi gibi. Dolayısıyla îtiraz mercii de olmayan bir organ olarak Yüksek Seçim Kurulu, “Tamam, Erdoğan yeniden aday olabilir” derse, muhâlefetin bunun karşısında yapabileceği bir şey yok. Ayrıca, bunu engelleyecek kuvvetli bir zemin, bir muhâlefet bloku da yaratmadılar. Yani bunu iktidârın mağdûriyet imkânı olarak kullanacağı varsayımıyla fazla da köpürtmediler. Bunun üstüne çok gittiler. Çeşitli biçimlerde söylüyorlar. “Erdoğan yeniden aday olamaz” lâfını kullanıyorlar. Ama bunu hakîkaten bir siyâsî kampanyaya dönüştürmediler. Çünkü “Bu, Erdoğan’ın işine yarar” diye düşündüler. Bu saatten sonra aday olup mevcut îtirazlara karşı Yüksek Seçim Kurulu’nun da “Olur” demesi karşısında, böyle bir kampanyayı örgütlemelerini çok gerçekçi bulmuyorum. Tek umut, Yüksek Seçim Kurulu’ndan başka türlü bir karar çıkması. Dolayısıyla, bütün hukukî süreçlerde olduğu gibi, o teknik tartışmayı ve yorumları bir kenara bırakmak zorundayız. Çünkü süreçler hukukî değil. Verilecek siyâsî karâra ve yargı organlarının bu kararlara uyumuna bağlı bir şey. Dolayısıyla orada teknik mülâhazaların da bir önemi yok.
Ama 14 Mayıs hâdisesi, târih olarak ortaya konduğu için birkaç şeyi netleştirmiş durumda. Birincisi, artık en iyi ihtimalle seçime 4 ay gibi bir süre var. İkincisi, bu seçime yeni yasanın koşulları ile gidilecek. Yani iktidar kendi tercihleri açısından böyle bir listeyi koymuş durumda. Seçime yeni yasanın koşullarına göre gidilecek ve muhtemelen 4 ay içerisinde, yaklaşık olarak bir ay sonra da karârı alınacak bir sürece girmiş durumdayız. Bu netleşmiş görünüyor. Bahçeli’nin de daha önce söylediği, “Mayıs’ta bitirelim” sözleri bunu işâret ediyordu. Ben, bu tabloda, bu erken seçim karârının bir sürü seçim mühendisliği meselesiyle ilişki kurarak tespit edildiğini düşünüyorum. Ramazan’dı, daha sonra Hac mevsimiydi, okulların sınav takvimiydi, muhâlefetin hazırlıksızlığıydı gibi bir sürü faktörü değerlendirip, masaya yatırıp, bir ölçme-değerlendirme sonucunda böyle bir târih çıkarttıklarını, denk geldiği için de, bir hafta öncesinden ya da bir hafta sonrasından değil de, sembolik olarak da kullanıma uygun, üstelik herkesin, özel önemi varmış gibi davranacağı, muhâlefetin bile öyle davranmaya kalkacağı bir târihi koydular. Zaten koyar koymaz da bunu kullandılar. Çünkü iktidar, aday kim olursa olsun, seçimi CHP’ye karşı bir seçim biçimine dönüştürecek; bu çok açık. Dolayısıyla 14 Mayıs’a böyle bir anlam yükleyecek. Ve muhâlefet içerisinde de 14 Mayıs’a özel bir anlam yüklenmesi, muhâfazakâr seçmenin kodlarında CHP karşıtlığı üzerinden kurulan her türlü söylemde uygun bir malzeme sağlar — slogan bazında sağlar, târih hatırlatması bazında sağlar, CHP zihniyeti bağlamında sağlar. Böyle bir işe yarayacağını düşünüyorum.
Gelelim öbür tarafına; yani “İktidar çok zorlanmakta, bu yüzden erken seçime kaçtı” meselesine: Erken seçim iddiaları her gündeme geldiğinde biraz ihtiyatla yaklaşıyordum ve çok gerçekçi bulmuyordum; çünkü aslında ekonomik kriz başladığında bile, “Ekonomik kriz başladı; bu kriz yıkıcı etkilerini göstermeden ben hemen seçime kaçayım” yerine, bu krizi değil ama krizin sonuçlarını kendisi açısından kontrol edip, kısmî biçimde kontrol edebildiğini gösterdikten sonra seçime gitmek isteyeceğini düşünüyordum. Bunu yazdım da söyledim de. Hattâ bu, belki bizim oturumlarımızda da tartıştığımız konulardan biriydi. Hattâ herkesin alay ettiği ve iktidârın sonunu getireceği iddia edilen ekonomik kararlarını ve Erdoğan’ın acayip Nass çıkışlarını da, aslında bir politik okuma olarak, tam da bu stratejinin unsuru olarak gördüğümü söyleyen yayın yaptım ve yazı yazdım. Bence o politikleştirme, gerçekten de iktidârın sanıldığı kadar büyük bir hasar almasını engelledi. Biraz önce Burak da değindi, son anketlerde gördüğümüz gibi, ekonomik krizin yıkıcı etkisini bir noktada dengeledi ve hattâ yavaşlattı; kimi araştırmalara göre, yavaş yavaş toparlanma trendine bile sokabilmeyi becerdi — bu, işin ekonomiyle ilgili kısmı. Aslında ekonomik sorunu ya da krizi çözmedi. Kimsenin sorununu çözmedi. Sâdece kendi sorununu çözdü. Ne kadar hasar aldıysa aldı, ama kendi sorununu başka bir politik dile çevirerek, kendi üzerindeki yıkıcı etkisini durdurabildi.
İkincisi, bu beceriksizlik, yönetememe hikâyeleri. Seriyi hatırlayalım: Yolsuzluk skandalları patladı. Bir milletvekilinin adının karıştığı, bütün âilesinin karıştığı, iki-üç danışmanın işin içine girdiği, danışmanların istifâsıyla sonuçlanan çok ulu orta bir yolsuzluk hikâyesi patladı. Danışmanlar istifâ edince herkes, “Bu iş bu sefer öyle böyle değil. Çok acayip şeyler olacak, bu sefer iktidârın işi zor” denildi. Ne oldu? Olay kapandı.
Yakın dönemde Sinan Ateş olayı patladı. “Bu fenâ halde iktidarı ortasından çatlatır. Çok fenâ gerilim var. Bakın, bilgiler de sızıyor. Erdoğan da “Üstüne gidin” demiş. Emniyet’te çok fenâ bilgiler sızdırılıyor” dediler. Ne oldu? Dün îtibâriyle savcı değişti. Çok önemli sanıklardan biri gözetim şartıyla serbest bırakıldı. Savcının da doğrudan MHP’li yöneticilerle fotoğraf albümleri iki gündür sosyal medyada paylaşılıyor. Dolayısıyla şunu anlatmak istiyorum: İktidârın hem ekonomik kriz bağlamında, hem devlet kapasitesini târumar eden, bütün kurumsal yapıları bozan beceriksizlikler, skandallar hâlinde ortaya dökülen bütün yönetememe krizi, aslında kendi siyâsî problemi açısından yönetilebilir hâle geldiği bir aşamada, seçim karârını verdi. Buna karşılık, biraz önce Burak’ın da değindiği gibi, muhâlefetin henüz cevaâbını üretemediği ve çıkıp toplumun karşısına, “Bunlar beceremedi ve bunlar kötü yapıyorlar” yerine “Biz birlikte şunu yapacağız” deme hikâyesine geçemediği bir anda seçim geldi. “Gelsin, gelsin, başlayacağız” denilen seçim noktasına varılmış oldu.
14 Mayıs’ın bence önemi, herkesin “Açıklansın bakalım” dediği şeyin açıklanması hâli. Hep diyorduk ki, iktidar kendisi için en elverişli olduğunu düşündüğü anda seçimi yapmak isteyecek. Demek ki 14 Mayıs târihi, hem birtakım teknik nedenlerle hem de muhâlefet cephesinin şu andaki durumu ve iktidârın kendi alanında kontrol edebilme kapasitesi berâber değerlendirilip, “Tamam, şimdi zamânı” denmiş. Zamânı derken belirlenen târih açısından söylemiyorum. “Artık seçim şu zaman” açıklamasının yapılması anlamında söylüyorum.
Öbür tarafa baktığımızda, muhâlefet, “Seçim târihi açıklansın, biz adayımızı açıklarız. Aday en son iş, aday kolay. Onda mesele yok” diye diye bugüne geldi. “Adayın nasıl yürüyeceği ve ortak program daha önemli. Bizim ilkesel çerçeveyi koymamız çok daha önemli. Onu koyduğumuzda kimin olduğu önemli olmayacak” dendi. Şimdi görüyoruz ki bu ayın sonu için târih verildi, ama o konuda bile henüz açıklanmış bir şey yok. Değil bir adayın alıp bunu bütün kamuoyuna taşıyıp bir kampanya motifine çevirmesi, genel mutâbakat metinleri dışında bir ortak program metni, yol haritası çıkmış değil. Hattâ aday belirleme sürecinin nasıl ilerleyeceği de belirlenmiş değil. Aylardır söylediğim için tekrar etmekte bir beis görmüyorum: Bütün bunlar, aslında bir geç kalmışlık hâli. Bence iktidârın, “Artık seçimin adını koyalım ve işe başlayalım” demesinin arkasında da, bu hâlin kullanışlı olması var.
Bahçeli birkaç gün önce, Altılı Masa’ya, hattâ Altılı Masa’daki iki partiye, “Siz de buna ortak olun. Gelin, Erdoğan’ı hep berâber destekleyelim” dedi. Aslında bu şöyle bir ironiyi içeriyordu: “Kazanacak aday arıyorsanız, ben size kesin kazanacak adayı göstereyim, onun etrâfında buluşun, tamam olsun” demiş oldu. Seçimi nasıl kazanacağımız ve seçimi kazandıktan sonra ne yapacağımız çok önemli tartışmalar olabilir. Ama bu önemli tartışmaların yürünen yoldaki karşılıkları, bunun herkesle paylaşılarak Altılı Masa’dan daha büyük bir şey olması gereken muhâlefet blokunun motivasyonunu artıran değil, sürekli hızını yavaşlatan, ona patinaj yaptıran, ona fren yaptıran, onu çekiştiren bir şeye dönüşmesi. Yani kendi iddiası içerisindeki çoğulculuğu, çeşitliliği, çoksesliliği bir artıya değil, sürekli probleme dönüştürdü. Muhâlefet bloku böyle yansımasına izin verdi; bunu büyük ölçüde kendisi yaptı. Şimdi de iktidar rahatça, “Bakın işte. Biz söylemedik mi? Bunlar böyle” demeye getiriyor.
İkinci turda zâten bunu konuşacağımız için bir noktaya işâret ederek bitireyim. Burada problem, “Ya, 2019’da başarılmıştı. Bak, CHP ile İYİ Parti vardı. Onların ikisi kolay anlaşıyorlardı. Öyle bir muhâlefet bloku anlaştığında, herkes de onları zâten mecbûren destekliyordu. Bu da başarının anahtarıydı. Bu ikisinden daha fazla bir şey olunca problem buradan çıktı” tespitinin, en az muhâfazakâr seçmenle ilgili problemli bakış açısı kadar eksik olduğu kanaatindeyim. Çünkü şunu teslim edelim— ikinci turda konuşacağız: Asıl problem, tam da problemsiz olduğu iddia edilen yerden çıktı.
Ruşen Çakır: Ayşe, seninle bu faslı tamamlayalım.
Kemal Can: Burak bir şey diyor ama sesi kapalı.
Burak Bilgehan Özpek: Kemal Abi öyle bir yerde bıraktı ki, heyecanla bekliyorum.
Kemal Can: İkinci turun açılış konuşmasını yaptım.
Ruşen Çakır: Ayşe, seninle bu ilk turu noktalayalım.
Kemal Can: İkinci turun sorusu bu değil miydi?
Ruşen Çakır: Onunla çok alâkalı bir şey. Aday meselesi. Açıkçası, Erdoğan’ın bunu bugün açıklamasında, muhâlefetin hâlâ ortak aday konusunda bir uzlaşıya varamadığını görmenin de etkili olduğu kanısındayım. Bunu da bir not olarak düşeyim. Muhâlefetin bu sorunu aşmış olduğunu görseydi, bilseydi, belki başka türlü davranabilirdi. Biraz abartılı olabilir, ama muhâlefeti gafil avlamak gibi bir niyeti de olmuş olabilir. Ne dersin 14 Mayıs târihi için Ayşe?
Ayşe Çavdar: Sembolik önem konusundan o kadar emin değilim; önce bunu belirteyim. Çünkü şu ortamda sembolik önem ne işine yarar diye düşündüğümde, bâzı konularda evet, tamam, ama 14 Mayıs’ın 14 Mayıs olması ne işine yarar? Slogan ihtiyâcını karşılayabilir. Ama her gün için bir slogan bulunabilir; Türkiye’nin öyle bir târihi var. O slogan ihtiyâcı da ne işe yarar? Aslında, seçmenin, kendi taraftarının sokaktaki tartışmadan kaçması gerektiğini anladığı zaman ortalığı velveleye vermesine yarar. Onun dışında böyle işlerin bir şeye yaradığını görmedim. Biraz da erken konuştuğumuzu düşünüyorum. Çünkü daha gerçekleşmiş bir târih yok aslında. Bu, Erdoğan’ın önerisi. Bu târihle ne yapmak istediğini önümüzdeki günlerde göreceğiz. Çünkü bu bir süreç ve çeşitli prosedürlerin işletilmesi lâzım. O prosedürlerin nasıl işleyeceği ve hukukîliği konusundaki belirsizlikleri, TİP milletvekili Sera Kadıgil geçen hafta anlattı. Onun Meclis’te yaptığı basın toplantısının videosunu izlemenizi öneririm. Bir hukukçu olarak, çeşitli târihler etrafında Erdoğan’ın adaylığı üzerinden bir değerlendirme yaptı. Dersini çalıştığı da anlaşılıyordu. Dolayısıyla, târihten çok, seçimi olması gereken zamanda bu kadarcık öne alarak yapmak istediği şeyi görmemiz gerekiyor. Ondan sonra anlayacağız. Şimdilik, kendisi için uygun olduğunu düşündüğü bir zamanda açıkladığını söyleyebiliriz. Başka bir şey söyleyemiyoruz bu târih konusunda. Kemal’e o konuda katılıyorum. Sembolik öneminin, bu târihe çok acayip bir câzibe kattığını düşünmüyorum. Başka bir zaman da bulabilirdi bunun için.
Onun dışında, spekülasyon yapabiliriz. Burak ve Kemal yaptılar zâten; bana yapılacak spekülasyon bırakmadılar açıkçası. Niye bu kadar erkene almak istiyor? Bence, erkene alabileceğini, canının istediği zaman, canının istediği gibi seçim yapabileceğini göstermek için. Çünkü Erdoğan bir zamandır bununla siyâset yapıyor. Geçen haftaki Adını Koyalım’da konuşmuştuk. Başörtüsü hikâyesinde yaptığı siyâset, “Ben bunları karşıma dizerim” siyâseti ve anlaşılıyor ki kendi aralarında anlaşamadıkları için yine dizecek. “Seçimi canımın istediği târihte yaparım, onu da canımın istediği târihte yaparım” tavrı, erkin sâhip olduğu yetkileri nasıl kullandığının göstergesi. Bunun ille de istikrar olması da gerekmiyor. Ben o konuda Burak’tan biraz uzaklaşıyorum. Önerdiği şey ille de istikrar değil. Önerdiği, gösterdiği şey, gücü. Yani bu güç yenilemez bir güç, bu gücün üstesinden gelinemez. Ve böyle olduğu için aslında tamâmen bir güçsüzlük belirtisi olduğunu düşünüyorum. Çünkü gerçek güç, hakîkî güç, bu kadar gösterilmeyi, bu kadar müstehcen ifâde biçimlerini gerektirmez. Erdoğan’ın, bu kadar güçlü hâlin kendisinde olduğunu sık sık ifâde etmeye çalışması, özellikle birkaç aydır buna bu kadar takılması, o güçten kendisinin de şüphede olduğunu ve bunu sürekli bir tecrübe etmek ve ettirmek istediğini düşündürüyor açıkçası. Onu senelerdir bir şekilde tâkip eden birisi olarak öyle diyebilirim. Çünkü bunun yanına bir neşe, bir şevk, bir gelecek perspektifi, bir söz ekleyebilmiş değil; sâdece güç gösteriyor — o kadar. Yani: “Canımın istediği zaman canımın istediğini yaparım, onlara da yaptırırım”. O zaman, “Yaptırırım” dediği insanlara bakmak gerekiyor. O konuda da çok spekülasyon yapabiliriz, ama elimizdeki malzeme ortada. Altı kişi bir masanın etrafında buluşmuş vaziyetteler. Birbirleriyle ilgili duygu ve hassâsiyetleri çok ortada. Bu duygulu hassâsiyetleri aşıp, yakın geleceği planlayamaz vaziyetteler. Yakın geleceği planlayamama durumunu, bir şekilde, uzak gelecek hakkında birtakım şeyler söyleyerek, mükemmel bir uzak gelecek için projeksiyonlar geliştirerek ertelemeye çalışıyorlar. Bence o erteleme devresinin de sonuna geldik.
Şuna güvenmek gerekiyor: Bu aşamada bunu biraz ironiyle söylüyorum tabiî, kendimden bildiğim için. Son dakikada yazdığım bütün yazıları, bütün işleri hakîkaten çok beğeniyorum, çünkü “son dakika yaratıcılığı” diye bir şey var. Yani bildiğinizi bilmediğiniz şeyler ortaya çıkıyor; değişik düşünceler yan yana geliyor, garip bir pratiklik geliyor.
Burak Bilgehan Özpek: O söylediğin, adrenalin bağımlılığı Ayşe. Ona bağımlı olmuşsun farkında değilsin.
Ayşe Çavdar: Tabiî, kesinlikle. İşte ben ona güvenmek istiyorum. Bugün fazla ciddîye alamayacağım gerçekten. Çünkü bu tartışmayı aylardır yapıyoruz. Aylardır, “Altılı Masa şunu mu yapsa iyi, bunu mu yapsa iyi?” diye konuşurken, işte o gün koşa koşa geliyor. Aslında ortada Altılı Masa’da problemin ne olduğu konusundaki fikirlerimizden fazla da bir şey yok. Çünkü Altılı Masa, meselâ o uzak gelecek konusunda da birtakım şeyler yaptı. Evet, güzel bir metin yazıyorlar, bunu defâlarca söyledim. Hakîkaten metinleri güzel yazıyorlar; ama çıkıp o metinlerin siyâsetlerini de yapmıyorlar. Anayasa değişikliği önerileriyle ilgili, meselâ, teşkilâtlarına bir seminer verdikleri benim kulağıma hiç gelmedi. Sizin kulağınıza geldi mi? Ya da çıkıp bir televizyon programında bunu anlattıkları? Ben böyle şeyleri görmedim. Güçlendirilmiş parlamenter rejim dediler, Parlamento’yu doğru dürüst çalıştırmadılar. Şimdi de çalıştırmayacaklar. Komisyona gidecekler, Allah bilir ne yapacaklar orada. Dolayısıyla, arzu ettikleri şimdiyi ve yakın geleceği, yani seçim sürecini konuşmamak için buldukları bahâneler, uzak geleceği… Aslında uzak gelecek bile değil. O kadar uzak geleceği de planlamıyorlar, geçiş sürecini planlıyorlar. Eyvallah, o da lüzumsuz bir şey değil. Onu da yapmaları lâzımdı tabiî ki. Bu kadar olağanüstü bir dönemde birkaç işin aynı anda yürümesi gerekiyordu. Ama sonuçta, elimizde yapılmamış bir sürü iş var. Bu noktada bize de, “Bu kadar erteledikten sonra bir görelim bakalım, son dakika adrenaliniyle ne yapabilecekler?” demek kalıyor. İstedikleri hayâli kursunlar, birbirleriyle ilgili istedikleri şeyi düşünsünler. Orada yenilmesi gereken bir iktidar var ve bu iktidar, kurallara göre oynaması ile meşhur bir iktidar da değil. Oyunu, canının istediği gibi, kendi kazanabileceği şekilde değiştirerek kazanmayı kendine lâyık gören bir iktidar. Onun için önemli olan, orada kazanmak. Demokrasiden filan geçtim, kendi içinde bir tutarlılık göstermek gibi dertleri de yok. Eskiden “jöle gibi” derlerdi, hatırlar mısınız? Yani neresinden tokatlasınız o tarafa doğru giden bir siyâsî anlayışla yürüyen bir iktidar var. Dolayısıyla, görelim bakalım.
Ama iki şeyi görelim: Bir, bu târihi şimdi açıklayarak ne yapmak istiyor? Muhtemelen, bizim görmediğimiz, henüz bilmediğimiz bir şeyler de vardır aklında. Sâdece 14 Mayıs öncesinden bahsetmiyorum. 14 Mayıs sonrasında olabileceklerle ilgili de konuşuyorum. Bunlar uluslararası ilişkilerle ilgili olabilir, ekonomiyle ilgili olabilir, bilemiyorum. Ama 14 Mayıs’tan sonra, 14 Mayıs’la Haziran arasında olabilecek şeylerle ilgili bir şeyler de olabilir kafasında. Mesela benim aklıma, “İmamoğlu’nun Yargıtay süreciyle ilgili bir durumlar mı olacak arada?” gibi şeyler geliyor. Çünkü düşünebileceğimiz pek çok değişken var. Acaba hangilerini aldı da onları düşündü bilemiyoruz. O yüzden de bütün spekülasyonlarımız havada. Birincisi bu. Bu târihle ne yapmak istiyor? Bu, prosedürle ilgili olabilir, prosedürün işletilmesi süreçleriyle ilgili olabilir. Veya öncesi ya da sonrasında olmasını umduğu, beklediği, olabilecek başka şeyler olabilir. Dolayısıyla görelim bakalım.
Bekleyeceğimiz ikinci şey de, Altılı Masa’nın bu târihle ne yapacağı. Bu arada, “Seçim târihi olarak 14 Mayıs açıklandı, hadi biz de adayımıza açıklayalım” eğilimine gireceklerini hiç zannetmiyorum. “Kesinleşsin, öyle açıklarız” diyeceklerdir. Dolayısıyla aday açıklama sürecini ertelemenin yolunu yine bulacaklardır. Bunu nereden anlıyoruz? Gültekin Uysal’ın çıkıp 14 Mayıs’ı hemen üstüne almasıyla, bu sembolik oyuna birden girmeleriyle anlıyoruz. Her iki taraf da bu sözüm ona sembollerle yapılan oyuna bayılıyorlar gerçekten. En sevdikleri oyun. “Aman gerçek bir şeylerden konuşmayalım” oyunu. Sembollerle konuşmak o demek çünkü. Dolayısıyla “Ne olacak?” diye bir de onu bekleyelim görelim. Ben, bu son dakika yaratıcılığını görmeden önceki hâliyle, 6 Nisan öncesine gelmeyen bir seçim târihinin sonucu değiştireceğini düşünmüyorum açık söylemek gerekirse. Ama iki tarafın da ne yapacağı belli değil, göreceğiz. Teşekkür ederim.
Ruşen Çakır: Evet ikinci turda başlığa çıkarttığımız esas konuya, Kılıçdaroğlu’nun adaylığı ve Akşener’in buna karşı tutumuna gelelim. Öğrendiğim kadarıyla, Kılıçdaroğlu, “Seçilme ihtimâlim diğerlerine göre daha düşük. Ben aday olmayayım, yerime daha garanti olan birisi olsun” gibi bir noktada değil. Seçilebileceğini düşünüyor ve kendi adaylığında son âna kadar ısrar edecek. Hattâ bunun için, Ekrem İmamoğlu’nu, Mansur Yavaş’ı ve diğer isimleri de kampanyasında yanında tutmak istiyor. Anladığım kadarıyla da, Ekrem İmamoğlu’na bir anlamda kendisinden sonra CHP Genel Başkanlığı’nın ihtimâlini göstermeye niyetleniyor. Ama Akşener’in ve İYİ Parti’nin buna çok râzı olmadığını duyuyorum. Hattâ İYİ Parti’nin, adayın nasıl saptanacağı konusunda önerileri olacağına dâir haberler de çıkmaya başladı biliyorsunuz. Sonuçta, Altılı Masa’nın beş partisinde bir sorun yok, ama bir tânesinde sorun var gibi bir durum söz konusu. Demokrat Parti yakın bir zamâna kadar İYİ Parti’nin ekürisi olarak görülüyordu, ama Kılıçdaroğlu’nun adaylığı söz konusu olduğunda, Demokrat Parti’nin de ona destek vereceği anlaşılıyor gördüğüm kadarıyla. Sonuçta beşe karşı bir gibi bir durum var. Bu durum nasıl çözülür? Çözülür mü? Çözülemezse ne olur? Ne dersin Burak? Bir de, henüz kesinleşmese de nur topu gibi bir seçim târihimiz de oldu. Bugün oturup hesapladım. Bugünü saymazsak seçime 115 gün var. Seçim ikinci tura kalırsa, 130 gün sonra cumhurbaşkanı belirlenecek.
Burak Bilgehan Özpek: İnsan yaşlandıkça belirli kelimeler dağarcığına otomatik olarak yükleniyormuş, bunu anladım. Bende de şu şekilde kendini gösteriyor: Her cümleye, “Ben bunları zâten yazdım” diye başlamak istiyorum. Yaşlı hocalar hep böyle derler ya: “Bunları zâten yazmıştım”. Altılı Masa’nın aslında ikili masa olduğunu yazmıştım daha önce. İki sebepten dolayı ikili masa. Bir tânesi, dediğim gibi bu oy oranı düşük partilerin, Cumhuriyet Halk Partisi listelerinden Meclis’e girme ihtimalleri var ve bu bir asimetrik bağımlılık yaratıyor. Çünkü bu partilerin elitleri, yani karar alıcıları parlamenter olacaklar ve onların siyâsî hayatta kalması, aslında Cumhuriyet Halk Partisi Genel Merkezi’nin onlara ayıracağı kontenjanla mümkün. Bu da, Cumhuriyet Halk Partisi hayır kurumu olmadığına göre, bir taleple birlikte ortaya çıkacak. Muhtemelen CHP’nin kurumsal karârı olan Kemal Bey’in adaylığını destekleme talebi.
İkincisi de, zâten Altılı Masa felsefe olarak herhangi bir kişinin seçimi kazanmasına karşı. Yani seçim başarısının herhangi bir kişinin malı olmasındansa, Altılı Masa’nın malı olmasını istiyor. Bu da berâberinde, Altılı Masa partilerini yürütme erkinin ortağı hâline getirecek. Aslında benim bu “oy oranı düşük partiler” ifâdeme karşı çıkmalarının sebebi, %0,2 almasına rağmen bir partinin Altılı Masa’nın aldığı bütün oyu kendi oyu olarak görmesi. Yani: “Ortadaki, seçimi kazanamayacak”. Seçimi kazanamayacak derken, seçimi illâ kaybedecek aday işâret edilmiyor. Kendi kişisel karizmasıyla seçimi almak yerine, Altılı Masa’nın sistemi ve programıyla seçimi alacak aday üzerinden gidilirse, kampanya bu adayla berâber yürütülürse, aslında başarı tek bir kişinin değil, altı partinin olacağı için, sâdece yasama organında değil, Parlamento’da değil, aynı zamanda yürütme organında da söz sâhibi olacaklar. Dolayısıyla dört partinin, Altılı Masa projesine gövdelerini koyması, Altılı Masa projeleri için kurşun atıp kurşun yemesi son derece normal. Yani bu projenin en çok kazananı, oy oranı düşük bu dört küçük parti olacak. Çünkü %1 ve altındaki oylar vasıtasıyla, %50’nin üzerinde bir oyun da sâhibi olarak kendilerini gösterebiliyorlar. Yani çok küçük bir cüsseyle, çok yüksek bir gölge gösterme imkânları var. Altılı Masa aslında böyle bir yapı. O yüzden dört parti müstakil olarak başkan adayının kim olacağına karar veren siyâsal yapılar değil bence. Meselâ Ekrem İmamoğlu’nun veya Mansur Yavaş’ın kendi kişisel ağırlığıyla seçimi aldığı bir ortamda, Masa’nın ve önerdiği sistemin de bir anlamı yok. Dolayısıyla bu partinin de bir anlamı yok. Veya Kemal Kılıçdaroğlu’nun aday olmadığı, dolayısıyla bu partilere az kontenjan verildiği bir sistemde, bu partilerin de çok kazanacağı bir şey olmuyor. Altılı Masa mevcut hâliyle ve Kemal Kılıçdaroğlu adaylığıyla dört partiye çok şey vaat ediyor. Kemal Kılıçdaroğlu olmasa bile, o dört aktörün alternatifi, toplumda çok da heyecan uyandırmayan siyâsî kişilikler olur. Çünkü orada amaç, kişinin değil, Masa’nın seçimi kazanması ki bu partiler sisteme, hem yasama organına hem yürütme organına girebilsinler.
Kemal Bey’in adaylığı meselesinde, evet, böyle bir ısrârın devam edeceği kanaatindeyim. Ama bir sene öncesine baktığımız zaman, yani Kemal Bey bu adaylık projesine inandığı zaman, aslında dört varsayım üzerinden hareket ediyordu ve danışmanları ona 4 varsayım üzerinden kurgulanmış bir seçim senaryosu sundular. Bu varsayımlardan bir tânesi, kazanılmış bir seçim var. Yani: “Tayyip Bey çok kötü yönetiyor. Önümüzdeki kışı atlatamayacağız, ortalık perîşan olacak. İnsanlar ekonomik zorluklardan dolayı yılacaklar ve kesinlikle, katiyen Tayyip Erdoğan’ın karşısında kim varsa ona gidip oy verecekler. Yani aslında kazanmak için çabalamamıza gerekli olan bir seçim yok. Zâten Tayyip Bey bu seçimi kaybetti”. Bunu da söylerken, Etyen Mahçupyan’ın beyânatları ya da İbrahim Uslu’nun “%60 kesinlikle Erdoğan’a oy vermeyecek” şeklinde beyânatlarını baz alarak söylüyorum — bu insanlar Altılı Masa partilerinin etrâfındaki insanlar.
Ama ortada kazanılmış bir seçim yok. Hepimiz biliyoruz ki Tayyip Erdoğan bir anlamda pes etmiyor ve bölüm sonu canavarı gibi, EYT’yi geçiriyor, asgarî ücrete zam yapıyor, market fiyatlarını donduruyor, sosyal yardım mekanizmasını olabildiğince etkin kullanmaya çalışıyor. Zâten elinde çok güçlü bir medyası var. Yani o beklenen çöküş olmadı ve kış mevsimi de o kadar felâket bir şekilde geçmiyor. Tayyip Bey dış ilişkilerini de çok etkin bir şekilde kullanıyor. Biliyorsunuz BOTAŞ’ın Rusya’ya olan borcu bir sene ertelendi. Yani insanlar ödeyemeyeceği doğalgaz faturalarıyla karşılaşmıyorlar. Çünkü gelecek sene ödeyecekler. O zaman da seçim olup bitmiş olacak. Yani o beklenen felâket gelmedi bir türlü. İnsanlar kitleler hâlinde, can havliyle iktidardan kaçıp muhâlefete doğru koşmuyorlar.
İkinci varsayım, birlik ve berâberliğin sağlanacağına dâir anlayış. Yani, HDP’nin ortak adaya oy vereceği yönündeki düşünce. Bence bu da yanlış yanlışlanıyor. Çünkü HDP, diğer siyâsî partilerle aynı koşullarda yarışan, aynı zorlukları yaşayan ve seçim bittiği zaman hayâtına diğer siyâsî partiler gibi devam eden bir parti değil. Tepesinde Demokles’in kılıcı sallanıyor. Partinin 500 milyon lira Hazîne yardımı donduruldu. Parti hakkında kapatma dâvâsı var. Belediye başkanları şu anda görevde değil. Genel başkanları ve birçok siyâsetçi şu anda hapiste. HDP’nin koşulları bunlar. HDP tabiî ki bir seçimi kazanmak ister. Tabiî ki AKP’den kurtulmak ister. Tabiî ki AKP’yi mağlup eden koalisyonun içerisinde olmak ister. Fakat AKP mağlup edilmediği durumda da karşılaşacağı zulüm, CHP veya İYİ Parti ile aynı değil, bunu kabul etmek lâzım. Üstelik biraz önce söylediğim gibi, Altılı Masa’nın ortaya koyduğu, seçimi kazanan, anayasayı yapan, ülkeyi yöneten, kabineyi oluşturan yapısı da HDP’yi dışlıyor. Yani bugün 0,3 oyuyla Gültekin Uysal cumhurbaşkanı yardımcısı olacak ve bu, %12’lik oranıyla HDP’li seçmenlerin katkısıyla olacak. Bu, evrensel bir saçmalık. Hiçbir şekilde Altılı Masa’nın mekanizmasında yer vermiyorsunuz, Altılı Masa’nın müzâkerelerine oturtmuyorsunuz, bu kadar iddialı bir projenin içerisinde HDP’ye bir koltuk ayırmıyorsunuz ve buna rağmen, HDP’den size oy vermesi için kendi tabanını mobilize etmesini istiyorsunuz. HDP’den bulunduğunuz talep de, aslında kazanma ihtimâli çok yüksek olmayan bir aday için. Biraz önce söylediğim gibi, seçimin kaybedilmesi durumunda HDP’nin ödeyeceği bedeller aslında diğer partilerden çok daha yüksek. O yüzden HDP’nin ayrı aday göstermesini hiç kimsenin yargılamaması, yadırgamaması gerekiyor. Bu projenin ikinci varsayımının da çöktüğünü konuşmak gerekir.
Üçüncü varsayım, İYİ Parti’nin Masa’dan zinhar kalkamayacağı, muhâlefeti bozmanın İYİ Parti’ye büyük yükler yükleyeceği, dolayısıyla İYİ Parti’nin canı isterse gidebileceği, zâten yanında %2-3 oy götüreceği, İYİ Parti seçmeninin Tayyip Erdoğan’a muhâlefetinden gözü dönmüş olduğu için masaya bağlı kalacağı varsayımı. Bu da doğru değil. İYİ Parti, aslında Ağustos ayı îtibâriyle seçmenlerinin tamâmını Kılıçdaroğlu’na kanalize edebilecekken, Ağustos ayından îtibâren ortaya saçılan söylemlerle birlikte, tabanının Kılıçdaroğlu’nun adaylığına mesâfeli olduğunu görüyor. Son yapılan çok prestijli bir araştırma şirketinin anket sonuçlarına göre –ki bu da 3-4 Aralık’ta, yani Saraçhâne öncesi yapılmış bir araştırma–, İYİ Parti seçmeninin %47’si, Kemal Kılıçdaroğlu’nun aday olması durumunda ona oy vermeyi düşünmüyor. Şimdi burada iki seçeneğiniz var: İYİ Parti’yi olabildiğince suçlayabilirsiniz, İYİ Parti’den nefret edebilirsiniz, öfkenizi kusabilirsiniz. “Sizin yüzünüzden HDP gelmiyor” diyebilirsiniz. Bu sadece Twitter’da bizi rahatlatabilir; etkileşim alırız, arkadaşlarımız yazdığımızı takdir edebilir. Fakat bizi başarıya ulaştırmıyor. Bizi başarıya ulaştıracak şey, ilk bölümde de söylediğim gibi, muhâlefetin 3 temel sütununu, yani HDP’yi, CHP’yi ve İYİ Parti’yi aynı anda sandığa götürebilmek. Biz bu şekilde her seçimi kazanabiliriz. Fakat Altılı Masa projesi, İYİ Parti burada oturduğu sürece partiye kaybettiren bir proje hâlini alıyor. Ali Babacan’ın açıklamaları, Kemal Kılıçdaroğlu’nun helâlleşme söylemi, başörtüsü konusunun gündeme gelmesi… Bunların hepsi, aslında İYİ Parti tabanını Altılı Masa’dan soğutan etkenler ve Meral Akşener’in Masa’da kalmaya devam etmesi durumunda ödeyeceği bir bedel oluşuyor. Yani İYİ Parti, seçmenin tamâmını buraya kanalize edemez.
En anlamadığım şeylerden bir tânesi, meselâ: “İYİ Parti HDP ile niçin müzâkere etmiyor?” meselesi. İYİ Parti HDP ile müzâkere etsin de, İYİ Parti seçmeninin kumanda ile hareket ettirildiğini düşünmemeliyiz. İYİ Parti HDP ile Altılı Masa çerçevesinde kabine müzâkeresi yapacak. Nasıl bir müzâkere bekliyoruz? Kamuoyu önünde HDP’nin Altılı Masa’ya dâhil edilmesi demek. Bana sorarsanız, bu HDP’nin hakkı. Eğer HDP’nin oyunu istiyorsanız, HDP’yi Masa’ya oturtmalısınız. Fakat HDP ile İYİ Parti’nin müzâkeresi, acaba İYİ Parti tabanı tarafından nasıl karşılanır? Yani entelektüelleri mutlu eden bu Rönesans tablosu gibi senaryo, gerçekte siyâseten sandığa nasıl yansır? Muhtemelen, İYİ Parti seçmeninin büyük çoğunluğu, parti üst yönetiminin bu karârını benimsemeyip, başka partilere, özellikle son dönemde kurulan ultra milliyetçi partilere meyledebilir. Unutmamamız lâzım: İYİ Parti’yi kuran kadro, MHP üst yönetiminin karârına îtiraz edip İYİ Parti’yi kurdu. Böyle bir kültürleri var. Dolayısıyla, Altılı Masa’da olan biten şey ya da Altılı Masa’nın HDP ile olası yakınlaşması, İYİ Parti’ye kaybettiren bir mesele. Dolayısıyla, Kılıçdaroğlu’nun adaylığında ısrar etmesi durumunda, İYİ Parti’nin bu projenin içerisinde yer almayacağı kanaatindeyim. Kılıçdaroğlu’nun ısrârı bir reaksiyonla karşılaşacak kanaatindeyim. Hepsinin ötesinde, şöyle bir realite var: Meral Akşener, “kazanacak aday” derken, Mansur Yavaş veya Ekrem İmamoğlu’nu işâret ediyor. Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçimi kazanabileceğini düşünmüyor. Biraz önce söylediğim gibi, HDP bunun sonuçları ile çok daha kötü şekilde yüzleşebilir. İYİ Parti de, kaybedecek bir adayla berâber aynı gemide olup o mâliyeti üstlenmek istemeyebilir. Parti politikası böyledir.
Son olarak, “Tıpış tıpış oy verir” varsayımı var. Yani muhâlifler o kadar bunaldı ki, tıpış tıpış gidip oy verecekler. Zâten şu günlerde bizim, muhâlifler olarak 2013’te Gezi Parkı’nda dayak yerken ya da seçim geceleri Tuzluçayır’da sandık peşinde koşarken bizimle dalga geçen, bizi aşağılayan, bize iftirâ atan ne kadar adam varsa, onların muhâliflik öğretmesini sîneye çekmemizin bir sebebi var: Tıpış tıpış oy verme eylemimiz. Onlar zâten bizim tıpış tıpış oy vereceğimizi gördükleri için, eski CHP’den utanmamızı, 2007 senesinde AK Parti’ye oy vermediğimiz için çok yanlış yapıp, nedâmet getirmemizi, onların seksi buldukları birçok konuda onlarla aynı görüşte olmamızı filan bekliyorlar. Farkında değiller ama her konuştuklarında, geleneksel muhâlefet tabanından bir fireye sebep oluyor. Kazâ kayıp muhâlefet seçimi kazanır da Yıldıray Oğur tekrar hükûmet yanlısı bir gazeteci olursa diye korkuyorum. Allahtan şu anda henüz hükûmet değil de, rahat rahat bir tartışmaya girebiliyoruz. Hükûmet yanlısı olursa, 2013 senesinde Yıldıray Oğur’a karşı bir şeyler yazarken yaşadığım korkuların aynısını muhtemelen yine yaşayacağım. O yüzden, o muhâlefetin “tıpış tıpış oy verir” denen tabanı, aslında şu anda Altılı Masa sürecinin içerisine dâhil edilmediği için çok seçkinci buluyor bu masayı. Geçen hafta Ayşe’nin söylediği gibi, “Allah belânızı versin! Alın size oy!” şeklinde bir psikoloji içerisinde. Ama bir noktadan sonra o oyunu da vermeyebilir. Çünkü bu adamlar çok konuşur. Konuştukça o geleneksel tabandan kayıp yaşanıyor. Size bir araştırma sonucu verisi daha söyleyeyim: Son yapılan anketlere göre 2018 muhâlif oyundan çok ciddî anlamda bir kayıp var. 2018 yılında muhâlif olan insanlar, bir sonraki seçimde muhâlefetin adayına oy verme konusunda çekingen davranıyorlar. Otomatik olarak gidip oy vermeyecekler.
Şimdi bu dört varsayımla, Kemal Bey’in başlayan başkan adaylığı süreci, geldiğimiz noktada, Tayyip Erdoğan’ın mücâdele ettiği, dolayısıyla seçimleri bırakmadığı, HDP’nin ayrı aday çıkardığı, İYİ Parti’nin Masa’dan kalktığı ve belki ayrı aday çıkardığı ve seçmenlerin bir kısmının seçimi protesto ettiği bir noktaya evrildi. Kemal Bey rahatlıkla girip ortak aday olarak zâten kazanılmış bir seçimi kazanacağını, başkan olacağını düşünürken, çıktığı yolda bir senenin sonunda böyle bir durumdayız. Şimdi burada aktör rasyonalitesi devreye girer. Aktör rasyonalitesi, Kemal Bey’e bu projenin çöktüğünü anlatır. Yani rasyonel bir aktör bu resimden bunu anlar. Fakat bu resme rağmen adaylık ısrârı devam ederse, işte biraz önce bahsettiğim tablo ortaya çıkacak. Bizim, 3 sütunu bir araya getirebilecek bir projeye ihtiyâcımız var. Yani bu belli ki Altılı Masa adayının yapabileceği bir şey değil; fakat bunun yerine, İYİ Parti-CHP ittifâkının çıkartabileceği bir adayın toplayacağı masa, yani o adayın kendi başına yapacağı müzâkereler bunu sağlayabilir. Meselâ İYİ Parti, HDP’nin Altılı Masa’ya getirilmesine karşı, bir rezerv koyuyor. Fakat İYİ Parti, AHİM karârını uygulayacağını söylüyor, kayyumlara karşı çıktığını söylüyor, keyfî yargılamalara îtiraz ettiğini söylüyor ve burada duruyor. Bunun ötesinde bir şey söylemiyor. Göstereceği adayın da HDP’den gidip oy isteme özgürlüğüne sâhip olduğunu tanıyor.
Bu bize bir şey anlatıyor aslında. Bu anlatılan şey de, Masa’nın adayı yerine, adayın kuracağı masaya îtimat etmek. Yeni seçilecek adayın otoriterleşme ihtimâli yok mu? Var. Altılı Masa adayının da otoriterleşme ihtimâli var. Bu hazırlanan protokollerin hiçbirinin anayasal bir hükmü yok. Yani başkan seçildikten sonra, “Çok güzel PDF dosyaları hazırlamışsınız Ali Bey. Bunu yırtıyorum. Siz de Meclis’teki yerinize buyurunuz. Sizi Cumhurbaşkanı Yardımcısı yapmıyorum” dediği zaman, Ali Babacan’ın, Gültekin Uysal’ın, Ahmet Davutoğlu’nun îtiraz edebileceği hiçbir mekanizma yok. Televizyona çıkıp bir şeyler anlatacaklar. Altılı Masa adayı da otoriterleşebilir, bu aday da otoriterleşebilir. Bunun garantisi de, Meclis’teki koordinasyon, Meclis’teki uyum ve Cumhurbaşkanı’nın Meclis’i kullanarak siyâsî olarak denetlemesi.
Ruşen Çakır: Evet Kemal, büyük bir heyecanla sıranı beklediğini biliyorum. Bir şey söyleyeceğim güleceksin. Lütfen kısa konuş.
Kemal Can: Kısa konuşalım, tamam. Sen görürsün şimdi.
Ruşen Çakır: Böyle deyince başıma ne geleceğini biliyorum, ama lütfen kısa konuşalım.
Kemal Can: Burak’ın bıraktığı yerden devam edeyim. Bu “tıpış tıpış” işi birilerinin işi değil. Yani Kılıçdaroğlu adaylığı projesinin parçası değil. Her türlü “kazanacak aday” tartışmasının arkasında da bir tıpış tıpış var. O üç sütunun birlikte motive olacağı şey, aslında teorik bakımdan muhâlefetin potansiyel olarak %60’lara vardığı varsayımı. Bunu sağlayan, bunu taşıyan bütün aktörlerin desteğini alan seçmenin, blok olarak “Bu iktidar değişmeli” irâdesini sandığa yansıtması — aslında özü bu. Burada her parçanın, burada oluşturulacak formüle, diğerlerinin dışarıda bıraktığı herkesin tıpış tıpış üzerinden yürüdüğünü unutmayalım. Bu, İYİ Parti’nin kurduğu, “Kardeşim, biz kazanacak aday bulalım, HDP de ona zâten gelip tıpış tıpış verecek. Hattâ bu iktidârın devâmında daha çok mâliyet ödeyecek bir risk altında oldukları için, onlar daha da tıpış tıpış gelip oy verecek. Ne yapacaklar yani, başka çâreleri mi var?” varsayımı, kimsenin kendinden uzak tuttuğu bir fikir değil. Dolayısıyla bu “tıpış tıpış teorisi”ni, bir kesimin diğerleri için kullandığı bir şey olarak kurgulayamayız. Şu anda muhâlefet aktörlerinin neredeyse tamâmının, diğerlerine “vebal şantajı sopası”nı sallayarak, tıpış tıpış bir mecbûriyet olarak göstererek, bunun dışına ittiklerine bile “Bunun dışında kalırsanız, daha büyük bedel ödersiniz” tehdidi savurarak siyâset kurduklarını zannetmeleri problemiyle karşı karşıyayız. “Tencere dibin kara” hesabı, burada hiç kimsenin diğerine söyleyecek fazla sözü yok. O üç ayaktan hangisinin, bu üç ayağın birlikte gitmesine, birlikte aynı motivasyonu taşımasına ayak sürüdüğü, o siyâsî pozisyonların liderlerinin değil ama onun çevresindeki aktivasyonun nasıl bir engel teşkil ettiğini unutmayalım. Meselâ muhâfazakârlar hakkındaki ezberler ve yanlış kanaatler, câmide sol tarafta saf tutmayan insanların kazanamayacak adayı belirleyeceği fikriyle de ilişkili.
Ayrıca ben Burak’ın endîşesine fazlasıyla katılıyorum. Ama benim o isim listem daha fazla, daha kalabalık; birtakım uçak yolcularını içerdiği gibi, bâzı otobüs yolcularını da içeriyor. Ben onları da medyanın ya da belki iktidârın önemli figürlerinin, iktidârın önemli aktörlerinin kankaları olarak görmek arzusunda değilim. Benim listem biraz daha kabarık. Bütün bunlara berâber baktığımda, şu anda birbirini yeterince politik davranmamakla suçlayan herkesin aslında son derece dar politik tutumlar içerisinde olduğu kanaatindeyim. Zâten problem şu: Herkesin, önlerindeki tabloya bakıp, “Burada bir problem var” deyip o problemi gördüklerinde, o probleme kendi katkıları üzerinden çözüm önermek yerine, diğerlerinin kendisini iknâ etmesine dayalı bir şantaj zemini üretmeye ve asıl siyâsî davranışın bu olduğuna inanan bir tutum içinde olduklarını görüyorum. Kriz tablosunu yaratan asıl resim de bu.
Medyascope Hafta Sonu Yazıları’ndaki son yazımda da anlattım bunu. Masada gayet mutaassıp, hattâ son derece mesâfeli ve saygılı, dışarıda ise sere serpe, uluorta ve başkalarını kullanarak sert bir rekabet ve mücâdele içindeler. Çeşitli anketlerde motivasyon ve destek kaybı olarak görülen şeylerin arkasında da, bu ikili tablonun çok bâriz bir biçimde görünüyor olması var. Burak da bahsetti; bu problemin en temel noktası, bu adaylık tartışmasını hakîkaten önemli bir tartışma olarak önüne koymak, ama açıklıkla konuşmamak. Hesapta herkes, biz de dâhil, çeşitli yorumcular da, Kılıçdaroğlu’nu destekleyen yayın kuruluşlarının yorumcu profili de, herkes, “Akşener buna îtiraz ediyor. Bu konudaki tavrı gayet net” diyor. Ama bu net tavrı nerede söyledi Akşener? “Biz Kılıçdaroğlu’na karşıyız” dedi mi? Demedi. Bu lâfı ağzından duymadık. Ama “kazanacak aday” vurgusunu yaptı. Her şeyi kodlu konuşan, kapalı bir şey içerisine giriyor. Aynı şekilde, Kılıçdaroğlu da adaylık kampanyası yürütürken aday olacağını söylemedi. Ama bu gecikme, bu dolaylı ve vekiller üzerinden yürüyen rekabet, bizi buraya getirdi.
Şimdi aday üzerinden geçici bir formül kurularak yürümek isteniyor. Ama burada çok temel riskler var. Biraz önce Burak, varsayımları sıralarken, “Altılı Masa’dan kalkan ya da muhâlefet adayını desteklemeyen bedel öder, o zaman kendi kaderini yaşar ya da o vebâlin altında kalır. Dolayısıyla İYİ Parti için böyle bir varsayım ileri sürülüyor. Ama bu doğru değil. Bayağı büyük bir siyâsî risk varken bu konuda farklı davranabilir” dedi. Tamam, ama şöyle bir tablo ortaya çıkmayacak mı? Şimdi aynı Altılı Masa’nın küçük aktörlerinin milletvekili ve iktidardan pay alma pazarlığı karşısında Kılıçdaroğlu adaylığını destekleyecekleri, bu asimetrik ilişkinin de nasıl bir borç-alacak ilişkisi yaratacağı konuşuluyor. Peki, adaylık konusunda ısrarcı olan bir Kılıçdaroğlu karşısında Ekrem İmamoğlu’nu zorlayan ve Ekrem İmamoğlu’nu ya da başka bir belediye başkanını kendi adayı olarak… Hattâ daha ilginci var: Akşener kampanyasını başka partinin belediye başkan adaylarıyla afişleyerek ilerletiyor. Başka bir partinin göstereceği adayı kendi adayınız hâline getirdiğinizde, bu üç sütunu, tıpış tıpış oy verecek hâle dönüştürüyor musunuz? Ya da tersi olursa, bu gerçekleşmezse, yani “Zorladığınız adam benim adayım” diye ya da “Kazanacak aday” diye işâret ettiğiniz insan seçilmez, o aday belirlenmezse, kendi siyâsî teziniz ve bulunduğunuz blok içerisindeki pozisyonunuz açısından riskli bir alana girmez misiniz? Dolayısıyla bunu bir vebal şantajı hâline sokup, Ayşe’nin dediği gibi böyle son düzlük performansıyla büyük formüller bulacağınıza inanarak buraya sıkıştırdığınızda, şimdi iktidârın kolayca çıkış tahtasını kendi belirlediği bir yerden, kısa mesâfeli bir koşuda nefes nefese kalmak zorunda kalabilirsiniz. Bu tabloyla karşı karşıyayız. Evet, orada gayet rahatsız edici bir sürü hikâye var. Burak’ın dediği gibi, ben de hakîkaten 3 sütun olarak düşünüyorum ve Altılı Masa’nın diğer partilerinin yarattığı sorunun çok marjinal olduğu kanaatindeyim. Ya da adayın yetkileri azalıyor muymuş, kısalıyor muymuş hikâyelerinin de çok belirleyici olduğunu düşünmüyorum. Seçmen buna baktığı için değil, tam tersine, problemi kendi aralarında çözemeyen ve aslında kendi çözemedikleri ortaklık zeminini, dışarıdan birini bularak çözdürmeye kalkan bir yapı görüntüsü veriyor şu anda. Kazanacak aday tartışması galebe çalsa da böyle, bir adaylık dayatması kendi sonucunu zorlasa da böyle. Her iki durumda da açık bir tablo var ortada. Bu tablo da, kendi problemini birlikte çözemeyen bir ekip görüntüsünün, ülkenin problemini çözmek, hattâ sistemin problemini çözmek gibi iddialı bir şeye soyunması… Bu problem, çok başat bir problem ve bu problemin küçük rekabetlerin konusu olması siyâsetin gereği olabilir, ama bütün bunları öne sürerken, çok iddialı biçimde diğer insanlara suçlayıp, “Şimdi gün o gün değil” diyen herkesin de aslında tam da bunu yapmasından kaynaklanıyor. Bu masanın içerisinde bunu yapan ayrıcalıklı bir kişi görmüyorum.
Ruşen Çakır: Kemal çok sağ ol.
Burak Bilgehan Özpek: Kemal Abi, Erdoğan seçim kampanyasını tamamıyla Altılı Masa’nın karar alma sürecinin zâfiyeti üzerinden yürütüyor.
Kemal Can: Ama karar alma sürecinin zâfiyeti bu çelişki işte. Yani “Kendi sorununu çözemeyen, memleketin sorununu nasıl çözecek?” diyecek. Zâten diyor da.
Burak Bilgehan Özpek: Sorun çıkacağını Altılı Masa’nın kendisi söylüyor zâten. Krizin çıkacağını, hepsinin ortak karar almak zorunda olduklarını kendileri söylüyor. Bu çok netâmeli bir süreç değil mi?
Kemal Can: Bu sâdece onunla ilgili değil. Kazanacak aday da bu malzemenin bir parçası. Ben de onu söylüyorum. Ondan ibâret değil yani. Vesâyet sâdece bir ayağı. Ben de diyorum ki: “Peki, İmamoğlu kimin başkanı olacak?” Yani seçilmiş olan, “kazanacak aday” olarak işâret eden başkan, bunu birinin iknâ edilememesi üzerine başardığında, kimin kendini seçtirdiğini düşünmüş olacak?
Burak Bilgehan Özpek: Hiç kimsenin.
Kemal Can: İşte burada problem bu.
Burak Bilgehan Özpek: Evet, garabet orada.
Kemal Can: Şimdi iş bu noktaya geldi. Kim kimi iknâ edecek, kim daha dirençli çıkacak? Şu anda tablo bu değil mi? Sen biraz önce, “Evet, bu ihtimâli yüksek görüyorum, ama burada bu zorlama olursa da böyle sonuçlar doğar” dedin. Peki, buraya nasıl geldik?
Ruşen Çakır: Buraya adım adım geldik ve bütün adımları da burada konuştuk. Umarım bir sonraki programda, belli olan bir aday üzerinde konuşuruz. Ayşe, ne dersin? Kılıçdaroğlu aday olacak mı?
Ayşe Çavdar: Ben, şu geldiğimiz noktanın Kılıçdaroğlu’nun hatâsı olduğunu düşünüyorum artık. Diğerleri de bu hatâda iştirakçiler. Altılı Masa’nın kurulmasının hatâ olduğunu düşünmüyorum. Kurulması gerekirdi. Ama kurulduğu andan îtibâren başlayan bütün süreç kocaman bir hatâya dönüştü. Bu neden öncelikle Kılıçdaroğlu’nun hatâsı? Kılıçdaroğlu kendisinde, biri küçük, biri büyük olmak üzere iki misyon gördü bence. Önce büyük olan misyonu söyleyeyim: O, Altılı Masa’da AKP’den sonraki sağı tasarlamak istedi. O Masa’nın kurulma sebebi, Türkiye’nin yakın geleceği, seçim filan değildi. Burak anlattı gerekçelerini. Kılıçdaroğlu, “Bunlar nasıl olsa gidiyorlar. AKP’den sonra da bir Türkiye olacak ve o Türkiye’de de sağ olacak” diye düşünüyor. Okuduğumu söylüyorum, bir şey bildiğimden değil. Bütün bu dokudan, bir senedir yaşadıklarımızdan görebildiğimi söylüyorum. Kimler olsun o sağın içinde? Milliyetçilik ise nasıl bir milliyetçilik olsun? İşte, İYİP. İslamcılıksa, nasıl bir İslamcılık olsun? Davutoğlu gibi, böyle çok etrâfa da dağılmayan. Babacan, evet, İslâmcı bir yerden geliyor ama yönelimi îtibâriyle farklı bir yere gidiyor; bir de o olsun, Demokrat Parti herhalde marka değeri yüzünden orada. Ben Demokrat Parti’nin neden orada olduğunu anlayamadım. Ama bir tür, hem AKP’den sonraki hem de kendisinden sonraki belki, Türkiye’nin geleceğinden mîras olarak bahsetmesi, o biraz kulak tırmalayan bir söylem. Kılıçdaroğlu’nun öyle bir durumu yok çünkü. Onun siyâsette oynadığı rol öyle bir rol değil, dolayısıyla kulak tırmalıyor hakîkaten. “Orayı bir tasarlayayım” düşüncesi.
Bu böyle olduğu için ikinci bir tasarımı daha var: Sağın içeriğinin bu şekilde belirlendiği bir Türkiye’de, CHP de lider parti. Bu kuruculuğun getirdiği iyi niyeti taşıyacak sırtında. Ama CHP de bildiğimiz CHP olmayacak. Dün Kılıçdaroğlu’nun söylediği şeye inanamadım. “AKP bizim terk ettiğimiz CHP’dir” dedi. Bu bayağı tuhaf bir şey. O zaman CHP kim? CHP de, AKP’nin terk ettiği AKP mi oldu şimdi?
Burak Bilgehan Özpek: O düşünceye göre onu îmâ ediyor.
Ayşe Çavdar: Evet, o anlama geliyor. Öyle olduğunu düşünmüyorum, ama bunu neredeyse îmâ ediyor. Dolayısıyla, Kılıçdaroğlu’nun başkanlığı ya da başkanlık projesi, bu iki projenin çıktısı gibi görünmüş olabilir ona. Ama böyle iki proje varsa, yani Türkiye’nin sağını belirlemek ve sonra da CHP’yi dönüştürmek gibi yan yana iki proje varsa, bu ikisi de, bir sürü nedenden dolayı, Kılıçdaroğlu’nun başkan olmamasını, en azından aday olmamasını gerektirir. Şu olabilir: Bu projeleri başarıyla uygular –ki şu anda iki proje de başarısız oldu bence–, Altılı Masa bir şekilde bir uyum yakalar, bir başarı elde eder. Kılıçdaroğlu da pastanın üzerindeki çilek gibi başkan adayı olur. Bu bir şeydir meselâ. O zaman, “Bu projeler de gerçekleşti ve başarıya ulaştı; en azından bir yoluna girdi. Kılıçdaroğlu da projesinin kârını performe ediyor” deriz. Ama böyle olmadı.
Bu bahsettiğim iki başarısız projeden geriye, Kılıçdaroğlu’nun adaylığı kaldı. Bence, bizim bu kadar çıkmazda olduğunu düşündüğümüz şey bu. Bunun bir sürü nedeni var. Ayıp da böyle bir şeyi söylemek, ama söylemek zorunda kalıyor insan: Ben, hafta sonu yayınlanan yazımda Altılı Masa daha fazla kriz yaşamak istemiyorsa, Altılı Masa’nın kararlarını Davutoğlu ve Babacan’ın, özellikle o ikisinin açıklamaması gerektiğini söyledim. Demokrat Parti daha küçük bir parti olmasına rağmen, Gültekin Uysal’a bile o kadar îtiraz etmiyorum. Keşke o da yapmasa. Ama olmuyor. Niye olmuyor? Bu insanların yapmadıkları bir sürü şey nedeniyle. AKP’den gerçek bir kopuş söylemi ve kopuş siyâseti yapamadılar. Ali Babacan Davos’a giderken, hâlâ 2002-2014 arasından söz ediyor — hâlâ. Hem AKP’ye, onun geçmişine sâhip çıkıp, bugün ona muhâlefet etmen imkânsız. Senin kafanda olabilir, ama olmuyor. Hem bunu yapıp hem de sonra Altılı Masa’nın, muhâlefetin ana bedeninin sözcülüğüne soyununca, o zaman, bu adamın bu Masa’da olmasının sebebi aslında AKP’den kopması değil, AKP ile yaptığı işbirliği oluyor.
Şimdi bitiriyorum Ruşen. Gözlerine baktım ve gördüm çâresizliğini. Bu seçim sistemiyle seçime gidildiğinde, biz o Masa’da oy oranının ne olduğunu göremeyeceksek ve dolayısıyla ileride Cumhurbaşkanı Yardımcılığı ya da Kabine’de her ne görev alacaksa, o görevi, herhangi bir gücü ya da geleceğe dâir bir perspektifi dolayısıyla değil, geçmişte gördüğü işle ve geçmişten taşıdığı şey aracılığıyla almış olacak. İnsanların zoruna giden de bu ve bu nedenle olmuyor Altılı Masa.
Kılıçdaroğlu bu Masa’ya bu insanları alırken, bu pazarlığı onlarla açıkça yapmadı. Onlarla, hangi koşullarda ne türlü bir ortak siyâset yürüteceğini söylemedi. Kafasında bir proje vardı, koşulları ona uydurmaya çalıştı. Ve bana kalırsa şöyle bir şey oldu. Bunu şimdi düşündüm, şimdi söylüyorum: Bu projeler başarısızlığa uğradığı için, yani CHP’yi dönüştürme ve Altılı Masa aracılığıyla geleceğin sağını üretme projeleri başarısız olduğu için, bu hasarı toplamak ve belki ileride bununla uğraşmak için kendisini başkan adayı olmak zorunda hissetti belki de.
Evet, Kılıçdaroğlu başkan adayı olmakta ısrar edecek. Ben olacağından hâlâ emin değilim, hattâ şöyle şeylerden korkuyorum: Aday Kılıçdaroğlu ya da Ekrem İmamoğlu hiç fark etmez, yedekte Mansur Yavaş olsun. Ama sırf Masa’yı bir arada tutabilmek için, onların dışında bir aday belirlemeye kalkarlar diye şu an hakîkaten çok korkuyorum. Bütün bunların sebebi, Kılıçdaroğlu’nun kafasındaki projelerle, elindeki insan kaynağının –hem CHP olarak söylüyorum hem Altılı Masa olarak– arasındaki uyumsuzluktu. Kılıçdaroğlu başkan adayı olmak isteyecek, ısrar edecek. Bu projeler henüz başarıya ulaşmadığı için yapacak bunu. Ama bir geçiş sürecinin bu projeleri gerçekleştirmek için uygun bir zemin olup olmadığından emin değilim.
Orta yerde kesmiş olayım, sonrasında bir yayının daha olduğunu biliyorum Ruşen. Nasıl olsa daha çok konuşuruz bunları. Teşekkür ederim.
Ruşen Çakır: Çok teşekkürler. Aslında saatlerce konuşulabilecek bir konu.
Ayşe Çavdar: Artık konuşmasak ne olur.
Kemal Can: Mecbur kalacağız yani.
Ruşen Çakır: Yüzlerce yorum geldi. Çok hassas. Destekleyenler de var, karşı çıkanlar da. Hepsi çok dinamikler.
Kemal Can: Son bir şey söyleyeceğim: Muhâlefet seçmeni çok polarize olma riskiyle karşı karşıya aslında.
Ayşe Çavdar: Evet, bu yüzden.
Kemal Can: Asıl problem bu. Senin söylediğin gibi, herkes kendi kanaatleri konusunda keskinleşiyor. Bu, sertliği artırıyor ve polarize oluyor. Asıl büyük problem bu.
Ayşe Çavdar: Şimdilik hizipleşiyor, ama polarize olmaya doğru da gidiyor. Yani şimdilik hizipler halinde var. Ne yazık ki daha yolu var gibi görünüyor.
Ruşen Çakır: Burak, bu arada Twitter’a ara vermeni de tebrik ederim. Darısı başımıza diyeceğim, ama ben mecbûren devam ediyorum.
Burak Bilgehan Özpek: Harika hissediyorum. Tavsiye ederim.
Kemal Can: Evet, perhiz iyidir.
Ruşen Çakır: Evet, “Adını Koyalım”ı burada noktalayalım. Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’a çok teşekkürler. İzleyicilerimize de çok teşekkür ederiz, iyi günler.